BİZE YAZILANLAR...
EY MASUMİYET / Halit Dilipak
Bundan Sonrası / Mustafa Alper Taş
sevgiyle ve mutlak hayranlıkla
vurulmuş
hayvanlar gibi
soluyor içimde
bir başka gün
senin yırtılan suların sesine
düştüğün
sıcak ve terli
bir ırmak kıyısı
geçti aramızdan evlerle
ölüme şaşıran
kadınların ağızları gibi
doldu dünyalar
yerine
kırmızı bir güneş belirdi
senin sıkıntıyla eğilip
karıştırdığın
çok sabahlar sevdik
diri ve taze gevrekliğinde
vaktin
artık gelmiş ve gitmeyen
sevincinde annenin
senin usanmadan
şaşırdığın
“Nurettin TOPÇU” ve VAROLMANIN MEKTEBİ/ Hidayet BAĞCI
Peki
bu mektebin muallimi kim?
“En iyi muallim, en büyük üstat,
şüphesiz ki hayattır.”
Eğer
ki yaşanılan hayattan bir şeyler öğrenip tat almak istiyorsa hayatın da bir
mektep aynı zamanda muallim olduğu kanaatinde varoluş, iradeyi kullanma
sanatını öğrenme mutluluğuna erdirecektir. Behemehâl bu sanat ile yaşanılan
hayat daha iyi idrak edilecek ve öğretici güçlerin aktardığı bilgi daha iyi
kavranacak hale gelecektir. Her bilgiden ziyade, irade ile seçilen bilgiler
düşünce terazisinde tartımı gerçekleştikten sonra harekete geçtiğinde insan bu
mektep içerisinde sırasına oturacak ve muallimini dinleyecektir.
“Alınmamış, benimsenmemiş, benliğe mal
edilmemiş bir ders, iyi bir ders sayılmaz.” Bunun
için muallimin kalbinin etrafını kapsayan ve orada daireselleşen bir damla damlaya
damlaya büyük bir damla olur. Bu mana ile anlamını bulur. Derste muallimin her
halini sadece gözleri hareket ettirerek izlemekten ziyade duyuları kendi
kontrolünde çalıştıran aklın da harekette olması lazımdır. Bu sebeple iç âlemin ve dış dünyanın da muallimlerle
dolu olduğu kanaatine varılabilir. Filozof Kant diyor ki: “ Bana hayret veren iki şey var: biri başımızın üstündeki yıldızlı
gökyüzü, öbürü de içimizdeki vicdan.” Buradan şu anlaşılabilir: aklın da
vicdan gibi bir muallimden ders aldığını ön görüsü…
Peki
bu hayat dediğimiz mektep içerisinde her şeyi öğrenmek insanı en üst noktaya
taşır mı?
Aslında
insanın kapasitesi her şeyi öğrenme ve hafızada tutma eğiliminde değildir. Ne
zaman ki insan her şeyi öğrenme eğiliminden ziyade sadece iradesini kullanarak
fıtratına aynı zamanda mizacına göre hareket ettiğinde hayattan en üst noktada
istifade edebilir. İnsan, mualliminden dinleyerek öğrendiği dersleri uygulama
noktasına eriştiğinde ve onu başardığında kendisini bir üst sınıfa
kaydettirecektir. Hayattan öğrenilen dersler yaşayarak öğrenildiğinde zorluk
verebilir ama her zorluk beraberinde mutlaka bir kolaylığı da mutluluğu da getirir.
Bu minval üzere düşünmek insana huzur verdiği gibi yaşayarak öğrendiği bu
mektepte yağmura yağmur olduğu için bakmaz. İnsan, suyun bulunduğu yerden
buharlaşmasıyla oluştuğunu idrak ettiğinde bu döngüsel hareketin bereket
olduğunu kavrar. Şuurun enerjisi nasıl ki dikkat ve uyanıklığı beraberinde
getiriyorsa her işte ve durumda kıvraklık beraberinde algıda seçiciliği insanın
hizmetine sunar. “Her bilgide bir câzibe vardır. Bilmek, harekete hazırlanmaktır.”
Bu yüzden insan algıda seçiciliği
harekete geçirecek düşünceler içinde olma sanatını öğrenmelidir.
B
DEDEMİN SARIKSIZ FOTOĞRAFI / Hasan EJDERHA
sana kim olduğunu/bana kim olmadığımı/söylemek / Fazlı Bayram
bak sana en kıymetli zamanımdan ayırıyorum
çocuklarıma ayırmam gerekenden yani
bunu anlamalısın ey şiir
sen biraz söylediklerimden
kendin anlam çıkarmalısın ben özeti veriyorum
özünü yani
yani bir çok şeyin özünü
biraz da kendinden anlamalısın
anlamıyorsan zaman ayır
ben çocuklarımınkinden bir miktar ayırdıysam
sen de başka bir ara bul
yoksa ne ben anlatabilirim ömür yetmez
ne sen anlayabilirsin asıllar ölmez
sana kim olduğunu
ey şiir ey bir de
olur olmaz yerlerde yorma beni
ne seni taşıyacak bir yudum su
ne bu bende o hal var umduğun
şiir bak güzel kardeşim
eşim de dostumda yolumda
ey anlaşılmaz bilmece
şiirden bir anlam dünyan yoksa
bir kelimene sığıyorsa bin âlem
ve ben anlatamıyorsam bunu
ya sen anlamıyorsan
ne fark eder
ne sen yorul bu saatten sonra
ne benileyin yorma
şiir bak sana tekrar söylüyorum
biçimime aldanma sesim yüce
sesime de aldanma içimde nice sen var ip ince
geçip karşıma hele hiç gülme
bunları sana ben öğrettim demeyeceğim
ama sen de şunu bil
ne ben önemliyim senden
ne sen değerlisin benden
ikimizde parçasıyız bir yakutun
ya bok sineğinde olsaydı pazarımız
o zaman ne sana şiir derlerdi
ne bana şair çıkardı yolundan hem evvel hem ahir
ikimiz de daha doğmadan ölmez miydik
bu soru değil cevap
iyi de
doğup yaşaman inandırıcı değil mi sana
bak gel yormayalım ikimiz bir
iş güç
ev aile
kelle teşkilat
daha ne gerekmez bir sürü iş
sen buna gerekmez mi diyorsun
gerekmez dediğin büyük iş
sen de boş laftan başka değilsin mi demeliyim o zaman
ne dersin
nerede ne diyeceğimi pek alâ bilmez değilim hem kürsüde
bile
bana kim olmadığımı
şiir bir de
masal anlatanlar var ideolojik serüvenler
duygusal hiper aktiviteler hipnozlar narkozlar
onlar da hep aslında kendini anlatıyor
ne çok bildiklerini sanıyorlar değil mi
bunu ben ne zaman anladım biliyor musun
hiçbir şey bilmediğimi biliyordum bilir gibi yaparken
sen de biliyorsun ama şiir merak ettiğim sende
hiçbir şey bilmeden nasıl uyduruyorsun
bu yüzden inanan yok sana
sana kimse inanmaz sen inanmadan
bilmeden konuşma sus artık sana da şiir
bana kim olmadığımı
ya buna ne diyeceksin
biz kırmızı gömlek giymeyiz
kanı sıçrarsa vurduk mu bir av üstümüze bunu âlem görür
pislik zaten olmaz abdeste sülük
içimiz dışımız ortada
üstümüz açık
göğü dost bilir ne yere boynu eğik
ne yüreğe bir davet
ne görenin içi erir de biz yine yola gideriz şiir
ardımızdan gelene gerek yok
önümüz önde gidende
biz de kör değiliz elimizde her ömür var
beğendiğini yaşa şiir ama
yanıldığın bir şey var kim bilir
sen de bilmişsindir belki de fakat yanılgı çoktur bu işte
söylemek
onu bilse bilse o bilir
gel bunu bundan sonra sadece ona soralım
çünkü herkes yanıldığını cevap diye verirken
o
bildiğini
yanılma diye verir
şiir işte en büyük şiir
o sen bu değilsin
git kim olduğunu
sana orda göstersin
birinci başlık
sana kim olduğunu
bana kim olmadığımı ikinci
üçüncüsü ise
söylemek
doğru söylemek
bari
s/us/ta bunu bana o söylesin
YÜREĞİM BİR KUŞ SÜRÜSÜ / Seher ZENGİN
Ayaklarıma pranga vurduğun günden beri
Sana nasıl koştuğumu anlatamam
Nerede hangi kavşakta nefesimi ensende
Bir korkuyla birlikte hissedeceksin
Arkana bakmaya cesaretin olmayacak
Gözlerimde sağdığım bulutları
Kendi gözlerine davet edeceksin
Kendi topraklarını bereketlendirmemi
Kendi yalnızlığını avutmamı isteyeceksin
Beni kendi korkularınla baş başa bırakarak
Gönül bahçemin çiçeklerinde
Bir bal arası gibi dolaştı içindeki sevgi
Kanatlarına çiçek tozlarını toplamadan
Yüreğinin duvarına petek örmeden
Nasıl oluyor da oğul vermek istiyorsun
Avuçlarım durmadan terleyip duruyor
Bana sensizlik hastalığı bulaştırmış olmalısın
Dermanımın gözlerinin bebeğinde saklı olduğunu
Bakınca yüreğimin bir kuş sürüsü gibi uçtuğunu
Söylememi bekliyorsan aşk olsun
VAR MI Kİ AĞYARA NAR? / Hasan EJDERHA
Gel de çağır şimdi var mı ki ağyara nar?
Güneş her ikindi doğar mı dağlara yar?
Nice kışlara katlandım da gelmedi bahar
Bekliyorum gelmeni aşk ile leyl-ü nehar
Cümle çağrıya gelmedi onca ağlayanlar
Ağlamaklarımıza bakıp da gülenler var
Gelmesin çağrımızı duyup da koşmayanlar
Gözleri yaşlı yola düşüp de coşmayanlar
Gözyaşınla sulansın bereketli ovalar
Ovalar ki ancak bizim yüreğimiz kadar
Yanıp aktıkça ram olacak sana kıtalar
Göğe el açtıkça tam olacak inkıtalar
Yangın yangın yandıkça sen yanacak ocaklar
Tüm dünyayı senin rengine boyayacaklar
Yürüme talimleri yapan küçük çocuklar
Gelecekte bir gün bayrağı taşıyacaklar
“Nurettin TOPÇU” ve VAROLMANIN ŞUURU/ Hidayet BAĞCI
Yaşanılan ferah veya buhranlı
günlerim varsa bunların temel kaynağı düşüncelerimdir. Peki hafızamda kök salan
bu düşüncelerimin ana kaynağı nedir? Öncelikle Nurettin TOPÇU gibi, millet
olarak bunun sebebini ve kaynağını kültür ve maarif sahasında aramalıyız diye
düşünüyorum. Tabi ki bu minval üzere hareket ancak ilimde, sanatta, iktisatta
üstad, ahlakta önder nesiller yetiştirerek milletin kalbine hakikat aşkının
mukaddes tohumlarını serperek milli düşüncelerimizi kuvvetlendirebiliriz ve
böylece düşünceden harekete, hareketten güzel yaşanmışlıklara doğru nesiller
boyu yol alabiliriz diyesim geliyor. Nurettin TOPÇU aslında “Milli mektebimiz ne medresedir, ne de
çeşitli kozmopolit unsurların karışığı olan bügünkü mekteptir. Müslüman Türk’ün
mektebi, maarif, metafizik ve ahlak prensiplerini Kur’an’dan alarak Anadolu
insanının ruh yapısına serpen ve orada besleyen, insanlığın üç bin yıllık
kültür ağacının asrımızdaki yemişlerini toplayacak evrensel bir ruh ve ahlak
cihazı olacaktır.” bu cümlesiyle
bizleri idrak noktasında tefekküre davet eder. Cihazımız ilimdir ama ilim de
başlı başına bir fazilet değildir. Ancak bu cihazı ustalıkla kullanış tarzımız
bize fazilet kazandırıyor. Bu yüzden düşünce dünyamızdaki varlıklarımızı
yerinde ve zamanında kullanış yöntemimiz önem arz eder.
“Gençlik,
geleceğin tohumudur. Bu tohumun özüne bakarak yarınımızı keşfetmek müşkül
olmayacaktır. Her devrin gençliği, kendi enerjisini harcayabildiği âlemde
yaşıyor.”
Bu cümlede bireysel olarak geleceğime yaptığım yatırımların neler olabileceğini
düşünüyorum. “Düşünüyorum” diyorum, hafıza
listeme yaptığım temizlikten sonra elde kalan düşüncelerim ile baş başa
kalıyorum. Kaç tanesini harekete geçirdiğimi bilemediğimi kendime dahi itiraf
etmekten korkarak sıvışıyorum zihnimde soru işareti gibi duran bu ışıktan. “Bu ışık” diyorum, çünkü bu ışık yine
her şeyin düşünmekten olduğunu ifade ediyor benim için.
Peki bu düşünceler nasıl yerleşti
zihnime?
Düşünce insanı insan yapan bir
değerken, inanç gerçek ve yaşanmış bir bilgi olup düşüncelerimin hareketim ile
bağım olduğunu ifade ediyor. İman ise bir inancın devamı, sürekliliği ve
uzantısı olduğunu fısıldarken “İmanın
içselliği ve derinliği nisbetinde gençlik değerlidir, verimlidir, takdirlere
layıktır. Her cemiyet, kendi gençliğinin çehresinde değer kazanır. Milletin
hayatı içinde bütün gençliğinin varlığı barınmaktadır. Tarihin satırları
altında her devrin gençliğinin çehresi seziliyor.” TOPÇU’nun bu cümlesiyle
geleceğe attığım tohumlar, düşüncelerimin inancımla sulanıp filizlendiğini
söylüyor. “Gaye, muvaffakiyet emelleri
arasında kaybolmaktır.” Ve bu minvâl üzerine vârolmanın aşısıyla gençliği
yenilemek, vârolmanın acısıyla bu sızıda düşünmek ve vârolmanın şuuruyla
düşüncelerimizi harekete dönüştürmek elbetteki vârolması gereken bir mevzudur.
Tabi ki düşünce gen haritama en güzel düşünceleri kodlayarak gelecek vadetmeliyim.
Bu yüzden tarihi ve zamanı unutmayarak geleceğe vârolmak için önce
düşüncelerimden başlamalıyım, vârolmanın acısıyla.
KIZ BABASI OLMAK... / Memduh ATALAY
Bu yazı Memduh ATALAY’ın KIRIK
AYNA romanından alınmıştır.
TESBİH ÇEKENLERDEN MİSİNİZ? / Ahmet Doğan İlbey
Oltu, kehribar, gümüş, lületaşı
fildişi, abanoz, sedef, akik, firuze gibi maddî kıymeti olan tesbihlerden
koleksiyon yapanlar, acaba tesbihin İslâmî geçmişi ve dua halkasından olduğuna
dair mâna zenginliğiyle de hemhâl oluyorlar mıdır? Yüzlerce çeşit tesbihi
olanlar, yaptıkları tesbih koleksiyonunu evlerinde ve bürolarında
sergileyenler, ulvî istikamette tesbih tâlimi yapsalar, süs gibi
biriktirdikleri tesbihlere bakışları değişecek midir? Tesbih mütehassısı ve
sevdalısı şair Hasan Ejderha’ya sorsam acaba ne der?
Bir kitaptan okumuştum; yol
boyunda elindeki tesbihi ile tesbihat yapan bir derviş, kucağında elma olan bir
kızcağıza rastlamış. “Nereye götürüyorsun bunları” demiş. “Tarlada çalışan
nişanlıma götürüyorum” demiş. Derviş, “kaç tane” demiş. Kızcağız, “insan
sevdiğine götürdüğü şeyi sayar mı hiç?” deyince, derviş elindeki tesbihi usulca
kırmış.
Ehl-i irfanın dediği gibi, tesbih
çekmek “öyle hesaba falan gelmez, kâr-zarar hesabıyla tesbih çekilmez.” Öyle
ki, tesbih çekmek ciddî bir ameliyedir.
“TESBİH ÇEKEN AYRI, TESBİH
SALLAYAN AYRIDIR”
“Parmaklardan gönüllere tesbih
açan tesbih gönüllülerine”, tesbih muhibbi olanlara, efelik ve fiyaka olsun
diye tesbih çekenlere şu mısraları takdim ederim: “Tesbih, sabır terbiyecisi
hayatın tane tane öğreticisi / Künhüne vakıfsan emanet et nefsi zay etmezsen
bir tanesini.”
Ehl-i irfana göre tesbih,
“çekmesini bilenlerin kalbine mânevî bir ilaçtır.” Âriflerin dediği gibi,
“Tesbihin taşlarını bir şıkırdatma vasıtası değil, dua taneleri” yapanlardan
olmak gerek. Elinde süslü tesbih tutanlara derim ki: Allah’ın doksan dokuz
esmâsını tesbih edenlerden olun. Âciz nazarımda en kıymetli tesbih şüphesiz
namazdan sonra çekilen tesbihtir.
Siz hangi mânada tesbih
çekenlerdensiniz? “Taklidî tesbih çekenlerden mi?”Yoksa “Tahkikî tesbih mi?”
“Taklidî tesbih” çekmek, Allah’ın
çeşitli lafzını tekrar etmek ve şuuruna ermek için yapılan tesbihattır.
“Tahkikî tesbih” çekmek ise, insanın söylediğinin şuuruna ve mânasına ermiş
olarak yaptığı tesbihattır. Tesbihat sırasında Allah’ı birçok mânasıyla, ilham
ve keşf yoluyla anlamaya çalışan ehl-i irfanın yaptığı tesbihattır.
CEDDİMİZ, “İKİ BİN, ÜÇ BİN DÜĞÜM
ATILMIŞ TESBİHLERİNİ ÇEKİP BİTİRMEDEN UYUMAZLARDI”
“Esmâ’yı tesbih etmek,
yiğitliğin, müminliğin harcıdır” diyor ehl-i dilden bir zat. Alışkanlık olarak
elinde tesbih taşıyanlar, malayânî olarak tesbihle vakit geçirenler tez elden
tesbihat tâlimine girmelidirler. Müslüman ceddimiz, “geceleri iki bin, üç bin
düğüm atılmış tesbihlerini çekip bitirmeden uyumazlardı.” Bu fakirin anacığı
eğer hastalığı artmazsa ömrü tesbihatla geçen bir tesbih ehlidir ki, çok zaman
tesbihine attığı düğümü tamamlamadan yattığı vâki değildir.
Tesbihin tanelerinin ipe dizilip
elde dolaştırılmasına bidat diyen zâhir âlimlerinin, Hasan-ı Basrî Hazretlerine
“Siz bu yüksek şânınıza ve yüce makamınıza rağmen yine de elinizde tesbih mi
bulunduruyorsunuz?” demesi üzerine, “Biz bu yolun başında iken bunu kullandık
ve onun sebebiyle yükseldik. Şimdi işin sonuna gelince onu bırakmaya tahammülümüz
yoktur.”
Tesbihin faziletleri çoktur. İmam
Rabbânî Hazretleri, “Namazda kusurlar, çekilen tesbih ile örtülür” diyor. Hz.
Peygamberimiz, yaşlı bir kadının, tesbihleri çekirdeklerle saydığını görmüş,
fakat yasaklamamıştır. Efendimiz (s.a.v)’in bu tavrı, ibadete ait tesbihatı
taşla, çekirdekle ve ipe dizilmiş maddî şeylerle çekmenin câiz olduğunu
gösteriyor.
Namazlarda tesbih çekenlere
Efendimiz (s.a.v.)’in müjdesi var: “Kim namazın ardından otuz üç kere
Sübhanallah, Elhamdülillah ve Allahüekber derse affolunmuştur.”
“KEHRİBAR TESBİHLE DÜŞMANA KARŞI
DURUYORUM”
“Tahkikî Tesbih” yâranlarından
İsmail Göktürk tesbih çekenlerle ilgilendiğimi bildiği içindir ki, yazar
Mustafa Nezihi’nin “Kehribar Tesbihle Düşmana Karşı Duruyorum” yazısını,
gurbetten dönen bir dostun gelişini müjdeler gibi dosthaneme postalamıştı.
Yazının daha başlığını okur okumaz, “bu yazıyı yazan, fakirin hâl yoldaşıdır
muhakkak” dedim. Kelimelerinden anladım bunu. Gönüllere şifa niyetiyle takdim
ediyorum:
“Bir tesbihiniz olsun sizinde.
Allah’a yaklaştıran, modernizmden uzaklaştıran bir tesbih. Tesbih iyidir
demiştim, bir sarı kehribar tesbih elime geçtiğinde. Beni zikre zorluyor,
Sübhanallah diyorum; eksiklikten münezzeh Allah’ı anıyorum. Elhamdülillah
diyerek O’na şükrediyorum. Elim bu tesbihe her gittiğinde, bana bu tesbihi
hediye eden zat sebebiyle Nakşî silsilenin ulularını hatırlıyorum. Özellikle
Cumhuriyet döneminde Müslümanlara reva görülen eziyetler boynumu büküyor.
Bilincimi tutuyor bu tesbih. Beni artistlik yapmaktan alıkoyuyor. Diyelim ki
otobüste ayaktayım. Kitap okumak çok zor. Elim cebime dalıyor, o sarı kehribarı
kavrayıp çıkarıyorum. Dilim dönmeye başlıyor. Lâ ilâhe illallah… Ortamdan
kopuyorum. Sıkıntı ve zorluğun etkisi azalıyor. İnsanlar flulaşıyor. Dışarısı
güzelleşiyor. Bir mübârek zatın elinden elime bir kehribar tesbih düşmüşse, bu
tesbih inanılmaz bir zikr ü tesbihat bereketi getirmişse, o tesbih iyidir. Bu
tesbih için Allah’a şükredilir. Fahri Baba bir tesbih uzatıyor. Zeytin
çekirdeği 99’luk. Her birinin çizgileri birbirinden farklı bu doksandokuz
tanenin sırlarını anlatıyor bana. Esmâ’ül- Hüsnâ diyor, 99 diyor. Bu tesbihi
çektikçe her bir esmânın tecelligâhı oluyor mürid. Allah’ın ahlâkıyla
ahlâklanmış oluyor. Kemâl mertebelere uruc ettikçe zeytin çekirdeğinin izleri
kayboluyor. Yani o tesbihi çektikçe esmâ ile bütünleşiyorum. Parmaklarım her
taneye değdikçe bir halkanın, bir dairenin verimli dönüşüne katılmış olacaksın.
Lâ ilâhe illallah dedikçe yaşadığınızın farkına varacaksınız. Bu tesbihte
inanılmaz lezzetler var. Derin anlamlar var; niyetiniz sahih olursa. Bir
tesbihiniz olsun sizin de. Fazla modern olmazsınız böylece. Modernizme küçük
bir meydan okuma olabilir o 33 tane. Hele bir de Allah dedirtiyorsa.”
“AKILLI, AKILSIZ BÜTÜN VARLIKLAR
ALLAH’I TESBİH EDİYOR”
“Allah’ı, eş ve çocuk edinmek
gibi noksan sıfatlardan tenzih etmek” mânasına gelen “Sübhan” kelimesi tesbih
kökünden türeyen bir kelimedir. Tesbih kelimesi, “Allah’a ibadette hızlı
davranmak” mânasına geldiği gibi, sözlü ve fiilî ibadetleri ihtiva eden bir
kavram olarak da ifade ediliyor. “Hamd” kelimesi de tesbih kökünden gelen
kelimelerle birlikte kullanıldığında “Allah’ı tazim ederek ve yücelterek övmek”
mânasınadır.
Kâinattaki bütün akıllı, akılsız
varlıkların kendilerine mahsus bir dille Allah’ı tesbih ettiği âyetlerle
sabittir. İsrâ Sûresi 44. âyetinde “Yedi göğün, yerin ve her şeyin O’nu överek
tesbih ettiği; fakat insanların bunu anlamadığı” buyruluyor. Âyetin tefsiri
şöyle: “Göklerde ve yerde bulunanların, kanatlarını çırparak uçan kuşların
Allah’ı tesbih ettiklerini görmedin mi? Her biri kendi duasını ve tesbihini
bilmiştir. Allah, onların ne yaptıklarını bilmektedir.”
Nûr Sûresi 41. âyetinde “Bu
varlıklardan her birinin kendine mahsus bir dua ve tesbih tarzının olduğunu…”
okuduğumda tesbihata alâkam arttı ve tesbih âdabını eksik bildiğime üzüldüm.
Neml Sûresi 16. âyetiyle ilgili bir tefsirde “Hz. Süleyman’la konuşan hüdhüd,
bülbül, tavus gibi kuşların ötüşlerinin ‘tesbih etmek” mânasına geldiğini
öğrenince, tam mânasıyla tesbih çekmeyi bilmediğimi fark ettim.
Tesbihle ilgili âyetlerin
tefsirinin hülâsası olan şu ifadeler, tesbihi mânasıyla öğrenmeme yetmişti:
“Her Şey, kendisini meydana getiren Allah isminin mânasının ortaya çıkışına
vesile oluşu yönüyle her ân, daimi olarak O ilahî mâna çevresinde dönüp durmaktadır
ki, işte bu durum o varlıkların sürekli tesbihidir. Yani ‘Her Şey’ kendisini
meydana getiren ‘İsmi’ tesbih ederek kulluğunu ifa eder.”
“Kurbağaların öldürülmemesini,
çünkü onların vıyaklamasının tesbih olduğunu” tembih eden Efendimiz (s.a.v),
bir mezarlıktan geçerken iki mezarın üzerine, bir yaş hurma dalı alıp ikiye
bölmüş ve bu mezarların üzerine dikerek şöyle buyurmuş: “Umulur ki, bu iki dal
kurumadıkları sürece onların azabını hafifletir.”
Âlimler bu hadisi, “Bu iki dalın
yaş oldukları sürece tesbih edeceği, böylece mezardakilerin azabını
hafifleteceği, dallar kuruduğu zaman ise, tesbihlerin kesileceği…” şeklinde
şerh ediyorlar.
Ebu Zer Gıfârî Hazretlerinin,
“Hz. Peygamberin eline aldığı çakıl taşlarının, arı vızıldamasına benzer bir
şekilde tesbih ettiklerini” rivayet ettiği mâlûmdur. İbni Arabî Hazretleri,
“Hz. Peygamberin elinde taşların tesbih ettiğini bildiren hadisle ilgili
‘taşların günümüzde de tesbihe devam ettiğini, fakat bunun bütün insanlar
tarafından duyulmadığını, ancak kulakları (kerâmet vasıtasıyla) zâhiri aşma
kabiliyetine sahip olanların bu tesbihi duyabildiğini” naklediyor.
“SU, AKTIĞI MÜDDETÇE TESBİH EDER”
Okuduklarımın içinde kalbimi
tesbihata yönlendiren kuvvetli bir nasihatte şuydu: “Hiç biriniz, hayvanını,
öküzünü ayıplamasın. Çünkü her şey Allah’ı hamd ile tesbih etmektedir. Toprak
ıslakken tesbih eder, kuruyunca tesbihi bırakır. Yaprak ağaçta iken tesbih
eder, kuruyup yere düşünce tesbihi bırakır. Su, aktığı müddetçe tesbih eder.
Elbise yeni iken tesbih eder, eskiyince tesbihi bırakır. Vahşî hayvanlar ve
kuşlar bağırdıkları zaman tesbih ederler, susunca tesbihi bırakırlar. Suyun
şırıltısı, kapının gıcırtısı tesbihtir.”
Âyet ve hadislerden hareketle
âlimlerin şu yorumuna ağyar kalanlar ne kadar hamdır: “Varlıkların hepsi farklı
dillerde Allah’ı tesbih etmektedir; fakat onların tesbihini kalp kulakları açık
olanlardan başkası duyamaz ve anlayamaz.”
Demek ki, âlemdeki birçok varlığın
tesbih ettiğini ancak keşf erbabı anlıyor. Ehl-i Sünnet âlimleri “Cansız
varlıklar için tesbihin mümkün olduğunu”, mutasavvıflar ise, “Sıradan
insanlarla keşf ehli arasında; zâhir ehliyle keşf erbabı arasında, varlıkların
tesbihini anlama konusunda farklar bulunduğunu” belirtiyorlar.
Hâsıl-ı kelâm, elimizde tuttuğumuz tesbihi sıradan bir eşya gibi görmemek, Kur’ânî mânasını elden bırakmamak lâzım.
ENSO ÇEMBERİNDEKİ DÜNYAM / Sibel KURT
Yetmiyor yine de bir çember
çizmek
Fırçayı bırakıp, kalemi alıyorum
elime
İçimde darmaduman hisler
Öyle karışık ki kelimeler bile
zorla dökülüyorlar kâğıda
Ben de bırakıyorum boğuşmayı
Bir çiçek çiziveriyorum.
Yirmi iki senedir hiç değişmeyen
tek şey bu;
Hep aynı çiçeği çiziyorum.
Sonra çiçek deyince aklıma hep
aynı şiir geliyor:
“Çiçekli şiirler yazmama
kızıyorsunuz bayım.
Bilmiyorsunuz!
Darmadağın gövdemi çiçekli
perdelerin arkasına saklıyorum.”
Sonra anlıyorum niye sürekli
çiçek çizdiğimi,
Niye hep aynı “tebessüm
maskesi”ni taktığımı.
Niye artık daha renkli
giyindiğimi…
Çünkü saklamalıyızdır darmadağın
gövdemizi, zihnimizi, duygularımızı.
Çünkü kimse sevmez o dağınıklığı,
Bazen de öyle çoğalır ki o
dağınıklık
Dışarıya sızabilmek için bir
çatlak arar kendisine
Bazen bir çığlık olur sızar,
Bazen sessiz bir gözyaşı,
Bazen bir çember,
Bazen bir çiçek,
Bazen de kelimelerin suretine
bürünür.
Öyle dağınık, öyle karanlık.
Onların da kâr etmeyeceğini
bilir.
Gider yine en iyi bildiği şeylere
sığınır:
Şarkılara, şiirlere, kitaplara…
Çünkü daha iyisini bilmez.
Çünkü hüznü en çok bir şiir
sever.
Sözcüklerim, şairin söylediği
gibi: “ütüsüz ve buruşuk gezdirdiğim ruhumun diyeti bence. Bu yüzden hepsi
benden parçalarla dolu. Bu yüzden biraz ‘kadınsı’, durup dururken bağıran”
sözcükler.
HİKÂYE MALZEMESİ DÜKKÂNI -Kol Dayama / Hasan KEKLİKCİ
-Selamünaleyküm.
-Vay,
aleykümselam müdürüm.
-Estağfurullah
siz benim müdürümsünüz.
-Hayır
efendim. Ben bilgisayar başında garip bir memur iken zat-ı âliniz üzerimize
müdür olarak geldiniz.
-Evet.
Ben oraya gelmeden muhasebe müdürlüğü yaptığımı söyledim. Bu doğru. Fakat
Pazarcık ovasında çapa kazdığımı, pamuk topladığımı da söyledim. Sen hem
müdürlüğü ve hem de belediye başkanlığını bitirmiştin ben o karşındaki masaya
oturduğumda.
-Tamam
da çapa kazmak, pamuk toplamak bir üstünlük değil ki, ona kaldıysa ben yazıda kamyondan
gübre bile indirdim, tarla başlarında bel ile ne sulama kanal açtım.
-Ya
neyse on beş yıldır çözemediğimiz işi bugün mü çözeceğiz müdürüm? Hayırlı olsun
dükkân açmışsın haberimiz yok. Ben zamanında sana “Aman ha aman, sakın ha sakın
git bir pazarcının yanında maydanoz top et, marul yaprağı temizle, “gel
vatandaş gel” diye bağır ama dükkân mükkân açma. Bu işler bizim gibi el yanında
çalışan adamlara uygun işler değil” demedim mi? Nasıl market açtığımı; atımı,
arabamı satıp sermaye ettiğimi, en son dükkânı devrederken oturduğumuz evi de
sattığımı ve yine de borçlarımdan zor kurtulduğumu anlatmadım mı?
-Şey…
Müdürüm anlattın anlatmasına da bizim burası Nasrettin Hoca’nın türbesi gibi
bir yer. Yani kapı var ama duvar yok. Gördüğün gibi öyle ortalıkta alınıp
satılacak bir şey de yok. Burada laf satıyoruz. Onun da sermayesi yok.
Satamadığımız boğazımıza kalmıyor, zarar etmiyoruz.
-Vallahi
helal olsun. Çalım satanı, caka satanı gördüm ama laf satan! İlk defa seni
görüyorum müdürüm.
-Zeki
geldi yanıma epey oldu. Sizin firma bir bina inşaatı ihalesi almış. Bu tarafta
bir şehirden denetlemeye gelip gidiyorlarmış ama esas kontrollük Ankara’daymış,
“Müdürünün başı dertte” dedi. “Ankara’nın adamıyla uğraşmak zor.”
-Zalım
Zeki. Onu bile anlattı mı? Allah bilir daha neler anlattı?
-Yok.
Sadece “Trabzon Caddesinde kucağında kalın siyah bir poşetle hızlı hızlı giderken
hafiften bir omuz vurdum telaşından fark etmedi müdürüm.” dedi bir de…
Acındırdı bizi.
-Çok
şükür kurtulduk müdürüm Ankara’nın adamından da bu tarafın adamından da. Düşünsene;
akşamüstü boğazımda kravat, sırtımda tiril tiril lacivert bir takım elbise; beldesinde
hükümete yaptırılacak bir sürü işi olan bir kasaba belediye başkanının bakan
karşılaması gibi, memleketin en lüks otelinin önünde, güneşin son ışıkları
altında karayılan gibi yalp yalp yanan siyah bir arabanın arka sağ kapısını
açıyorum. Aynı anda arka sol kapı da açılıyor. İki kapıdan neredeyse ikiz
zannedilecek iki adam çıkıyor. Gülme filan yok. Bütün ciddiyetimle adamları
karşılıyorum. Hafif tebessüm eder bir yüzle “Hoş geldiniz” diyorum. Bir
taraftan bizim şoför bir taraftan otel görevlileri seferber oluyorlar
misafirlerin valizlerini odalarına taşımak için. Ha, ikisini bir kişi taşır ama
o zaman da iki adamın valizi bir adamlık olmuş olur. İşin sonu adamı adam
saymamaya kadar gider. Bir müddet dinlenmeleri, duş alıp rahatlamaları ve
sonrasında akşam yemeğini beraber yemek üzere odalarına yolcu ediyorum asansörün
kapısını kapatarak adamları.
Lobide
saçları inek yalamış gibi jöleli, beyaz gömlek, delme yelek, papyonlu bir
garson; elips şeklinde, gayet geniş bir tabak içerisinde -buna bardak altlığı
denemez çünkü- küçücük bir bardak çayı önümdeki sehpaya bıraktı. Sağ ayağımı sol
ayağımın üzerinden indirmeden ve belli belirsiz bir tebessümle teşekkür ettim
garsona. Bahşiş de verdim tabi. Çayımı bitirmiş, ayak ayaküstünde elime aldığım
gazetenin daha ikinci sayfasını çevirmiştim ki, bizim misafirler tepemde
bittiler. Ne duş almışlar ne üst baş değiştirmişler. Klozetin kapağını kaldırıp
ayakta defi hacet edip, yüzlerine birer avuç su serpip inmişler sanki. Hatta
“sanki”si bile fazla. Gömleklerinin yakasındaki ıslaklık çıplak gözle
görünüyor.
Siyah
arabanın biraz önce açtığım kapısını, açarken göstermiş olduğum ciddiyet ve
titizlikle, misafirler arka koltuğa yerleştikten sonra tekrar kapattım ve ön
koltuğa geçip oturdum.
Memlekette yöresel yemekleriyle
ünlü -öyle diyorlar- bir lokantanın altı kişilik masasına kurulup oturduk.
Lokantada yiyecek; ekşili çorbadan, kuru dolmasına, içli köfteden, mercimek
köftesi-ekşili turşudan, kısıra, mumbardan, püsük köftesine, et, balık, tavuk
ne varsa masanın üstünü donattı garsonlar. Beraberce yedik içtik. Üstüne tatlı
dondurma…
Aman kadalarını alım müdürüm; karınları
doyunca adamları gicimik tuttu -yerinde duramamak, huysuzlanmak-.
Okey oynayacak bir kahve!
Yoldan geldiniz. Yoruldunuz. Sonra,
buraların kahvelerinde millet ot atar etrafa tükürür. Taşı gelmeyen, kâğıdını
beğenmeyen söver. Çayları çıkışmak için son oyunu oynayanlar, oyun bitiminde
dövüşürler. Sigara dumanından elinizdeki taşın rengini seçemezsiniz. Ne kadar
dil döktüysem para etmedi. Domino oynayanlar, ellerindeki taşları dizerken
gavura vurur gibi vururlar masaya. Tavla oynayanları artık siz düşünün. Yok… İlla
bir kahve. İlla okey. Hayır, büroya yakın bir yerde bir kahve var, var amma ne
gittim ne oturdum. Kaldı ki bu yaştan sonra kahvede ne işim var benim? Bir
yüzüm ağlar bir yüzüm güler, sırtımda takım elbise, boğazımda kravat, ayağımda
öğlen boyattığım, patronun seçim zamanı parti delegelerine alırken bana da
aldığı kundura, jilet gibi tıraşlı bir yüzle vardık kahveye. Kahveci garibim
bizi görünce telaşlandı, ben hemen konuya girdim, “iki el” dedim “okey oynamak
istiyoruz”. Kahveci tuttuğu soluğunu, ciğerinden boşalttığı sigara dumanını
bırakır gibi bir zevkle bıraktı, ağzındaki yüreği yerine oturdu. Hemen bir masa
kuruldu. Masamızın üstünde yeni bir kutu okey takımı açıldı. Değiştirilmiş
kadife masa örtüsünün üzerine itinayla bırakıldı. Bir el, iki el, … dokuz el.
Laf uzun müdürüm. Patron geldi bizim şoförün yerine; iri kafalı kısa saçlı,
göbekli fışlak, şişman, mavi gömlekli heyet üyesinin sağına, benim karşıma
oturdu. Öteki adamı da tarif edeyim mi? Çok kolay: Gömleği beyaz! Geri yeri hep
aynı. Emmioğluymuş zaten bunlar. Canım böyle de oyun olmaz ki, elim ayağıma
dolaşıyor. Karşımda patron. Taş alırken yarısını yere düşürüyorum. Elim titriyor.
O telaş içerisinde kahvecinin kulağıma doğru eğildiğini hissettim. “Şey… Efendim
saat geldi. Kapatacağız da oyun bitince…” gibi bir şeyler söyledi...
Aslında bizim heyet altı kişiden
oluşuyormuş. Üçü Ankara’dan, diğer üçü de bu taraftaki bir şehirden
geleceklermiş. Ankara’dan gelecek üçüncü adam bunların en büyüğüymüş. Onun bir
işi çıkmış, sabaha burada olurmuş. Diğerleri de o gelmeden gelirlermiş. Bunlar,
o başlarında olmadan güneşten gölgeye gidemezlermiş.
Unutmadan söyleyeyim de müdürüm,
akşam kahvenin erken kapanmasına kızan heyet üyeleri, sabahın köründe büroya
bir okey takımı aldırdı. Sütçü İmam Türbesi, Maraş Kalesi, Kapalı Çarşı, tarih,
turizm, duvarlardaki eski eşyalara bakarak pastanede dondurma yeme, gezme,
görme tekliflerimiz beş kuruş etmedi. Bundan sonrasını tahmin edersin.
Yerimizden kalkmadan okey… Yemek? Bir elinde okey taşı, diğer elinle ne
yiyebilirsen o türden yiyecekler.
İkinci gün ekip tamam oldu. Yaptığımız
iş beğenildi. Oy birliğiyle “kabul” edildiğine dair evraklar imzalandı. Bu
taraftaki şehirden gelenler, yanlarında bir kısım hediyelerle evlerine
gittiler. Büyük adamın yakın bir şehirde akrabaları varmış o da büyük adama
yaraşır bir kısım hediyelerle gitti.
Telefonum çaldı arayan patron. “Şunlara
birer otobüs bileti al gönder Ankara’ya.” Aman abi kol dayamayı açmayı unutma
diye şoföre döne döne tembih ederek adamları evlerinden aldırdık, siyah
arabanın arka koltuğunda getirttik. Şimdi otobüsle göndermek hoş olur mu? Ne kadar dil döktüysem olmadı. Adam “bilet”
diyor…
Yaşar Kemal’in İnce Memed’inde
bir Ali vardı. İzci Topal Ali: İnce Memed’in ölüm haberi kasabaya ulaşınca,
Karadağlıoğlu Murtaza Ağa, verdiği tabancayı elinden alıyor, sırtındaki
elbiseleri soyup don gömlek kovuyordu ya Ali’yi. Topal Ali gibi don gömlek
kalakaldı ortalık yerde bizim Ankaralılar. Sanki dün akşam siyah arabadan değil
de ön koltukta bir davulcu, arka koltuğun ortasında bir zurnacı, cam
kenarlarında kendiler, ellerinde boş şişelerle damalı bir piyasa taksisinden
inmişlerdi otelin önüne.
İkindi
oldu. Akşam oldu. Otelden yer ayırtılmadı. Telefon telefona. Arayan arayana… Bizim
kırık ayak takımı otelin lobi dedikleri yerinde bekliyor. Yatsı namazına doğru
bu taraftaki şehirden gelenlerden bir telefon daha geldi. Telefondaki ses “Allah’tan
korkun. Adamları hiç olmazsa filan şehre kadar gönderin. Orada yatıp sabah
Ankara’ya geçsinler bari.” diyor.
Siyah
arabayla gelen heyet üyeleri, kol dayaması olmayan, arkası kesik bir araçla
gece yarısına yakın, filan şehre doğru yola çıktılar.
NOT: Satılan, anlatılan ve
yazılan hikâyeler tamamen hayal ürünüdür. Hiçbir kişi veya kurumla alâkası
yoktur. Bu hikâyenin yazımı esnasında hiçbir hayvana zarar verilmemiştir.