Üniversite son sınıf öğrencisi idim. İlkbahar mevsimi gelip nisan ayının ortası olunca Niğde’nin her yerinde karlar eridi. Karların erimesiyle dağlar, tepeler, ovalar yeşermeye başladı. Sadece Hasan dağının yüksek kesimlerindeki karlar erimedi. Hasan dağının zirvesindeki erimeyen karların ovaya pek zararı olmuyordu. Doğa canlanmaya, insanlar hareketlenmeye başladı. Bizde ikinci vize sınavları dönemi olunca; hafta içi sıkı bir şekilde ders çalışıp, hafta sonları, Gümüşler Barajı, Kaya Ardı Bağları gibi yakın yerlere pikniğe gitmeye başladık. O günlerde moralimiz yerinde, günlerimiz sorunsuz ve güzel bir şekilde geçiyordu.
Yirmi Üç Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramının yapılacağı haftaydı sanırım. Coğrafya hocamız Cüneyt Utku Mutlu mayıs ayının ilk haftaı Karadeniz ve Doğu Anadolu Bölgeleri Tarih Coğrafya inceleme Gezisi yapılacağını, gezi süresinin beş gün, ücretinin atmış bin lira olduğunu ilan etti. İlanı duyar duymaz bu geziye katılmaya karar verdim. Çırpınırdın Karadeniz Marşını okuyarak büyüdüğümüz için Karadeniz’in çırpınmasını görmek bilinç altıma girmişti. Doğu Anadolu’da düşmanla savaşmadan soğuktan doksan dokuz bin askerimizi şehit verdiğimiz Allahuekber Dağlarını görmek en büyük hayallerim arasındaydı. Bu geziyle bu hayallerim gerçek olacaktı. Birkaç yerden burs ve kredi aldığım için ekonomik yönden bir sıkıntım yoktu. Okul idaresine gittim herkesten önce liste başına adımı yazdırdım. Ücreti ödedim. Bizi geziye götürecek otobüsü üniversite verdiği halde, yakıtı geziye katılacak öğrenciler karşılayacağı için gezi ücreti o günkü şartlarda oldukça pahalıydı. Yol ücreti pahalı, gezi süresi uzun olunca; öğrenciler olarak biz otuz kişilik bir otobüsü bile dolduramadık. Boş kalan beş koltuğu okulun memurları doldurdu.
Önceden planlandığı üzere mayıs ayının ilk haftası cumayı cumartesine bağlayan gece, geziye katılacak kafile okul bahçesinde toplandı. Liste üzerinden yoklama yapıldı. Herkesin geldiği anlaşıldı. Gezi süresince kullanacağımız kaşık, çatal, tabak gibi mutfak malzemeleri ve kahvaltılıklar otobüsün bagajına yerleştirildi. Mutfak malzemeleri arasında kebap yapımında kullanılacak mangallar, ızgaralar ve şişler bile vardı. Gezi kafilesinde bulunan otuz kişi yemek ve kahvaltıda ortak hareket etmeleri için altışar kişilik guruplara bölündü. Guruplar oluşturulurken okuldaki arkadaşlık ilişkilerinden ziyade kaynaşma ilkesi ön planda tutuldu. Bu nedenle bizim sınıftaki dört kişiden her biri ayrı guruba düştü. Hazırlıklar tamamlanınca otobüse binerek Niğde’den Nevşehir istikametin doğru yavaş yavaş hareket ettik. Şehir içinde kaplumbağa hızıyla ilerleyen otobüsümüz karayoluna çıkınca yaydan çıkmış ok gibi yerinden fırlamaya başladı. Kafile reisimiz Cüneyt Utku Mutlu Hocamdı. Utku Hocam otobüs hareket ederken mikrofonu eline alarak yapmış olduğu konuşmada; gezinin kurallarını anlattıktan sonra kendisinin eskiden Kars’ta öğretmen olarak görev yaptığını ve eşinin Çıldırlı olduğunu, bu nedenle Doğu Anadolu Bölgesini elinin içi gibi bildiğini hatırlattı. Utku Hocam ayrıca Doğu Anadolu’daki tarihi mekanları bize eksiksiz olarak gezdireceğini söz verdi.
Utku Hocamın konuşması ve öğrencilerin sorularını cevaplandırması epey zaman almış olmalı ki otobüsümüz bu sürede Nevşehir’e ulaştı. Kapadokya’nın başkenti Nevşehir’e vardığımızda vakit gece yarısı olmuş caddelerde polislerden başka bir canlı kul kalmamıştı. Kızılırmak nehrini Avanos Köprüsünden geçtikten sonra ben Himmet Dede yol çatına varmadan uyumuşum. Yozgat’ın hangi beldelerinden, hangi ilçelerinden geçtik bilemiyorum. Gözümü açtığımda otobüsümüz Çorum’a ulaşmıştı. Çorum’da biraz dolaşıp, kahvaltımızı yaptık. Yolda atıştırmalık olsun diye yarımşar kilo leblebi aldık. Kuru yemişçiden leblebi alırken onlarca çeşit leblebiyi görünce şaşırdım kaldım. Ben o ana kadar iki çeşit leblebi olduğunu sanıyordum. Çorum’da işimiz bittikten sonra şehzadeler şehri Amasya’ya doğru yol almaya başladık. Otobüsün ses sistemlerin oyun havaları çaldıkça bilen arkadaşlarımız oynuyor, oynamayan arkadaşlarımız alkış tutuyordu. Sesi güzel arkadaşlarımız müziğe eşlik ederken, darbuka çalan arkadaşlarımız ortamı şenlendiriyordu. Yolculuğumuzun neşesine diyecek yoktu. Utku Hocam arada bir mikrofonu eline alarak geçtiğimiz şehirler, gördüğümüz dağlar ve ovalar hakkında bize kısa bilgiler veriyordu. Otobüs ilerledikçe bitki örtüsü değişiyor, İç Anadolu Bölgesinin step topraklarının yerini Karadeniz Bölgesinin ormanlık dağları almaya başlıyordu.
Köylerden, kasabalardan ilçelerden geçip şehzadeler şehri Amasya’ya ulaştık. Amasya şehri Yeşilırmak deltasındaki bir vadinin ortasında yer alıyordu. Vadinin etrafı kayalık dağlarla çevrili, Yeşilırmak şehrin konuşlandığı vadiyi adeta bir bıçak gibi ortadan ikiye bölüyordu. Irmağın kenarındaki tarihi konaklar ecdadın mimarideki estetik anlayışını anlatmaya yetiyordu. Şehrin sol tarafındaki Amasya Kalesine çıkarken gördüğümüz kaya mezarlar şehrin ne kadar eski bir tarihe sahip, nice medeniyetlere ev sahipliği yaptığına ışık tutuyor, tanıklık ediyordu. Çarşıda tenekeden semaver yapan ustaları vurduğu çekiç sesleri birbirine karışıyordu. Eşsiz güzellikteki coğrafyası, tarihi mekanları, güler yüzlü usta sanatkârlarıyla kadim bir şehir olan Amasya’dan öğle vakti ayrılıp kurtuluşta ilk adımın atıldığı Samsun şehrimize doğru hareket ettik.
Havza’dan Kavak’tan geçtikten sonra Samsun’a beş kilometre kala yüksekçe bir tepenin üzerine geldiğimizde, Karadeniz’in dalgalı, hırçın suları en uzak mesafeden karşıladı bizi. Samsun’a vardığımızda çocuklar gibi sevindik. İlk olarak Mustafa Kemal’i ve silah arkadaşlarını İstanbul’dan Samsun’a getiren Bandırma Vapurunu ziyaret ettik. Gazi Müzesini dolaştık. Lunaparkta çarpışan otomobillere bindik. Gondola binip sallandık. Faytonlara binip tur attık. Samsun sahilinde; gondoldaki korktuğumuz beş dakikalık süreyi saymaz isek, üç dört saat hoşça vakit geçirdik. Bir metropol olarak Samsun şehrinin mağazalarının büyüklüğünden, binalarının mimarisinden, çarşısından, pazarından ve insanlarının nezaketinden etkilenmedim desem yalan olur. Vakit akşam olunca yatmak için Kredi ve Yurtlar Kurumunun Samsun Yurduna gittik. Yurtta bir gece kaldık. Yurtta kaldığımız gece bize imkanları ölçüsünde ev sahipliği yapmaya çalışan On dokuz Mayıs Üniversitesinin an itibariyle adını hatırlayamadığım kadir şinas öğrencilerine bugün olmuş müteşekkirim. Geceyi Samsun’da geçirip iyice dinlendikten sonra zaman kaybetmemek için gün doğmadan evvel Trabzon’a doğru hareket ettik. Samsun’dan çıktıktan sonra Trabzon’a kadar hiçbir ili ve ilçeyi gezmedik. Müsait olan bir mekânda kahvaltı yaptık. Karadeniz’i kuş bakışı gören bir petrolde yakıt molası verdik. Tabi ki mola verdiğimiz mekanlarda Karadeniz’in eşsiz güzellikleri arasında fotoğraf çektirmeyi de ihmal etmedik. Ordunun derelerinin yukarıya değil, Karadeniz’e aktığını gördük. Giresun’daki fındık bahçelerini uzak tanda olsa temaşa etme şansımız oldu. Gördüğümüz balta girmemiş minare gibi göklere yükselen ormanlık alanlarda çıplak gözle yeşilin otuz üç tonunu saydım. Karadeniz’in çırpınan suları üzerinde balina gibi yüzen devasa büyüklükteki Türk Bayraklı yüzlerce gemiyi görünce nasıl duygulandığımı anlatamam. Bir anda gözlerim yaşardı. Kısa bir sürede ruhumdaki Karadeniz sevgisi aşka dönüştü. Benim beynimde tarifi mümkün olmayan fırtınalar koparken, ikindi ezanı okunurken Trabzon’a intikal ettik. Samsun’dan başlayıp Trabzon’da biten yolculuğumuz tamı tamına on iki saat sürdü. Şehir merkezinde vakit kaybetmeden doğrudan Sümela Manastırına gittik. Sümela Manastırını ziyaret edip birkaç poz resim çektirdikten sonra Rize’ye doğru hareket ettik. Karadeniz’in çağlayarak akan ırmakları, yüksek dağlardaki karların erime mevsimi olduğu için yatağına sığmıyordu. Rize’ye vardığımızda hava kararmış, çoktan akşam olmuştu. Trabzon’dan Rize’ye kadar sol taraf deniz sahili, sağ taraf tamamen çay bahçeleriyle kaplıydı. Karadeniz’in cefakâr ve çalışkan kadınları beşer onar guruplar halinde çay bahçelerinde çay biçiyorlardı. Rize’nin Çayeli ilçesinde yediğim kuru fasulyenin tadını bugün olmuş unutamıyorum. Çayeli’nden sonra Hopa’ya vardık. Hopa’da durmadan Sarp Sınır Kapısına hareket ettik. Hopa’dan sonra karayolu iyice ıssızlaştı. Bizimle aynı istikamete giden ikinci bir araba olmadığı gibi Sovyetler Birliği tarafından gelen araç sayısı bir elin parmakları kadar azdı.
Otobüsümüz bu sessiz sakin coğrafyanın yılan gibi kıvrılan dar yollarında normal bir hızla ilerlerken biz öğrencilerin coşkusu zirve yapıyordu. Aradan geçen iki günlük zaman diliminde herkes birbirini yakından tanıma imkânı bulduğu için eğlencenin dozajı başlangıç noktasına göre iyice artmıştı. Türküler söyleniyor, fıkralar anlatılıyor, kahkaha tufanları gök yüzüne yükseliyordu. Bütün öğrenciler önceden bilmediğimiz yeteneklerini bir bir sergiliyorlardı. İşte olanlar böylesine güzel, böylesine coşkulu bir ortam içerisinde oldu.
Gece yarısı olmuş, saat on ikiye geliyordu. Sarp köyü levhasını gördük. Levhadan yaklaşık üç kilometre ileride ışıkları pırıl pırıl parlayan bir yerleşim yeri görünüyordu. Ben oranın Sarp Sınır Kapısı olduğunu tahmin ettim. Muhtemelen şoförümüzde benim gibi düşündü. Gördüğümüz yerin mesafesi uzak olunca süratini düşürmedi. Aynı hızla yoluna devam etti. Öğrencilerin çoğu eğlendikleri için yolun levhanın farkında bile değildi. Ben o anda ön taraftaki tek kişilik koltukta oturuyordum. Yüksek bir yerden otobüsün ön camına tutulan ışığın etkisiyle durduk. Durduğumuz anda etrafımızı silahlı askerler kuşattı. Biz neye uğradığımızı şaşırdık. Uyuyan arkadaşlarımız da uyandı.
Bir astsubay “Siz ne yapıyorsunuz. Üç metre daha gitseniz Sovyetler Birliğine esir düşerdiniz. Hem kendi başınız belaya girerdi. Hem de bizim başımızı belaya sokardınız” diyerek sitemli şekilde konuşmaya başladı. Utku Hocamda “Kusura bakmayın bey efendi fark etmedik” dedi. Bu sırada kısa sürelide olsa sınırın karşı tarafında da küçük bir hareketlenme yaşandı. Kısa bir süre içinde iş tatlıya bağlandı. Eli silahlı Sovyet askerleri de bir anda gözden kayboldu. Sovyet askerleriyle bizim aramız beş metreden yakındı. Meğerse bizim gördüğümüz parlak ışıklarla kaplı bölge Sarp Köyünün Sovyetlerde kalan kısmı imiş. Sınır çizilirken köyün derenin batısında kalan kısmı Türkiye’ye, doğusunda kısmı ise Sovyetlere bırakılmış. Sovyetler Birliği halkı açlık içinde yaşarken Türkiye’ye karşı güçlü görünmek için Sarp Köyünün evlerini modern şekilde inşa ettirip ışıklandırmış ama halk Türkiye tarafında kalan akrabalarının tel örgü üzerinden attıkları makarna, un, bulgur gibi ambalajlı gıdalarla karnını doyuruyormuş.
Gümrük kapısı Sarp Köyünü ikiye bölen derenin üzerine yapılmış küçük köprünün sol tarafındaymış. Bizim vardığımız saatte gümrük memurları bu saatte kimse gelmez diye gümrük binasına çay içmeye gitmişler. Nöbet kulesindeki asker bizi ışıkla uyarmış ama biz fark etmemişiz. Ancak Sovyet askerinin uyarısıyla durabildik. Üç metre daha gitsek Sovyetler birliğine esir düşecektik. O tarihte Sovyetler daha dağılmamış ve ülkemizle de ilişkileri iyi değildi. Kafilemizde bulunan yolcuların çoğunluğu kadındı. Eğer Sovyetlere esir düşseydik, başımıza nelerin geleceğini siz hesap edin. Bizi hangi usulsüz istekleri için pazarlık konusu yapacaklarını bilemiyorum. Belki de sınırlarına girsek bizi sorgusuz sualsiz olarak kurşuna dizerlerdi. Belki de Moskova’ya götürüp hapishaneye atarlardı. Nasıl bir muameleye tabi tutulurduk bilemiyorum ama İçimizdeki belki bir ağzı dualı kulun veya içimizden birinin sadaka verdiği bir masumun bir iyiliği karşılık geldi de, salise farkıyla esaretten kurtulduk şükür.
Orada görevli asker ve gümrükçülerde sınır ihlali yapıp Sovyetler Birliğine esir düşmediğimiz için bizden çok sevindiler. Biz esir düşseydik gümrükçülerin ve askerlerinde başı ağrırdı. Durum normale binince merhum Utku Hocama “Hocam Sovyetler Birliğine bir bozkurt selamı vereyim de dağılsın” dedim. Sovyet askerlerinin olduğu tarafa dönüp iki elimle birlikte bozkurt selamı verdim. Ben selam verdikten üç yıl sonra Sovyetler Birliği dağıldı. Ben o zaman Erciş’te öğretmendim. Yaz tatilinde Niğde’ye gittiğimde Utku hocamı da ziyaret ettim. Utku Hocamla muhabbet ederken birlikte gittiğimiz Karadeniz gezisi aklına geldi. “Helal olsun Pehlivan! Bir selam verdin. Sovyetleri dağıttın” diyerek espri yaptı.
Gümrük memurları bizi topluca gümrük binasına götürerek çay ikram ettiler. Sarp Sınır Kapısında nöbet tutan altı gümrük memurunun üçü hemşerimdi. Yani Kahramanmaraşlıydı. Çayımızı içtikten sonra geri döndük. Hopa’ya gelince rotamızı Artvin Ardahan yönüne çevirdik. Artvin’e varınca yorgunluktan uyumuşum. Uyandığımda kendimi gök yüzünde sandım. Yüksek bir dağın tepesine çıkmışız. Aşağıda yıldız gibi sönük bir şekilde parlayan ışıklar görünüyordu. Sonradan öğrendim ki o ışıkları görünen yer Şavşat’mış. Bizim otobüs Artvin’den Ardahan’a giden seksen kilometrelik yolu ancak beş saatte geçebildi. Ardahan’a yaklaşınca güneş doğdu. Yeşil otların içinde otlayan mor koyunlar karşıladı bizi. Sırtı keçeli çobanların kaval sesleri hale zihnimdeki güzelliğini korumaktadır. Çobanların kavallarını, kuşların sesleri dinleyerek saat sekizden önce Ardahan’a girdik. Ardahan o zaman yeni il olmuş küçük bir şehirdi. Caddeleri ve sokakları bakımsız, ticareti hareketliydi. Lokantaların tezgahlarında buğulanan çorbaların, paçaların bolluğu ve bereketi dikkatimizi çekti. Sabahın erken saatinde lokantalar ağzına kadar insan doluydu. Köylerden, kazalardan alışveriş yapmak için Ardahan’a gelen vatandaşlar caddeleri, sokakları miting alanı gibi çoktan doldurmuştu. Çarşıdaki hareketlilik şehrin büyüklüğüne göre iyi sayılırdı. Yemek fiyatları oldukça ucuzdu. Niğde ile mukayese edecek olursak, yarısı kadardı. Bizde ikişer üçer lokantalara girerek karnımızı doyurduk.
Ardahan’da karnımızı doyurduktan sonra Çıldır’a geçtik. Çıldır’da Utku hocamın eşinin kardeşleri karşıladı bizi. Çıldırın Kaymakamından, Belediye Başkanına kadar herkes bizimle ilgilendiler. Bize ev sahipliği yaptılar. Allah hepsinden de razı olsun. Çıldır o zaman çok küçük bir ilçeydi. Nüfusu az binaları eskiydi. İlçenin misafirperver halkı ve kıymetli yöneticileri bizimle yakından ilgilenerek küçücük Çıldır ilçesini, zihnimizde büyüttüler.
Tarihi mekanları ziyaret etmek ve öğle yemeği yemek amacıyla ilçe yakınlarında Çıldır Gölüne gittik. Çıldır Gölünde Alparslan Hanın yazlık tahtını ziyaret ettik. Göl kıyısındaki yazlık bir restoranda yediğim tere yağıyla kızartılmış alabalığın tadı halen damağımdadır. Muhtemelen geziye katılan diğer arkadaşlarda benimle aynı kanaattedir. Balığı yiyip karnımız doyunca kayık ile Çıldır Gölünde gezinti yapmaya karar verdik. Gölün kıyısında bulunan balıkçı kayığının sahibiyle anlaştık. Ücret kişi başı olunca kayıkçı küçücük kayığa on iki kişi bindirdi. Kayık hareket ettiğinde bir sıkıntı yoktu. Kayık gölün içinde beş yüz metre kadar ilerleyince batmaya başladı. Ben bu ara rahat yüzeyim diye üzerimdeki montu çıkarttım. Korkumuzdan tekbir getirmeye, şahadet çekmeye başladık. Kayıkçının çaldığı alarm düdüğüyle kıyıdan ikin bir kayık yardıma geldi. Altı kişiyi yeni gelen kayığa naklettiler. Bu büyük tehlikeyi de ucuz bu şekilde atlatmış olduk. Kayık batsaydı sonumuzun ne olacağını siz düşünün. Belki yarımızın cesedi bulunur, yarımız Çıldır Gölünün balıklarına yem olurduk. Televizyonlar bir hafta bizim haberimizi verirdi. Arkamızda onlarca gözü yaşlı ana, gözü yaşlı baba bırakırdık. Arkadaşlarımız dönem sonuna kadar sıralarımızın üzerine gül koyarlardı. İşin en kötüsü bir ay sonra öğretmen olarak eğitim ordusuna katılacak vatan evladı yok olurdu vesselam…
Çıldır Gölünde bu tehlike yaşanınca hiç beklemeden Arpaçay üzerinden Erzurum’a hareket ettik. Kars’ı az biraz dolaştıktan sonra Sarıkamış, Horasan üzerinden Erzurum’a gittik. Erzurum vardığımız gece saat on bir olmuştu. Erzurum Öğretmenevinde konakladık. Öğretmenevine varıp odaya çıkar çıkmaz yorgunluktan uyudum.
Sabahleyin erkenden kalkıp kahvaltımızı yaptıktan sonra önce Aziziye Tabyalarını ziyarete gittik. Sonra Abdurrahman Gazi türbesine geçip dualar ettik. Şehrin dışındaki ziyaretlerimiz bitince Kongre Müzesi, Kurşunlu Camisi, Erzurum Kalesi başta olmak üzere Erzurum’un bütün tarihi ve turistik mekanlarını dolaştık. Öğle saatinde cağ kebabı yemesek bir yanımız eksik kalırdı. Erzurum’un meşhur bir lokantasında cag kebabı ve kadayıf dolmasını yedikten sonra çay içmek için Taşhan Çarşısına gittik. Çarşının ortasındaki bir çay ocağına oturduk. Çay ocağındaki müşteriler bizim kılık kıyafetimizden, konuşmamızdan yabancı olduğumuzu hemen anladılar. Benim yanımdaki taburede oturan nurani yüzlü, beyaz sakallı seksen yaşlarındaki bir amca bana yönelerek “Nerelisin oğul?” dedi. Bende “Kahramanmaraşlıyım amca” dedim. Amca ise” Burada ne geziyorsunuz oğul” dedi. Ben ise “Üniversite öğrencisiyiz. Gezi yapıyoruz amca” dedim. Amca da” Biz Kahramanmaraşlıları severiz. Sana bir kayış alıp hediye edeceğim” dedi. Bütün ısrarıma rağmen amcayı ikna edemedim Amca bana çay ocağının karşısındaki saraçtan hakiki deriden bir kayış(kemer) alıp hediye etti. Hepimizin çay parasını ödedi. Sırtımı sıvazlayarak bana dua etti. Şu anda adını bile hatırlayamadığım amcanın bu güzel davranışları benim ruhumdaki, gönlümdeki Erzurum sevgisini bir kat daha artırdı.
Utku Hocam çay paralarını ödemek için kalkınca garson çay paralarının ödendiğini söyleyerek benim oturduğum tarafı gösterdi. Utku Hocam bana” Hesabı niye ödedin” dedi. Ben amcayı işaret ettim “Amcayı nerden tanıyorsun” dedi. Ben ise” Ruhlar aleminden tanıyorum” deyince Hocam başladı gülmeye. Amcaya teşekkür ederek doğunun Paris’i Erzurum’dan coşkulu ve neşeli bir şekilde ayrılarak Erzincan’a doğru ilerlemeye başladık. Doğu Anadolu’nun başı karlı dağlarını seyrederek güzel Erzincan’a ulaştık.
Erzincan’da beş dakikalık bir çay molası verdikten sonra Sivas istikametine doğru hareket ettik. Köyleri geçip dağları aşarak Sivas’a geldik. Sivas’ın merkezinde bulunan kongre müzesi, çifte minareli medrese başta olmak üzere tarihi camilerini, hanlarını, kümbetlerini ziyaret ettik. Ziyaret ettiğimiz mekanlarda kartpostallık resimler çektirdik. Sivas köftesi yiyerek karnımızı doyurduk. Her şeyin bir sonu olduğu gibi gezi programımızın da sonuna gelmiş olduk. Gece saat on iki civarında otobüsümüze binerek Şarkışla, Kayseri üzerinden horozlar öterken Niğde’ye geldik.
Biz bitmesini isteme sekte beş günlük Karadeniz ve Doğu Anadolu Tarih Coğrafya İnceleme Gezisi, Sarp Sınır Kapısında Ruslara esir düşmeden, Çıldır Gölünün soğuk sularında balıklara yem olmadan bitmiş oldu.
Beş günlük gezi boyunca on dokuz ilimizin dağlarını, ovalarını, akar sularını, tarihi ve turistik mekanları gözlerimizle gördük. Okul arkadaşlarımızı daha yakından tanıyarak güzel dostluklar edindik. O günden sonra bana “gezen mi çok bilir, okuyan mı çok bilir diye?” sorulduğunda; gezen çok bilir diyorum. İmkanlarınız ölçüsünde güzel ülkemiz güzelliklerini görmenizi, gezmenizi tavsiye ediyorum.
Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder