“Horatio!
Bana bir şey söyle!”
“Ne
söyleyeyim efendimiz?”
Günlük hayatta kullandığımız cümlelerin tamamı, karşımızdaki
kişinin duymak istediklerinden ibaret. Bunun nedeni nedir, bilmiyorum. Ama
durum bu… Neredeyse, sadece karşımızdaki kişi için konuşuyoruz. Kendimizden bir
şeyler katmadan, kim neyi duymak istiyorsa onu söylüyoruz. Belki de insanları
yalan söylemeye alıştıran sebeptir bu.
Peki, kendimiz… Biz neyi duymak istiyoruz? Doğruları mı?
Çoğunlukla insanların canını sıkmaktan başka bir işe yaramayan doğruları kim
duymak ister? Birinin bizi sevdiğini mi? Komik… Bu hayatta âşık olduğu birisiyle
evlenen kaç kişi var ki?
Aşk ise başka bir duygu… Bu güne kadar tarifi yapılamamış, en
kalın lügatlerin bile yetersiz kaldığı tek kelime. Çünkü insan hayatında bir
kere âşık olur. Bu yüzden çoğunlukla hoşlanmak ile aşk arasındaki ince çizgiyi
kaçırırız. Herkes hayatında mutlaka bir “Mihriban” veya “Mona Roza” ile karşılaşır. Fakat anlamadığım
tek taraf; neden bu karşılaşma en olmadık zamanlarda ve en olmadık yerlerde
olur. Bunu hiç bilmiyorum. Aslında; sıradan bir zaman ve sıradan bir mekânda
olsa biz buna aşk diyebilir miyiz, orası da meçhul.
Herkesin bir “Mihriban”ı veya bir “Mona Rosa”sı vardır. Herkes
mutlaka bir gün bu hastalığa yakalanmış veya yakalanacaktır. Önemli olan nokta
o hastalığa yakalanmak değil, iyileştikten sonra ne yapacağındır. İyileşebilen
birisi varsa tabii… Hangi hastalık iz bırakmadan ayrılır ki vücuttan? O iz,
ebediyen seninle beraber kalır. En olmadık zamanda birdenbire hatırlatır
kendini ve sen ne yapacağını bilemezsin. Sadece gözlerin uzaklara dalar gider
ve kimse anlamaz senin bu halinden.
-Yine daldın?
-Evet… Düşünüyorum.
-Neyi.
-Ben de bilsem ya neyi düşündüğümü…
Özel İdare binasının önündeki bankta oturmuştuk en son. Buraya
nasıl geldiğimizi hatırlamıyorum. Yol boyunca aklımda sadece O vardı. O’nu
düşünüp durmuştum ve dostum nereye sürüklediyse o yöne gitmiştim. Bu yüzden ne
zaman bu kafeye gelmiş, ne ara oturmuş, ne zaman iki çay söylemiştik
hatırlamıyorum.
Gözlerim kayıtsızca benden ayrıldı, izin almadan etrafımı
dolaştı.
Kafe, kafenin önü, kafenin önünde birkaç masa ve etrafında
tabureler ve kafenin girişinin birkaç adım ötesinde bir dut ağacı, dut ağacının
en kalın dalına kurulu eski bir otomobil lastiğinden yapılmış bir salıncak.
İçeride çalan türkü ise şu an benim ruhuma yetişmiyor.
Kafe hafif eğimli bir sokakta. Ben yönümü yokuşa doğru
dönmüşüm; dostum ise karşımda, oturduğu tabure dut ağacına dayalı.
-Neden gitmiyoruz?
Yüzüne baktım. Sorduğu sorunun cevabını biliyordu. Bu
gözlerinden okunuyordu. Fakat; içimde bugün, hatta “Çalı Kuşu” sözünden bu yana
oluşan bir yorgunluk var. Alışık olduğum bir yorgunluk…
-Bu şehirden gitmek istiyorum. Neresi olursa olsun gitmek.
-…
-Artık dayanamıyorum. Yoruldum… Hem de çok. Ne onu ne de başka
bir şey düşünmek istiyorum.
Sırtını dut ağacına yasladı. Üzerinde siyah bir mont, altında
ise kahverengi keten pantolon… Önce masada bulunan telefonuna, sonra bana baktı
ve montunun iç cebinden paketini çıkardı. Bu sefer önce bana uzattı. Benim
tütünden başka sigara içemediğimi, boğazımı yaktığını biliyordu. Yine de aldım.
Ben aldıktan sonra kendi de bir tane aldı. Paketi ise masanın üzerine, telefonun
yanına koydu. Eliyle ikisini yan yana, aynı hizaya gelecek şekilde düzenledi.
Montunun sağ cebinden çakmağını çıkardı.
Sigarasını yaktıktan sonra onu da paketinin üzerine koydu. Bu, burada en
az iki saat oturacağız anlamına geliyordu. Ben de kendi çakmağımı üzerimde
aradım ama yine bulamadım. Nereye koyduğumu düşündüm. Çantamı karıştırdım.
Birkaç gözünü kurcaladıktan sonra ön taraftaki küçük gözden çıktı çakmağım.
Sigaramı yaktım. Çaylarımız bitmişti. Ona baktım. O ise yüzünü kafenin içine
doğru çevirmişti.
Kafenin camı “Selvi Boylum Al Yazmalım” filminden alınmış bir
resimle kaplıydı. “Türkan Şoray” ve “Kadir İnanır” kırmızı kamyonun motor
kaputunun üzerinde yan yana oturuyorlardı. Kamyonun üzerinde ise kocaman
harflerle “Selvi Boylum Al Yazmalım” yazıyordu. Gündüz vakti dışarıdaki birisi
resimden dolayı içeriyi göremiyor, içerdekiler dışarıdakileri görebiliyordu.
Şimdi ise hava kararmış olduğu ve içerinin ışıkları yandığı için iki taraftakilerde
birbirlerini görebilirdi. Şu an içeride kimse yoktu.
Tekrar bana baktı.
-Çay söyleyelim.
-“Senin sesin güzeldir sen söyle.”
Güldü. Bir an ayağa kalkacak oldu.
-Bekle. Yukarı çıkmıştır. Gelir birazdan.
Tekrar oturdu. Sigarasından bir nefes alıp külünü sağ
tarafına, yola doğru silkeledi.
Tekrar kafeye baktığım zaman Sabahattin’in üst katın kıvrımlı
demir merdivenlerden indiğini gördüm. Uzun boylu, saçları omuzlarına kadar
gelen birisiydi. Üzerinde kahverengi boğazlı bir kazak altında ise kot pantolon
vardı. Merdivenlerden indikten sonra dışarıya baktı. Benim kendisine baktığımı
gördü. Yanımıza geldi.
-Çay?
- Demli ve şekersiz...
-Açık üç şekerli…
Sonra başıyla selam verdi ve içeri girdi.
Ben çayı demli ve şekerli içerdim, o ise açık ve üç şekerli.
Ben kitap okuyup, yazmayı severdim; o, sevmezdi. Ben kumaş pantolon ve gömlek
giyerdim; o, keten pantolon ve kazak. Ben zayıf ve biraz çelimsiz biriydim; o,
iri yarı ve biraz kilolu. Ben ağır başlı, herkesin özendiği kişi; o deli,
herkesin olmak istediği. Ben dışımdaki kişiyim; o ise içimdeki ben. Birbirinin
böylesine zıttı ve birbirini böylesine tamamlayan başka bir ikili var mıdır
acaba dünyada.
-Bu şehirden kaçmak istiyorum. Artık beni yoruyor.
-Seni yoran şehir değil.
-Peki, ne?
-O…
-Hayır O değil, bu şehir. Bu şehrin her santimetre karesi
benim için onun izleriyle dolu ve bu beni yoruyor. Artık kaçıp gitmek istiyorum
buralardan. Dayanamıyorum, bana zor geliyor bu şehirle savaşmak.
-…
-En tuhafı da ne biliyor musun? Bazen hoşuma gidiyor. Bazen
onun izleriyle dolu olan bu şehirde kendimi gül bahçesinde dolaşıyor gibi
hissediyorum. Bezen de onun vefasızlığı aklıma geliyor ve bu gül bahçesi;
gülleri yolunmuş bir diken tarlasına dönüşüyor.
“Padişahın kulları asırlar önce göğüslerine saplı oklarla en
yüksek kale duvarlarına tırmanabilmiş ve büyük fetihler yapmışlardı. Ama işte
bu caddelerdeki apartmanlar zapt edilmesi imkânsız kalelerdi. Üstelik, ok veya
tüfek mazgalları, kızgın yağ dökülen olukları, devâsâ toplarla dolu burçları
ile padişah tebaasının alışık olduğu diğer kalelerin tersine pek de
güzeldiler.”
-…
-Bu şehri fethedemiyorum.
Üzerimde sanki bütün sırrını ifşa etmiş birisinin hali vardı.
Fakat bu onunla belki defalarca konuştuğumuz, artık aramızdan sır olmaktan
çıkan aynı hikâyeydi.
-Ben de…
Ona baktım. Belki de defalarca, saatleri alan konuşmamızdan
sonra verdiği cevabı yine söylemişti. Aynı hikâyenin aynı cevabı… Her insan
hayatında mutlaka bir “Mihriban”a rastlar ve bu yüzden her insanın hikâyesi
aynıdır. İhtiyacımız olan tek şey kendi hikâyelerimizi başkaları üzerinde
görüp, tatbik etmek. Başkalarından kendi hikâyelerimizi dinlemek…
Devam etti:
-Ne olacak bizim halimiz. Nereye kadar devam edecek böyle.
Ölene kadar devam edecek. Bizimle beraber bu sır toprağa
girecek. Belki olanca kuvvetiyle toprağı besleyip, toprağın üzerinde bir
gülfidanının yeşermesine sebep olacak. Sanki, sen öldün ama aşk ölmez
dercesine.
-Bilmiyorum.
-Neden hala iki yıl önceki gibi aynı mekânda aynı kafenin
önünde, hep aynı masada oturuyoruz. Üstelik ikimizde bir yıldan fazla süredir
bu kafenin üst katına çıkamıyoruz.
-Unutamıyoruz.
-Unutmak istemiyoruz.
-Unutabilir miyiz?
-Hayır.
-Peki, ne yapacağız abi. Ne yapacağız onu söyle.
-Ben nerden bileyim abi. Bilsem söylemez miyim? Bilsem en
başta ben yapardım kendime. Kelin ilacı olsa kendi başına sürermiş.
-…
-Yaşamaya devam edeceğiz. Günün birinde ikimizin de anneleri
birer kız bulacak. İkimizde evlenecek, birer iş bulacağız, belki birkaç çocuğa
sahip olacağız. Evlendiğimiz kişiyi sevemesek dahi sadık olacağız abi sadık
olacağız. Başka bir yolu yok bunun. Bu hep böyle olmuş, hep böyle devam etmiş,
başkaları hep bunu yaşamış. Bizim de yaşayacağımız bundan başka bir şey değil.
Buna alışmaktan başka, başkaları ne yaşadıysa onu yaşamaktan başka bir çaremiz
yok.
Ve uzun süren bir sessizlik, ardı ardına sigara yakıp
söndürüşlerimiz, ardı ardına masada soğuyan çaylar. Yine aynı düğüm; bizim hikâyenin
düğümü, aşkın ise cevabı.
İnsan hayatında bir kere âşık olur. Hayatında bir kere âşık
olur kavuşamaz bunun adı aşktır. Sonra karşısına biri çıkar, evlenir. Onu; âşık
olduğu kişi kadar sevemese dahi ona sadık olur, bu da sadakattir. Sonuçta
insanın karşısına mutlaka bir “Mihriban” çıkar ama kesin olan bir taraf var ki;
hiçbir aşık, “Mihriban”ına kavuşamaz işte bunun adıdır aşk. Aslında aşk bundan
sonra başlar. Aşk, insanın sadece “Mihriban”ından ibaret değildir. Belki de biz
öyle sandığımız için aşkı belirli bir kalıba sokmaya çalışırız. Bu yüzdendir
acı çekmelerimiz. Aşk “Mihriban” ile girer hayatımıza, tuttuğu sınavlar ile
bize aşkı öğretir. Aşktan çok sadakati… Sadık olan kurtulur. Âşık olan ise
ölmeye mahkumdur. Aşk ise hep baki kalacak kimine aşkı öğretecek, kimine ise
sadakati. Çünkü asırlardır bu hep böyle olmuştur. Âşık, Maşuk’unu sevmiş; Maşuk
ise bir başka Âşık’ın Maşuk’u olmuştur. Âşık ise onu “Rakip” olarak görmüştür.
Yani Bülbül, Gül’e âşık olur, Gül ise başka bir Bülbül’e o Bülbül ise başka bir
Gül’e… Bu böyle devam eder durur. Bu yüzden kimse kavuşamaz “Mihriban”ına.
Zaten aşkta önemli olan da kavuşmak değil sadakati öğrenmektir. Sadık olan
kurtulur. Olamayan ise o Gül ile değil de başka bir Gül’le kavuşur ve hep o
Gül’ü düşünür. Böylece ortada ne Gül kalır ne de bahçe.
“Gül gül dedi Bülbül Gül’e; Gül, gülmedi gitti. Bülbül Gül’e
Gül Bülbül’e yar olmadı gitti.”
-Yarın hastaneye yatıyorum.
Bazı önemli konular, önemli zamanlarda konuşulur ve insanın
hayatında bu kadar önemli zaman asla bulunmaz. Her seferinde olduğu gibi bizim
bu önemli konumuz da önemli zamanına kavuşamamanın etkisiyle rafa kalkıyor ve
önümüze yeni bir konu açılıyor.
Hastalık, hastane, hastanenin kokusu… Alışılmış bir yabancı
duygu…
(Devam
Edecek)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder