ŞİİR/Ferhat ALTUN













bugün fırının önünde durdum, 25 yılda onlarca kez el değiştirdi. komşular değişti, insanlar değişti, evler değişti... bir ben bir de bakkal murat kalakaldı aynı. şiir bitti.

İYİ KÖTÜ ÇİRKİN/Şeyhşamil EJDERHA

 


Her şeyden önce
Dün, bugün ve yarından
Biraz önce
Üç kişi vardı
İyi sendin
Diğeri çirkindi kesin
Ben seni herkesten çok sevdim
Çirkin gitti 
Sendeki ben beni terketti
Nedense saatler 
Ölü zamanları gösterirken
İyi olan sen
Çirkin olan o
Kötü olan ben 
Oldum  
Yokluğunla 
Boşluğunda
Kayboldum 

2024

OTUZ ÜÇ DİZELİK TESPİH/Samet Yurttaş

 


                          “Abdullah hocama”

Sen şairden el aldın

Ben elinden tespih

Otuz üç dizelik şiir yazdım

Dinmedi öfkem

Püskülünde sallanan kılıçların

İnsafına kaldım

Sen şairden el aldın

Ben elinden tespih

Kuşandım habbeleri zırh gibi

Şehri gezdirdim güneşe çıkardım

Yağmurlara bıraktım

Değişmedi rengi

Sen şairden el aldın

Ben elinden tespih

Otuz üç kez seslendim

Kopmadı

Derdimle dertlenen ipliği

Gece göğe astım

Değişmedi rengi

Sen şairden el aldın

Ben elinden tespih

Onu yüzüstü bıraktım

Mahrum ettim seccadelerden

Otuz üç dizelik şiir

Düştü dilimden

Düşürmedi kendini elimden

Sen şairden el aldın

Ben elinden tespih

Otuz üç dizelik şiir yazdım

Gurbeti anlattım

“El değmemiş tespihi”

Ağladı

Değişmedi rengi


GÖNLÜMÜ KANAT/YAP EY YÂR/Hasan Ejderha















Hadi türküler söyle
gönlümü kanat/yap ey yar.
Nevbahar akşamların sessiz yalnızlıklarına
bırakma beni.

Her demi fırtınalarca kabaran yelken bilmeyi
sen öğrettin ey yar.
Bense kapanmayan yaraların özlemi bilip acı çekmeyi
kanatlandım diyar diyar

KIRILAN DALLARINDA PIHTILAŞAN GÖK/Samet YURTTAŞ









Hani sen

Geceler boyu

Karanlığın göğsündeki

Çiçekleri kopartan

Sabah oldu

Kuşların kanatlarından dökülen

Şebnemlerle uyan

Sana yeni bir gün vadediyor

Kırılan dallarında pıhtılaşan kan


Hani sen

Soluk aynasında yalnızlığın

Buruşuk anılar toplamı

Aşkın ve inancın

Dinmeyen sancısını sök

Sana yeni bir gün vadediyor

Kırılan dallarında pıhtılaşan gök


KOPYACI YEDİ ÖGRENCİ ve HÜSEYİN ÖZTÜRK HOCA/Teyfik KARADAŞ


  

Bir Öğrencilik Anısı

“Kopya” doğumdan ölüme veya beşikten mezara kadar en çok duymuş olduğumuz kelimelerden biridir. Kopya kelimesini okullarda öğrenci, evde veli, gazete ve televizyon haberlerinde vatandaş olarak yılda en az birkaç defa kesinlikle duyarız. Bu kelimeyi duymamamız, yanımızdan uzaklaştırmamız veya hafızamızdan silmemiz mümkün değildir. Kopya kelimesiyle irtibatımızı kesmemiz için ülkemizden başka bir memlekete göç etmemiz gerekir. Ülkemizde kopya kelimesinden ayrı olarak yaşama şansımız yoktur. O halde sözü fazla uzatmadan kopya nedir? Sorusuna cevap arayalım. Kopya kelimesinin Türk Dil Kurumunun güncel sözlüğüne göre beş değişik anlamı vardır. Bunlardan” Bir sınavda soruları cevaplamak için başka birinden veya yerden gizlice yararlanma” ve “yazılı sınavda gizlice bakmak için hazırlanmış kâğıt” şeklinde açıklanan iki anlam bizim konumuzu ilgilendirmektir. Diğer anlamların bizim konumuzla alakası yoktur. Kopya çekmenin hoş bir davranış olmadığını hepimiz biliriz. Bir öğrencinin kopya çekerek girmiş olduğu sınavdan yüksek not alması, bilmediği bir konuyu bildiği manasına gelir. Bir insanda bilmediği bir konuyu biliyormuş gibi üst sınıfa geçerse, bunun sıkıntısı üst sınıfta veya meslek yaşamında çeker. Kopya çekmek bizim dini inancımıza ve milli kültürümüze de ters düşer zaten.

Bazı insanlar öğrencilerin kopya çekerken de öğrendiklerini savunsalar da kopya çekmek ölçmenin geçerliliğini düşürdüğü için uygulanan programların amacına ne ölçüde ulaşıp ulaşmadığını ve eksikliklerin tespit edilmesini de zorlaştırmaktadır. Kopya çekmek aynı zamanda öğrenciler için öğrenmeyi engelleyen bir durumdur. Lise ve üniversitede okuyan öğrenciler kopya çekerken yakalandığı zaman disiplin cezası almaktadır. Lisede okuyan öğrenci kopya çekerken yakalandığı zaman notu sisteme K (kopya) olarak girilmekte ve bu notta mezuniyet not ortalamasını düşürmektedir. Mezuniyet not ortalaması düşük olan öğrenciler esas cezayı üniversite sınavında almaktadır. Örneğin diploma notu yüz olan bir öğrenci üniversite sınavında mezuniyet notundan atmış puan yararlanırken, diploma notu seksen olan bir öğrenci kırk sekiz puan yaralanmaktadır. Aradaki on iki puanın önemini üniversite sınavına giren öğrenciler ve öğrencilerin arkasında pervane gibi dönen veliler iyi bilir. Üniversitede okuyan öğrenciler kopya çekerken yakalandığı zaman bir dönem okuldan uzaklaştırma cezasına çarptırılır. Bir dönem okuldan uzaklaştırma cezası alan öğrenci bir yıl geç mezun olur ve hayata bir yıl geç başlamış olur. Okuldan bir yıl geç mezun olmanın, iş hayata bir yıl geç başlamanın maddi ve manevi kayıplarını anlatmak istemiyorum. Okuldan geç mezun olmanın sıkıntısını en iyi yaşayanlar bilir. Üniversitede okulunu bir veya birkaç yıl uzatmış bir insanla sohbet ederseniz meselenin önemini daha iyi anlarsınız diye düşünüyorum.

Kopya çeken öğrencilere her ne kadar disiplin cezası verilse de verilen cezalar bir türlü caydırıcı olmamaktadır. Üniversitelerimiz kopya çekmenin zararları üzerine önemli araştırmalar yapsa da işin uygulaması aşamasında başarılı sonuçlar alınamamaktadır. Bundan elli yıl önce öğrencilerimiz kopya çekmekte iken bugünde aynı şekilde kopya çekme işlemi devam etmektedir. Aradan geçen yarım asırlık süreçte bu sıkıntıya bir çözüm bulunamamıştır. Hatta teknolojinin gelişmesi sonucu teknolojik cihazların artmasıyla kopya çekme işi daha da artmış görülmektedir. Bazı gelişmiş Avrupa ülkelerinde olduğu gibi bizim ülkemizde hoca soruyu sorduktan sonra sınıfı terk edip gitmediği gibi yanında birkaç tane daha gözetmen getirerek sınav yapmaktadır. Yeni nesillerimizin bu konuya bir çare bulacağını ümit ediyorum. Ülkemizde artık “Kopyacılar Sınıfı” gibi filmler çekilmesin istiyorum.

Ülkemizde yaşayıp ülkemizde okula giden her insanın kendi yaşadığı veya tanık olduğu kopyayla ilgili mutlaka bir anısı ve bir hikayesi vardır. Bende bir zat tanık olduğum, hadisenin içinde başından sonuna kadar yer aldığım, yedi sınıf arkadaşımın aynı anda kopyalarını yakalatma anısını sizlerle paylaşmak istiyorum.

Üniversite son sınıfının ilk yarıyılında “Bilimsel Araştırma Yöntem ve Teknikleri” adında bir ders okuyorduk. Okulumuzda dersin ana bilim dalı hocası olmadığı için derse Eğitim Bilimleri ana bilim dalından Filozof Hüseyin namıyla tanıdığımız Hüseyin Öztürk Hoca giriyordu. Hüseyin Öztürk okulun en bilgili, en disiplinli hocalarından biriydi. Gözünü daldan budaktan esirgemezdi. Başının gideceğini bilse haktan yana tavır alırdı. Gösteriş meraklısı, taklacı insanları hiç sevmezdi. Mazlum insanları ise baş tacı yapardı.

 Daha önce Eğitim Sosyolojisi ve Düşünce ve Uygarlık Tarihi derslerimizi okutmuştu. Filozof Hüseyin’in okuttuğu derslerden geçmek için bayağı zorlanmıştık. Konfüçyüs, Farabi, Gazali gibi onlarca felsefeci düşünür bazı arkadaşlarımızın rüyalarına girmeye başlamıştı. Hüseyin Hoca girmiş olduğu dersleri hakkıyla anlatır, anlatmış olduğu bilgileri sınavda eksiksiz olarak sorardı. Salla başı, al maaşı diyerek vaziyeti idare eden hocalardan değildi. Hüseyin Hoca’nın dersinden geçen öğrenci okuldan mezun olmayı garantilemiş sayılırdı. Anlayacağınız Hüseyin Öztürk gerçek bir hoca değerli bir bilim adamıydı. Hüseyin Öztürk hemşerim olduğu için okuldaki odasına her zaman rahatlıkla gider gelirdim. Bayramda seyranda ara sıra evine de gittiğim olurdu. Kredi ve Yurtlar Kurumundan alacağım kredi için kefil dahi olmuştu. İhtiyacım olması durumunda harçlık bile verirdi. Hüseyin Hoca ile olan bu yakınlığımızı bizim sınıfın hepsi ve okulun en az yarısı bilirdi.

Hüseyin Hoca Bilimsel Araştırma Teknik ve Yöntemleri dersinde dip not, bilim ahlakı, tez yazım kuralları gibi konuları anlatırdı. Dersin kaynak kitabı olmadığı için anlattığı bilgileri deftere yazdırırdı. Birinci vize sınavına kadar ders konularıyla ilgili olarak ortalama yirmi sahife kadar yazı yazdık. Kasım ayının ortasında birinci vize sınavları yapılmaya başlandı. Bilimsel Araştırma Yöntem ve Teknikleri Dersinin birinci vize sınavı en son sınavdı. Cuma günü yedinci ve sekizinci ders saatlerinde yapılacaktı. Sınav günü geldi çattı. Diğer derslerin sınavlarına çok çalıştığımız için hepimiz harap ve bitap düşmüştük. Bilimsel Araştırma Teknik ve Yöntemleri dersinin sınavına yeteri kadar çalışamamıştık. Örneğin ben cuma akşamı ders notlarını yüzeysel olarak ancak bir kere okuyabilmiştim.

Ders saati gelince Hüseyin Hoca elindeki kahverengi meşin çantası ve her zamanki ihtişamlı görünüşüyle amfinin kapısından içeri girdi. Topluca ayağa kalktık. Bize oturun işareti verdikten sonra ordinaryüs profesör edasıyla geçti kürsüye oturdu. Bizlerde yerimize oturduk ve yoklama kağıdını imzaladık. Hoca yoklama kağıdını inceleyip çantaya koydu. Amfideki öğrencileri baştan sona gözünün kenarıyla iyice süzdükten sonra;

Arkadaşlar sınav soruları az, cevapları kısa. Birinci ders saatinde sohbet edelim. Çalışmayan arkadaşlar ders notlarını yeniden gözden geçirsin. Sınavı öbür ders yapalım diyerek başladı konuşmaya. Üniversitede okurken arkadaşının yerine sınava nasıl girdiğini, bazı derslerden hangi tekniği kullanarak kopya çektiğini hor alı ve detaylı şekilde anlattı. Öğrencilik yıllarında yaşadığı birkaç komik anısını anlatarak sınıfı gülmekten kırdı geçirdi. Bazı arkadaşların gülmekten gözleri yaşardı. Hüseyin Hoca gibi kuralcı, disiplinli ve çalışkan bir insanın öğrenci iken kopya çekmesini, başkasının yerine sınava girmesini hepimiz birden hayretle karşıladık. Öğrenciler bu ortak kanaati dil ile ikrar etmeseler de lisanı hal ile ima ettiklerini en azından ben hissettim. Ortam güzel, muhabbet koyu olunca bir saatlik sürenin nasıl geçtiğini hiç anlayamadık. Dersin bitiminde teneffüsse çıkıp sigarımızı dumanlayıp, çayımızı içtikten sonra sınava geç kalma korkusuyla acele şekilde amfiye tekrar döndük.

Hoca teksir makinasıyla çoğaltılmış sınav kağıtları nizami şekilde dağıttı. Başarı dilekleri temennisiyle sınavı başlatarak kürsüsüne geçip oturdu. Sınavın bitmesine beş dakika kala ayağa kalkarak amfinin cam tarafındaki ve ortasındaki sıralarda oturan arkadaşların yedi tanesinin kopya kağıtlarını eliyle koymuş gibi yakaladı. Duvar dibindeki sıralara da benim bakmamı istedi. Ben duvar dibindeki sıraların gözlerine ve çöp kutularının içine bakarken bir kopya kâğıdı buldum. Arkadaşımın kopya kağıdını hocaya teslim etmemin etik olmayacağını düşünerek kopya kağıdını hocaya teslim etmedim. Bir sihirbaz edasıyla kopya kağıdını bir anda ortadan kaybettim. Hoca benim telaşlandığım saniyelerde bir şeyler olduğunu hissederek” Hayrola Teyfik” dedi. Ben çöp kutusundan boş bir kâğıt alarak” Hocam bir kâğıt buldum ama boş imiş” dedim. Hoca inanmadım dercesine bana doğru başını salladı ama yapacağı bir şey yoktu.

Hoca kopya kâğıdı yakalatan arkadaşların kopya kağıtlarını, sınav kağıtlarına toplu iğne ile iliştirerek geçti kürsüye. Morali bozuk, suratı asık vaziyette “Benim dersimde kopya çekmeye nasıl cüret edersiniz. Hakkınızda disiplin soruşturması açtıracağım. Yedinize de birer dönem okuldan uzaklaştırma cezası verdireceğim. O zaman babanızın dam yerini görürsünüz” gibi yüksek sesli cümlelerle arkadaşlara kızmaya, tehdit etmeye başladı. An itibariyle bizim sınıf ses bombası atılmışçasına derin bir sessizliğe büründü. Hocadan başka kimsenin sesi çıkmıyordu. Sade kopya çeken arkadaşların değil, bütün sınıfın morali bir anda bozuldu. Amfi cenaze evine döndü. Hoca sınav süresi bitince sınav evraklarını çantasına koyduğu gibi hızlı adımlarla amfiyi terk etti. Öğrencilerin hepsi de bu şokun etkisiyle hocanın arkasından sessiz vaziyette baka kaldı. Elimizden gelen bir şey yoktu. O saatte okulda bizim sınıftaki öğrencilerden başka ne öğrenci, nede hoca kalmıştı. Müstahdemlerin tozutarak boşalan sınıfları temizledikleri süpürgelerin gıcırtılı seslerinden anlaşılıyordu. Hoca kapıdan çıktıktan birkaç dakika sonra yurda gidecek otobüs kalmaz korkusuyla öğrencilerde birer ikişer sınıftan çıkmaya başladılar.

Sınıfta kimse kalmayınca, en son olarak bende çıktım. Hocayla görüşeyim diye öğretim elamanlarının odalarının olduğu tarafa yöneldim. Hocanın çok kızgın olması nedeniyle kaş yapalım derken göz çıkartırım, arkadaşlarıma zararım olur düşüncesiyle hocanın odasına gitme fikrimden bir anda vaz geçtim. Personel kapısından hızlıca dışarı çıktım. Spor salonunun yanından geçip ihata kapısına varmadan kopya çeken arkadaşlar beni ablukaya aldılar. Hoca görmesin diye bir köşeye çekilerek olayın kritiğini yapmaya başladık. Son sınıf öğrencisi olduğumuz için arkadaşların bir kısmı nişan, bir kısmı düğün telaşına düşmüşlerdi. Bir dönem okuldan uzaklaştırma cezası almaları durumunda bütün hayalleri alt üst olacaktı. Hatta benim gibi fakir olan bazı arkadaşlar bir an öce göreve başlayarak annesine, babasına ve kardeşlerine yardımcı olmak için gün sayıyorlardı. Konuyu enine boyuna değerlendirdik. Arkadaşların bir kısmı hocanın kafasına koyduğunu yapacağına ve herkesi disipline sevk edeceğine inanıyordu. Bir kısmı ise vicdanlı ve inançlı bir insan olduğu için kimseyi disipline sevk etmeyeceklerine inanıyordu. Bir iki tanesi beni kırmayacağını düşünüyordu. Yapıtlığımız uzun değerlendirmeler sonucu, arkadaşların durumunu görüşmek üzere benim cumartesi günü sat on ikide Hüseyin Hoca’nın evine gitmeme karar verildik. Bu karar ben ve diğer yedi arkadaşın oy birliği ile alındı. Gitmesem olmazdı. Bütün arkadaşlar umudunu bana bağlamışlardı. Bizim sınıfın demografik ve siyasi yapısı çok homojendi. Sınıfımızın birlik ve beraberliği de bir o kadar güzeldi. Bu beraberliğimiz aradan yarım asra yakın süre geçtiği halde hala devam etmektedir. Havadan sudan bahanelerle konuşmadığımız arkadaşlarımıza bile başkalarının zarar vermesini istemezdik. Sınıfımızın bu özellikleri nedeniyle bazı hocalar bizim sınıftan ders almak istemezlerdi.

Kopya çeken yedi kişinin hepsi de benim yakın arkadaşımdı. Bir tanesiyle konuşmuyordum ama başta ona zarar gelmesini istemezdim. Benim hocanın evine gitme kararımdan sora okuldan ayrıldık. Evde kalanlar evlerine, yurtta kalanlar yurdumuza gittik. Sıkıntıdan ağzımızı bıçak açmıyordu. Ben kopya çekmediğim, kopya yakalatmadığım halde en çok ben üzülüyordum. Hava eksi on derece kadar soğuk olduğu halde, sıkıntıdan dolayı tüm bedenimi ter basıyordu. O günkü haleti ruhi yemiz, psikolojik durumumuz dip yapmıştı. Gideceği istikameti bilmeyen yılkı atlar gibi bir sağa, bir sola koşup duruyorduk. Yurtta yediğimiz akşam yemeğinden bir tat almadık. Babası ölmüş yas tutan çocuklar gibi kantinin bir köşesinde sessizce oturup vakit geçirmeye, acımızı yaşamaya çalıştık. Yatma saati gelince sessizce odamıza gidip yatağımıza yattık. Aradan kırk yıla yakın bir süre geçtiği halde, o günü düşündükçe içim burkulur, gözlerim dolar, tüylerim diken gibi olur.

Sabahleyin erkeden kalktım. Yurdun yemekhanesinde kopyacı arkadaşların nezaretinde kahvaltımı yaptıktan sonra, belediye otobüsüne binerek doğruca çarşıya gittim. Tabi ki ben çarşıya giderken kopya yakalatan arkadaşlar da benimle koruma polisi gibi çarşıya geldiler. Çarşıda biraz dolaşıp, mağazaların vitrinlerine baktıktan sonra Fenerbahçe çay evine gittik. Fenerbahçe çay evine çarşıda oturan kopyacı arkadaşlarımızda geldiler. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Arkadaşlardan ikisinin gece hiç uyumadığı gözlerinin şeklinden anlaşılıyordu. Çayımızı içip, yeniden bir değerlendirme daha yaptıktan sonra ben Hüseyin Hoca’nın evine doğru hareket ettim. Hocanın evine giderken zihnimde bin çeşit soru dolanıyor, soruların kuyruğu birbirlerine çarpıyordu. Hoca beni evine kabul edecek mi? Evine kabul etse bile arkadaşlarımı disipline vermekten vaz geçecek mi? Gibi onlarca soru hafızamı meşgul ediyordu. Bir yandan da işimin rast gitmesi için ihlas, nas ve felak surelerini okuyordum. Çay ocağı ile hocanın evinin arası beş yüz, altı yüz metre kadar ancak vardı. Bu mesafeyi yürümek ömrümdeki en uzun, en sıkıcı yolculuktu. En uzun adımlarımı attığım halde mesafe hiç azalmıyordu. İki adım atıp üçüncü adıma geldiğimde durup, derin bir nefes alıp biraz düşündükten sonra hareket ediyordum. Nihayet çok karışık bir haleti ruhiye içerisinde Hüseyin Hoca’nın evine ulaştım.

Ellerim titreyerek kapının zilini çaldım. Hoca kapıyı açtı. Karşısında beni görünce biraz şaşırdı. Sonra “Hayrola Teyfik. Kopyacılar için mi geldin?” diye sordu. Bende “Yok hocam. Öğle yemeğine geldim” dedim. Hoca benim cevabıma pek inanmadı ama Allah razı olsun beni yine de evine kabul etti. Bana “Sen şu salonda otur, televizyona bak. Ben yazdığım makaleyi bitireyim” diyerek çalışma odasına gitti. Bu arada sağ olsun yenge hanım bana çay kahve ikramında bulundu. Hoca çalışmasını tamamlayınca yanıma geldi. Memleket ve okul üzerine muhabbet ettik. Birlikte öğle namazı kıldık. Yenge Hanımın “Buyurun yemek hazır” demesi üzerine mutfağa geçerek yemeğimizi yedik. Yemeği bitirdiğimizde saat ikiyi geçiyordu. Yani ben hocanın evine geleli iki saatten fazla olmuştu. Arkadaşlarımın çay ocağında nasıl sancılandıklarını, benden nasıl bir hayırlı haber beklediklerini tahmin dahi edemiyordum.

Yemekten sonra salona geçtik. Ben gelip içeri girdikten sonra ki geçen süreçte hocanın birazcık tavrının yumuşadığı lisanı halinden anlaşılıyordu. Salona geçip oturmadan ben müsaade isteyip paltomu giymeye başladım. Çıkmadan önce arkadaşlarımın durumunu soracaktım ki hoca niyetimi mi okudu bilemiyorum. Lafı ağzımdan aldı. Bana yönelerek “Arkadaşlarını disipline sevk etmeyeceğim. Notlarını sıfır olarak vereceğim. İkinci vizeye ve finale iyi çalışsınlar. Sende gidip disipline vermeyeceğimi söyleme. Pazartesi gününe kadar iyice üzülsünler, sancılansınlar” dedi. Ben “Sağ olasın. Allah razı olsun. Arkadaşlarım adına çok teşekkür ederim hocam” diyerek hocanın evinden jet hızıyla ayrıldım.

Hocanın disipline vermeme kararını arkadaşlara söylememe şansım yoktu. Hocanın evine giderken yürüyerek bitiremediğim yolu çay ocağına giderken beş dakika içinde yürüdüm. Yolda giderken yaşadığım üzüntülü halimden eser kalmamış, üzüntüm mutluluğa dönmüştü. Sevinçten kanat takıp uçmak istiyordum. Çay ocağına geldiğimde, okul arkadaşlarımızdan konuyla alakası olmayan birçok kişinin de oraya geldiğini gördüm. Kopya çeken arkadaşlar beni ayakta karşıladı. Konuşmamaları için elimle sus işareti yaptım. Sağ olsun arkadaşlarda konuyla alakalı olarak bir kelime dahi konuşmadılar. Ben de bir tabureye oturup bir bardak çay içtikten sonra arkadaşlarımı başka bir kahveye götürdüm. Hava çok soğuk olduğu için parkta, bahçede açık havada oturma şansımız yoktu.

Kahvehanede arkadaşlara hocanın evine nasıl gittiğimi, zili nasıl çaldığımı, hocayla neler konuştuğumu noktasından virgülüne kadar ayrıntılı bir şekilde anlattım. Hocanın kendilerini disipline vermeyeceğini söyleyince arkadaşların yüzlerindeki ifadenin bir anda nasıl değiştiğini görmenizi isterdim. Arkadaşlarımın yüzü gülünce, benimde yüzüm güldü. Ortam müsait olsa çifte telli çalıp oynardık herhalde.

Arkadaşlara “Sizler pazartesi gününe kadar disipline verilmeyeceğinizi kimseye söylemeyin. Ben size söylemeyeceğimi hocaya söz verdim. Hoca duyarsa ayıp olur. Benim başka işimi yapmaz. Ben mahcup olurum. Beni mahcup etmeyin” diye iyice tembihte bulundum. Sağ olsun onlarda ağlayıp sızlayarak rollerini oynamaya devam ettiler. Kimseye söylemediler. Böylelikle kopya serüveni son buldu.

İkinci vizeye ve finale çok çalışarak Bilimsel Araştırma Yöntem ve Teknikleri dersini benden önce geçtiler. Öğrencilik yıllarımız bütün sıkıntılarımıza, bütün çaresizliklerimize rağmen güzeldi. Bizler için kendini feda eden candan arkadaşlarımız, çocuklarının rızkını bizlere harçlık olarak veren hocalarımız vardı. İlişkilerimiz samimi ortamımız doğaldı. Bu nedenle sınıf arkadaşlarımızın büyük çoğunluğu ile bugün olmuş ilişkimiz, dostluğumuz devam etmektedir. Dost dediğin ayağını kaydıran değil, kaydığında seni yerden kaldırandır. Öğrencilik yıllarımızda kimin ayağı kaysa kaldırmaya çalıştım. Benim ayağım kaydığında da arkadaşlarım beni ayağa kaldırdıkları gibi, başlarına taç ettiler. Şimdiki öğrencilerin arkadaşlık ilişkisinin bir yıl bile sürmediğine üniversitede çalıştığım için tanıklık ediyorum. Aradan yarım asra yakın süre geçtiği halde yaşadığımız olumlu veya olumsuz yüzlerce anı kar altından yeni çıkmış kardelen çiçekleri gibi hafızamızdaki tazeliğini hala korumaktadır.

Keşke bir yolu olsaydı, geçmişe iltica edip anılarda mülteci kalmanın.


HİKÂYE MALZEMESİ DÜKKÂNI - YUSUFÇUK YANİ/Hasan KEKLİKCİ

 


 -Hocam günaydın.

 -Hayırlı sabahlar Kuzey Bey kardeşim.

 -Size de hayırlı sabahlar Hocam! Dergiye yarın bir öykü yetiştirmem gerekiyor. Bu ara yazmayı biraz boşladık. Akçe-i Hikâyenizi hesabınıza attım bana bir öykü anlatabilir misin? Geçen gönderdiğiniz öykü okuyuculardan, -kârî mi demem gerekirdi yoksa (!)- çok olumlu tepkiler aldı.

 -Kesenize bereket. -Likiditenize mi deseydim- Var ya, Allah bu dili sizin dilinize düşürmesin. Baba oğlu, anne kızını anlayamaz oldu. Kuzey Bey kardeşim dün aile hekimliğine gitmiştim, bir odanın üzerine “Gebe İzlem Odası” yazmışlar. Bankın üstündeki kutunun üzerinde de “Numun Kutusu” yazıyordu. Biz, Çin’den Bosna’ya din ve dil kardeşlerimizle nasıl anlaşırız, derken, siz, Antepliyle Maraşlıyı birbirini anlamaz hale getirmeye çalışıyorsunuz. Benim yaşımda bir insanın elli yıl önce yazılmış bir kitabı okurken bin defa sözlüğe bakması ne acı bir şey. Geçen de bahsetmiştik, bu gidişle yarın bir gün bu gençlik sizin gömütlerinizde (!) cep telefonlarının ışıklarını açıp otururlar; ışıklar içinde uyuyasınız diye. Çünkü dini ve dili oraya getiriyorsunuz. Alo. Kuzey Bey.

 -Buyurun. Buyurun. Dinliyorum. Hocam sizlerdeki bu nostalji alışkısı olduğu sürece zaten uzlaşı olumsallığımız yok. Bu dilin açınım sağlamasının önündeki en büyük sorun da bu zaten.

 -Canım kardeşim dil gelişsin tamam da, sizin uydurduğunuz bir kelimenin ifade ettiği şeyi anlatan en az on kelimesi var bu dilin. Madem dilin gelişmesi için çalışıyorsunuz, yazılarınızda birbirinden güzel o unutturulmuş kelimeleri kullanın. Neyse bu konuyu daha çok konuşuruz. Kaydediyorsanız ben hikâyeye başlayayım.

 -Kaydediyorum. Hatta telefonu ilk açtığımdan berisini de kaydettim. Belli mi olur? Yarın bir gün bu konuşmalarımız bile bir yazı konusu olabilir.

 “Bir kumru geldi. Yusufçuk yani. Hiç kimseye aldırış etmeden dükkânın sonuna kadar gitti. Simit yiyen iki kişinin ayaklarının yanından geri döndü. Dükkânın girişine kadar yürüdü. Oradan tekrar döndü. Plastik iskemlelerde oturan çocukların önüne geldi. Yerde hiçbir yem kırıntısı olmamasına rağmen gagasını birkaç defa yere vurdu. Yeni elbisesiyle sek sek oynayan öksüz kız çocuğu gibi bir iki sıçradı, geri kondu. Çocuklar birbirlerine baktı. Sonra bakışlarını kuşa çevirdiler. Gözleri ışıldadı. Alınlarında düğümlenmiş gibi görünün kaşları çözülüverdi. Yanaklarında gülücükler belirdi. Oğlan ayaklarını topladı. Neredeyse plastik iskemleye yapıştırdı. Kız elindeki çikolatalı ekmekten bir ısırık aldı. Oğlan kızın elini tuttu. İşaret parmağını kapattığı ağzına götürerek ‘sus-kımıldama’ işareti yaptı. Kuş çocukların karşısına geçti. Kız kuşun ayaklarına baktı. ‘Annesi ne güzel kına yakmış’ diye geçirdi içinden. Oğlan gagasına baktı. Gagası çok uzun gibi geldi. Minicik bir simit kırıntısını kursağına nasıl indirebildiğini düşündü. Üçlü koltuğun ucunda oturan adam, elindeki plastik bardağı önündeki sehpaya bırakırken fark etti kuşu. Bir müddet gözleri kuşun kanatlarına takılı kaldı. Sonra plastik taburelerde oturan çocukları gördü. Kuşu gördüklerinde donmuş ve hâlâ nefeslerini tutuyor gibi bir halleri vardı. Kuşun hareketleri oyun gibi geldi adama. ‘Çocukları eğlendiriyor, bir evin balkonunda yumurtadan çıkmış, insan içinde dünyaya gözünü açmış, çocuk görmüş, güngörmüş bir hayvan.’ diye düşündü.

 Sakalları neredeyse beyaz, bıyıkları kır’a yakın, saçlarının çoğunluğu siyah, bir adam, hastanenin acil servis kapısının karşısındaki otoparka doğru yürüdü. Bir otomatik kapı yapılmış olsa, iki üç apartmanlı bir sitenin kapısına benzeyecek olan otoparkın girişine yöneldi. Kâbe hurması gibi budanmış, tepesinde az bir dal bulunan çam ağacının dibindeki, hastaneden hurdaya atılmış, ortadakinin arka kısmı kırık, üçlü oturakta oturan iki kişiye başıyla selâm verdi. Otoparkı ve aynı zamanda hastaneyi çevreleyen demirli betondan yapılma, ihata duvarına zincirle bağlanmış el arabasının yanında bulunan bir plastik tabureyi bulunduğu yerden kaldırıp az öteye koyarak, üzerine oturdu kır bıyıklı adam. Eskiden olsa bu tabureler hasırdan olurdu, diye geçirdi zihninden. Hasırdan yapılmayan plastik taburelerden birini de, özen göstermeden, öyle yarı sürür gibi gürültü çıkartarak önüne aldı. Uyuyormuş da, çıkarttığı gürültüyle uyanmış, kendini toparlamış insanlara has bir bakınma ile etrafına bakındı. Hemen karşısında; bir kız bir oğlan, iki çocuk; çocukların anneleri olduğu her halinden belli olan, beş altı yaşlarında iki çocukla gece gündüz uğraşan anneler gibi zayıf bir hanım oturuyor. Yıl on iki ay tıraşlı, her an özenle taranmış sakalının bir teli bir telinden bir milim uzun olmayan Ulu Caminin yan tarafındaki Şam Tatlıcısının el arabası gibi, demirden yapılmış arabanın sağ tarafında, yine hastane koltuklarından üçlü bir koltuk, üzerinde büyükşehir belediyesi yazan bir bank ve birkaç tane plastik tabure. El arabasının camlı bölümü iki katlı. Alt katında simit, çörek, değişik değişik poğaça ve açma, üst katında ise yarım litrelik plastik şişelerle su ve çeşit çeşit meyve suları duruyor.

Sabah sakal tıraşı olmuş, saçları Şam Tatlıcısı gibi düzgün görünen ve etrafa olan hâkimiyetinden, arabanın sahibi olduğu anlaşılan adam, arabanın yanında bulunan semaverden doldurduğu iki plastik bardak çayı sağ tarafında oturan adamların önüne koydu. Sonra son gelen müşterisine ne istediğini sordu. Kır bıyıklı adam bir tuzlu çörek ve çay istedi. Adam çaya bir şeker attı, ahşap kaşıkla karıştırdı, bir yudum aldıktan sonra önündeki iskemleye bıraktı. Elindeki çöreği bitirinceye kadar bir daha çaya dokunmadı.

 Gün kuşluk vaktine doğru ilerliyordu. Güneş henüz hastane binasının tepesine kadar yükselememiş, randevu saatlerinin gelmesini bekleyen hastalar ve hasta yakınları hastanenin gölgesinde vakit geçiriyorlardı. Ara sıra bir ambulans acil servise giriyor, içindeki hastayı bırakıp gidiyordu. Adam çöreğini bitirdi. Çayını içmeye başladı. Her yudumda başını biraz daha arkaya doğru kaldırıyor, başını her kaldırmasında gözleri hastanenin bir üst katına takılıyor. Derken, son katı gördü. Bakışları gökyüzünün mavisinde kayboldu. Adam gözlerinin peşine düştü…

 Elinde bir dosya ile bir kapıdan girdi. Birkaç adım gitmişti ki geri döndü. Kapıdaki görevliye, bugün bir ihale yapılacağını, dosyaları nereye vereceklerini sordu. Görevli bilmediğini söyledi. Ancak o işlere bakan yetkilinin odasını tarif etti. Adam odayı buldu. Kapıya vurdu. Cevap beklemeden içeri girdi. Başının ön tarafıyla arka tarafı kesin bir çizgiyle ayrılmış, arkası tamamen kıl, ön tarafı komple parlak deri olan adama selam verdi. Selamı alan adam; işinin ehli, tecrübeli bir müdür olduğunu da hissettirerek, masanın hemen önünde, Japon sumo güreşçileri gibi görünen şişman koltukları göstererek oturmasını istedi, elinde dosya olan adamın. Elinde dosya olan adam; kış günleri iki tepenin arasından akan, etrafı buz tutmuş derenin üstünü kaplayan kar beyazı dumanların üzerinden yere doğru süzülüyormuş gibi yumuşacık koltuğun üzerine indi adeta. Müdür, adama hoş geldiğini söyledi. Adam da müdüre, hoş bulduğundan bahsetti. Adam, müdüre diyecek bir laf daha aradı. Zihnindeki kelimeler, gıcırtıyla açılan kapı sesi duymuş hamam böcekleri gibi köşe bucak kaçıştılar. Adam, cümle kuracak kelime bulamadı. Her sıkışanın, darda kalanın, bunalanın, kelimeleri kaçanın, diyecek söz bulamayanın, garip gurabanın imdadına yetişen; müşfik, yardımsever, kurtarıcı ‘şey’ yetişti imdadına. Ardına ilave etti, ‘şey’ dedi ‘kapıdaki görevliye sordum, dosyanın nereye verileceğini bilemedi.’ Masada oturan adam o anda, gömüldüğü bilgisayar ekranından fırladı adeta. Bu işin değişik bir iş olduğunu, kimseye bir şey sorulmaması gerektiğini, ağzının içinde hazır bulunan bir sürü sitem ve kızgınlık da ifade eden kelimelerle anlattı. Etti, edemedi bulut yumuşaklığındaki koltukta otururken bir anda buzla kaplı dereye yuvarlanmış adamı kaldırıp kapıdaki görevliye götürdü. İkisi arasında geçen konuşmayı sordu. Görevli, bir şey konuşmadıklarını, yalnızca gelen adamı kendisine yönlendirdiğini söyledi. Görevlinin amirinin içindeki fırtına dindi, üfürükle doldurulmuş balon söndü. Odaya döndüler. Eski yerlerine oturdular. Müdür, içindeki balonu şişiriyormuş gibi derin bir nefes aldı. Sol tarafındaki pencerenin perdesini kaldırarak, Âd kavmi hükümdarı Kral Şeddad’ın yaptırdığı binalar misali yükselen yapıyı gösterdi: Birazdan senin gibi birkaç kişi daha gelecek şu binanın ihalesini yapacağız, dedi. Bitmiş işin ihalesi yani, diye ilave etti.

 Elindeki çay bardağını, önündeki plastik iskemleye bırakan adam başucunda dikilen çaycıyı fark etti. Çaycı bir çay daha isteyip istemediğini soruyordu. Bir rüyanın içinden çıkmış gibi gözlerini çaycıya dikti. Karşısındaki adamın Şeddad olmadığını görünce sevindi. ‘Olur’ dedi, ‘bir çay daha...’ Gelen çayın parasını uzattı. Adam aldığı parayı cebinden çıkardığı para destesinin arasına yerleştirirken ‘Eyvah’ dedi, ‘deminki adama parasının üstünü verirken, on lira diye iki yüz lirayı vermişim! Yazıklar olsun! O da öyle alıp gitmiş.’

 Güneş otoparkın karşısına sıralanmış olan eczanelerin camlarından yansıyor, yoldan geçen araçların kaldırdığı tozları parlatıyordu. Güneş ışıkları, annesinin verdiği küçük bir parça simidi minicik parmaklarıyla bölüp bölüp önünde, kendisine alışmış olan yusufçuğun kınalı ayaklarının dibine atan minik kızın üzerine gelmemişti henüz. Kızın annesinin yanına genç bir kız yaklaştı. Karşıdaki eczanenin camından yansıyan ışık gözlerini almış gibi gözlerini eliyle kapattı. Gözlerini açıp elini çocukların annesinin omuzuna koydu. ‘Yenge!’ dedi. Güneş hastanenin tepesine çıktı. Göle gökten bir taş düştü. Göl dalgalandı. Yusufçuk uçup gitti. Genç kız çocukları kucakladı. Yenge hastaneye seğirtti.”

_______________________________________________________________________________________

NOT: Satılan, anlatılan ve yazılan hikâyeler tamamen hayal ürünüdür. Hiçbir kişi veya kurumla alâkası yoktur. Hiçbir hayvana zarar verilmemiştir


BU ŞEHRİN KİMSESİZ ÇOCUKLARI/Samet YURTTTAŞ

 


Gece

Eve dönüş türküsü fısıldarken

Gümüşten yıldızlara güvenir

Bu şehrin kimsesiz çocukları

Ve düşürmez takvimden

Yaşanan iğrenç zamanları


Gün batınca

Gökte çırpınan son ışık gibi

Ağaçtan savrulan yaprak gibi

Sokakların sessizliğinde boğulan

Karanlık gibi

Her şey bu kadar kötüyken

Nerede beklesin kardeşlerini

Betonu yontan gözyaşlarından

Şimşekler çakıyor

Bu şehrin kimsesizliği büyütüyor onları


Ölüm elinde gülle bekliyor

Çocukları


ESİR DÜŞSEK NE OLURDU? /Teyfik KARADAŞ

 


Üniversite son sınıf öğrencisi idim. İlkbahar mevsimi gelip nisan ayının ortası olunca Niğde’nin her yerinde karlar eridi. Karların erimesiyle dağlar, tepeler, ovalar yeşermeye başladı. Sadece Hasan dağının yüksek kesimlerindeki karlar erimedi. Hasan dağının zirvesindeki erimeyen karların ovaya pek zararı olmuyordu. Doğa canlanmaya, insanlar hareketlenmeye başladı. Bizde ikinci vize sınavları dönemi olunca; hafta içi sıkı bir şekilde ders çalışıp, hafta sonları, Gümüşler Barajı, Kaya Ardı Bağları gibi yakın yerlere pikniğe gitmeye başladık. O günlerde moralimiz yerinde, günlerimiz sorunsuz ve güzel bir şekilde geçiyordu.

Yirmi Üç Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramının yapılacağı haftaydı sanırım. Coğrafya hocamız Cüneyt Utku Mutlu mayıs ayının ilk haftaı Karadeniz ve Doğu Anadolu Bölgeleri Tarih Coğrafya inceleme Gezisi yapılacağını, gezi süresinin beş gün, ücretinin atmış bin lira olduğunu ilan etti. İlanı duyar duymaz bu geziye katılmaya karar verdim. Çırpınırdın Karadeniz Marşını okuyarak büyüdüğümüz için Karadeniz’in çırpınmasını görmek bilinç altıma girmişti. Doğu Anadolu’da düşmanla savaşmadan soğuktan doksan dokuz bin askerimizi şehit verdiğimiz Allahuekber Dağlarını görmek en büyük hayallerim arasındaydı. Bu geziyle bu hayallerim gerçek olacaktı. Birkaç yerden burs ve kredi aldığım için ekonomik yönden bir sıkıntım yoktu. Okul idaresine gittim herkesten önce liste başına adımı yazdırdım. Ücreti ödedim. Bizi geziye götürecek otobüsü üniversite verdiği halde, yakıtı geziye katılacak öğrenciler karşılayacağı için gezi ücreti o günkü şartlarda oldukça pahalıydı. Yol ücreti pahalı, gezi süresi uzun olunca; öğrenciler olarak biz otuz kişilik bir otobüsü bile dolduramadık. Boş kalan beş koltuğu okulun memurları doldurdu.

Önceden planlandığı üzere mayıs ayının ilk haftası cumayı cumartesine bağlayan gece, geziye katılacak kafile okul bahçesinde toplandı. Liste üzerinden yoklama yapıldı. Herkesin geldiği anlaşıldı. Gezi süresince kullanacağımız kaşık, çatal, tabak gibi mutfak malzemeleri ve kahvaltılıklar otobüsün bagajına yerleştirildi. Mutfak malzemeleri arasında kebap yapımında kullanılacak mangallar, ızgaralar ve şişler bile vardı. Gezi kafilesinde bulunan otuz kişi yemek ve kahvaltıda ortak hareket etmeleri için altışar kişilik guruplara bölündü. Guruplar oluşturulurken okuldaki arkadaşlık ilişkilerinden ziyade kaynaşma ilkesi ön planda tutuldu. Bu nedenle bizim sınıftaki dört kişiden her biri ayrı guruba düştü. Hazırlıklar tamamlanınca otobüse binerek Niğde’den Nevşehir istikametin doğru yavaş yavaş hareket ettik. Şehir içinde kaplumbağa hızıyla ilerleyen otobüsümüz karayoluna çıkınca yaydan çıkmış ok gibi yerinden fırlamaya başladı. Kafile reisimiz Cüneyt Utku Mutlu Hocamdı. Utku Hocam otobüs hareket ederken mikrofonu eline alarak yapmış olduğu konuşmada; gezinin kurallarını anlattıktan sonra kendisinin eskiden Kars’ta öğretmen olarak görev yaptığını ve eşinin Çıldırlı olduğunu, bu nedenle Doğu Anadolu Bölgesini elinin içi gibi bildiğini hatırlattı. Utku Hocam ayrıca Doğu Anadolu’daki tarihi mekanları bize eksiksiz olarak gezdireceğini söz verdi.

Utku Hocamın konuşması ve öğrencilerin sorularını cevaplandırması epey zaman almış olmalı ki otobüsümüz bu sürede Nevşehir’e ulaştı. Kapadokya’nın başkenti Nevşehir’e vardığımızda vakit gece yarısı olmuş caddelerde polislerden başka bir canlı kul kalmamıştı. Kızılırmak nehrini Avanos Köprüsünden geçtikten sonra ben Himmet Dede yol çatına varmadan uyumuşum. Yozgat’ın hangi beldelerinden, hangi ilçelerinden geçtik bilemiyorum. Gözümü açtığımda otobüsümüz Çorum’a ulaşmıştı. Çorum’da biraz dolaşıp, kahvaltımızı yaptık. Yolda atıştırmalık olsun diye yarımşar kilo leblebi aldık. Kuru yemişçiden leblebi alırken onlarca çeşit leblebiyi görünce şaşırdım kaldım. Ben o ana kadar iki çeşit leblebi olduğunu sanıyordum. Çorum’da işimiz bittikten sonra şehzadeler şehri Amasya’ya doğru yol almaya başladık. Otobüsün ses sistemlerin oyun havaları çaldıkça bilen arkadaşlarımız oynuyor, oynamayan arkadaşlarımız alkış tutuyordu. Sesi güzel arkadaşlarımız müziğe eşlik ederken, darbuka çalan arkadaşlarımız ortamı şenlendiriyordu. Yolculuğumuzun neşesine diyecek yoktu. Utku Hocam arada bir mikrofonu eline alarak geçtiğimiz şehirler, gördüğümüz dağlar ve ovalar hakkında bize kısa bilgiler veriyordu. Otobüs ilerledikçe bitki örtüsü değişiyor, İç Anadolu Bölgesinin step topraklarının yerini Karadeniz Bölgesinin ormanlık dağları almaya başlıyordu.

Köylerden, kasabalardan ilçelerden geçip şehzadeler şehri Amasya’ya ulaştık. Amasya şehri Yeşilırmak deltasındaki bir vadinin ortasında yer alıyordu. Vadinin etrafı kayalık dağlarla çevrili, Yeşilırmak şehrin konuşlandığı vadiyi adeta bir bıçak gibi ortadan ikiye bölüyordu. Irmağın kenarındaki tarihi konaklar ecdadın mimarideki estetik anlayışını anlatmaya yetiyordu. Şehrin sol tarafındaki Amasya Kalesine çıkarken gördüğümüz kaya mezarlar şehrin ne kadar eski bir tarihe sahip, nice medeniyetlere ev sahipliği yaptığına ışık tutuyor, tanıklık ediyordu. Çarşıda tenekeden semaver yapan ustaları vurduğu çekiç sesleri birbirine karışıyordu. Eşsiz güzellikteki coğrafyası, tarihi mekanları, güler yüzlü usta sanatkârlarıyla kadim bir şehir olan Amasya’dan öğle vakti ayrılıp kurtuluşta ilk adımın atıldığı Samsun şehrimize doğru hareket ettik.

Havza’dan Kavak’tan geçtikten sonra Samsun’a beş kilometre kala yüksekçe bir tepenin üzerine geldiğimizde, Karadeniz’in dalgalı, hırçın suları en uzak mesafeden karşıladı bizi. Samsun’a vardığımızda çocuklar gibi sevindik. İlk olarak Mustafa Kemal’i ve silah arkadaşlarını İstanbul’dan Samsun’a getiren Bandırma Vapurunu ziyaret ettik. Gazi Müzesini dolaştık. Lunaparkta çarpışan otomobillere bindik. Gondola binip sallandık. Faytonlara binip tur attık. Samsun sahilinde; gondoldaki korktuğumuz beş dakikalık süreyi saymaz isek, üç dört saat hoşça vakit geçirdik. Bir metropol olarak Samsun şehrinin mağazalarının büyüklüğünden, binalarının mimarisinden, çarşısından, pazarından ve insanlarının nezaketinden etkilenmedim desem yalan olur. Vakit akşam olunca yatmak için Kredi ve Yurtlar Kurumunun Samsun Yurduna gittik. Yurtta bir gece kaldık. Yurtta kaldığımız gece bize imkanları ölçüsünde ev sahipliği yapmaya çalışan On dokuz Mayıs Üniversitesinin an itibariyle adını hatırlayamadığım kadir şinas öğrencilerine bugün olmuş müteşekkirim. Geceyi Samsun’da geçirip iyice dinlendikten sonra zaman kaybetmemek için gün doğmadan evvel Trabzon’a doğru hareket ettik. Samsun’dan çıktıktan sonra Trabzon’a kadar hiçbir ili ve ilçeyi gezmedik. Müsait olan bir mekânda kahvaltı yaptık. Karadeniz’i kuş bakışı gören bir petrolde yakıt molası verdik. Tabi ki mola verdiğimiz mekanlarda Karadeniz’in eşsiz güzellikleri arasında fotoğraf çektirmeyi de ihmal etmedik. Ordunun derelerinin yukarıya değil, Karadeniz’e aktığını gördük. Giresun’daki fındık bahçelerini uzak tanda olsa temaşa etme şansımız oldu. Gördüğümüz balta girmemiş minare gibi göklere yükselen ormanlık alanlarda çıplak gözle yeşilin otuz üç tonunu saydım. Karadeniz’in çırpınan suları üzerinde balina gibi yüzen devasa büyüklükteki Türk Bayraklı yüzlerce gemiyi görünce nasıl duygulandığımı anlatamam. Bir anda gözlerim yaşardı. Kısa bir sürede ruhumdaki Karadeniz sevgisi aşka dönüştü. Benim beynimde tarifi mümkün olmayan fırtınalar koparken, ikindi ezanı okunurken Trabzon’a intikal ettik. Samsun’dan başlayıp Trabzon’da biten yolculuğumuz tamı tamına on iki saat sürdü. Şehir merkezinde vakit kaybetmeden doğrudan Sümela Manastırına gittik. Sümela Manastırını ziyaret edip birkaç poz resim çektirdikten sonra Rize’ye doğru hareket ettik. Karadeniz’in çağlayarak akan ırmakları, yüksek dağlardaki karların erime mevsimi olduğu için yatağına sığmıyordu. Rize’ye vardığımızda hava kararmış, çoktan akşam olmuştu. Trabzon’dan Rize’ye kadar sol taraf deniz sahili, sağ taraf tamamen çay bahçeleriyle kaplıydı. Karadeniz’in cefakâr ve çalışkan kadınları beşer onar guruplar halinde çay bahçelerinde çay biçiyorlardı. Rize’nin Çayeli ilçesinde yediğim kuru fasulyenin tadını bugün olmuş unutamıyorum. Çayeli’nden sonra Hopa’ya vardık. Hopa’da durmadan Sarp Sınır Kapısına hareket ettik. Hopa’dan sonra karayolu iyice ıssızlaştı. Bizimle aynı istikamete giden ikinci bir araba olmadığı gibi Sovyetler Birliği tarafından gelen araç sayısı bir elin parmakları kadar azdı.

Otobüsümüz bu sessiz sakin coğrafyanın yılan gibi kıvrılan dar yollarında normal bir hızla ilerlerken biz öğrencilerin coşkusu zirve yapıyordu. Aradan geçen iki günlük zaman diliminde herkes birbirini yakından tanıma imkânı bulduğu için eğlencenin dozajı başlangıç noktasına göre iyice artmıştı. Türküler söyleniyor, fıkralar anlatılıyor, kahkaha tufanları gök yüzüne yükseliyordu. Bütün öğrenciler önceden bilmediğimiz yeteneklerini bir bir sergiliyorlardı. İşte olanlar böylesine güzel, böylesine coşkulu bir ortam içerisinde oldu.

Gece yarısı olmuş, saat on ikiye geliyordu. Sarp köyü levhasını gördük. Levhadan yaklaşık üç kilometre ileride ışıkları pırıl pırıl parlayan bir yerleşim yeri görünüyordu. Ben oranın Sarp Sınır Kapısı olduğunu tahmin ettim. Muhtemelen şoförümüzde benim gibi düşündü. Gördüğümüz yerin mesafesi uzak olunca süratini düşürmedi. Aynı hızla yoluna devam etti. Öğrencilerin çoğu eğlendikleri için yolun levhanın farkında bile değildi. Ben o anda ön taraftaki tek kişilik koltukta oturuyordum. Yüksek bir yerden otobüsün ön camına tutulan ışığın etkisiyle durduk. Durduğumuz anda etrafımızı silahlı askerler kuşattı. Biz neye uğradığımızı şaşırdık. Uyuyan arkadaşlarımız da uyandı.

Bir astsubay “Siz ne yapıyorsunuz. Üç metre daha gitseniz Sovyetler Birliğine esir düşerdiniz. Hem kendi başınız belaya girerdi. Hem de bizim başımızı belaya sokardınız” diyerek sitemli şekilde konuşmaya başladı. Utku Hocamda “Kusura bakmayın bey efendi fark etmedik” dedi. Bu sırada kısa sürelide olsa sınırın karşı tarafında da küçük bir hareketlenme yaşandı. Kısa bir süre içinde iş tatlıya bağlandı. Eli silahlı Sovyet askerleri de bir anda gözden kayboldu. Sovyet askerleriyle bizim aramız beş metreden yakındı. Meğerse bizim gördüğümüz parlak ışıklarla kaplı bölge Sarp Köyünün Sovyetlerde kalan kısmı imiş. Sınır çizilirken köyün derenin batısında kalan kısmı Türkiye’ye, doğusunda kısmı ise Sovyetlere bırakılmış. Sovyetler Birliği halkı açlık içinde yaşarken Türkiye’ye karşı güçlü görünmek için Sarp Köyünün evlerini modern şekilde inşa ettirip ışıklandırmış ama halk Türkiye tarafında kalan akrabalarının tel örgü üzerinden attıkları makarna, un, bulgur gibi ambalajlı gıdalarla karnını doyuruyormuş.

Gümrük kapısı Sarp Köyünü ikiye bölen derenin üzerine yapılmış küçük köprünün sol tarafındaymış. Bizim vardığımız saatte gümrük memurları bu saatte kimse gelmez diye gümrük binasına çay içmeye gitmişler. Nöbet kulesindeki asker bizi ışıkla uyarmış ama biz fark etmemişiz. Ancak Sovyet askerinin uyarısıyla durabildik. Üç metre daha gitsek Sovyetler birliğine esir düşecektik. O tarihte Sovyetler daha dağılmamış ve ülkemizle de ilişkileri iyi değildi. Kafilemizde bulunan yolcuların çoğunluğu kadındı. Eğer Sovyetlere esir düşseydik, başımıza nelerin geleceğini siz hesap edin. Bizi hangi usulsüz istekleri için pazarlık konusu yapacaklarını bilemiyorum. Belki de sınırlarına girsek bizi sorgusuz sualsiz olarak kurşuna dizerlerdi. Belki de Moskova’ya götürüp hapishaneye atarlardı. Nasıl bir muameleye tabi tutulurduk bilemiyorum ama İçimizdeki belki bir ağzı dualı kulun veya içimizden birinin sadaka verdiği bir masumun bir iyiliği karşılık geldi de, salise farkıyla esaretten kurtulduk şükür.

Orada görevli asker ve gümrükçülerde sınır ihlali yapıp Sovyetler Birliğine esir düşmediğimiz için bizden çok sevindiler. Biz esir düşseydik gümrükçülerin ve askerlerinde başı ağrırdı. Durum normale binince merhum Utku Hocama “Hocam Sovyetler Birliğine bir bozkurt selamı vereyim de dağılsın” dedim. Sovyet askerlerinin olduğu tarafa dönüp iki elimle birlikte bozkurt selamı verdim. Ben selam verdikten üç yıl sonra Sovyetler Birliği dağıldı. Ben o zaman Erciş’te öğretmendim. Yaz tatilinde Niğde’ye gittiğimde Utku hocamı da ziyaret ettim. Utku Hocamla muhabbet ederken birlikte gittiğimiz Karadeniz gezisi aklına geldi. “Helal olsun Pehlivan! Bir selam verdin. Sovyetleri dağıttın” diyerek espri yaptı.

Gümrük memurları bizi topluca gümrük binasına götürerek çay ikram ettiler. Sarp Sınır Kapısında nöbet tutan altı gümrük memurunun üçü hemşerimdi. Yani Kahramanmaraşlıydı. Çayımızı içtikten sonra geri döndük. Hopa’ya gelince rotamızı Artvin Ardahan yönüne çevirdik. Artvin’e varınca yorgunluktan uyumuşum. Uyandığımda kendimi gök yüzünde sandım. Yüksek bir dağın tepesine çıkmışız. Aşağıda yıldız gibi sönük bir şekilde parlayan ışıklar görünüyordu. Sonradan öğrendim ki o ışıkları görünen yer Şavşat’mış. Bizim otobüs Artvin’den Ardahan’a giden seksen kilometrelik yolu ancak beş saatte geçebildi. Ardahan’a yaklaşınca güneş doğdu. Yeşil otların içinde otlayan mor koyunlar karşıladı bizi. Sırtı keçeli çobanların kaval sesleri hale zihnimdeki güzelliğini korumaktadır. Çobanların kavallarını, kuşların sesleri dinleyerek saat sekizden önce Ardahan’a girdik. Ardahan o zaman yeni il olmuş küçük bir şehirdi. Caddeleri ve sokakları bakımsız, ticareti hareketliydi. Lokantaların tezgahlarında buğulanan çorbaların, paçaların bolluğu ve bereketi dikkatimizi çekti. Sabahın erken saatinde lokantalar ağzına kadar insan doluydu. Köylerden, kazalardan alışveriş yapmak için Ardahan’a gelen vatandaşlar caddeleri, sokakları miting alanı gibi çoktan doldurmuştu. Çarşıdaki hareketlilik şehrin büyüklüğüne göre iyi sayılırdı. Yemek fiyatları oldukça ucuzdu. Niğde ile mukayese edecek olursak, yarısı kadardı. Bizde ikişer üçer lokantalara girerek karnımızı doyurduk.

Ardahan’da karnımızı doyurduktan sonra Çıldır’a geçtik. Çıldır’da Utku hocamın eşinin kardeşleri karşıladı bizi. Çıldırın Kaymakamından, Belediye Başkanına kadar herkes bizimle ilgilendiler. Bize ev sahipliği yaptılar. Allah hepsinden de razı olsun. Çıldır o zaman çok küçük bir ilçeydi. Nüfusu az binaları eskiydi. İlçenin misafirperver halkı ve kıymetli yöneticileri bizimle yakından ilgilenerek küçücük Çıldır ilçesini, zihnimizde büyüttüler.

Tarihi mekanları ziyaret etmek ve öğle yemeği yemek amacıyla ilçe yakınlarında Çıldır Gölüne gittik. Çıldır Gölünde Alparslan Hanın yazlık tahtını ziyaret ettik. Göl kıyısındaki yazlık bir restoranda yediğim tere yağıyla kızartılmış alabalığın tadı halen damağımdadır. Muhtemelen geziye katılan diğer arkadaşlarda benimle aynı kanaattedir. Balığı yiyip karnımız doyunca kayık ile Çıldır Gölünde gezinti yapmaya karar verdik. Gölün kıyısında bulunan balıkçı kayığının sahibiyle anlaştık. Ücret kişi başı olunca kayıkçı küçücük kayığa on iki kişi bindirdi. Kayık hareket ettiğinde bir sıkıntı yoktu. Kayık gölün içinde beş yüz metre kadar ilerleyince batmaya başladı. Ben bu ara rahat yüzeyim diye üzerimdeki montu çıkarttım. Korkumuzdan tekbir getirmeye, şahadet çekmeye başladık. Kayıkçının çaldığı alarm düdüğüyle kıyıdan ikin bir kayık yardıma geldi. Altı kişiyi yeni gelen kayığa naklettiler. Bu büyük tehlikeyi de ucuz bu şekilde atlatmış olduk. Kayık batsaydı sonumuzun ne olacağını siz düşünün. Belki yarımızın cesedi bulunur, yarımız Çıldır Gölünün balıklarına yem olurduk. Televizyonlar bir hafta bizim haberimizi verirdi. Arkamızda onlarca gözü yaşlı ana, gözü yaşlı baba bırakırdık. Arkadaşlarımız dönem sonuna kadar sıralarımızın üzerine gül koyarlardı. İşin en kötüsü bir ay sonra öğretmen olarak eğitim ordusuna katılacak vatan evladı yok olurdu vesselam…

Çıldır Gölünde bu tehlike yaşanınca hiç beklemeden Arpaçay üzerinden Erzurum’a hareket ettik. Kars’ı az biraz dolaştıktan sonra Sarıkamış, Horasan üzerinden Erzurum’a gittik. Erzurum vardığımız gece saat on bir olmuştu. Erzurum Öğretmenevinde konakladık. Öğretmenevine varıp odaya çıkar çıkmaz yorgunluktan uyudum.

Sabahleyin erkenden kalkıp kahvaltımızı yaptıktan sonra önce Aziziye Tabyalarını ziyarete gittik. Sonra Abdurrahman Gazi türbesine geçip dualar ettik. Şehrin dışındaki ziyaretlerimiz bitince Kongre Müzesi, Kurşunlu Camisi, Erzurum Kalesi başta olmak üzere Erzurum’un bütün tarihi ve turistik mekanlarını dolaştık. Öğle saatinde cağ kebabı yemesek bir yanımız eksik kalırdı. Erzurum’un meşhur bir lokantasında cag kebabı ve kadayıf dolmasını yedikten sonra çay içmek için Taşhan Çarşısına gittik. Çarşının ortasındaki bir çay ocağına oturduk. Çay ocağındaki müşteriler bizim kılık kıyafetimizden, konuşmamızdan yabancı olduğumuzu hemen anladılar. Benim yanımdaki taburede oturan nurani yüzlü, beyaz sakallı seksen yaşlarındaki bir amca bana yönelerek “Nerelisin oğul?” dedi. Bende “Kahramanmaraşlıyım amca” dedim. Amca ise” Burada ne geziyorsunuz oğul” dedi. Ben ise “Üniversite öğrencisiyiz. Gezi yapıyoruz amca” dedim. Amca da” Biz Kahramanmaraşlıları severiz. Sana bir kayış alıp hediye edeceğim” dedi. Bütün ısrarıma rağmen amcayı ikna edemedim Amca bana çay ocağının karşısındaki saraçtan hakiki deriden bir kayış(kemer) alıp hediye etti. Hepimizin çay parasını ödedi. Sırtımı sıvazlayarak bana dua etti. Şu anda adını bile hatırlayamadığım amcanın bu güzel davranışları benim ruhumdaki, gönlümdeki Erzurum sevgisini bir kat daha artırdı.

Utku Hocam çay paralarını ödemek için kalkınca garson çay paralarının ödendiğini söyleyerek benim oturduğum tarafı gösterdi. Utku Hocam bana” Hesabı niye ödedin” dedi. Ben amcayı işaret ettim “Amcayı nerden tanıyorsun” dedi. Ben ise” Ruhlar aleminden tanıyorum” deyince Hocam başladı gülmeye. Amcaya teşekkür ederek doğunun Paris’i Erzurum’dan coşkulu ve neşeli bir şekilde ayrılarak Erzincan’a doğru ilerlemeye başladık. Doğu Anadolu’nun başı karlı dağlarını seyrederek güzel Erzincan’a ulaştık.

Erzincan’da beş dakikalık bir çay molası verdikten sonra Sivas istikametine doğru hareket ettik. Köyleri geçip dağları aşarak Sivas’a geldik. Sivas’ın merkezinde bulunan kongre müzesi, çifte minareli medrese başta olmak üzere tarihi camilerini, hanlarını, kümbetlerini ziyaret ettik. Ziyaret ettiğimiz mekanlarda kartpostallık resimler çektirdik. Sivas köftesi yiyerek karnımızı doyurduk. Her şeyin bir sonu olduğu gibi gezi programımızın da sonuna gelmiş olduk. Gece saat on iki civarında otobüsümüze binerek Şarkışla, Kayseri üzerinden horozlar öterken Niğde’ye geldik.

Biz bitmesini isteme sekte beş günlük Karadeniz ve Doğu Anadolu Tarih Coğrafya İnceleme Gezisi, Sarp Sınır Kapısında Ruslara esir düşmeden, Çıldır Gölünün soğuk sularında balıklara yem olmadan bitmiş oldu.

Beş günlük gezi boyunca on dokuz ilimizin dağlarını, ovalarını, akar sularını, tarihi ve turistik mekanları gözlerimizle gördük. Okul arkadaşlarımızı daha yakından tanıyarak güzel dostluklar edindik. O günden sonra bana “gezen mi çok bilir, okuyan mı çok bilir diye?” sorulduğunda; gezen çok bilir diyorum. İmkanlarınız ölçüsünde güzel ülkemiz güzelliklerini görmenizi, gezmenizi tavsiye ediyorum.

Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer.


Kan Çanağı/Ömer Faruk Günay

 


                                                            Kerimem Nimet Hanım'a 

Nasıl olsa düşerim diye bırakma kolumu 
Bu şehirde korkusuz hakka giriyorlar 
Cesur ise korkulu oluyor kağıtta ve sözde 
Karşıdan karşıya geçerken korkmuyorum öleceğimden
Yaşım 42 olduğunda kaldırım taşlarından korkmayacağım
Tepemde tebriz üzerindeki aynı gökyüzü
Nasıl olsa düşerim diye tutma kolumu 

Kaç senelik bir mazi evinde 
Açık yüzü, karanlık gözlüğü
Ağzında sulh var bir adam yaklaşıyor
Karanlık gözlük 
Ömer nuşinrevandan 
daha az adaletsiz değili öğretiyor 
eve gelenler arasından gençliği sabırla geçirenlere.
Adilin kaç senelik tezatı karşılanmadı 
tebriz'de karşılığı küfredildi biliyorum
Nasıl olsa düşerim bırakma kolumu 

Kafam -şurası çok mühim ki- temiz fakat
Beyaz tozlu kaldırım taşına ıpsıklak yaslı
Bu korkmadığımdan değildir
Cesur olduğumdan böyle
Sakallarım simsiyah yağlı ve gür
Bu ise korktuğumdan 
Kırmızı beyaz tenim ise 
Özgür bir son gibi mağrur ve kaybolmuş.
Kolumu bırakmadığın için.