“İlkbahar çiçeklerinin
her daim meyve vereceği ümidini taşımak hata olmaz
ama onlar gönülde tat
damakta bal olabilir…”
Bugün yeni bir gün, yeni bir ilk
bahar vardı âlemde… Kâinat onun için çok farklıydı, her şey birkaç yılda nasıl
değişti ve gelişti bilinmezdi. Babası Hilmi Efendi odasının kapısında onun
hazırlanmasını bekliyordu. Büyük bir heyecan vardı onun dünyasında. Kızı artık
üniversiteden mezun olmuş, bir eli ekmek tutarken diğer eli bu ekmeği ikiye
bölüp paylaşacaktı. Hilmi efendi kapının aralandığını görünce gözleri o yöne
doğru kaydı. Karşısında kızının sim-ü zer iplikten nakış nakış işlenmiş beyaz
elbise içinde oluşunu seyretti bir süre. Üzerinde gezinen bakışlardan saklanamadı
ve kalbinden dudağına düşen cümlelerden önce kirpiklerinden kaçan her bir
damlaya engel olamadı, Hilmi efendinin kızı… Hıçkıra hıçkıra o kadar çok ağladı
ki annesi Mehlika Hanım da onun döktüğü bu gözyaşlarına dayanamadı.
Hilmi efendi, Mehlika Hanım ve
kızı sessiz bir şekilde bu yeni günün seher vaktinde ezan sesleriyle birlikte
evlerine birkaç kilometre uzaklıktaki Abdülhamid Han camisine arabayla
gittiler. Aynalı dedenin Kahramanmaraş’a gelir gelmez şehir halkını, Hilmi Efendi
ve ailesini bu camide sabah namazını eda etmeye davet etmişti. Bayanlar caminin
üst katında, erkekler mescid içinde namazlarını kılacaklardı. Hilmi efendi
mescide girer girmez bir de ne görsün!... Sanki tüm şehir bu camiye bugünkü
sabah namazını eda etmeye gelmiş gibiydi…
Sabah namazını eda ettikten sonra
mescitteki cemaat Abdülhamd Han caminin avlusuna çıktı. Aynalı dede, Hilmi
efendiyi yanına davet etti…
“Hilmi Efendi, nasılsın?”
“Elhamdülillah, iyiyim Aynalı
dedem…”
“Hanım kızımız Zümrüd-ü Anka
mescide buyursun, istersen…”
Hilmi efendi kızı, Mihrimah
Sultana hep “Zümrüd kızım” diye hitap eder ve Aynalı dedeye de kızını
anlatırken bu şekilde bahsederek anlatırdı.
Bu ismi duyunca mescitte Aynalı
dedenin karşısında rahlenin ucunda diz çökmüş bekleyen Raci “Sübhanallah!”
diyerek irkildi. Zümrüd-ü Anka babasının eşliğinde mescide girdiğinde, dünyadan
kopmuş bir şekilde düşünen Raci mescitteki halının iplik renginin ne olduğunu
düşünmekteydi… Kim bilir?
Aynalı dede hanım kızı Zümrüd’ün,
Raci’nin sol tarafına oturmasını istedi. Nikah şahitlerinden birinin Ahmet
Suphi Efendi diğerinin de mescide sabah namazını eda etmeye gelen ilk kişinin
yani Mustafa emminin olmasını istedi. Ahmet Suphi Efendi, nikah şahitliğini
yaptığı bu nikah merasiminde beyazlar içinde saklı olan bu hanım kızın Mihrimah
Sultan olduğunu duyunca hem sevindi hem de çok şaşırdı. Bu duruma şaşıran tek o
değildi ki… Raci ise Hazreti İbrahim’in bıçağının ucunda boynunu uzatan İsmail
gibiydi. Rahlenin üzerinde başlayan bir nikah merasimi ve atılan imzalar… Raci,
yanındaki çantanın içinden bir kutu çıkardı ve içindeki firuze taşlı altın işlemeli
yüzüğü Zümrüd-ü Anka’nın parmağına “Bismillah!” diye taktı… Aynalı dede
Raci’nin emek emek nakşettiği doksan dokuzluk tespihi Mihrimah Sultana- Ahmet
Suphi efendinin ustalığını gösterdiği otuz üçlük tespihi Raci’ye uzatırken
mutluluklar diledi ve onları dualarla mescitten uğurladı.
Mescide babasının kızı olarak
gelen Zümrüd-ü Anka, bir ilk bahar sabahı gün ağarırken nikahının kıyıldığı en
sevdiği camiden bahçedeki cemaatin tekbir sesleriyle düğün evine gelin Mihrimah
Sultan olarak tespih ustasının çırağı-Aynalı dedenin torunu Raci’nin koluna
girerek gidiyordu ki, oturduğum kayanın üzerinde taşlarımı tekrar tekrar
sayarken buldum kendimi.
Çantamda doksan sekiz taş vardı
son taşı da kayanın üzerinden sahildeki kumlara adım attığım anda buldum, izimde…
Sahilde taşları saymakla bulmak arasında geçen bir zamanda onca yıl geçmiş
gibiydi, sanki. Şimdi ben elimdeki bu taşları ne yapmalıydım?
Amak-ı Hayal’in yazarı Filibeli
Ahmed Hilmi’yi rahmetle anarken, sahilde dalgaların sesini dinleyerek kayanın
üzerinde yazmaya karar verdiğim bu Taşlara Dokunan Sesler yazısındaki gibi iki
Tespihdar, bir Mihrimah ve bir Raci hele de bu zamanda nasıl olmalı ki bulmalı?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder