Yol, neden elektik ve sudan önce
gelir bilir misin Emmi? Yolu yapmak çok zordur da ondan. Başkasının
tarlasından, bağından ve bahçesinden gidecek olan yolu herkes ister. Kendi
tarlasına, bağına ve bahçesine zarar verdin mi kimseye yolun-molun gereği
yoktur. Fakat bugün hiç kimse istemese bile, yarın o yolu herkes kullanacaktır.
Kısa boylu, tıknefes, etine
dolgun amma öyle fışlak şişman değil, daha doğrusu enli biri. Tepesinde kumaş
kaplı düğmesi olan şapkasının turnasını alnına düşürmüş, arkası kulaklarından biraz
yukarıda. Arkadan şapkanın içine kıvrılmış olan saçlarının dibinden kafa derisi,
kalın siyah bir çizgi gibi görünüyor. Şapkanın kafasıyla temas eden yerleri kara
yağlı muşamba gibi parlıyor, kulaklarının kılları, bal arılarının polenli
ayakları gibi tozla kaplı. Delme yelek –avcı yeleği- ceketle gezer yaz kış. Ceketinin
omuzları, Dedenin Kamalakları’nın dibindeki pür misali kafasından düşen beyaz
kılla dolu. Boynuna temas eden yerlerini gayrı sen hesap et ceketin Emmi. Tabanı,
kamyon lastiğinden yapılma yemeni giyer. Yürürken ayağının ucuna bakıyor veya
basacağı yeri hesap ediyor sanırsın. Görsen tanırsın Emmi dediğim adamı.
Geçenlerde hanımı hasta olmuştu,
gece doktora gönderdik. Hastaneye ulaştığında tansiyonu sıfırmış hanımının.
Şoför bir de gece gece hısım akrabasını toplamış şehirden. Ve gece geri tek tek
evlerine bırakmış. Ne bileyim Emmi ben de –olmaz amma- “Bir sağ ol bin lira
mı?” teşekkür etmeye geldi sandım, ilk geldiği gün. Meğerse tarlasına bir taş
yuvarlanmış, “O taşı kaldır” demeye gelmiş. Biz yol yaparız diye, aşağıda
adamın tarlasını köstü –köstebek- yuvasına çevirmişiz, tarlasının yarısı yola
gitmiş, bu adam gelmiş “taş” diyor Emmi.
Dönemeç yaptığımız tarlanın ne
hale geldiğini tahmin ettiğimden; tarladan, topraktan ve de taştan utandığımdan,
neredeyse iki haftadır Çatal’a çıkmıyordum. Beraber şehre gidip gelirken
dozerciden ve bizim ekipten haber alıyordum: Söylediklerine göre yol Çatal’ın
Beleni’ni aşmıştı. Ve yine anlatılanlara bakılırsa, Çatal’ın Pınarı’nı geçtikten
sonra, dozer bir taşı sökmüş ancak taş yuvarlanıp aşağıda bir tarlaya düşmüş.
Tarla sahibi, önce dozerci ve orada bulunan bizim arkadaşlara taşın
kaldırılmasını söylemiş, kaldırılmayınca da bize gelmiş.
Arkadaşlar herifin çok ısrar
ettiğini, bulgurluk –kavga etmek için bahane- aradığını söylediler.
Birkaç kişi gidip baktık: Yoldan
iki tarla aşağıda kenarları yüksek, ortası çukur bir tarlanın içinde, aşağı
yukarı iki metre çapında, havası azalmış futbol topuna benzeyen kocaman bir
taş. Öyle bir taş ki, zebella gibi tarlanın ortasında duruyor. Yaptığımız yola
çıkartıp, kenara koyalım dedik, yuvarlak olduğu için dozerin bıçağının önünden
kaçtığı zaman geri yakalamak imkânsız. Etrafta müsait bir yer yok. Boşa
koyuyoruz dolmuyor, doluya koyuyoruz almıyor.
Kaldı ki bu iş dozerle yapılacak
bir iş değil. Bir kere dozer; insanoğlu tarafından icat edilen ve bizim gibi imkânı
kıt insanların eline verilen en kaba makinedir. Her sabah her yerine bakmak
gerekir. Gürültüsü dağı taşı inletir, çıkardığı simsiyah duman, biraz yakınına
varmış olsan adamı zehirler öldürür. O önündeki bıçağı bir miktar aşağı yukarı
hareket eder ama onun dışında, sağa sola döndürmek için durdurup bir saat
ayarlamanız lazım, onu da tek kişinin yapması imkânsız. İşi bittiği zaman bir
yerden bir yere gitmesi bildiğin bir zulüm Emmi. Bir miktar ön ön gideceksin,
sonra dönüp, ön ön gittiğin kadar arka arka gideceksin. Yoksa?.. Paletler
ısınır. Olduğun yerde kalırsın.
“Taş”ı diyordum Emmi. Bu taşa dozerle
dokunmaya kalktığın anda bildiğin bir faciaya yol açar ve uğraştıkça olmadık
yere gider, salatanın içine düşürülmüş limon çekirdeği misali. Tepeden aşağı
baraj neredeyse iki kilometrelik yol ve tamamen orman. Ormanın içinde adam
eksik olmaz; davar güden çoban mı dersin, odun kesen mi dersin, barajın
kenarında balık tutan mı dersin. Daha tilkiyi, sansarı, kaplumbağayı hesaba
katmıyorum. Tek çare taşı olduğu yerde kırıp parçalamak. Çevre köylere,
kasabalara gidip kepçecilere durumu anlattım. Hiçbirinin kırıcı tertibatı yok.
Bir tarafa kaldırıp atmaya da makinelerinin gücü yetmiyor. Şehirden makine
getirme imkânı yok. Ham armut gibi boğazımıza kaldı taş.
Benim elime bir külünk alıp, -artık
kaç gün sürerse- taşı olduğu yerde kırıp, parça parça kaldırmaktan başka çare
görünmüyor. O zaman da “Başkan iyi taş kırıyormuş” diyen koşar belediyeye.
Bağında bahçesinde öyle iri taşı olan kasabalının diline düşeriz Emmi. Üç günde
kuyruğumuza teneke bağlarlar, ayakkabıyı çıkartıp, ceketi kafamızda sallayarak
gezeriz kasabada maazallah.
Adam bir haftadan beri belediyeye
sabah gelip akşam gidiyor. Öğlen yemeğini beraber yiyoruz, yemeğin üstüne çayı
beraber içiyoruz. Çaydan sonra yassı ot tenekesini şalvarın cebinden
çıkartıyor, kapağına bir iki vurup, sağında solunda bulunanlara uzatıyor. Sonra
kendisi, kutunun içinden kapakla bir miktar ot alıp, alt dudağına boşaltıyor ve
fazlasını öyle ortaya üflüyor. Artık kimin kısmetinde varsa, birimizin gözü
otla doluyor Emmi.
Öyle çok konuşmuyor.
Ama çok oturuyor.
Dışarıda kasabın önündeki
haymanın altında şimdi.
Oturuyor.
Tarlasına taş düşmüş!..
Bildiğim her usulü denedim her
lafı ettim. Hatta bir ara adam taşa sövüp saymaya başladı, o zaman taşın
mübarek bir varlık olduğundan bahsettim. Peygamberimiz Efendimizin açlık zamanlarında
mübarek karınlarına bağladıklarını, taşın o mübarek vücuda temas ettiği
anlattım. Yarın kendisinin de mezarının başına taş dikileceğini söyledim.
Anasının babasının kabirlerinin, başlarındaki taşlar sayesinde kaybolmadığını
dedim. Sonra gülerek, “Ne güzel” dedim “başını vuracak bir taşın olmuş.”
Etmediğim dua kalmadı. Bir,
Seydihanlıya gidip okutmadığım kaldı adamı Emmi. Bir de bahımcıya –müneccim-
gitmedim. İkna edemedim.
“Bakalım” deyip içeri girdim. Kaç gündür dışarı çıkıp oturmadım. Adam hâlâ buralarda.
Fakat bugün ağır konuştum.
Fakat bugün ağır konuştum.
“Bu iş için bir daha gelirsen,
selamını almam.” dedim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder