ÇATAL YOLU’NUN TAŞI / Hasan KEKLİKCİ


Yol, neden elektik ve sudan önce gelir bilir misin Emmi? Yolu yapmak çok zordur da ondan. Başkasının tarlasından, bağından ve bahçesinden gidecek olan yolu herkes ister. Kendi tarlasına, bağına ve bahçesine zarar verdin mi kimseye yolun-molun gereği yoktur. Fakat bugün hiç kimse istemese bile, yarın o yolu herkes kullanacaktır.

Kısa boylu, tıknefes, etine dolgun amma öyle fışlak şişman değil, daha doğrusu enli biri. Tepesinde kumaş kaplı düğmesi olan şapkasının turnasını alnına düşürmüş, arkası kulaklarından biraz yukarıda. Arkadan şapkanın içine kıvrılmış olan saçlarının dibinden kafa derisi, kalın siyah bir çizgi gibi görünüyor. Şapkanın kafasıyla temas eden yerleri kara yağlı muşamba gibi parlıyor, kulaklarının kılları, bal arılarının polenli ayakları gibi tozla kaplı. Delme yelek –avcı yeleği- ceketle gezer yaz kış. Ceketinin omuzları, Dedenin Kamalakları’nın dibindeki pür misali kafasından düşen beyaz kılla dolu. Boynuna temas eden yerlerini gayrı sen hesap et ceketin Emmi. Tabanı, kamyon lastiğinden yapılma yemeni giyer. Yürürken ayağının ucuna bakıyor veya basacağı yeri hesap ediyor sanırsın. Görsen tanırsın Emmi dediğim adamı.

Geçenlerde hanımı hasta olmuştu, gece doktora gönderdik. Hastaneye ulaştığında tansiyonu sıfırmış hanımının. Şoför bir de gece gece hısım akrabasını toplamış şehirden. Ve gece geri tek tek evlerine bırakmış. Ne bileyim Emmi ben de –olmaz amma- “Bir sağ ol bin lira mı?” teşekkür etmeye geldi sandım, ilk geldiği gün. Meğerse tarlasına bir taş yuvarlanmış, “O taşı kaldır” demeye gelmiş. Biz yol yaparız diye, aşağıda adamın tarlasını köstü –köstebek- yuvasına çevirmişiz, tarlasının yarısı yola gitmiş, bu adam gelmiş “taş” diyor Emmi.

Dönemeç yaptığımız tarlanın ne hale geldiğini tahmin ettiğimden; tarladan, topraktan ve de taştan utandığımdan, neredeyse iki haftadır Çatal’a çıkmıyordum. Beraber şehre gidip gelirken dozerciden ve bizim ekipten haber alıyordum: Söylediklerine göre yol Çatal’ın Beleni’ni aşmıştı. Ve yine anlatılanlara bakılırsa, Çatal’ın Pınarı’nı geçtikten sonra, dozer bir taşı sökmüş ancak taş yuvarlanıp aşağıda bir tarlaya düşmüş. Tarla sahibi, önce dozerci ve orada bulunan bizim arkadaşlara taşın kaldırılmasını söylemiş, kaldırılmayınca da bize gelmiş.

Arkadaşlar herifin çok ısrar ettiğini, bulgurluk –kavga etmek için bahane- aradığını söylediler.

Birkaç kişi gidip baktık: Yoldan iki tarla aşağıda kenarları yüksek, ortası çukur bir tarlanın içinde, aşağı yukarı iki metre çapında, havası azalmış futbol topuna benzeyen kocaman bir taş. Öyle bir taş ki, zebella gibi tarlanın ortasında duruyor. Yaptığımız yola çıkartıp, kenara koyalım dedik, yuvarlak olduğu için dozerin bıçağının önünden kaçtığı zaman geri yakalamak imkânsız. Etrafta müsait bir yer yok. Boşa koyuyoruz dolmuyor, doluya koyuyoruz almıyor.

Kaldı ki bu iş dozerle yapılacak bir iş değil. Bir kere dozer; insanoğlu tarafından icat edilen ve bizim gibi imkânı kıt insanların eline verilen en kaba makinedir. Her sabah her yerine bakmak gerekir. Gürültüsü dağı taşı inletir, çıkardığı simsiyah duman, biraz yakınına varmış olsan adamı zehirler öldürür. O önündeki bıçağı bir miktar aşağı yukarı hareket eder ama onun dışında, sağa sola döndürmek için durdurup bir saat ayarlamanız lazım, onu da tek kişinin yapması imkânsız. İşi bittiği zaman bir yerden bir yere gitmesi bildiğin bir zulüm Emmi. Bir miktar ön ön gideceksin, sonra dönüp, ön ön gittiğin kadar arka arka gideceksin. Yoksa?.. Paletler ısınır. Olduğun yerde kalırsın.

“Taş”ı diyordum Emmi. Bu taşa dozerle dokunmaya kalktığın anda bildiğin bir faciaya yol açar ve uğraştıkça olmadık yere gider, salatanın içine düşürülmüş limon çekirdeği misali. Tepeden aşağı baraj neredeyse iki kilometrelik yol ve tamamen orman. Ormanın içinde adam eksik olmaz; davar güden çoban mı dersin, odun kesen mi dersin, barajın kenarında balık tutan mı dersin. Daha tilkiyi, sansarı, kaplumbağayı hesaba katmıyorum. Tek çare taşı olduğu yerde kırıp parçalamak. Çevre köylere, kasabalara gidip kepçecilere durumu anlattım. Hiçbirinin kırıcı tertibatı yok. Bir tarafa kaldırıp atmaya da makinelerinin gücü yetmiyor. Şehirden makine getirme imkânı yok. Ham armut gibi boğazımıza kaldı taş.

Benim elime bir külünk alıp, -artık kaç gün sürerse- taşı olduğu yerde kırıp, parça parça kaldırmaktan başka çare görünmüyor. O zaman da “Başkan iyi taş kırıyormuş” diyen koşar belediyeye. Bağında bahçesinde öyle iri taşı olan kasabalının diline düşeriz Emmi. Üç günde kuyruğumuza teneke bağlarlar, ayakkabıyı çıkartıp, ceketi kafamızda sallayarak gezeriz kasabada maazallah.  

Adam bir haftadan beri belediyeye sabah gelip akşam gidiyor. Öğlen yemeğini beraber yiyoruz, yemeğin üstüne çayı beraber içiyoruz. Çaydan sonra yassı ot tenekesini şalvarın cebinden çıkartıyor, kapağına bir iki vurup, sağında solunda bulunanlara uzatıyor. Sonra kendisi, kutunun içinden kapakla bir miktar ot alıp, alt dudağına boşaltıyor ve fazlasını öyle ortaya üflüyor. Artık kimin kısmetinde varsa, birimizin gözü otla doluyor Emmi.

Öyle çok konuşmuyor.

Ama çok oturuyor.

Dışarıda kasabın önündeki haymanın altında şimdi.

Oturuyor.

Tarlasına taş düşmüş!..

Bildiğim her usulü denedim her lafı ettim. Hatta bir ara adam taşa sövüp saymaya başladı, o zaman taşın mübarek bir varlık olduğundan bahsettim. Peygamberimiz Efendimizin açlık zamanlarında mübarek karınlarına bağladıklarını, taşın o mübarek vücuda temas ettiği anlattım. Yarın kendisinin de mezarının başına taş dikileceğini söyledim. Anasının babasının kabirlerinin, başlarındaki taşlar sayesinde kaybolmadığını dedim. Sonra gülerek, “Ne güzel” dedim “başını vuracak bir taşın olmuş.”

Etmediğim dua kalmadı. Bir, Seydihanlıya gidip okutmadığım kaldı adamı Emmi. Bir de bahımcıya –müneccim- gitmedim. İkna edemedim. 

“Bakalım” deyip içeri girdim. Kaç gündür dışarı çıkıp oturmadım. Adam hâlâ buralarda. 

Fakat bugün ağır konuştum.

“Bu iş için bir daha gelirsen, selamını almam.” dedim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder