Şarkın
şirin ilçesi, Emrah ile Selvi’nin diyarı Yeşil Erciş’te öğretmen olarak görev
yaparken, kadim şehirlerimizden Adıyaman’a atandım. Adıyaman Valiliği de beni
Gölbaşı ilçesinin Belören kasabasında bulunan ilköğretim okuluna öğretmen
olarak görevlendirdi. Yeni görev yerim
olan Adıyaman’a gitmek üzere on beş eylül günü Erciş’te çalıştığım okuldan göz
yaşları içinde ilişiğimi kestim. Birlikte çalıştığımız öğretmen arkadaşlarla
hüzünlü bir şekilde vedalaştık. İlişiğimi kestim ama gönlüm, bedenim ve ruhum
bir türlü Erciş’ten ayrılmak istemiyordu. Beynimde fırtınalar kopuyor,
Erciş’ten ayrıldığım zaman başka yerde görev yapamayacağımı düşüyordum. Yörede
yaşanan terör olaylarına ve zorlu coğrafi şartlara rağmen orada oluşturduğumuz
arkadaşlık ortamı Yeşil Erciş’i bizim için cazip hale getirmişti. Erciş bize
göre fani dünyanın yalancı cenneti olmuştu. Van gölü havzasının tarihi zenginlikleri
ve doğal güzellikleri bizi oraya bağlayan önemli etkenler arasında yer alıyordu.
Bu nedenle ayrılışımı yaptıktan sonra beş gün daha Erciş’te kaldım.
Van
gölünün çevresini, Akdamar adasını, Süphan, Tendürek, Nemrut ve Erek dağlarının
eteklerindeki Türkmen beldelerini can alıcı gözle son bir kez daha gezdim,
dolaştım. Van Kalesinin tepesine çıkıp Van Gölünün güzelliklerini doyasıya
kadar temaşa ettim. Ahlattaki Selçuklu mezarlığına giderek bundan bin yıl önce
Anadolu’yu bize yurt etmek için can veren şehitlerimizin ruhlarına Fatihalar
okudum. Abdurrahman Gazi hazretlerinin Türbesini ziyaret ettim. Erciş’e ilk
ayak bastığım günden, ayrılacağım tarihe kadar geçen dört yıllık süreçte edindiğim
bütün dostları, arkadaşları ayrı ayrı ziyaret ederek helalleştim. Faruk
Albayrak, Cevdet Bay gibi gönül adamı ve Türkmen Beyi olan büyüklerimizden
ayrılmak hiçte kolay olmadı. Bir pazar sabahı olanca cesaretimi toplayarak akan
gözyaşlarımı kimse görmesin diye arkadaşlara, eşe, dosta haber vermeden
valizlerimi alarak tek başıma otogara geldim. Gaziantep’e giden Erciş Seyahat
otobüsüne binerek hüzünlü bir şekilde Erciş’ten ayrıldım.
Otobüs
Adilcevaz, Ahlat istikametine doğru yayından çıkmış bir ok gibi ilerlerken,
gözlerimden nisan yağmuru gibi akan yaşlar, cebimde taşıdığım selpak mendilleri
birbiri ardına ıslatarak kullanılmaz hale getiriyordu. Benim ne için ağladığımı
bilmeyen yolcular, film çekimi yapan kameraman edasıyla gözlerini benden
ayırmıyorlardı. Üzüntümü kısmen de olsa azaltır ümidiyle bitirdiğim ilk sigarının
ateşiyle ikinci sigarayı yakıyordum. Ben ve diğer yolcuların içtiği sigaraların
dumanından göz gözü görmüyor, sigara içmeyen yolcular yangın dumanı solumuş itfaiyeciler
gibi öksürüyorlardı. Ben dahi sigara içtiğim halde tütün kokusu ve duman
yoğunluğundan rahatsız oluyordum. Adilcevaz’a vardığımızda Alparslan’ın dedesi
Tuğrul Bey tarafından yaptırılan Caminin yanındaki yazıhanenin önünde otobüs
yolcu almak için durunca benim üzüntüm bir kez daha arttı. Çünkü bu camii
Türklerin Anadolu’ya vurduğu ilk ve en önemli mühürlerden biriydi. Bundan
dolayı arkadaşlarla her yıl bu camiyi ziyaret eder namaz kılardık. Artık bu
camide namaz kılamayacaktım. Adilcevaz’dan Van’a, Ahlat’tan Edremit’e doğru
dalgalanan Van gölünün berrak suları eylül sıcaklığını hafiften serinletiyor,
kliması bozuk otobüste terlememizi azda olsa engelliyordu. Ahlat’a vardığımızda
Anadolu’nun manevi bekçilerinden Abdurrahman Gazi Hazretlerinin ruhuna Fatiha
okuyup, Yüce Mevla’ya başıma kötülükler gelmemesi için niyazda bulundum.
Selçuklu Mezarlığındaki mezar taşlarına yakından son kez bir daha baktım. Ahlat
taşından yapılmış kümbet, cami, ev ve minare gibi yapıları çıplak gözle incelerken
otobüsümüz Ahlat’tan ayrılmış oldu. Sol
tarafıma baktığımda Van gölünün berrak sularında Tatvan’dan Van’a, Van’dan
Tatvan’a yük ve yolcu taşıyan feribotların ufuklarda su üstüne düşmüş bir kamga
gibi hareket ettiklerini gördüm. Ahlat’tan Tatvan’a varıncaya kadar bu
feribotları temaşa etmekten gözlerimi bir türlü ayıramadım.
Tatvan’a
vardıktan kısa bir süre sonra minareleri türkülere konu olmuş Bitlis’te okunan
öğle ezanı beni benden alıp ayrı dünyalara götürdü. Baykan yakılarındaki Veysel
Kareni Türbesi, Diyarbakır civarındaki Malabadi köprüsü ve Urfa Kalesi derken
gece yarısı son durak Güneydoğunun Paris’i Gaziantep kentine ulaştık. Gaziantep
Otogarında otobüsten indim. Otobüsten indim ama Erciş’ten ayrıldığıma hala
inanamıyordum. Biraz bekledikten sonra Kayseri’ye giden Devran firmasına ait
bir otobüse binerek ata yurdum, doğup büyüdüğüm yer olan Kahramanmaraş’ın Döngel
Köyüne hareket ettim. Bindiğim otobüsten sabah ezanı okunurken köyümde indim.
İçi ağzına kadar eşya dolu kocaman iki valizi tek başıma zorda olsa taşıyarak on
dakika kadar yürüdükten sonra evimize vardım. Babam ile annem sabah namazını
kılmak için kalkmışlardı. Benim
geldiğimi görünce, nasıl sevindiklerini, nasıl mutlu olduklarını kelimelerle
anlatamamam. Böyle güzel bir mutluluğu böyle güzel bir sevinci ancak yaşayalar
bilir.
Erciş’ten
ayrıldıktan sonra kullanacağım iki haftalık meyil izninin bir haftalık kısmını
Erciş’te geçirdiğim için bir hafta meyil iznim kalmıştı. Bu bir haftalık sürede
bir insanın yaşaması için gerekli olan malzemeleri tedarik etmeye ve yakın
akrabalarımı ziyaret çalıştım. Yatak yorgan, tabak çanak işlerini köyden
tedarik ettikten sonra şehirde mobilyacılık bir arkadaşımdan da iki adet
çekyat, bir adet soba, bir adet masa satın alarak zaruri ihtiyaçlarımı temin
etmiş oldum. Cuma günü erkenden göreve başlamak için Maraş’a, Maraş’tan da bir
minibüse binerek Gölbaşı’na gittim. Yaz tatilinde Maraş’tan Gölbaşı’na birkaç
kez gidip geldiğim için Kahramanmaraş-Gölbaşı karayoluna gözlerim iyice aşina
olmuştu. Gölbaşı’na varınca ilk iş olarak Belören’e nasıl gidileceğini öğrendim.
Kardeşler lokantasında karnımı doyurup, belediye otobüsünün kalkış saatini
beklemeye başladım. Otobüs durağa gelince bir nolu koltuğa oturdum. Otobüs kısa
sürede doldu. Otobüsün şoförü Gölbaşından Pazarcık istikametine doğru hareket
etti. Otobüs menziline doğru aheste aheste ilerlerken demiryolundan geçen yük
trenleri çıkarttıkları farklı seslerle ortalığı velveleye veriyorlardı.
Gittiğimiz yolun sağ tarafında kalan devasa büyüklükteki iki adet göl, gölün
etrafındaki hurma bahçeleri yöreye ayrı bir hava katıyordu. Derken otobüs on
beş dakika sonra sol tarafa doğru giden Belören- Suvarlı yoluna döndü. Uçsuz
bucaksız üzüm bağlarının arasından iki tepe, üç dere geçtikten sonra Belören’e
ulaştı. Ben yaklaşık yarım saatlik yolculuk esnasında vatandaşların
konuşmalarını dinleyerek bölgenin sosyolojik yapısı hakkında bilgi edinmeye
çalıştım. Otobüsün şoförü Niyazi usta nezaket gösterip beni okula kadar
götürdü. Okulun ihata kapısından içeri girdiğimde ıssız ve sessiz bir ortamla
karşılaştım. Okul binasının kapısı açık olduğu halde içeride kimsecikler yoktu.
Merdiven basamaklarını biraz tedirgin, biraz korkarak çıktıktan sonra üçüncü
katta temizlik yapan bir hizmetliyle karşılaştım. Hizmetli ders saatinin
bittiğini, yöneticilerinde ders saatinden sonra Gölbaşı’na gittiğini söyledi.
Bende
bunun üzerine yaz tatilinde tanıştığım beldenin belediye başkanı Mustafa Bulut
ile görüşmek üzere belediye binasına gittim. Başkan beni muhabbetle, sevgiyle
karşıladı. Benim memlekete dönmeme izin vermedi. Evinde iki gün misafir etti.
Pazartesi günü ilköğretim okuluna gittim. Müdür odasına girip, müdür beye
kendimi tanıttım. Okul müdürü Ali Kaya yüz otuz, yüz kırk kilo ağırlığına uzun
boylu orta yaşlı, babacan tavırlı bir insandı. Bana çay ikram etti. Biraz
konuştuktan sonra Pazarcık’ın Sakarkaya köyünden olduğunu öğrendim. Müdür beyle
hemşeri olduğumuzu öğrenince de sevincim iki katına çıktı. Benim göreve başlama
yazımı masasının üzerinde bulunan minicik daktiloyla bir zat kendisi yazdı.
Göreve başladıktan sonra memleketteki eşyalarımı getirmek üzere beş gün izin
alıp okuldan ayrıldım. Köyüme gelip perde, nevresim gibi eksik olan eşyaları
tedarik etmeye başladım. Köyde buluna eşyaları Maraş’a getirip Ünal’ın mobilya
mağazasına istif ettim.
Cumartesi
günü mobilyacı Ünal’ın kırık dökük eski pikabına mobilya mağazasına topladığım
bütün eşyaları yükleyerek Gölbaşı’nın Belören kasabasına doğru hareket ettik.
Pikabı çocukluk arkadaşım Ünal sürüyordu. Pikabın eski yolların dar olması
nedeniyle seksen kilometrelik yolu ancak iki saatte gidebildik. Kasabanın
girişindeki lojmanın önünde durduk. Lojmanda oturan komşuların yardımıyla
eşyaları benim için ayrılan Belediye lojmanındaki daireye zorda olsa çıkarttık.
Arkadaşım Ünal ranzanın masanın ve diğer mobilyaların montajını yaptıktan sonra
Belören’den ayrıldı. Ben kocaman bir evde yapa yalnız kalınca gözyaşlarımı
tutamadım. Kolilerin içinde olan tabak, çanak ve kaşıkları mutfaktaki raflara,
valizlerde bulunan elbiseleri yatak odasındaki dolaplara bir tezgâhtar edasıyla
yerleştirdim. Eşyaları lojmana çıkartılması, evin tertip düzeninin sağlanması
aşamasında Adnan Bey ve eşi Mesude Hanım yanımdan hiç ayrılmadılar. Bu nedenle Adnan
Bey ve eşi Mesude Hanıma ömür boyu müteşekkir olduğumu ifade etmek isterim. Lojman
toplamda sekiz daireydi. Lojmanın diğer yedi dairesinde öğretmen, asker ve
diğer kamu kurumlarında çalışan memurlar oturuyordu. Komşuların ilk gün bana
karşı göstermiş oldukları ilgi ve alakalarından memnun kaldım. Öğretmen Mesude
Hanım’ın üniversiteden okul arkadaşım olması da benim için önemli bir
avantajdı. Lojmana yerleştiğim gece yorgunluğun etkisiyle akşam haberlerini
dinler dinlemez uyudum. Sabahleyin erkenden kalktım. Kaldığım lojmana beş yüz
altı yüz metre uzaklıkta bulunan fırına giderek bir tane pide ekmek aldım. Geri
gelirken de bakkala uğradım. Bakkaldan zeytin peynir gibi kahvaltılık malzeme alışverişi
yaptım. Ödeme yaparken bakkalın “hocam
ücreti aybaşında ödersin” demesi beni ziyadesiyle mutlu etti. Parayı peşin
ödedim ama bu davranışı yöre halkının öğretmene değer verdiğinin küçük bir
göstergesi olarak mütalaa ettim. Bakkal Vakasın bu centilmen davranışı en
azından benim kasabada geçireceğim ilk güne moralli olarak başlamama vesile
oldu.
Bakkaldan
çıktıktan sonra eve giderken karşılaştığımız insanların bana selam vermesi
belde hakkında pozitif düşünmeme neden olan unsurlar arasındaki yerini
aldı. Evlerin tamamının ya da tamamına
yakınının betonarme veya çatılı olması yöre halkının ekonomik seviyesin ülke
ortalamasının üzerinde olduğunu belli ediyordu. Kadınların giymiş olduğu
kıyafetler güneydoğunun diğer yörelerindeki kadınların giymiş oldukları
kıyafetlere pek benzemiyordu. Kadınların kıyafetleri iç Anadolu tarzına
benziyordu. Erkeklerin giydiği şalvar ve şapkalar Adıyaman yöresinin orijinal
kıyafetleriydi. Bakkaldan lojmana gelinceye kadar gördüğüm traktörler ve tarım
makineleri çalışacağım yerde çiftçiliğin güçlü olduğuna işaret ediyordu. Lojmanın merdivenlerinden yukarı çıkarken
merdivenin her basamağı bana bir dağ kadar yüksek geliyordu. Mehter Marşı
eşliğinde yürüyüş yaparcasına her adımı attıkça iki adım atacak süre kadar
duruyor, dinleniyordum. Neticede uzun da sürse evime vardım.
Maraş’tan aldığım beyaz renkli emaye
çaydanlığı iyice yıkayıp temizledikten sonra güzel bir çay pişirdim. Evimin
batı cephesindeki büyük balkonda kahvaltımı yaptım. Balkondan bakınca yakın
mesafede Belörenin yavaş yavaş sararmaya başlamış üzüm bağları ile firezleri
eskimiş buğday tarlalarını, uzak mesafeli bakınca beyaz bulutlar altında
süzülen Engizek ve Nurhak dağlarını görüyordum. Güneye baktığımda beldenin
evlerinin yarısını bağrına saran küçük bir tepe ufkumu kapatıyordu. Evimin
önündeki asfalt yoldan birkaç dakika arayla geçen arabalar yaşamıma ayrı bir
renk katıyordu. Kuşluk olunca beldenin doğusundaki dağdan beldeye doğru gelen
koyun ve keçi sürüleri çocuklukta yaşadığım çobanlık hayatımdaki anılarımı
hatırıma getiriyordu. Beldedeki sosyal ve kültürel yaşamı zihnimde bir bütün
olarak değerlendirdiğimde Belörenin klasik bir Anadolu kasabası olduğu
kanaatine varıyordum. Bütün bu pozitif yöndeki düşüncelerime rağmen zihnimde
cevap bekleyen onlarca soru dolaşıyordu. Bu soruların cevabını beldede
yaşadıkça ve diğer arkadaşlara sordukça öğrenecektim. Mesela beldede dil sorunu
var mıydı? Genel olarak halk hangi siyasi görüşe mensuptu. Velileri okula
ilgisi nasıldı gibi sorular kafamı meşgul ediyordu. Kahvaltımı yapıp çayımı
içtikten sonra bulaşıkları güzelce yıkadım. Ben bulaşıkları yıkarken beldedeki camilerin
minarelerinden yükselen ezan sesleri ruhumu rahatlatıyordu. Öğle namazını
bitireceğim anda Adnan Menderes hocanın “Pehlivan neredesin? Haydi, aşağıya in”
sesiyle birlikte, merdivenleri ikişer, üçer basamak hoplayarak lojmanın önüne
indiğim anı hala unutamıyorum. Aşağı indiğimde Adnan Menderes Hocanın yanı sıra
Uğur Hoca ve Ahmet Umutlu beyde beni bekliyordu. Aşağıda beni bekleyen
arkadaşlarla birlikte kahveye gittik. Kahvenin önünde elli atmış kadar insan
oturmuş çay içerken, bir o kadar insanda içeride okey oynuyordu. Bizde kahveye
varınca kahvenin önünde oturan insanlarla tokalaşıp garsonun gösterdiği ahşap
sandalyelere oturduk. Biraz sonra kahveci birer bardak çay getirdi. Biz bir
taraftan tavşan kanı çayımızı yudumlarken, bir taraf tanda hem kendi aramızda
sohbet etmeye hem de kahvede bulunan vatandaşlarla tanışmaya başladık. Kahvede
yediden yetmişe her yaştan insan vardı. Kahvenin yanında bir kasap, yan
tarafında bir bakkal vardı. Kasabın önünde duman tüten uzunca bir mangal vardı.
Kasap et pişirerek aynı zamanda kebapçılık görevini yerine getiriyordu.
Sigarası biten insanlar bakkaldan hemen yenisini alıp geliyorlardı. Bu kahvenin
yanındaki kasap ve bakkal bu kahveyi belde halkı için cazip hale getiriyordu.
Okulun
lojmanında oturan Mustafa Hoca’da kahveye gelince öğretmen arkadaşlarda bir
okey masası kurdular. Böylece ilk günümüzü kahvede geçirmiş olduk. Akşam
olmadan arkadaşlarla birlikte evimize döndük. Uğur Hoca bekârdı ve annesiyle
birlikte aynı evde yaşıyorlardı. Akşam yemeğine beni Uğur Hoca misafir etti.
Uğur Hoca Ispartalıydı. Babası genç yaşta ölünce annesiyle birlikte kendilerine
yeni bir dünya kurmuşlar. Uğur Erzurum’da üniversite okurken bile annesiyle
birlikte kalmış. Annesi özel bir sağlık kurumunda çalışarak Uğur’u okutmuş.
Benimle tanışınca da çok sevindi. Fadime Teyze bana “benim bir oğlumda sensin.
İkinizin de yemeğini yapar, bulaşığını yıkarım” dedi. Fadime Teyzenin bu sözüne
çok sevindim. Bende “Allah razı olsun teyzeciğim. Çok teşekkür ederim. Arada
bir yanınıza gelirim” dedim. Yemekten
sonra bizimle aynı lojmanda oturan Adnan Menderes, Ahmet Tuğlu ve Ahmet Umutlu
Hocalar çay içmek için Uğur Beyin evine geldiler. Gece saat on ikiye kadar çok
güzel muhabbetler ettik. Muhabbet bitince evimize gidip yattık. Aynı lojmanda
kaldığımız öğretmen arkadaşların ilk gün ki ilgi ve alakalarından oldukça
memnun kaldım. Bu vesileyle de zihnimde dolaşan soruların bir kısmına ilk
günden cevap bulmuş oldum.
O gün sabah edemedim. Gece yarısı uyandım.
Ezan okunmadan önce horozlar ötmeye, köpekler havlamaya başladı. Ezan
okunduktan sonra cıvıl cıvıl öten kuşların sesi ruhumu okşarken, günün
ışımasıyla birlikte meydana gelen sessizliği tarlaya çalışmaya giden
vatandaşların traktörlerinden çıkan motor sesleri bozmaya yetti. Güneşin
doğuşuyla birlikte arkasında römork takılı onlarca traktör, beldeyle bağlantısı
olan yollara doğru konvoy şeklinde hareket etmeye başladı. Her traktörün
römorkunla beş altı tane insan vardı. Kasabadan bağlara, tarlalara giden bütün
traktörler üç beş dakika içinde gözden kayboldu. Bana da hafifçe bir kahvaltı
yapıp okula gitme işi kalmıştı. Kahvaltımı yapıp yarım saat önceden okula
gittim. Okula gittiğimde ne göreyim. Okul Müdürümüz Ali Kaya benden daha önce
okula gelmiş çayı demlemiş, tek başına çayı içiyordu. Ben varınca bir bardak
çayda bana doldurdu. Çayı birlikte içmeye başladık. Çay içerken müdür bey bana çeşitli
sorular sorarak beni yakından tanımaya çalışıyordu. Ben ise müdür beyin
suallerine kısaca cevaplar vererek zamanı verimli kullanmaya çalışıyordum.
Biraz sonra öğretmenler gelmeye başladı. Öğrenciler okul bahçesini doldurdu.
Zil sesiyle birlikte bayrak töreni için okul bahçesine çıktık. Müdür Bey
İstiklal Marşımız okunmadan önce giriş merdiveninin üst basamağına çıkarak “Arkadaşlar!
Okulumuza Pehlivan namıyla bilinen, Teyfik Karadaş isimli yeni bir öğretmen
atanmıştır. Kendisine hoş geldiniz diyorum” diyerek beni öğretmen ve
öğrencilere tanıttı. Öğrencilerde müdür beyin tanıtım konuşmasına alkışla
karşılık verdiler. Bayrak Töreninden sonrada öğretmen arkadaşlarda benimle
tokalaşarak “hoş geldiniz” dediler. Okuldaki yönetici, öğretmen ve memurların
toplam sayısı otuz kadardı. Ana sınıfından sekizinci sınıfa kadarda yedi yüz
civarında öğrenci vardı. Okul üç katlı, betonarmeden yapılmış beldenin en büyük
binasıydı. Okuldaki ilk günüm öğretmen arkadaşlarla tanışarak geçti. Okulda
dikkatimi çeken bir durum oldu. Müdür, müdür yardımcısı ve öğretmenler odasında
bulunan masaların üzerinde tabaklar dolusu, poşetler dolusu kuru üzüm (Besni
üzümü) ve Antep fıstığı vardı. Belören’de bol miktarda Antep fıstığı ve Besni
üzümü yetiştiğinden okula gelen veliler hediye olarak üzüm ve fıstık
getiriyorlarmış. Öğretmenlerde teneffüs aralarında gelen bu ikramları bol bol
yiyorlarmış. Meğerse benim sabah traktörlerin üzerinde gördüğüm insanlar fıstık
toplamaya gidiyorlarmış. Beldede su sıkıntısı olduğunu göreve başlamaya
gittiğimde öğrenmiştim. Göreve başladığım ilk gün ders saatinin bitmesiyle su
almak için Adnan Menderes beyin arabasıyla doğruca lojmana geldik. Biraz sonra
belediyenin itfaiye aracı lojmanın önüne geldi. İtfaiyeyi gören komşular
ellerindeki bidonlarla itfaiyenin başına toplandı. İtfaiyenin musluğundan
bidonları doldurduk. İki tane kırk litrelik su dolu bidonu dördüncü kata bir
nefeste çıkartmam kolay olmadı. O güne kadar yaşadığım, okuduğum hiçbir
memlekette su sıkıntısı yaşamamıştım. Bizim köyde hangi taşı kaldırsan altından
su çıkar. Van’da elbiselerimi suyu sodalı diye Van Gölünde yıkardım. Belörende
su sıkıntısını görünce suyun ne kadar büyük bir nimet olduğunu daha iyi
anladım.
Belörendeki
ikinci gün karakol komutanı Ahmet Astsubayla tanıştık. Ahmet Astsubay beni öğle
yemeği için karakola götürdü. Yaya olarak karakola giderken beldenin ara
sokaklarından geçtik. Ara sokaklardan geçerken Terzi Nuri, Berber Ramazan,
Marangoz Muharrem gibi tabelaları olan küçük dükkânlar dikkatimi çekti. Küçük
kasabalarda terzi, berber gibi sanatkâr esnafların olması, belde için önemli
bir zenginlik sayılır. Karakol Komutanı yemek esnasında bana kısaca karakolu
tanıttı. Belören Jandarma karakolunda beşi rütbeli olmak üzere toplam otuz
asker vardı. Belören Kasabası ve civardaki köylerin asayişinden bu karakol
sorumluydu. O günkü şartlarda bölgede azda olsa terör tehlikesi bulunuyordu. Bu
nedenle karakoldaki asker sayısı fazlaydı. Ahmet Astsubayın başarılı ve
disiplini bir insan olduğu karakolun fiziki yapısından anlaşılıyordu. Akşam
yemeği için sorun yoktu. Akşam yemeği için Adnan Menderes abim başta olmak
üzere bütün öğretmenler sıraya giriyorlardı. Karakola gittiğimde karakoldaki
diğer astsubay ve uzman çavuşlarla da tanıştık. O günden sonra karakol benim
için mesai saatleri dışında zaman geçirecek bir mekân oldu. Velhasıl göreve
başladığım ilk hafta sağlık ocağı doktorları, cami imamları, PTT memuru,
kooperatif müdürü ve beldede görev yapan diğer kamu görevlileri dâhil olmak
üzere aşağı yukarı bütün memurlarla tanışmış oldum. Bu arada beldede bulunan
esnaflar başta olmak üzere belde halkının bir kısmıyla tanışma imkânımda oldu.
Ancak; Belörendedki su sorunu beni korkutuyor, Gölbaşının başka bir yerine
tayin istemem hususunda beni içten içe kamçılıyordu. Okulda çalışacağımız
öğretmen arkadaşlarla, lojmandaki komşularımın yakın ilgi ve alakası, belde
halkının şahsıma gösterdiği sevgi ve saygı ile beldedeki su sıkıntısı arasında
tercih yapma konusunda zorlanıyordum.
İkinci
haftanın ilk günü okula gittim. Yapacak bir işim olmadığı için müdür
yardımcılarının odasında oturuyordum. Kapıdan içeri fötr şapkalı, takım elbise
giymiş, kravat takmış, ayağındaki iskarpinleri boyalı, fevkalade zarif
görünümlü bir bey efendi girdi. Bey efendinin zarafeti beldede yaşayan diğer
insanlara hiç benzemiyordu. Kapıdan içeri girip selam verdikten sonra, Müdür
Yardımcısı Ahmet Tuğlu’nun gösterdiği yere oturdu. Hâl hatır fasılası
tamamlandıktan sonra Müdür Yardımcısı Adnan Beye yönelerek “Okula yeni gelen
Pehlivan Hocayla tanışmaya geldim. Bu akşam karakolda duydum. Fevkalade değerli
bir insanmış, bu yüzden onunla tanışmak istedim” dedi. Adnan Bey’de “Aradığın
adam yanında oturuyor” dedi. Bende “Amca iltifatlarınız için teşekkür ederim.
Hoş geldiniz şeref verdiniz. Siz kimsiniz? Diye sordum. (Karakoldan bahsedince
Faruk Amcayı emekli asker sandım) Bey Efendi bana yönelerek “Adım Faruk Gönül.
1331 doğumluyum. Maraş Muallim Hayrullah Mektebinden Aliyül âlâ derecesinde
şahadetnameyle mezunum. Eski Politikacıyım. Zat-ı âliniz gibi üniversite
tahsilim yok. Hayat üniversitesinden mezun oldum. Bu kasabada ikamet ediyorum.
Anladın mı hocam” dedi. Ben de “Memnun oldum Faruk Amca” dedim ama mal bulmuş
defineci gibi sevinçten uçasım geldi. Faruk Amcayla bir çay içimi sürede kısaca
biraz daha sohbet ettik. Faruk Amca müsaade isteyerek evine doğru gitti. Ben
Faruk Amcayı tanıyınca su sorunu başta olmak üzere Belörenle ilgili bütün
olumsuz düşünler hafızamdan silindi. Belörende çalışmaya karar verdim. Ve o
günden sonra “Halka hizmet Hakka hizmet” düsturuyla Müdür Yardımcısı, Müdür
Vekili gibi çeşitli statülerde yedi yıl, yedi gün süreyle şerefimle onurumla
Belören halkına hizmet ettim.
Aradan
otuz yıl geçmesine rağmen Belören Kasabasının kadirşinas insanlarıyla irtibatım
devam etmektedir. İyilik yap denize at. Balık bilmese de halik bilir.