ÇOCUK ARKADAŞ SANADIR/Ömer Faruk GÜNAY


Gökteki kara beni ağlatıp aşka olan mesafeme
bir de dudakları bükülmüş hasta bir çocuk katıyor

Karaca sabahlarda kanmadığım gibi güneşe
sancı mahallinde okşanan başa da kanmadım

Yumruklarımın yüzde açtığı körpe yaralar
patlak bir kaşın tuzlu tadı ağzımdadır hep

Bir gözüm daima kontrol noktası arıyor
Dinçliğin her türlüsüne aşina boynumdaki
Güneşli günlerin ıh-lamur ihtârı tedirgin ve yerinde

Kışın dumandan laciverd devşirirsem
Yaza işim kolay: fikir ve ahlaksızlık
her makâma bir makâle.
Sonra izle meşime-i şebden neler doğuyor.

Bak kadınlar günün her kuşluk vaktinde
piyasanın koynuna doğru adımlıyorlar.

Sen annenle göğsü arasında tütüyorsun yalnız.
Başka ihsan ister misin?
Ondan çocuğum dudaklarının aldığı şekl-i teessürden
halim ve vaktim mesul değildir.
Annene söyle sana süpermarketten
hindistancevizli bir krem alsın.

 

Mahalle Baskısına Övgü / Ferhat Altun


 hani sen bir çınarın gölgesinde

neşv-ü nema bulmuştun da 

bir sesin üç tınısından 

en küçüğü olmuştun

allamışlar pullamışlardı seni 

sokak aralarında en güzide

bakışlarla,

           duruşlarla,

               sözlerle

                   kahırla,

                        öfkeyle,

                                kinle

                                sokak

                      aralarında

                    ve

          evlerde 

öylece her adımda nakşetmişlerdi seni

şimdi sen 

eyyy şairin gözüne kavisler çizen

                  kadının saçına

                  atın kuyruğuna

dokundurmayan

ey yiğitlerin belindeki kılıç

ey berrak nakşediliş

nerdesin?

 

PALTONAME/PALTONAMEYE ZEYL / Tayyib ATMACA

Hasan Ejderha'ya









Yazın sarı sıcak kışta ayazda

Sırtında kürk gibi gezer bu palto

Yağmurlu havada fırtına tozda

Ne usanır ne de bezer bu palto

 

Emmisiyle keklik avlar ovada

Olta atar balık tutar kovada

Kartal gibi süzülürken havada

Tilki hilesini sezer bu palto

 

Her bedene uymaz ölçüde şaşmaz

Soğukta üşümez sıcakta pişmez

Hilenin hurdanın peşine düşmez

Oynanan oyunu bozar bu palto

 

Kimsenin boyuna posuna bakmaz

Önüne sel gelse direnir akmaz

Arslan ısıramaz kor yılan sokmaz

Bir başkası giyse kızar bu palto

 

Koynunda yıllardır bir sevda besler

Gönlünü bir dostun gönlüne yaslar

Yedi altmış beşin barutun ıslar

Namlunun içinde bozar bu palto

 

Şairlerin gözü üstünde döner

Ne kebaba bakar ne ister döner

Atmaca bir avdan yuvaya döner

Dil altında sözü ezer bu palto

 

24.12.2022


PALTONAMEYE ZEYL


Alemeti farikasi döşünde

Kıskananlar tin tin gezer peşinde

Dükkân gelenin yatar düşünde

Hayale dalana kızar bu palto


Sırtında dünyanın yükünü taşır 

Gökyüzünde uçaklarla dalaşır

Yedi derya altı kıta dolaşır

Her yerde hem gökte gezer bu palto


Küstürür vitrinde kaşmir kabanı

Ne yağ yakar ne de yağlar tabanı

Hem gözler gözetir hem de yabanı

İp gibi hizaya dizer bu palto 


Kendisinden başka kimseye gitmez

Amire memura mudara etmez 

Tadına doymaya bir ömür yetmez 

Kendi mezarını kazar bu palto 


Sükut Suretini ezbere okur

Elinde bir kirkit has kilim dokur

Elinde bir tespih dilinden şükür 

Hem de yitiksöz'de yazar bu palto

 

Tayyib Atmaca

39.12.2022

BELÖREN'DE İLK GÜNLERİM/Teyfik KARADAŞ


Şarkın şirin ilçesi, Emrah ile Selvi’nin diyarı Yeşil Erciş’te öğretmen olarak görev yaparken, kadim şehirlerimizden Adıyaman’a atandım. Adıyaman Valiliği de beni Gölbaşı ilçesinin Belören kasabasında bulunan ilköğretim okuluna öğretmen olarak görevlendirdi.  Yeni görev yerim olan Adıyaman’a gitmek üzere on beş eylül günü Erciş’te çalıştığım okuldan göz yaşları içinde ilişiğimi kestim. Birlikte çalıştığımız öğretmen arkadaşlarla hüzünlü bir şekilde vedalaştık. İlişiğimi kestim ama gönlüm, bedenim ve ruhum bir türlü Erciş’ten ayrılmak istemiyordu. Beynimde fırtınalar kopuyor, Erciş’ten ayrıldığım zaman başka yerde görev yapamayacağımı düşüyordum. Yörede yaşanan terör olaylarına ve zorlu coğrafi şartlara rağmen orada oluşturduğumuz arkadaşlık ortamı Yeşil Erciş’i bizim için cazip hale getirmişti. Erciş bize göre fani dünyanın yalancı cenneti olmuştu. Van gölü havzasının tarihi zenginlikleri ve doğal güzellikleri bizi oraya bağlayan önemli etkenler arasında yer alıyordu. Bu nedenle ayrılışımı yaptıktan sonra beş gün daha Erciş’te kaldım.  

Van gölünün çevresini, Akdamar adasını, Süphan, Tendürek, Nemrut ve Erek dağlarının eteklerindeki Türkmen beldelerini can alıcı gözle son bir kez daha gezdim, dolaştım. Van Kalesinin tepesine çıkıp Van Gölünün güzelliklerini doyasıya kadar temaşa ettim. Ahlattaki Selçuklu mezarlığına giderek bundan bin yıl önce Anadolu’yu bize yurt etmek için can veren şehitlerimizin ruhlarına Fatihalar okudum. Abdurrahman Gazi hazretlerinin Türbesini ziyaret ettim. Erciş’e ilk ayak bastığım günden, ayrılacağım tarihe kadar geçen dört yıllık süreçte edindiğim bütün dostları, arkadaşları ayrı ayrı ziyaret ederek helalleştim. Faruk Albayrak, Cevdet Bay gibi gönül adamı ve Türkmen Beyi olan büyüklerimizden ayrılmak hiçte kolay olmadı. Bir pazar sabahı olanca cesaretimi toplayarak akan gözyaşlarımı kimse görmesin diye arkadaşlara, eşe, dosta haber vermeden valizlerimi alarak tek başıma otogara geldim. Gaziantep’e giden Erciş Seyahat otobüsüne binerek hüzünlü bir şekilde Erciş’ten ayrıldım.

Otobüs Adilcevaz, Ahlat istikametine doğru yayından çıkmış bir ok gibi ilerlerken, gözlerimden nisan yağmuru gibi akan yaşlar, cebimde taşıdığım selpak mendilleri birbiri ardına ıslatarak kullanılmaz hale getiriyordu. Benim ne için ağladığımı bilmeyen yolcular, film çekimi yapan kameraman edasıyla gözlerini benden ayırmıyorlardı. Üzüntümü kısmen de olsa azaltır ümidiyle bitirdiğim ilk sigarının ateşiyle ikinci sigarayı yakıyordum. Ben ve diğer yolcuların içtiği sigaraların dumanından göz gözü görmüyor, sigara içmeyen yolcular yangın dumanı solumuş itfaiyeciler gibi öksürüyorlardı. Ben dahi sigara içtiğim halde tütün kokusu ve duman yoğunluğundan rahatsız oluyordum. Adilcevaz’a vardığımızda Alparslan’ın dedesi Tuğrul Bey tarafından yaptırılan Caminin yanındaki yazıhanenin önünde otobüs yolcu almak için durunca benim üzüntüm bir kez daha arttı. Çünkü bu camii Türklerin Anadolu’ya vurduğu ilk ve en önemli mühürlerden biriydi. Bundan dolayı arkadaşlarla her yıl bu camiyi ziyaret eder namaz kılardık. Artık bu camide namaz kılamayacaktım. Adilcevaz’dan Van’a, Ahlat’tan Edremit’e doğru dalgalanan Van gölünün berrak suları eylül sıcaklığını hafiften serinletiyor, kliması bozuk otobüste terlememizi azda olsa engelliyordu. Ahlat’a vardığımızda Anadolu’nun manevi bekçilerinden Abdurrahman Gazi Hazretlerinin ruhuna Fatiha okuyup, Yüce Mevla’ya başıma kötülükler gelmemesi için niyazda bulundum. Selçuklu Mezarlığındaki mezar taşlarına yakından son kez bir daha baktım. Ahlat taşından yapılmış kümbet, cami, ev ve minare gibi yapıları çıplak gözle incelerken otobüsümüz Ahlat’tan ayrılmış oldu.  Sol tarafıma baktığımda Van gölünün berrak sularında Tatvan’dan Van’a, Van’dan Tatvan’a yük ve yolcu taşıyan feribotların ufuklarda su üstüne düşmüş bir kamga gibi hareket ettiklerini gördüm. Ahlat’tan Tatvan’a varıncaya kadar bu feribotları temaşa etmekten gözlerimi bir türlü ayıramadım.

Tatvan’a vardıktan kısa bir süre sonra minareleri türkülere konu olmuş Bitlis’te okunan öğle ezanı beni benden alıp ayrı dünyalara götürdü. Baykan yakılarındaki Veysel Kareni Türbesi, Diyarbakır civarındaki Malabadi köprüsü ve Urfa Kalesi derken gece yarısı son durak Güneydoğunun Paris’i Gaziantep kentine ulaştık. Gaziantep Otogarında otobüsten indim. Otobüsten indim ama Erciş’ten ayrıldığıma hala inanamıyordum. Biraz bekledikten sonra Kayseri’ye giden Devran firmasına ait bir otobüse binerek ata yurdum, doğup büyüdüğüm yer olan Kahramanmaraş’ın Döngel Köyüne hareket ettim. Bindiğim otobüsten sabah ezanı okunurken köyümde indim. İçi ağzına kadar eşya dolu kocaman iki valizi tek başıma zorda olsa taşıyarak on dakika kadar yürüdükten sonra evimize vardım. Babam ile annem sabah namazını kılmak için kalkmışlardı.  Benim geldiğimi görünce, nasıl sevindiklerini, nasıl mutlu olduklarını kelimelerle anlatamamam. Böyle güzel bir mutluluğu böyle güzel bir sevinci ancak yaşayalar bilir.

Erciş’ten ayrıldıktan sonra kullanacağım iki haftalık meyil izninin bir haftalık kısmını Erciş’te geçirdiğim için bir hafta meyil iznim kalmıştı. Bu bir haftalık sürede bir insanın yaşaması için gerekli olan malzemeleri tedarik etmeye ve yakın akrabalarımı ziyaret çalıştım. Yatak yorgan, tabak çanak işlerini köyden tedarik ettikten sonra şehirde mobilyacılık bir arkadaşımdan da iki adet çekyat, bir adet soba, bir adet masa satın alarak zaruri ihtiyaçlarımı temin etmiş oldum. Cuma günü erkenden göreve başlamak için Maraş’a, Maraş’tan da bir minibüse binerek Gölbaşı’na gittim. Yaz tatilinde Maraş’tan Gölbaşı’na birkaç kez gidip geldiğim için Kahramanmaraş-Gölbaşı karayoluna gözlerim iyice aşina olmuştu. Gölbaşı’na varınca ilk iş olarak Belören’e nasıl gidileceğini öğrendim. Kardeşler lokantasında karnımı doyurup, belediye otobüsünün kalkış saatini beklemeye başladım. Otobüs durağa gelince bir nolu koltuğa oturdum. Otobüs kısa sürede doldu. Otobüsün şoförü Gölbaşından Pazarcık istikametine doğru hareket etti. Otobüs menziline doğru aheste aheste ilerlerken demiryolundan geçen yük trenleri çıkarttıkları farklı seslerle ortalığı velveleye veriyorlardı. Gittiğimiz yolun sağ tarafında kalan devasa büyüklükteki iki adet göl, gölün etrafındaki hurma bahçeleri yöreye ayrı bir hava katıyordu. Derken otobüs on beş dakika sonra sol tarafa doğru giden Belören- Suvarlı yoluna döndü. Uçsuz bucaksız üzüm bağlarının arasından iki tepe, üç dere geçtikten sonra Belören’e ulaştı. Ben yaklaşık yarım saatlik yolculuk esnasında vatandaşların konuşmalarını dinleyerek bölgenin sosyolojik yapısı hakkında bilgi edinmeye çalıştım. Otobüsün şoförü Niyazi usta nezaket gösterip beni okula kadar götürdü. Okulun ihata kapısından içeri girdiğimde ıssız ve sessiz bir ortamla karşılaştım. Okul binasının kapısı açık olduğu halde içeride kimsecikler yoktu. Merdiven basamaklarını biraz tedirgin, biraz korkarak çıktıktan sonra üçüncü katta temizlik yapan bir hizmetliyle karşılaştım. Hizmetli ders saatinin bittiğini, yöneticilerinde ders saatinden sonra Gölbaşı’na gittiğini söyledi. 

Bende bunun üzerine yaz tatilinde tanıştığım beldenin belediye başkanı Mustafa Bulut ile görüşmek üzere belediye binasına gittim. Başkan beni muhabbetle, sevgiyle karşıladı. Benim memlekete dönmeme izin vermedi. Evinde iki gün misafir etti. Pazartesi günü ilköğretim okuluna gittim. Müdür odasına girip, müdür beye kendimi tanıttım. Okul müdürü Ali Kaya yüz otuz, yüz kırk kilo ağırlığına uzun boylu orta yaşlı, babacan tavırlı bir insandı. Bana çay ikram etti. Biraz konuştuktan sonra Pazarcık’ın Sakarkaya köyünden olduğunu öğrendim. Müdür beyle hemşeri olduğumuzu öğrenince de sevincim iki katına çıktı. Benim göreve başlama yazımı masasının üzerinde bulunan minicik daktiloyla bir zat kendisi yazdı. Göreve başladıktan sonra memleketteki eşyalarımı getirmek üzere beş gün izin alıp okuldan ayrıldım. Köyüme gelip perde, nevresim gibi eksik olan eşyaları tedarik etmeye başladım. Köyde buluna eşyaları Maraş’a getirip Ünal’ın mobilya mağazasına istif ettim.                                                                                                                                          

Cumartesi günü mobilyacı Ünal’ın kırık dökük eski pikabına mobilya mağazasına topladığım bütün eşyaları yükleyerek Gölbaşı’nın Belören kasabasına doğru hareket ettik. Pikabı çocukluk arkadaşım Ünal sürüyordu. Pikabın eski yolların dar olması nedeniyle seksen kilometrelik yolu ancak iki saatte gidebildik. Kasabanın girişindeki lojmanın önünde durduk. Lojmanda oturan komşuların yardımıyla eşyaları benim için ayrılan Belediye lojmanındaki daireye zorda olsa çıkarttık. Arkadaşım Ünal ranzanın masanın ve diğer mobilyaların montajını yaptıktan sonra Belören’den ayrıldı. Ben kocaman bir evde yapa yalnız kalınca gözyaşlarımı tutamadım. Kolilerin içinde olan tabak, çanak ve kaşıkları mutfaktaki raflara, valizlerde bulunan elbiseleri yatak odasındaki dolaplara bir tezgâhtar edasıyla yerleştirdim. Eşyaları lojmana çıkartılması, evin tertip düzeninin sağlanması aşamasında Adnan Bey ve eşi Mesude Hanım yanımdan hiç ayrılmadılar. Bu nedenle Adnan Bey ve eşi Mesude Hanıma ömür boyu müteşekkir olduğumu ifade etmek isterim. Lojman toplamda sekiz daireydi. Lojmanın diğer yedi dairesinde öğretmen, asker ve diğer kamu kurumlarında çalışan memurlar oturuyordu. Komşuların ilk gün bana karşı göstermiş oldukları ilgi ve alakalarından memnun kaldım. Öğretmen Mesude Hanım’ın üniversiteden okul arkadaşım olması da benim için önemli bir avantajdı. Lojmana yerleştiğim gece yorgunluğun etkisiyle akşam haberlerini dinler dinlemez uyudum. Sabahleyin erkenden kalktım. Kaldığım lojmana beş yüz altı yüz metre uzaklıkta bulunan fırına giderek bir tane pide ekmek aldım. Geri gelirken de bakkala uğradım. Bakkaldan zeytin peynir gibi kahvaltılık malzeme alışverişi yaptım.  Ödeme yaparken bakkalın “hocam ücreti aybaşında ödersin” demesi beni ziyadesiyle mutlu etti. Parayı peşin ödedim ama bu davranışı yöre halkının öğretmene değer verdiğinin küçük bir göstergesi olarak mütalaa ettim. Bakkal Vakasın bu centilmen davranışı en azından benim kasabada geçireceğim ilk güne moralli olarak başlamama vesile oldu.

Bakkaldan çıktıktan sonra eve giderken karşılaştığımız insanların bana selam vermesi belde hakkında pozitif düşünmeme neden olan unsurlar arasındaki yerini aldı.  Evlerin tamamının ya da tamamına yakınının betonarme veya çatılı olması yöre halkının ekonomik seviyesin ülke ortalamasının üzerinde olduğunu belli ediyordu. Kadınların giymiş olduğu kıyafetler güneydoğunun diğer yörelerindeki kadınların giymiş oldukları kıyafetlere pek benzemiyordu. Kadınların kıyafetleri iç Anadolu tarzına benziyordu. Erkeklerin giydiği şalvar ve şapkalar Adıyaman yöresinin orijinal kıyafetleriydi. Bakkaldan lojmana gelinceye kadar gördüğüm traktörler ve tarım makineleri çalışacağım yerde çiftçiliğin güçlü olduğuna işaret ediyordu.   Lojmanın merdivenlerinden yukarı çıkarken merdivenin her basamağı bana bir dağ kadar yüksek geliyordu. Mehter Marşı eşliğinde yürüyüş yaparcasına her adımı attıkça iki adım atacak süre kadar duruyor, dinleniyordum. Neticede uzun da sürse evime vardım.

 Maraş’tan aldığım beyaz renkli emaye çaydanlığı iyice yıkayıp temizledikten sonra güzel bir çay pişirdim. Evimin batı cephesindeki büyük balkonda kahvaltımı yaptım. Balkondan bakınca yakın mesafede Belörenin yavaş yavaş sararmaya başlamış üzüm bağları ile firezleri eskimiş buğday tarlalarını, uzak mesafeli bakınca beyaz bulutlar altında süzülen Engizek ve Nurhak dağlarını görüyordum. Güneye baktığımda beldenin evlerinin yarısını bağrına saran küçük bir tepe ufkumu kapatıyordu. Evimin önündeki asfalt yoldan birkaç dakika arayla geçen arabalar yaşamıma ayrı bir renk katıyordu. Kuşluk olunca beldenin doğusundaki dağdan beldeye doğru gelen koyun ve keçi sürüleri çocuklukta yaşadığım çobanlık hayatımdaki anılarımı hatırıma getiriyordu. Beldedeki sosyal ve kültürel yaşamı zihnimde bir bütün olarak değerlendirdiğimde Belörenin klasik bir Anadolu kasabası olduğu kanaatine varıyordum. Bütün bu pozitif yöndeki düşüncelerime rağmen zihnimde cevap bekleyen onlarca soru dolaşıyordu. Bu soruların cevabını beldede yaşadıkça ve diğer arkadaşlara sordukça öğrenecektim. Mesela beldede dil sorunu var mıydı? Genel olarak halk hangi siyasi görüşe mensuptu. Velileri okula ilgisi nasıldı gibi sorular kafamı meşgul ediyordu. Kahvaltımı yapıp çayımı içtikten sonra bulaşıkları güzelce yıkadım. Ben bulaşıkları yıkarken beldedeki camilerin minarelerinden yükselen ezan sesleri ruhumu rahatlatıyordu. Öğle namazını bitireceğim anda Adnan Menderes hocanın “Pehlivan neredesin? Haydi, aşağıya in” sesiyle birlikte, merdivenleri ikişer, üçer basamak hoplayarak lojmanın önüne indiğim anı hala unutamıyorum. Aşağı indiğimde Adnan Menderes Hocanın yanı sıra Uğur Hoca ve Ahmet Umutlu beyde beni bekliyordu. Aşağıda beni bekleyen arkadaşlarla birlikte kahveye gittik. Kahvenin önünde elli atmış kadar insan oturmuş çay içerken, bir o kadar insanda içeride okey oynuyordu. Bizde kahveye varınca kahvenin önünde oturan insanlarla tokalaşıp garsonun gösterdiği ahşap sandalyelere oturduk. Biraz sonra kahveci birer bardak çay getirdi. Biz bir taraftan tavşan kanı çayımızı yudumlarken, bir taraf tanda hem kendi aramızda sohbet etmeye hem de kahvede bulunan vatandaşlarla tanışmaya başladık. Kahvede yediden yetmişe her yaştan insan vardı. Kahvenin yanında bir kasap, yan tarafında bir bakkal vardı. Kasabın önünde duman tüten uzunca bir mangal vardı. Kasap et pişirerek aynı zamanda kebapçılık görevini yerine getiriyordu. Sigarası biten insanlar bakkaldan hemen yenisini alıp geliyorlardı. Bu kahvenin yanındaki kasap ve bakkal bu kahveyi belde halkı için cazip hale getiriyordu.

Okulun lojmanında oturan Mustafa Hoca’da kahveye gelince öğretmen arkadaşlarda bir okey masası kurdular. Böylece ilk günümüzü kahvede geçirmiş olduk. Akşam olmadan arkadaşlarla birlikte evimize döndük. Uğur Hoca bekârdı ve annesiyle birlikte aynı evde yaşıyorlardı. Akşam yemeğine beni Uğur Hoca misafir etti. Uğur Hoca Ispartalıydı. Babası genç yaşta ölünce annesiyle birlikte kendilerine yeni bir dünya kurmuşlar. Uğur Erzurum’da üniversite okurken bile annesiyle birlikte kalmış. Annesi özel bir sağlık kurumunda çalışarak Uğur’u okutmuş. Benimle tanışınca da çok sevindi. Fadime Teyze bana “benim bir oğlumda sensin. İkinizin de yemeğini yapar, bulaşığını yıkarım” dedi. Fadime Teyzenin bu sözüne çok sevindim. Bende “Allah razı olsun teyzeciğim. Çok teşekkür ederim. Arada bir yanınıza gelirim” dedim.  Yemekten sonra bizimle aynı lojmanda oturan Adnan Menderes, Ahmet Tuğlu ve Ahmet Umutlu Hocalar çay içmek için Uğur Beyin evine geldiler. Gece saat on ikiye kadar çok güzel muhabbetler ettik. Muhabbet bitince evimize gidip yattık. Aynı lojmanda kaldığımız öğretmen arkadaşların ilk gün ki ilgi ve alakalarından oldukça memnun kaldım. Bu vesileyle de zihnimde dolaşan soruların bir kısmına ilk günden cevap bulmuş oldum.

 O gün sabah edemedim. Gece yarısı uyandım. Ezan okunmadan önce horozlar ötmeye, köpekler havlamaya başladı. Ezan okunduktan sonra cıvıl cıvıl öten kuşların sesi ruhumu okşarken, günün ışımasıyla birlikte meydana gelen sessizliği tarlaya çalışmaya giden vatandaşların traktörlerinden çıkan motor sesleri bozmaya yetti. Güneşin doğuşuyla birlikte arkasında römork takılı onlarca traktör, beldeyle bağlantısı olan yollara doğru konvoy şeklinde hareket etmeye başladı. Her traktörün römorkunla beş altı tane insan vardı. Kasabadan bağlara, tarlalara giden bütün traktörler üç beş dakika içinde gözden kayboldu. Bana da hafifçe bir kahvaltı yapıp okula gitme işi kalmıştı. Kahvaltımı yapıp yarım saat önceden okula gittim. Okula gittiğimde ne göreyim. Okul Müdürümüz Ali Kaya benden daha önce okula gelmiş çayı demlemiş, tek başına çayı içiyordu. Ben varınca bir bardak çayda bana doldurdu. Çayı birlikte içmeye başladık. Çay içerken müdür bey bana çeşitli sorular sorarak beni yakından tanımaya çalışıyordu. Ben ise müdür beyin suallerine kısaca cevaplar vererek zamanı verimli kullanmaya çalışıyordum. Biraz sonra öğretmenler gelmeye başladı. Öğrenciler okul bahçesini doldurdu. Zil sesiyle birlikte bayrak töreni için okul bahçesine çıktık. Müdür Bey İstiklal Marşımız okunmadan önce giriş merdiveninin üst basamağına çıkarak “Arkadaşlar! Okulumuza Pehlivan namıyla bilinen, Teyfik Karadaş isimli yeni bir öğretmen atanmıştır. Kendisine hoş geldiniz diyorum” diyerek beni öğretmen ve öğrencilere tanıttı. Öğrencilerde müdür beyin tanıtım konuşmasına alkışla karşılık verdiler. Bayrak Töreninden sonrada öğretmen arkadaşlarda benimle tokalaşarak “hoş geldiniz” dediler. Okuldaki yönetici, öğretmen ve memurların toplam sayısı otuz kadardı. Ana sınıfından sekizinci sınıfa kadarda yedi yüz civarında öğrenci vardı. Okul üç katlı, betonarmeden yapılmış beldenin en büyük binasıydı. Okuldaki ilk günüm öğretmen arkadaşlarla tanışarak geçti. Okulda dikkatimi çeken bir durum oldu. Müdür, müdür yardımcısı ve öğretmenler odasında bulunan masaların üzerinde tabaklar dolusu, poşetler dolusu kuru üzüm (Besni üzümü) ve Antep fıstığı vardı. Belören’de bol miktarda Antep fıstığı ve Besni üzümü yetiştiğinden okula gelen veliler hediye olarak üzüm ve fıstık getiriyorlarmış. Öğretmenlerde teneffüs aralarında gelen bu ikramları bol bol yiyorlarmış. Meğerse benim sabah traktörlerin üzerinde gördüğüm insanlar fıstık toplamaya gidiyorlarmış. Beldede su sıkıntısı olduğunu göreve başlamaya gittiğimde öğrenmiştim. Göreve başladığım ilk gün ders saatinin bitmesiyle su almak için Adnan Menderes beyin arabasıyla doğruca lojmana geldik. Biraz sonra belediyenin itfaiye aracı lojmanın önüne geldi. İtfaiyeyi gören komşular ellerindeki bidonlarla itfaiyenin başına toplandı. İtfaiyenin musluğundan bidonları doldurduk. İki tane kırk litrelik su dolu bidonu dördüncü kata bir nefeste çıkartmam kolay olmadı. O güne kadar yaşadığım, okuduğum hiçbir memlekette su sıkıntısı yaşamamıştım. Bizim köyde hangi taşı kaldırsan altından su çıkar. Van’da elbiselerimi suyu sodalı diye Van Gölünde yıkardım. Belörende su sıkıntısını görünce suyun ne kadar büyük bir nimet olduğunu daha iyi anladım.

Belörendeki ikinci gün karakol komutanı Ahmet Astsubayla tanıştık. Ahmet Astsubay beni öğle yemeği için karakola götürdü. Yaya olarak karakola giderken beldenin ara sokaklarından geçtik. Ara sokaklardan geçerken Terzi Nuri, Berber Ramazan, Marangoz Muharrem gibi tabelaları olan küçük dükkânlar dikkatimi çekti. Küçük kasabalarda terzi, berber gibi sanatkâr esnafların olması, belde için önemli bir zenginlik sayılır. Karakol Komutanı yemek esnasında bana kısaca karakolu tanıttı. Belören Jandarma karakolunda beşi rütbeli olmak üzere toplam otuz asker vardı. Belören Kasabası ve civardaki köylerin asayişinden bu karakol sorumluydu. O günkü şartlarda bölgede azda olsa terör tehlikesi bulunuyordu. Bu nedenle karakoldaki asker sayısı fazlaydı. Ahmet Astsubayın başarılı ve disiplini bir insan olduğu karakolun fiziki yapısından anlaşılıyordu. Akşam yemeği için sorun yoktu. Akşam yemeği için Adnan Menderes abim başta olmak üzere bütün öğretmenler sıraya giriyorlardı. Karakola gittiğimde karakoldaki diğer astsubay ve uzman çavuşlarla da tanıştık. O günden sonra karakol benim için mesai saatleri dışında zaman geçirecek bir mekân oldu. Velhasıl göreve başladığım ilk hafta sağlık ocağı doktorları, cami imamları, PTT memuru, kooperatif müdürü ve beldede görev yapan diğer kamu görevlileri dâhil olmak üzere aşağı yukarı bütün memurlarla tanışmış oldum. Bu arada beldede bulunan esnaflar başta olmak üzere belde halkının bir kısmıyla tanışma imkânımda oldu. Ancak; Belörendedki su sorunu beni korkutuyor, Gölbaşının başka bir yerine tayin istemem hususunda beni içten içe kamçılıyordu. Okulda çalışacağımız öğretmen arkadaşlarla, lojmandaki komşularımın yakın ilgi ve alakası, belde halkının şahsıma gösterdiği sevgi ve saygı ile beldedeki su sıkıntısı arasında tercih yapma konusunda zorlanıyordum.

İkinci haftanın ilk günü okula gittim. Yapacak bir işim olmadığı için müdür yardımcılarının odasında oturuyordum. Kapıdan içeri fötr şapkalı, takım elbise giymiş, kravat takmış, ayağındaki iskarpinleri boyalı, fevkalade zarif görünümlü bir bey efendi girdi. Bey efendinin zarafeti beldede yaşayan diğer insanlara hiç benzemiyordu. Kapıdan içeri girip selam verdikten sonra, Müdür Yardımcısı Ahmet Tuğlu’nun gösterdiği yere oturdu. Hâl hatır fasılası tamamlandıktan sonra Müdür Yardımcısı Adnan Beye yönelerek “Okula yeni gelen Pehlivan Hocayla tanışmaya geldim. Bu akşam karakolda duydum. Fevkalade değerli bir insanmış, bu yüzden onunla tanışmak istedim” dedi. Adnan Bey’de “Aradığın adam yanında oturuyor” dedi. Bende “Amca iltifatlarınız için teşekkür ederim. Hoş geldiniz şeref verdiniz. Siz kimsiniz? Diye sordum. (Karakoldan bahsedince Faruk Amcayı emekli asker sandım) Bey Efendi bana yönelerek “Adım Faruk Gönül. 1331 doğumluyum. Maraş Muallim Hayrullah Mektebinden Aliyül âlâ derecesinde şahadetnameyle mezunum. Eski Politikacıyım. Zat-ı âliniz gibi üniversite tahsilim yok. Hayat üniversitesinden mezun oldum. Bu kasabada ikamet ediyorum. Anladın mı hocam” dedi. Ben de “Memnun oldum Faruk Amca” dedim ama mal bulmuş defineci gibi sevinçten uçasım geldi. Faruk Amcayla bir çay içimi sürede kısaca biraz daha sohbet ettik. Faruk Amca müsaade isteyerek evine doğru gitti. Ben Faruk Amcayı tanıyınca su sorunu başta olmak üzere Belörenle ilgili bütün olumsuz düşünler hafızamdan silindi. Belörende çalışmaya karar verdim. Ve o günden sonra “Halka hizmet Hakka hizmet” düsturuyla Müdür Yardımcısı, Müdür Vekili gibi çeşitli statülerde yedi yıl, yedi gün süreyle şerefimle onurumla Belören halkına hizmet ettim.

Aradan otuz yıl geçmesine rağmen Belören Kasabasının kadirşinas insanlarıyla irtibatım devam etmektedir. İyilik yap denize at. Balık bilmese de halik bilir.


TUT ELİMDEN / Fatma Yasemin Sarı

Nurcihan KIZMAZ’a










Gel Mir'im hemhâl olalım

Ben söyleyim sen yazıver

Kelamımı beğenmezsen 

Üzerini bir çiziver

 

Sen üstat bense çırağın

Sonu varmı bu ırağın

Vasıl olduğun durağın

Tarifini bana da ver

 

Senin ilmin benden önde 

Hikmet var gördüğün günde

Şöyle arkanı bir dön de

Gelişime yön veriver

 

Sözün haktır yazdığın hak

Sükutun hak kızdığın hak

Ne güzel hâlk eylemiş hak

Sırrını bize deyiver

 

Kalp dolmazsa sızıvermez

Aşk olmazsa sızı bilmez

Gönül imkansızı görmez

Kalemimi at kırıver.

YAZARIN İÇİNDE BİR YAZAR “GAZZÂLİ”-3-Hidayet BAĞCI

“Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla”

Hicri 450 (M. 1058) senesinde Horasanın Tus şehri civarında Gazele köyünde dünyaya geldim. Küçük yaşımda babamı kaybetmenin hüzünüyle aile dostumuzun himayesinde bir medreseye yerleştirildim. (419-478) yılları arasında Usul-i Fıkıh, Mantık, Kelam gibi ilimler üzerinde tahsilimi tamamlamaya çalıştım. İlim hususunda yıllarca bana emek veren hocamın vefatı beni derinden sarsmıştı. Yaşadığım bu ikinci hüzün 478 senesinde Nişabur’dan Samarraya gitmeme vesile oldu. Orada alimleri himayesine alan Vezir Nizamülmülk’ün teveccüh ve iltifatına mazhar oldum. 484 senesinde Bağdat’ta Nizamiyye Medresesinin müderrisliğine tayin edildim. Burada 800 civarında talebem oldu. Ancak, 488 senesinde iken bende derin bir hallerin olduğunu keşfettim. Bu halimin derdi bendim ve tedavisi de bendeydi. Şöhretin zirvesine ulaşmış müderrisliğimi geride bırakarak, aldatıcı ve oyalayıcı meşgalelerden uzaklaşmak ve Allah’a yönelmek arzusuyla Bağdat’tan Şam’a hicret ettim.

Ruhuma sinen, insanı helake sürükleyen şöhretin kokusunu üzerimden atmak yıllarımı aldı. Nefsime hoş gelen bu hali ölene dek korumaya çalışacaktım. Hangi yıldı hatırlayamıyorum. Ben bir mekanda hela temizliğinden sorumlu iken şadırvanda iki kişi benim müderrislik yaptığım yıllarda, konuştuğum bir mevzu ile ilgili münazara yapıyorlardı. Konuştukları mevzuya kulak kesildim. Konuyu dinlerken elimdeki süpürge ne yerdeki çöpü sürükleyebildi ne de yerdeki toz havaya kalkabildi. Aynı zamanda bahçedeki ağacın yaprakları arasında yavrusuna yem veren kuşun sesi de değişmişti ve ben şaşkın bir hal içindeydim. Benim için zaman durmuştu. İki kişi sohbetlerinin arasında unutmaya çalıştığım şöhretli adımı ısrarla tekrarlayıp duruyorlardı.

“İmam-ı Gazzâlî”

Bir zamanlar şöhretin suyuyla yıkanmış olan adımı duyunca yüreğim heyecanla çarptı. O anda  kalbimde şöhretin ayak izlerini tekrar hissettim. Bu sefer ismime karşı bir yabancı gibi durmalıydım. Bu iki şahıstan biri yıllar önce müderrisliğini yaptığım medresede söylemediğim bir konuda adımı şahit olarak anınca, o anda elimdeki ibrik ve süpürgeyi sert bir şekilde toprağa fırlattım. O iki kişinin bakışları bana doğru yöneldi.

“-İmam-ı Gazzâlî’ye göre o konu şöyle!” dedim ve konuşmaya başladım.

Tabi şadırvanda oturan o iki şahıs konuşma şeklimden, duruşumdan ve konu hakkındaki görüşümü beyan edişimden benim “İmam-ı Gazzâlî” olduğumu anladı. Kısacası ben kendimi refleksi bir hal ile ifşa etmiş oldum. Bu hadiseden sonra Hac farizasını yerine getirmek üzere Mekke’ye gittim. 499 senesinde zamanın padişahının daveti üzerine tekrar Nişabur’a hareket etmek durumunda kaldım. Uzun seneler önce medreseden kaçışımla başlayan bu yolculuk, kendi içime doğru yol alınca önümde birçok mana kapısının açılmasını sağladı. Ancak bunu En’am suresi 125. Ayet-i Kerime’yi okuduğumda anlayabildim.

Cenab-ı Allah diyor ki:

“Allahü Teala kimin hidayetini murad ederse, İslam için kalbini şerh eder.”

Bu Ayet-i Kerime’de geçen şerh kelimesinin manası Canım Peygamberime sorulduğunda o şöyle der:

“-O, Allahü Teala’nın kalbe ilka’ ettiği bir nurdur.” buyurdular.

“-Bunun alameti nedir?” diye soruldu.

“-Dar-ı gurur denilen dünya yurdundan uzaklaşmak ve ebedi yurd olan ahirete yönelmektir.” cevabını vermişlerdir.

İşte benim dünyaya olan bakış açımın değişmesine vesile olan hak söz üzere, uhrevi hayatımı aldatıcı ve dar-ı gurur bir hal ile değil, dünyayı uhrevi bir hal üzere süsleyerek dengede kalmayı istediğimin açık beyanıdır.

Kendime geldim, şükrettim ve yenilendim!

İmam-ı Gazzâlî…

 

 

SONBAHAR / Fatma Betül Yıldız


En sevdiğim mevsim sonbahar
Sararmış yapraklardan bir örtü
Bak ne mükemmel kapatıyor yeryüzünü
Güzel olmayan her şeyi saklıyor gibi
İyi niyetli, masum...


Her varlığın bir sonu olmalı diyor anlayana...
Sonsuza kadar güzel olamaz  bişeyler
Ve olumsuz olduğu sanılanlar öyle değildir aslında
Yeniden başlamadan önce bitmelidir belki


Demem o ki


Hüzün gibi görmemeli hazanı
Yenilenmemin habercisi daha anlamlı
Hatırlamalı her yıl bu mevsim
İnsanoğlu

              Doğar

                        büyür

                                ve ölür
O vakit gelmeden dolu dolu yaşamalı zamanı

 

 

YAZARIN İÇİNDE BİR YAZAR “GAZZÂLİ”-2/ Hidayet BAĞCI


“Neyin hayalini kalbinde, zikrini dilinde taşıyorsan onun zindanında yaşıyorsun.”

“Ebu Hamid Muhammed Gazzâlî, 1058 (.450) yılında Horasan’da yer alan Tus bölgesinin Taberan şehrinde dünyaya gelir. Yaklaşık olarak 13-15 yaşlarında Tus’ta fıkıh eğitimiyle tahsiline başlar, bölgede eğitimini ilerleten Gazzâlî, sonraki yıllarda Nişaburda’ki Nizamiye Medresesi’ne girer ve büyük Eş’ari alimi Cüveyni’den ders alır. 473’te usul-i fıkıh disiplinine ilişkin el-Menhul adlı ilk yapıtını kaleme alır. Bu yıllarda daha çok fıkıh ve cedel-hilaf ilimleriyle meşgul olur. 484’te Bağdat’taki Nizamiye Medresesi’ne başmüderris olur. Bu yıllarda felsefi disiplinleri incelemeye başlar ve 488’de Tehafütü’l-Felasife isimli kitabını yazar. Gazzâlî yaşadığı manevi bunalımla Bağdat’ı terk edip Şam’a gider. Önceleri alakalı olduğu tasavvufa bundan sonra daha fazla ağırlık verir.” Onun için her şey bu hicretinden sonra başlar ve niyetindeki güzelliğin adımları çağımıza kadar gelir. Bizler de bu güzelliğin kokusundan müstefid oluruz.

“Neyin hayalini kalbinde, zikrini dilinde taşıyorsan onun zindanında yaşıyorsun.”

Aldanmak, inanmayı gerektirir. İnsan tabiatı inanmaya elverişli yaratıldığı için inanmak ve aldanmak her daim beraberdir ve içsel bir güçtür. Ama aldatmak bir dış güçtür. Nitekim Kur’an-ı Kerim’deki ayeti kerimelerin çoğu inanmak esaslıdır. İlk insanın, ilk imtihanı şeytana inanmakla başlar. Şeytan ise kendi inancını önce kendisi yıkmış ve kendine aldanmıştır. Kendini kibri ile aldatmasının yanında insanı da inandırmak noktasında etkilemeyi başarmıştır. İlk insanın, ilk imtihanını kaybetmesiyle birlikte cennetten dünyaya olan ilk hicreti, şeytanı kibirli hale getirmiştir. Peki inandırmak kendini aldatmanın diğer yarısıdır diyebilir miyiz?

“Neyin hayalini kalbinde, zikrini dilinde taşıyorsan onun zindanında yaşıyorsun.”

Öncelikle sağlam ve kaliteli bir inanca sahip olabilmek için kesin doğrulardan bir bina inşa etmeli insan. Bunun için temeldeki inançların sağlam zeminde olması gerekir. Bu zemini oluşturmak için Muhammed YAZICI’nın tercüme ettiği “GAZZÂLİ” kitabında bahsettiği gibi: “ “Yakin”, kesin inançlılık anlamına gelen bir terimdir. İslam inanç ve tasavvuf geleneğinde kesin inanç bir erdemdir. Kesin inanç insanda huzur ve güven hissi oluşturur. Bu da kalbe ferahlık verir. İslam tasavvufunun hedeflerinden biri, kalbin huzur ve sükunete erişmesidir.”

“Neyin hayalini kalbinde, zikrini dilinde taşıyorsan onun zindanında yaşıyorsun.”

“Gazzâlî’nin ilim anlayışının temelinde kişinin uhrevi hedeflere yönelişi yer almaktadır. Uhrevi hedeflere ise ancak din sayesinde ulaşılabileceğinden dini ilimler merkezi yer işgal ederler. Dini ilimlerde de asıl amaç dinin halis niyetle yaşanmasıdır. İlimlerle ilişkisini amacından saptıracak biçimde kuran ilim erbabı, Gazzâlî’ye göre aldanmıştır.” Bu gibi cümleler eşliğinde şu ana kadar yaptığım her işin başındaki niyetimi düşündüm. Ben, niyetlerimle neredeyim? Gazzâlî ile kendimi kıyaslayamam ama insan olmak noktasında inancımı ve niyetlerimi  tazeleyebilirim.

“Şübhesiz ki bu (âyetler), bir nasîhattir. Artık dileyen, Rabbine doğru bir yol tutsun.Müzzemmil suresi-19. Ayet-i Kerîme

Rüzgâr / Mustafa Alper Taş


saçında gölgelenen kuşlara anlat
ben öldüm serin bahçelere çağırdı
beni bir rüzgar
sabahları annemi
uyandıran öpüşlerim de yok artık

üstümüzde uzanan
bir gökyüzü varmış
ne çabuk soluyor
gözlerde hatıram

kanatlarını zor tutan kuşlara anlat
bir gazap ancak böyle çağrılır
yüzlerini hiç görmediğim insanlar
sevmiyorlar belli beni
yoksa avuçlarıma dolan toprağı
ne açıklar

yağmurun ağırlığı
hepimizin uykularında
geceleri

 

YAZARIN İÇİNDE BİR YAZAR “GAZZÂLİ”-1/ Hidayet BAĞCI


Gazzâlî

“ Kendini Aldatan İnsan”

el-Keşf ve’t-Tebyîn fî Ğurûri’l-Halki Ecmaîn

(Tüm Yaratılmışların Aldanışı Hakkında Keşif ve Beyan)

Her hangi bir kitabı okumaya başlarken kalbinizin anlam kapısını sevgiyle açarak ve not alarak okursanız ya da bir insanı can kulağı ile dinlerseniz meleki bir özellik kazanırsınız. Nasıl mı? Etrafınızdaki melekler de her halinizi yazıyor, her konuşmanızı dinliyor ve her şeyinizi kaydediyor ya! Bu sebeple;

“Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla” yeni bir kitabı okumaya heyecanla başlıyorum.

İmam-ı Gazali’nin el-Keşf ve’t-Tebyîn fî Ğurûri’l-Halki Ecmaîn eserini “Kendini Aldatan İnsan” olarak tercüme eden Muhammed Yazıcı imzası ile 03.11.2022 tarihinde KETEBE Yayınlarından ter-ü taze bir kitap “İnsanoğlunun yeryüzü macerası bir aldanma hikâyesiyle başlar: Adem çok cazip bir teklifle aldatılmıştı. Ve bir başka aldanma hikâyesi ile devam eder: Kâbil ve Hâbil…” bu gibi cümlelerle okurlarına kendini tanıtır.

Yazıcı, insana insan olduğunu hatırlatan ifadeler kullanarak insanın fıtraten aldanmaktan ziyade inanmaya ve güvenmeye yatkın bir varlık olduğunu da dile getirmiştir. Yani “ İnsan aldatır, en değişmez yazgısıdır bu. Öyküsünü yadsıyamaz, yeryüzüne “indiriliş” hikayesini yok sayamaz.” diyerek hem aldanmaya yatkınlığımızı hem de aldatıcı bir halimizin de olduğunu vurgulamaya çalışmıştır. Acaba biz insanlarda bu aldanma/aldatıcı hallerimizin olmasına sebep fıtraten yaratılışımıza aşılanan inanma ve güvenme hallerinin olmasıdır diyebilir miyiz? diye bir soru zihnimdeki duvara çivisini çakıyor. Kendimi sorgularken zihnimdeki duvara imzasını atan bu soru ruhumu acıtmadan Yazıcı’nın verdiği cevapla rahatlıyor:

 “Her aldatma hikâyesi, bir güvenme hadisesi değil midir zaten? Kendini kandırma, aslında bir kendini inandırma daha doğrusu kendine inanma işidir.”

Yazıcı tercüme ettiği bu kitapta İmam-ı Gazâli’nin çizgilerini aşmadan onun analitik zekası gerek eleştirel kişiliğini yansıtan çalışmaları Yazıcı’nın ruh dünyasında mayalandırdığı düşünceleri ile arz-ı endâm ediyor. Sayflardaki her bir cümleyi atlamadan okumaya çalışıyorum ancak bilgi bakımından yetersizliğimi düşününce Adem’in genlerine kodlanan bilginin ve öğrenmenin düzeyini ölçmeden de edemiyorum.

Yazıcı’nın yorumuna göre Gazzâlî’nin eleştirel çalışmalarının hedefinde dönemin dini, sosyal ve politik gelişmelerinde etkin olduğunu belirttiği üç kesim vardır. Bunlardan birincisi İslam filozofları, ikincisi İsmaili-Batını gruplar ve üçüncüsü dini ilimleri dünyalık geçim ve statü aracına  dönüştüren dünyevileşmiş ulema çevresidir. Gazzâlî’nin ömrünün hülasası niteliğindeki ve Müslüman toplumları da en çok etkilemiş eseri İhyâu Ulumi’d-Din’dir. Bu eser, eleştirdiği üçüncü kesim özelinde teknik-prosedürel katman altında can çekişen dini ilimlere hayat soluğu kazandırma amacına matuftur.

Kendini Aldatan İnsan kitabının başlığından da anlaşıldığı üzere aldanmanın ve aldatmanın oluşturduğu boşlukları insanın aslına olan inancı ve güveni ile doldurması gerektiğini vurgulamaktadır. Bu kitapta Yazcı, Gazzâlî’nin aldandıklarını iddia ettiği ve aldanış hikayelerini geniş bir biçimde resmettiği, çeşitli gerekçelerle temellendirdiği inanmayan grupları (kafirleri) tek ana ve inanan grupları da dört ana başlıkta toplamış ve tercüme etmiştir: âlimler, âbidler, zenginler ve sufiler.

Bu nadide kitabı okurken yazarın içinde bir yazar var ki onun da Gazzâlî olduğunu düşünerek sayfaları birer birer çeviriyorum. Ve Gazzâlî bir sonraki sayfada diyor ki “özellikle uhrevi hayatın kesinliğini idrak etme iki şekildedir. Bunlardan biri tedavide mahir bir doktoru taklit eder gibi peygamber ve alimleri taklit ederek iman etmek, diğeri ise peygamberlere vahiy, velilere ilhamdır.”

Yazıcı, birinci bölümde kafirlerin aldanışını, ikinci bölümde ise mü’minlerin aldanışını açıklamıştır. Birinci bölüm tek ana başlıkta tercüme edilseymiş daha iyi olurmuş diye düşünmeden edemedim. Çünkü bu bölümde günahkar mü’minlerin aldanışı ile ilgili farklı konuların ele alınması bu bölümü konu bütünlüğü açısından daraltmış diyebilirim. Neden mi?

Her mü’min günahı kadar tevbesiyle de müsemmâdır. Biri onu aşağıya çekerken diğeri onu yüksek bir makama taşıyacak güçtedir. Bu bölümde mü’min kelimesinin olması beni bu gibi düşüncelere sevketti.

İkinci bölüme geldiğimde kitabın tam ortasında kalakaldım. İlerleyemedim, bekledim bir süre. Sonra burnuma inanmış insanın mucizevi kokusu geldi. Bunun adı mü’min idi ve ikinci bölüm mü’minlerin aldanışı ile başlıyor. Mü’minlerde de bir aldanma hali olur mu diye şaşırıyorum. Gazzâlî önce âlimlerin aldanışını on bir gruba bölerek anlatıyor ve hepsini tek bir çatı altında toplayarak diyor ki;

İlmiyle amel etmeyen “Alimler tam bir aldanış içindedir. Oysa basiret gözüyle bakabilseler görürler ki ilim ikiye ayrılır: muamele ilmi ve mükâşefe ilmi. Mükâşefe ilmi, Allah’ın ve sıfatlarının bilgisidir. Bu ilmin anlamı ve hikmetinin olabilmesi için kesinlikle muamele ilmi de olması gerekir. Muamele ilmi, helal ve haram bilgisi yanında, iyi ve kötü huyları kapsayan ahlak bilgisidir. Kişinin davranış ve tutumlarına mal olmadıkça Allah’ın sıfatlarının bilgisinin kişiye ne faydası olabilir?”

Bir sonraki bölümde ise Gazzâlî âbidlerin aldanışını on gruba ayırmış ve beni yine şaşırtmayı başarıyor. Neden mi? Gecelerini ibadetle geçiren yani kimi zaman Kur’an-ı Kerim okuyan kimi zaman zühd sahibi olan bir âbid nasıl oluyor da aldanıyor? Bir türlü anlayamıyorum. Ama Yazıcı diyor ki;

Gazzâlî yapılan işin kendisinden çok yapan kişinin o işle ilgili niyet ve çıkarına bakmaktadır. Kişinin hayırlı işleri yaparken ardındaki motivasyona odaklanan bu bakış dindarlığın ve iyiliğin özünde samimiyet aramaktadır.”

Bu cümle yüreğime yağmurdan damlalar serpiyor. O damlaların toprağıma düşmesiyle rahatlıyor, inanıyor ve güveniyorum. Bölümleri adım adım ilerlerken zenginlerin aldanışı bölümünde bir öteki sayfayı çeviremiyor ellerim. Bu bölüm altı gruptan oluşsa da cenneti dahi satın alamayacak güçte ve üzerinde kul hakkı olan  zenginleri yorumlamakta âciz kalıyorum.

Ve son bölüm, sufilerin aldanışı! Dokuz gruba bölünerek anlatılan ve bana Abdurrahim KARAKOÇ’a ait bir şiirin sadece ilk dizesini anımsatıyor.

“Sırat’tan incedir sevda köprüsü.”

 Sufilerin aldanışları karşısında yüreğim, canım peygamberimle Miraç hadisesine eşlik eden Cebrail gibi öteye gidemiyor, yorumlayamıyorum.

Gazzâlî’ye rahmet olsun!

ESRARLI YOLCULUK “YAŞAMAK” / Azize BATİ


Esrarlı bir yolculuktur yaşamak. Yokuşların düzlüğü gördüğü son evre yahut oyunun son perdesi gibidir. Bir yandan bitecek diye üzülürken bir yandan sona yaklaşmanın mutluluğu ile insanın içini ısıtır düşüncesi. Hayatın her insan için yahut canlı koşulları farklıdır. Kimisi varlığı ile yolda yürümenin tadını çıkartır kimisi de yolda varlığını bulmaya çabalar. Hangisinin yolu meşakkatlidir bilinmez muhakkak. Varlığının farkında olmadan yolu yürüyen için yolda ki engebeler zordur. Varlığını bulmaya çalışan derviş ise yolu görmez de varlığın biteceği son noktanın tefekkürü yorar. Bizler varlıkta yok olma çabası olarak bunu bilirken tasavvuf ilminde fenafillah “ölmeden önce ölmüş gibi olmak yokluğun sırrına ermek” olarak açıklanır bu durum.

Yaşamak insana ve tabiatta yakışabilecek en anlamlı sözcük. Son zamanlarda çokça duyulan bırak hayatını yaşa. Anı yaşa! İyi yaşa! Konforlu yaşa yahut sadece “YAŞA”. Peki, insan gerçekten her gün sabahın ilk ışıkları ile kendisine bahşedilen ömrü yaşayabiliyor mu? Hayatını yaşa kederini köşeye bırak denilen kişi yalancı gülücüklerle etrafına mutlu olduğunu kanıtlarken yaşıyor mu? Varlığından bir haber geçirilen bir hayatın ne kadarı yaşanmış olur. En basit şekilde tarif edecek olursak hangi yemeği sevdiğini bilmeyen, etrafını görmeyen ve görülmeyen bir kimse yaşıyor mudur? Her sabah rutinleşmiş bir hayatın bir parçası olarak makineleşen ve makineleştiren insanlar. Nefes alış verişleri hatta kendilerini ifade ederken kullandıkları sözcüklerin aynı olması yaşamak fiilinin acınası durumudur. Stabil beyin ölümü gerçekleşmiş fakat halen nefes alan bir kimsenin durumuna benzetebiliriz. Uykulu gözlerle tutulan bir iş yolu, hazırlanan evraklar, yıkılan yahut inşa edilen binalar. Vücut yorulduğunda fizyolojik olarak içilen bir fincan kahve yahut çay belki de ayakta kalmak için yenilen bir yemek. Birkaç gündem maddesi ile birkaç kelam sonra sabah ayrılan mekâna dönüş anlamlı anlamsız biraz sohbet sonra uyku vakti. Ortalama bir insan için günlük rutin belki farklı birkaç koşul daha eklenilebilir ya da çıkartılabilir. Nikolay Gogol Palto hikâyesinde Akakiy Akakiyeviç’in rutin hayatında paltosu onun var olduğunu kanıtlamıştı. Akakiy’in hayatı sıradan yoksulluk içinde geçerken onun varlığını üşümesini engelleyebilmek için diktirdiği palto onu görünür kılmış ve yaşadığını göstermişti etrafındaki insanlara. Kendisi yaşadığını fark ettiğinde ise son sahne olmuştu ömrünün. Fransız Kafka Dönüşüm romanında “Gregor Samsa bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu.” Gregor Samsa ise hayatında varlığının tek belirtisi işi ve bakmakla yükümlü olduğu ailesi gösteriyordu. Hayatı kendisini herkesin gözünde bir böcek olarak görmesine neden olacak kadar bayağı idi.  Samsa yaşadığı dönüşüm yahut değişim onun nazarında olan bitenken yaşamak fiilinin son evresine gelişidir.

Yaşamak sadece nefes almak mıdır? Düşünmek, hissetmek, duymak ve görmek yaşamanın neresinde yer alıyordu. Düş gücünün yokluğunda kayboldu yaşamak. Varlığın nedeni anlayamadan sürdürülen hayatların sadece anlık zevk ve heyecanları içinde kaldığından ötürü sırlı bir hale geldi. İçtiğin çayın tadını hissedebiliyorsan yaşıyorsundur çayın içinde ona renk veren doğal pigmentleri düşünüyorsan yaşamını var oluşunu sorguluyorsundur. Hayatın her insan için farklı koşulları var olabilir. Benim hayatım çayın rengini düşünecek kadar rahat değil dediğinizi duyar gibiyim. Peki ya çayı içmeniz için size kolu ve ağzı bahşedeni tefekkür etmek rahatlık mı gerektirir. Zannımca hayır. Sabah güneşin ilk ışıklarını gecenin karanlıkta yolunuzu aydınlatan dolunayı fark edemiyorsanız yaşantınızdan bir şeyler eksiltilmiştir. Eksiltilmiştir dedim çünkü sadece sizin bunu fark etmemeniz değil bunu çevrenizdeki kişilerinde fark etmemiş olması da acıdır. Yeşili ağaçta, maviyi gökyüzünde göremiyorsanız biraz eksik kalınmış bir yaşam sürdürüyorsunuzdur. William Shakespeare “Sıyrıldığımız zaman yaşamak kaygısından, Ne düşler görebilir insan, düşünmeli bunu.” der. Yüzyıllar öncesinde belki de insanın yaşamını, ölümü, acıyı ve belki daha nice şeyi sorgularken vardığı son düşüncelerinden birisidir. Yaşam kaygısından görülemeyen düşlerin ölmesidir yaşamak suyun varlığından habersiz seraplarda kaybolmaktır. Yağmurda ıslanırken kirpiklerine değen damlaların ruhunda yeniden can bulmasıdır. Sabah pencerene konan kuşun sesi, rüzgârın tenine değişi akşamın karanlık bilinmezidir yaşamak. 

 

MEKTUP / Ahmet Enbiya UZDİL


Muhterem Ahmet abi, 

Bu mektupta bir günü, bir vakayı değil ağlarken içine ağlamaya alışğı her halinden belli olan bir kız çocuğunun uzanamadığım gözyaşlarını görmenin teessürünü arz etmek istiyorum zat-ı âlilerinize. Siz ki bizim ak saçlı hüzünkârımızsınız. Gözleri dolan boşalan kaç kişi kaldıksa şu dünyada dizinizin dibinde buluştuk bu güne kadar. Memleket derdi, millet derdi, ana derdi, evlat derdi talim ettik hep birlikte. Bütün yaralılar sinemize yaslandı her defasında. Onlar yaslandıkça çınar olmayı, dağ olmayı, mağara olmayı bazen yine sizden öğrendik. Sizden öğrendiğimiz kadarıyla tımar ettik, sardık sarmaladık her yarayı. Derdi taze bir simit gibi, ekmek gibi, su gibi paylaşmasını öğrendik kapınızda. Ama bugün Ahmet abi ne benim elim uzanabildi, ne yüreğim yetti bir çocuğun morarıp şişmiş, üstüne gizliden gizliye akan gözyaşlarıyla ıslanıp parlamış yanağını okşamaya. Bugün hançer hiç saplanmadığı kadar derine saplandı ve iz bıraktı sinemde. Bugün sanki iyilik ve güzelliğe dair herşey kavurucu bir ateşe dönüştü. Sonra gırtlağıma kadar çıkıp gözlerime yerleşti. Ben bugün bir zalim olmayı çok istedim Ahmet abi. Emniyetin o açılır kapanır kapısından çıktığımda söyleyecek hiçbir sözün, verilecek hiçbir tesellinin arkamda bırakıp kaçıyor olduğum enkaza tesir edemeyeceğini gördüm ve çok istedim. Öyle bir zalim olmalıyım ki kimse zulmedemesin bir başkasına benim korkumdan. Akça pakça elleri, tertemiz yüzü, masum gözleri bir çocuğun o günün akşamında mutlulukla ışımayacaksa yansın yanasıca şehir, yanasıca dünya ne kıymeti var. Baş eğdiremiyorsak başlıya, diz çöktüremiyorsak dizliye bakmayalım bir daha aynalara Ahmet abi. 

Biliyor musun abi on küsur yaşındaki o çocuk yediği birçok sebepsiz dayağı sıradan birşeymiş gibi anlattı bana. En son dayak yemekten bayılınca ve sol yanağı bir yanak kadar daha şişince dayanamamış. İyi ki siz görmediniz o hali Ahmet abi. Ayağa kalktığında elleri önünde edeple birleşiyor fakat adımını ileri attığında birden tedirginleşiyordu. Yine edeple duruyor, metanetle konuşuyordu sonra. Ben çok yaşaran göz gördüm. Çok insan, çok acı, çok kahır, çok ağıt. Hiçbiri o kızın gözleri kadar masum değildi. Ve o kız yarınki güne gözlerini bir yurt odasında açacak Ahmet abi. Üstelik kitapları kaçtığı o evde kaldığı için bir kat daha çaresiz.

 

21.10.22 Cuma