KEBAPÇI / Hasan EJDERHA


Garaj girişindeki, bakkal dükkânının önüne gelip, kocasının: “Şuraya otur Emine” dediğinde anlamıştı ne kadar yorulduğunu.

Bildiği tek şey, okul için oğluna nüfus cüzdanı gerek olduğuydu.

Bunun için neden kendisinin de çarşı pazar dolaşması gerektiğini anlayamamıştı. Muhtarın anlattıklarından birtakım şeyler anlar gibi olmuştu ama hiçbirine de mana verememişti.

“Yok, efendim daha evli değillermiş de önce kendilerinin evlenip, sonra çocuklarının nüfusa düşürülmesi, ondan sonra da nüfus cüzdanı alınması gerekiyormuş” gibi, bir sürü şeyler dinlemişti son günlerde.

Bu ne demek oluyordu?

Dünya âlem biliyordu ya Mustafa ile evli olduklarını.

Düğünleri olmamış mıydı?

O eve kendisi herkesin gözü önünde gelin gelmemiş miydi?

Koskocaman Seydihanlı Hoca kıymamış mıydı nikâhlarını?

Sonra da şimdi nüfus cüzdanı gerek olan oğlu doğmamış mıydı? Diğer oğlu ve kızı; bütün bunların evli olduklarına yetmesi gerekmiyor muydu?

“Hökümette evli görünmüyorsunuz. Bunun için önce izinname çıkarılacak. Sonra da daireleri bir güzel dolaşacağız. Arzuhalcye evrakları doldurtacağız. Ben möhürler basacağım. Gün alıp nüfusa gideceğiz ve çocukların nüfusa düşürülmesiyle iş bitecek.” demişti muhtar.

İki gün sürmüştü daireden daireye dolaşmaları.

Nihayet öğleden sonra çocukların nüfus cüzdanlarının alınmasıyla iş de bitmişti.

İşte, Emine Bakkalın önündeki iskemleye oturduğu an, işlerle birlikte kendisinin de yorgunluktan bittiğinin farkına varmıştı.

İki gün önce gelip de daireleri dolaşmaya başladıklarında; yorulmak, şikâyet etmek bir yana, hoşuna bile gitmişti. O daireden bir başka daireye giderken, yolda gördüğü insan kalabalıkları; yüksek yüksek apartmanlar çok ilgisini çekmişti. Apartman balkonlarına çamaşır asan kadınlar… Hele bu kadınların caddeye karşı çamaşır asarken omuzlarına kadar açık olduğunu görünce içinden, hayretle “Amanıııınnn. Tövbe tövbee…” demekten kendini alamamıştı.

Okula giden talebeler, caddede hızla ilerleyen arabalar, acele ile bir yerlere ulaşmaya çalışırcasına hızlı hızlı yürüyen adamlar, kadınlar aceleden kendine ya da kocasına çarpınca; ne manaya geldiğini bilmediği “pardon”lar…

O kadar hoşuna gitmişti ki bu iki gün; köye gidince epey anlatacağı şeyler olmuştu.

“Sen burada otur! Ben ineklere yem alıverip geleyim” demişti kocası.

Gideli epey olduğu halde ortalıkta görünmüyordu hâlâ.

Oturduğu iskemlenin üzerinden görebildiği yerlere kadar geziyordu adeta: Caddenin karşısında, duvarın yüzünden apartmanın yukarılarına kadar uzanan kalın, teneke borudan çıkan dumanlara, dumanın çıktığı o dükkâna girip çıkan insanlara, ailelere baktı bir süre. Etrafa yayılan kokudan anlaşılacağı üzere orası kebapçıydı. Birkaç dükkân yukarıda gene bir kebapçı vardı herhalde. Çünkü o dükkânın da camından yukarı çıkarak ve binanın yukarısına kadar uzanan boru, orada da vardı; ondan da yoğun dumanlar çıkıyordu.

Karnının iyice acıktığını hissetti.

Öğle ezanları okunalı epey olmuştu.

“Mustafa gelince yeriz yemeğimizi; belki de kebapçıya götürür beni.” diye düşündü.

Hiç kebapçıya gitmemiş, lokantaya falan oturmamıştı. Sadece, köydeki komşusu Şaziye’nin anlattıklarından biliyordu lokantayı, kebapçıyı.

Şaziye anlatırken ne kadar da imrenmişti. “Gidip masaya oturuyorsun. Beyaz önlüklü bir adam geliyor. Onun adı garson. ‘Ne alırsınız’ diyor. Sen de ne var diye soruyorsun. Adam: ‘Et haşlama, pilav, kuru, kebap, cacık, türlü, dolma’ sayıyor. Kuru, kuru fasulye, başka bir şey sanma ha. Daha başka yemeklerde sayıyordu garson ama aklımda kalmadı kız.” diye anlatmıştı Şaziye.

 “Kız vallaha ben utanırım elin adamı yemek getirince demişti Şaziye’ye. Ama bir taraftan da kocasıyla birlikte bir lokantada oturduklarını hayal etmek de hoşuna gitmişti. Gene de utanacağını, garson’un, bir erkek olarak önüne yemek koyacağını aklına getirdikçe ürpermişti adeta. Utanırım kız Şaziye! Vallaha ben utanırım!” dediğini hatırladı. Bunları hatırlarken, kafasından bir bir geçirirken, bir dersi beller gibi bellemeye çalışıyordu Şaziye’nin anlattıklarını. 

Şaziye gülerek devam etmişti anlatmaya. “Bizimki “kuru” dedi. Bildiğin kuru fasulye kız! Garson: ‘pilav da ister misiniz efendim?’ dedi. Bizimki de “evet pilav da ver!” dediydi.

Emine yine dayanamayıp lafa girmişti ve “Ben kebap söylerdim” demişti.

Bunları hatırlayınca: “Evet evet, kebapçıya götürürse Mustafa ben kebap söyleyeceğim.” dedi.

Karşıdaki kebapçının içini görür gibiydi. Şaziye’nin anlattığı masaları, masalarda oturan diğer müşterileri ve garsonu gördü sanki.

Beyaz önlüklü garson yanlarına gelip sordu: “Efendim ne alırsınız?” diye. Kocası Mustafa: “Ne var?” dedi.

Garson: “Kebap, döner, et haşlama, tavuk, kuru, pilav”

Emine gerisini dinlememişti bile.

Duydukları da öylesine kulağına gelenlerdi. 

Kararını çok önceden vermişti kebap söyleyecekti. Böylece Şaziye’ye anlatacakları olacaktı lokantayla ilgili, kebapla ilgili.

Çok garibine gidiyordu bir erkeğin masaya, hem de bir hanım olarak kendisinin oturduğu masaya yemek getirmesi. Hiç alışık değildi buna. Ömrünce hanımların sofra açmasına alışmıştı Emine.

Şimdi kendisi öylece bir masaya oturmuş, bir erkeğin yemek getirmesini bekliyordu. Bu durumdan, daha önceden tanımadığı bir hazzı için için duyduğunu fark edince, utanır gibi oldu. Aynaya baksa yüzünün kıpkırmızı olduğunu göreceğini biliyordu.

Aslında Mustafa da kebap yerdi ama gene de saydırmıştı garsona.

Garsonun yemekleri sayması, Mustafa’nın hoşuna gidiyordu belki de. Kendisinin bile hoşuna gitmemiş miydi?

Tam da Şaziye’nin anlattığı gibiydi.

Garson yemekleri saymış, bir çırak sürahiyle su getirmişti masaya.

“Yeşillik ister misiniz abi?” diye bir şey söylemişti ama Mustafa onu ya duymamış ya da duymazlıktan gelmişti.

“Olsun… Yeşillik de eksik olsun. Kebap gelecek ya” dedi Emine.

Bir süre çatal ve bıçağa baktı; kaygılandı. “Ben kullanabilir miyim bunları acep” diye geçirdi içinden. Hiç çatal ve bıçakla yemek yememişti.

Kısa sürdü kaygısı. Kendini rahatlatmak için: “Amaan, kebabın yenmesi mi olurmuş çatalla bıçakla. Çatal ile kebaba batırır, ekmeğin içine koyar yerim.”

Közde pişmiş domatesi, soğanla maydanozun karışımından çıkan güzel kokuyu duydu burnunda.

“Kebabın üstüne pervaz da koyarım. Kebabı sardığım ekmeği ağzıma atınca da çatalı batırır domatesi yerim. İşte sana çatal ve bıçakla yemem yemek; nesi varmış sanki” dedi.

Garsona kebabı söyleyebilecek miydi?

Söyleyemezdi.

Kaygılandı.

Kısık bir sesle: “Kebap! Benimki kebap olsun! Kebap!” dedi.

Ne garip; tekrar ediyordu sanki. “Kebap… Kebap… Benimkisi kebap olsun.

Bu kelimeleri tekrar ettiğinin farkındaydı sanki. Hem de farkında olmadan tekrarlıyor gibiydi. Ama kelimelerin kafasından gelip geçmesi gibi, biriyle konuşur gibi bir hissin farkındaydı.

“Kebap… Kebap… Kebap olsun benimkisi.”

Emine’nin başucunda kocası Mustafa… Alacaklarını almış, köydeki hayvanlarına yem alırken. Biraz da gecikmiş

Yorgun.

Aldıklarını köye gidecek arabaya yerleştirip karısını bıraktığı yere koşmuş.

“Gız Emine… “

“Hadi kalk gız! Niye daldın böyle?”

“Ne o sen sayıklıyor musun?”

“Duymuyor musun be kadın? Hey Emine!”

Kocasının sesini duymadan önce kendisini gördü Emine. Sonra da sesini duydu.

“Hıh!” dedi uykudan aniden uyanmış gibi.

Bir anda bakkalın önünde oturduğu iskemleden kalkıverdi. Hatta sıçradı.

 Oturduğu masaya konulan kebabı tam yemek üzereyken kaldırmışlar gibi oldu. Acıdı kebabın israf olmasına. Ya da içinde kalan kebap özlemine.

Sanki kebabı masada öylece bırakıp gidecekmiş hissine kapıldı birden. Ortada kebap falan olmadığının farkına vardığı halde.

Kendisini bakkal dükkânının önüne, Mustafa’nın “Burada otur!” diye ilk oturttuğu iskemlenin üzerinde bulduğu halde kebapçıdan zorla sökülüp götürülüyormuş gibi hissetti.

Kocasının birkaç adım ilerlediğini görünce hızlı adımlarla minibüse doğru giden kocasının arkasından yetişmeye çalıştı. Aceleden ayağındaki fıstık yeşili lastik ayakkabı çıktı. Fakat tekrar giymesi çok sürmedi ve kocasının arkasından yürüdü.

Kocasının elindeki poşetleri, minibüse, oturacakları koltuğun üzerine yerleştirdikten sonra: “Acıktık gız Emine! Bir şeyler yiyek!” dediği an, yeniden kebapçıdaki o masaya oturmuş gibi mutlu oldu.

Hâlâ daldığı o hayalde yakalanmışlığın mahcup utangaçlığı vardı yüzünde ve yüreğinde.

İskemlenin üzerinde otururken hayalinde gittiği kebapçıya gerçekten gideceklerdi.

“Bâri karşıdaki kebapçıya gitsek!” diye düşündü.

Çünkü kendisini hep o kebapçıya şartlamıştı. Bir de o kebapçıdaki masada kebapları bırakıp da kalkmış gibi bir his vardı içinde.

Sonra da: “Hangisi olursa olsun. Hepsi aynı değil mi kebapçının ne fark eder” diye geçirdi içinden.

Kocası muavine, arabanın ne zaman kalkacağını sorup öğrendikten sonra rahatlamıştı. Onun rahatladığını gören Emine de rahatladı.

Anlaşılan epey zamanları vardı.

Kebapçıya da gidebilirler, her şey yapabilirlerdi.

Kocasının, kendisini önünde bir iskemleye oturtup “burada bekle!” dediği ve kendisinin de kocası gelene kadar beklediği, kebapçıya gitme hayalleri kurduğu bakkala girdiler.

Kocası: “Selamünaleyküm Recep dayı, bize yiyecek bir şeyler ver hele” dedi.

Bakkal: “Helva, portakal, tahin-pekmez, ne istersiniz? Bak somun da yeni geldi fırından, sıcacık” dedi.

Bakkal dükkânının içinde birer iskemleye karşılıklı oturdular. İskemlenin birinin de üzerine gazete sererek ortalarına aldılar. Gazete kâğıdının üzerine konulan portakalı soymaya başladı kocası. Daha sonra yağlı kâğıt arasında helva geldi. Mustafa portakalı dilimlemişti. Somun ekmeğini ikiye bölerek yarısını Emine’nin önüne koydu.

Emine bunları bayılmak üzere, ya da baygınlıktan ayılmakta olan birinin hâli ile izledi.

Bütün hissiyatını kaybetmiş gibiydi.

Sadece kocasını izledi.

Başka bir gün olsa kocasına portakal mı soydurturdu; her bir şeyi kendisi yapar, kendisi hazırlardı.

Ne olduğunu kendisi de anlayamadı.

Önündekilerden yedi mi, yemedi mi? Tadı nasıldı? Hiçbirini hatırlamıyordu. Sadece tozu dumana katarak köy yolunda ilerleyen minibüsün, pencere camına dayadığı anlında, camın soğukluğunu hissediyordu.

En son hatırladığı alnına değen bu soğukluktu.

Camdan anlına değen soğukluğa benzer bir soğuklukla, yüreğinin de üşüdüğünü hisseti.

İçinde bir yerlerde bir şeyler kırılmış ve hâlâ kırılmaya devam ediyordu. O kırılan şey neyse, kırıldıkça da dağılan kırıklar içinin bilmediği, ama hissettiği bir yerlerini cam kırığı acıtmasında buza kestiriyordu.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder