Garaj
girişindeki, bakkal dükkânının önüne gelip, kocasının: “Şuraya otur Emine”
dediğinde anlamıştı ne kadar yorulduğunu.
Bildiği tek şey, okul için oğluna nüfus
cüzdanı gerek olduğuydu.
Bunun için neden kendisinin de çarşı pazar
dolaşması gerektiğini anlayamamıştı. Muhtarın anlattıklarından birtakım şeyler
anlar gibi olmuştu ama hiçbirine de mana verememişti.
“Yok, efendim daha evli değillermiş de önce
kendilerinin evlenip, sonra çocuklarının nüfusa düşürülmesi, ondan sonra da
nüfus cüzdanı alınması gerekiyormuş” gibi, bir sürü şeyler dinlemişti son
günlerde.
Bu
ne demek oluyordu?
Dünya
âlem biliyordu ya Mustafa ile evli olduklarını.
Düğünleri
olmamış mıydı?
O
eve kendisi herkesin gözü önünde gelin gelmemiş miydi?
Koskocaman
Seydihanlı Hoca kıymamış mıydı nikâhlarını?
Sonra
da şimdi nüfus cüzdanı gerek olan oğlu doğmamış mıydı? Diğer oğlu ve kızı;
bütün bunların evli olduklarına yetmesi gerekmiyor muydu?
“Hökümette
evli görünmüyorsunuz. Bunun için önce izinname çıkarılacak. Sonra da daireleri
bir güzel dolaşacağız. Arzuhalcye evrakları doldurtacağız. Ben möhürler
basacağım. Gün alıp nüfusa gideceğiz ve çocukların nüfusa düşürülmesiyle iş
bitecek.” demişti muhtar.
İki
gün sürmüştü daireden daireye dolaşmaları.
Nihayet
öğleden sonra çocukların nüfus cüzdanlarının alınmasıyla iş de bitmişti.
İşte,
Emine Bakkalın önündeki iskemleye oturduğu an, işlerle birlikte kendisinin de
yorgunluktan bittiğinin farkına varmıştı.
İki
gün önce gelip de daireleri dolaşmaya başladıklarında; yorulmak, şikâyet etmek
bir yana, hoşuna bile gitmişti. O daireden bir başka daireye giderken, yolda
gördüğü insan kalabalıkları; yüksek yüksek apartmanlar çok ilgisini çekmişti.
Apartman balkonlarına çamaşır asan kadınlar… Hele bu kadınların caddeye karşı
çamaşır asarken omuzlarına kadar açık olduğunu görünce içinden, hayretle
“Amanıııınnn. Tövbe tövbee…” demekten kendini alamamıştı.
Okula
giden talebeler, caddede hızla ilerleyen arabalar, acele ile bir yerlere
ulaşmaya çalışırcasına hızlı hızlı yürüyen adamlar, kadınlar aceleden kendine
ya da kocasına çarpınca; ne manaya geldiğini bilmediği “pardon”lar…
O
kadar hoşuna gitmişti ki bu iki gün; köye gidince epey anlatacağı şeyler
olmuştu.
“Sen
burada otur! Ben ineklere yem alıverip geleyim” demişti kocası.
Gideli
epey olduğu halde ortalıkta görünmüyordu hâlâ.
Oturduğu
iskemlenin üzerinden görebildiği yerlere kadar geziyordu adeta: Caddenin
karşısında, duvarın yüzünden apartmanın yukarılarına kadar uzanan kalın, teneke
borudan çıkan dumanlara, dumanın çıktığı o dükkâna girip çıkan insanlara,
ailelere baktı bir süre. Etrafa yayılan kokudan anlaşılacağı üzere orası
kebapçıydı. Birkaç dükkân yukarıda gene bir kebapçı vardı herhalde. Çünkü o
dükkânın da camından yukarı çıkarak ve binanın yukarısına kadar uzanan boru,
orada da vardı; ondan da yoğun dumanlar çıkıyordu.
Karnının
iyice acıktığını hissetti.
Öğle
ezanları okunalı epey olmuştu.
“Mustafa
gelince yeriz yemeğimizi; belki de kebapçıya götürür beni.” diye düşündü.
Hiç
kebapçıya gitmemiş, lokantaya falan oturmamıştı. Sadece, köydeki komşusu
Şaziye’nin anlattıklarından biliyordu lokantayı, kebapçıyı.
Şaziye
anlatırken ne kadar da imrenmişti. “Gidip masaya oturuyorsun. Beyaz önlüklü bir
adam geliyor. Onun adı garson. ‘Ne alırsınız’ diyor. Sen de ne var diye
soruyorsun. Adam: ‘Et haşlama, pilav, kuru, kebap, cacık, türlü, dolma’
sayıyor. Kuru, kuru fasulye, başka bir şey sanma ha. Daha başka yemeklerde
sayıyordu garson ama aklımda kalmadı kız.” diye anlatmıştı Şaziye.
“Kız vallaha ben utanırım elin adamı yemek
getirince demişti Şaziye’ye. Ama bir taraftan da kocasıyla birlikte bir
lokantada oturduklarını hayal etmek de hoşuna gitmişti. Gene de utanacağını,
garson’un, bir erkek olarak önüne yemek koyacağını aklına getirdikçe ürpermişti
adeta. Utanırım kız Şaziye! Vallaha ben utanırım!” dediğini hatırladı. Bunları
hatırlarken, kafasından bir bir geçirirken, bir dersi beller gibi bellemeye
çalışıyordu Şaziye’nin anlattıklarını.
Şaziye
gülerek devam etmişti anlatmaya. “Bizimki “kuru” dedi. Bildiğin kuru fasulye kız!
Garson: ‘pilav da ister misiniz efendim?’ dedi. Bizimki de “evet pilav da ver!”
dediydi.
Emine
yine dayanamayıp lafa girmişti ve “Ben kebap söylerdim” demişti.
Bunları
hatırlayınca: “Evet evet, kebapçıya götürürse Mustafa ben kebap söyleyeceğim.”
dedi.
Karşıdaki
kebapçının içini görür gibiydi. Şaziye’nin anlattığı masaları, masalarda oturan
diğer müşterileri ve garsonu gördü sanki.
Beyaz
önlüklü garson yanlarına gelip sordu: “Efendim ne alırsınız?” diye. Kocası
Mustafa: “Ne var?” dedi.
Garson:
“Kebap, döner, et haşlama, tavuk, kuru, pilav”
Emine
gerisini dinlememişti bile.
Duydukları
da öylesine kulağına gelenlerdi.
Kararını
çok önceden vermişti kebap söyleyecekti. Böylece Şaziye’ye anlatacakları
olacaktı lokantayla ilgili, kebapla ilgili.
Çok
garibine gidiyordu bir erkeğin masaya, hem de bir hanım olarak kendisinin
oturduğu masaya yemek getirmesi. Hiç alışık değildi buna. Ömrünce hanımların
sofra açmasına alışmıştı Emine.
Şimdi
kendisi öylece bir masaya oturmuş, bir erkeğin yemek getirmesini bekliyordu. Bu
durumdan, daha önceden tanımadığı bir hazzı için için duyduğunu fark edince,
utanır gibi oldu. Aynaya baksa yüzünün kıpkırmızı olduğunu göreceğini
biliyordu.
Aslında
Mustafa da kebap yerdi ama gene de saydırmıştı garsona.
Garsonun
yemekleri sayması, Mustafa’nın hoşuna gidiyordu belki de. Kendisinin bile
hoşuna gitmemiş miydi?
Tam
da Şaziye’nin anlattığı gibiydi.
Garson
yemekleri saymış, bir çırak sürahiyle su getirmişti masaya.
“Yeşillik
ister misiniz abi?” diye bir şey söylemişti ama Mustafa onu ya duymamış ya da
duymazlıktan gelmişti.
“Olsun…
Yeşillik de eksik olsun. Kebap gelecek ya” dedi Emine.
Bir
süre çatal ve bıçağa baktı; kaygılandı. “Ben kullanabilir miyim bunları acep”
diye geçirdi içinden. Hiç çatal ve bıçakla yemek yememişti.
Kısa
sürdü kaygısı. Kendini rahatlatmak için: “Amaan, kebabın yenmesi mi olurmuş
çatalla bıçakla. Çatal ile kebaba batırır, ekmeğin içine koyar yerim.”
Közde
pişmiş domatesi, soğanla maydanozun karışımından çıkan güzel kokuyu duydu
burnunda.
“Kebabın
üstüne pervaz da koyarım. Kebabı sardığım ekmeği ağzıma atınca da çatalı
batırır domatesi yerim. İşte sana çatal ve bıçakla yemem yemek; nesi varmış
sanki” dedi.
Garsona
kebabı söyleyebilecek miydi?
Söyleyemezdi.
Kaygılandı.
Kısık
bir sesle: “Kebap! Benimki kebap olsun! Kebap!” dedi.
Ne
garip; tekrar ediyordu sanki. “Kebap… Kebap… Benimkisi kebap olsun.
Bu
kelimeleri tekrar ettiğinin farkındaydı sanki. Hem de farkında olmadan
tekrarlıyor gibiydi. Ama kelimelerin kafasından gelip geçmesi gibi, biriyle
konuşur gibi bir hissin farkındaydı.
“Kebap…
Kebap… Kebap olsun benimkisi.”
Emine’nin
başucunda kocası Mustafa… Alacaklarını almış, köydeki hayvanlarına yem alırken.
Biraz da gecikmiş
Yorgun.
Aldıklarını
köye gidecek arabaya yerleştirip karısını bıraktığı yere koşmuş.
“Gız
Emine… “
“Hadi
kalk gız! Niye daldın böyle?”
“Ne
o sen sayıklıyor musun?”
“Duymuyor
musun be kadın? Hey Emine!”
Kocasının
sesini duymadan önce kendisini gördü Emine. Sonra da sesini duydu.
“Hıh!”
dedi uykudan aniden uyanmış gibi.
Bir
anda bakkalın önünde oturduğu iskemleden kalkıverdi. Hatta sıçradı.
Oturduğu masaya konulan kebabı tam yemek
üzereyken kaldırmışlar gibi oldu. Acıdı kebabın israf olmasına. Ya da içinde
kalan kebap özlemine.
Sanki
kebabı masada öylece bırakıp gidecekmiş hissine kapıldı birden. Ortada kebap
falan olmadığının farkına vardığı halde.
Kendisini
bakkal dükkânının önüne, Mustafa’nın “Burada otur!” diye ilk oturttuğu
iskemlenin üzerinde bulduğu halde kebapçıdan zorla sökülüp götürülüyormuş gibi
hissetti.
Kocasının
birkaç adım ilerlediğini görünce hızlı adımlarla minibüse doğru giden kocasının
arkasından yetişmeye çalıştı. Aceleden ayağındaki fıstık yeşili lastik ayakkabı
çıktı. Fakat tekrar giymesi çok sürmedi ve kocasının arkasından yürüdü.
Kocasının
elindeki poşetleri, minibüse, oturacakları koltuğun üzerine yerleştirdikten
sonra: “Acıktık gız Emine! Bir şeyler yiyek!” dediği an, yeniden kebapçıdaki o
masaya oturmuş gibi mutlu oldu.
Hâlâ
daldığı o hayalde yakalanmışlığın mahcup utangaçlığı vardı yüzünde ve
yüreğinde.
İskemlenin
üzerinde otururken hayalinde gittiği kebapçıya gerçekten gideceklerdi.
“Bâri
karşıdaki kebapçıya gitsek!” diye düşündü.
Çünkü
kendisini hep o kebapçıya şartlamıştı. Bir de o kebapçıdaki masada kebapları
bırakıp da kalkmış gibi bir his vardı içinde.
Sonra
da: “Hangisi olursa olsun. Hepsi aynı değil mi kebapçının ne fark eder” diye geçirdi
içinden.
Kocası
muavine, arabanın ne zaman kalkacağını sorup öğrendikten sonra rahatlamıştı.
Onun rahatladığını gören Emine de rahatladı.
Anlaşılan
epey zamanları vardı.
Kebapçıya
da gidebilirler, her şey yapabilirlerdi.
Kocasının,
kendisini önünde bir iskemleye oturtup “burada bekle!” dediği ve kendisinin de
kocası gelene kadar beklediği, kebapçıya gitme hayalleri kurduğu bakkala
girdiler.
Kocası:
“Selamünaleyküm Recep dayı, bize yiyecek bir şeyler ver hele” dedi.
Bakkal:
“Helva, portakal, tahin-pekmez, ne istersiniz? Bak somun da yeni geldi
fırından, sıcacık” dedi.
Bakkal
dükkânının içinde birer iskemleye karşılıklı oturdular. İskemlenin birinin de
üzerine gazete sererek ortalarına aldılar. Gazete kâğıdının üzerine konulan
portakalı soymaya başladı kocası. Daha sonra yağlı kâğıt arasında helva geldi.
Mustafa portakalı dilimlemişti. Somun ekmeğini ikiye bölerek yarısını Emine’nin
önüne koydu.
Emine
bunları bayılmak üzere, ya da baygınlıktan ayılmakta olan birinin hâli ile
izledi.
Bütün
hissiyatını kaybetmiş gibiydi.
Sadece
kocasını izledi.
Başka
bir gün olsa kocasına portakal mı soydurturdu; her bir şeyi kendisi yapar,
kendisi hazırlardı.
Ne
olduğunu kendisi de anlayamadı.
Önündekilerden
yedi mi, yemedi mi? Tadı nasıldı? Hiçbirini hatırlamıyordu. Sadece tozu dumana
katarak köy yolunda ilerleyen minibüsün, pencere camına dayadığı anlında, camın
soğukluğunu hissediyordu.
En
son hatırladığı alnına değen bu soğukluktu.
Camdan
anlına değen soğukluğa benzer bir soğuklukla, yüreğinin de üşüdüğünü hisseti.
İçinde bir yerlerde bir şeyler kırılmış ve
hâlâ kırılmaya devam ediyordu. O kırılan şey neyse, kırıldıkça da dağılan
kırıklar içinin bilmediği, ama hissettiği bir yerlerini cam kırığı acıtmasında
buza kestiriyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder