Buna
muvazi atalar, “az iş, çok laf” demişler.
Eğer yazı
yazılacak, laf verilecekse bu iş tabii bir mişmişçiye düşmüyor. Madem bir yazı
yazılacak, ancak o, zamanında bu yazıyı yazmış olan ataya elçilik etmekle
yükümlensin. Atalar elbet güzel demiştir.
Bizim oturaklı hazinelerimizden
gayri, taşa çok değer verdiğimiz olmuş. Konya’nın çölünde Camii yoksa düzgünce
bir taşı getirir dikerler mescide; çıkar Ezan-ı Muhammedî okurlardı. Her kazaya
bir yitik taşı dikilir, bulunan sahipsiz eşyalar bu oyuk taşlara bırakılırdı.
Yani insanlar çarşı-pazarda bir şekilde yitirdikleri değerli eşyalarını
yakındaki yitik taşlarında ararlardı. Bazı taşları öyle işlemişiz ki şarkta
isyanlar koparmış. Fakat hem hocamı hem beni etkileyen, bu süryan işlemelerden ziyade,
çeşme yanlarındaki kaba kaba taşlar oldu. Hamal taşı. Hamalların taşı. Küfeyi
sırttan bırakırken; yere sürünmesin, susadıkça su içsin, kamburuna kolaylık
olsun demiş atalar. Sokak başlarına, çeşmelerin yamacına dikilmiş taşlar.
Yalnız Şair-i azam ile aramızda en
az on hukuk devri var. Yine de isminin tahsilhânelere verilmesine itirazım
yoktur. Nasıl olsa o da Lusyen’i yitik
taşında bulmadı mı?
İki
keklik bir kayada, biri ötüyor, biri ölüyor.
:)
YanıtlaSilBirde sadaka taşımız vardi
YanıtlaSil