“Mısır,
Suriye ve diğer zalim idarelerin gölgesinde
zulme rıza gösteren âlim taifesine ithaf
olunur(!)”
Her dönemde örnekliğini görebi- leceğimiz
Rabbani âlimler insanlık namına risk almış, talan edilen millet malının
hesabını sormuş, zalim idarecilerin zulümlerine geçit vermemişlerdir. Ulema
kirli ittifaklar içinde yer alanlara, küresel güçlerle birlikte hareket
edenlere karşı ümmetten yana olmuş, bu uğurda kimi görevden azledilmiş, kimi
kırbaç yemiş, kimi de şehit olmuştur. Ama hiçbir zaman Hakk’ın koyduğu
kuralları kendi çıkarları için aşmamıştır. Tuğyan eden sultanları, adaletten
sapan kadıyı, hakkına razı olmayan halkı âlimler ikaz etmiş, âlimler
mütecavizleri itidale çağırmıştır. O âlimler, güçlülerin haklı olduğu düzene
karşı koyup; haklıların güçlü olduğu bir içtimai ve siyasi düzenin tesisi için,
lüzumu halinde kendi canlarından dahi vazgeçmişlerdir. Zorba siyasal iktidara
karşı kılıf uydurmaktan Allah’a sığınıp, tüm idari mekanizmayı Hakk’a ve
adalete davet eden bir hali kendilerine uygun görmüşlerdir. Zalim iktidarlara
güç katan değil; zalimlerin zulmünü yüzlerine çarpan âlimler olmuşlardır.
İktidarın desteğini almak için değil, yanlış yolda olan ya da yanlış yola girme
tehlikesi olan idarecileri, yalnızca Allah rızası için tenkit etmişlerdir.
Rabbani âlimler küresel sömürgeci
güçlerle birlikte olan, millet malını şahsı için harcayan ya da adalete uygun
olmayan kararlar veren devlet adamlarını, yargıçları minberden ikaz etmiştir.
Hasbilik onlarda o derece ileri düzeydedir ki, bakışlarıyla olduğu gibi
sözleriyle de insanları etkilemiş, idarecilerin mağrur bakışları onların önünde
yere düşmüştür. Rabbani âlimler İmam İzz b. Abdüsselam gibi, zalim idarecilerin
türlü dünyalık tekliflerini bir kenara itip; “Dünya senin olsun, ben gidiyorum,
yarın Rabbim’in huzurunda görüşürüz.” demiştir. Kur’an’ın bütün zamanların
ortak hastalığı olarak dikkat çektiği; devlet adamlarının Firavunlaşması,
servet sahiplerinin Karunlaşması ve ulemanın belamlaşması temayülüne karşı agâh
olmaya çağırmışlardır. Rabbani âlimler; Daru’n Nedve’nin kapısında tekbir
getirdi, kırbaç yedi fakat insanların alın terini sömürenlere ‘yuh olsun’
demekten de geri durmadı. Allah Resulü ashabına haksızlık karşısında susmamayı
telkin etmiş, konuşması gereken yerde susanı da ‘dilsiz şeytan’ olarak
nitelemiştir.
Rabbani
Bir Âlim Örneği; İmam-ı Azam(ra)
Numan b. Sabit ilme meraklı ama aynı
zamanda tüccarlıkta yapmaktadır. Çarşı-pazar dolaşır ve Kufe dışına da
seyahatler yapar. Bir gün Şa’bi kendisindeki cevherin farkında olarak onu
yanına çağırır ve ‘Böyle yapma, senin ilimle uğraşman ve âlimlerin yanından
ayrılmaman gerekir.’ der. Numan bu sözler karşısında adeta çarpılmış ve
ticaretten de tamamen kopmadan kendisini ilme vermiştir. Ticareti ise vekili
aracılığıyla idare eder. Kufe’nin tek büyük camisindeki derslere devam eder.
Hammad bin Ebi Süleyman’a yaklaşık yirmi yıl talebelik eden Numan b. Sabit,
Cafer-i Sadık’la iki yıl beraber kalır ve ona da iki yıl talebelik eder.
İmam-ı
Azam Ebu Hanife, sadece akaid ve fıkıhta değil; aynı zamanda devrindeki siyasî
çekişme ve baskılara karşı tavrıyla da öne çıkmış Nebevi doğruluğu kendisine
şiar edinmiş bir imamdır. Zulme boyun eğmeyecek derecede yüksek bir şahsiyeti
vardır. Zamanında meydana gelen siyasi çekişmeler ve çalkantılar karşısında,
ilminin ve kemâlatının gereği yiğitçe tavırlar sergilemiş, fikirlerini ve
düşüncelerini muarızlarına karşı çekinmeden savunmuştur.
İmam-ı Azam’ın zühdü, takvası ve ilmî
otoritesi yanında, insanları etkileyen bir başka yönü de mantık ve kıyastaki
gücüdür. Çok çabuk anlama ve analiz etme melekesi ile çözülmez sanılan
meselelere çözümler üreten İmam, döneminin âlimlerinin gıpta ile bakmasına
vesile olmuştur. Kelâm ilminin zirveye ulaştığı Basra’ya en az yirmi defa
gidip-gelerek oradaki Mutezile, Haricî ve diğer bid’at ehli gruplara karşı
Sünnet-i Muhammedî yolunu savunmuş, akıllara takılan suallere cevaplar vermiş,
müminleri ehl-i sünnet çizgisinin dışına çeken akımlara karşı set çekmiştir.
Devrin büyük âlimi Hammad(ra)’ın ders
halkasına katılarak İslâm Hukuku’nda derinleşen İmam, bu hocasından yaklaşık
yirmi yıl ders almıştır. Kırk yaşlarında zorlu bir eğitim devresi geçirmiş
olarak hocasının vefatıyla boşalan kürsüsünün vârisi olmuştur. Yaklaşık otuz
yıl boyunca bu kürsüden verdiği derslerle, sonraları kendi adına izafeten
“Hanefîlik” adı verilecek olan fıkıh ekolünün temellerini oluşturmuş, sekiz yüz
öğrenci yetiştirmiş, binlerce hukukî meseleyi çözüme kavuşturmuştur. Bu süre
içinde devlet makamlarından uzak durmayı kendine şiar edinen İmam, resmi
makamların dini şekillendirme ve egemenliklerine araç olarak kullanmalarına da
fırsat vermemiştir.
Zulme
Karşı Haklının Yanında
Emevi halifelerinin ve atadıkları
valilerin keyfi tutum ve uygulamalarını doğru bulmayan Büyük İmam, Hz.
Hüseyin’in Kerbela’da kurtulan tek oğlu İmam Zeyd’in halife Hişam b.
Abdülmelik’in tahrik ve küfürlerine karşı ayaklanması sırasında, “Eğer
insanların, Hz. Hüseyin’i terk etikleri gibi onu da yarı yolda
bırakmayacaklarını bilsem ona katılırdım. Çünkü hak imam odur!” diyerek tavrını
oradan yana koymuş ve İmam Zeyd’e on bin dirhem maddî yardımda bulunmuştu.
Gerçekten de İmam Zeyd, babası Hz.
Hüseyin gibi Kûfe’liler tarafından yalnız bırakılarak ihanete uğramıştır. Ebu
Hanife Hazretleri bu tavrıyla güvenilmeyecek insanlarla yola çıkılamayacağını
gösterdiği gibi, Ümeyyeoğulları’nın saltanatına da açık bir tavır koymuştur.
Emeviler’in son Irak Valisi Ömer İbn-i
Hübeyre bu ünlü hukukçuya şu teklifte bulundu:
“Hâkimler Meclisinin başına geç. İmza
koymadığın hiçbir kanun yürürlüğe konmayacak, sen izin vermeden devlet
hazinesinden kuruş çıkmayacak!” Bu, büyük ve itibarlı bir görevdi. Ama İmam bu
teklifi hiç tereddüt etmeden reddetti. Vali tarafından zindana atılarak
kırbaçlanmaya başlandı. Ulemadan bazı kişiler devreye girerek “Kendine yazık
etme, biz nasıl istemeyerek, kerhen kabul ettiysek, sen de öyle yap.” dedilerse
de onun verdiği cevap şu oldu:
“Eğer vali benden Vasıt Mescidi’nin
kapılarını saymak gibi sıradan bir iş istesin, yine kabul etmem. O bir insanın
katline hükmedecek, ben mühür basacağım ha? Allah’a yemin ederim ki bu mümkün
değil! Bu dünyada kırbaç yemek ahirette ceza görmekten daha iyidir. Valinin
beni öldürmeğe gücü yeter fakat tekliflerini kabul ettirmeğe asla!”
İmamı elde edemeyeceğini gören vali
tepkilerden çekinerek onu serbest bırakır ve İmam da Kûfe’yi terk ederek
Mekke’ye hicret eder.
Hakk’a
Tabi Olanların Yanında
İmam-ı Azam, çoğu insanı cezb edecek
dünyevî makam ve zenginlikleri işkencelere rağmen reddetmiştir. İsteseydi
emrine verilen imkânları ‘dava’sı için kullanabilirdi. O biliyordu ki, zalim
idarecilerin tekliflerini kabul ettiği an, fiili olarak haksızlıklara ortak
olacak, zalim idare meşruiyet kazanacak, hakikat ve adaletin yanında olan
muhalefet parçalanacak, diğer âlimler de o örnek gösterilerek susturulacaktı.
Böylece sistemin tefessüh etmiş kurumları bu hakikat insanının ismiyle yeniden
meşrulaştırılmaya çalışılacak, iktidarın ömrü uzayacaktı. Şöhreti dünyaya
yayılmış insan, şöhretinden faydalanılmasına izin vermemiş ve hicreti tercih
etmiştir. Onun hicretinden bir süre sonra da Emevi saltanatı tarihin tozlu
sayfalarında yerini almıştır.
Hilafetin tekrar Peygamber(sav) soyundan
olan Abbasiler’e geçmesi onu son derece sevindirmiştir. Bu konuda şunları
söylemiştir: “Bu iş (hilafet) Peygamberimiz(sav)’in yakınlarına geçerek hak
yerini buldu. Bu Allah’ın lütfü ve keremidir. Ey âlimler; bunlara yardım etmeye
en layık olan sizsiniz! Size istediğiniz kadar ikram ve ihsan var. Halifenize
biat ediniz. Biat ahirette sizin için emniyete kavuşmaya vesiledir. Allah’ın
huzuruna biatsız çıkarak hüccetsiz ve delilsiz kalmayınız.”
Yeni seçilen Halifeyi ziyarete gittiğinde
söylediği sözler onun takip edeceği çizginin ipuçlarını veriyordu: “Allah’a
hamdolsun ki, hakkı Nebi’nin yakınlarına verdi ve üzerimizdeki alçaltıcı zulmü
kaldırdı. Ve yine hamdolsun ki dilimize hakkı söyletti. Allah’ın emri üzere
sana biat ettik. İşine vefa gösterirsen kıyamete kadar ahdimizde vefâkarız.”
Büyük İmam’ın bu sözleri yeni idareye, hak ve adaletin yanında olmak şartıyla,
kendileriyle birlikte olduğunu söylüyordu. Kendilerine de Resulullah(sav)’ın
yakınları olduğu için saygı duymakta ve biat etmektedir. Lakin adalet ve
hakkaniyet çizgisinin dışına çıkarlarsa bu zulme ortak olmayacağını ifade
etmektedir. Ta ki Hazreti Resul(sav)’ün yakını olsalar dahi.
Büyük İmam’ın korktuğu kısa zamanda
başına gelmiştir. Saltanat sahipleri Emeviler’e karşı zulme girişerek geçmişin
intikamını alma sevdasına düştüler. Kendilerini durdurmaya çalışan ulemayı da
öldürmeye başladılar. Abbasiler’in bu hareketi karşısında İmam Muhammed ve
kardeşi İmam İbrahim ayaklandılar. Bu ayaklanmayı devrin meşhur âlimleri
desteklediler. Bu âlimlerin arasında İmam-ı Azam ve öğrencileri de bulunuyordu.
İmam-ı Azam zulme karşı direnen bu insanları maddi ve manevi açıdan
desteklediği gibi, hilafet orduları başkomutanı Hasan b. Kahtaba’yı İmam İbrahim’in
üzerine gitmekten caydırmıştır. Bu durum Abbasi Halifesi Mansur’un dikkatinin
İmam üzerinde yoğunlaşmasına sebep olur.
Halife doğrudan İmamı hedef almanın
riskli olduğunu bildiği için onu kazanmayı ve yanına çekmeyi teklif eder. Sık
sık hediyeler gönderir. İmam-ı Azam bu hediyelerin amacını sezdiği için bunları
münasip bir üslupla reddeder. Halife, hediyelerinin niçin kabul edilmediğini
sorduğunda, idarecilerin devlet malını bol keseden kullanmalarına tenkit
babında, şu cevabı alır: “Şahsi malınızdan bana hediye gelmedi ki onu kabul
edeyim. Siz bana milletin hazinesinden aldığınızı yolladınız. Oysa milletin
malında benim hakkım yok. Ben silah altında asker değilim. Fakir de değilim ki,
hazine ödeneğinden yararlanayım. Yolladığınız şeyleri bundan dolayı alamazdım.”
Şart
Allah’ın Olunca
Büyük İmam teklif edilen baş hâkimlik
makamını kabul etmemiştir. Neticede Musul halkının isyanını bahane ederek
isyancıların katli için fetva isteyen halifeye tarihe altın harflerle yazılan
şu cevabı verince, halife adeta çılgına ve şaşkına dönmüştür:
Bu konuşma şu şekildedir:
Halife:
“- Allah Resulü, ‘müminler verdikleri
söze sadıktırlar.’ demiyor mu? Musul halkı bana karşı gelmeyecekleri konusunda
söz verdikleri halde şimdi ayaklandılar. Üstelik vergi memuruma karşı koydular.
Onların kanı helaldir!”
İmam-ı
Azam:
“- Onlar sana, kendilerine bile helal
olmayan bir şeyi, yani kanlarını şart koşmuşlar. Hâlbuki İslâm bu hakkı ne
size, ne de onlara tanır. Mesela bir kadın kendi rızasıyla bir erkeğe kendini
teslim etse, o kadının namusu o erkeğe helal olur mu? Yine bunun gibi bir adam,
birisine ‘gel beni öldür’ dese ve diğeri onu katletse acaba bu caiz olur mu?
Bunu yaparsa diyet gerekir. Müslüman’ın kanı üç şekilde helal olur: Cana karşı
can, imandan sonra küfür, evlendikten sonra zina. Bunların hiçbiri bu işte
olmadığına göre, Musul halkını bırak. Onların kanını dökersen zulmetmiş
olursun. Allah’ın şartı, uyulmaya kullarınkinden daha layıktır.”
Zulüm
ve Adaletsizliğin Karşısında Bir Ömür
Büyük İmam, her hali ile zalim idarecilerin
tepkisini çekmesine rağmen; mal, evlat ve dünyalık kaygısı gütmeden, imanının
verdiği sorumluluğu yerine getirmekten bir adım geri durmamıştır. İdare, İmam’ı
çıkarların çarkına çomak sokan biri olarak görmüş ve onu ortadan kaldırılması
gereken bir unsur olarak değerlendirmiştir. En sinsi entrikalarla İmam’ın
üzerine gitmeye devam etmiş ve bu konuda kendine tabi olmuş ulemayı
kullanmaktan geri durmamıştır. Devrin Kadısı ve iktidara yakın diğer ulemanın
kıskançlıkları bazı bürokratların ihtirasları ile birleşince, İmam’a karşı
entrika cephesi büyümüştür. Sonuçta Halife Mansur, kabul etmeyeceği tekliflerle
onu sıkıştırmaya başladı. Yapılan bütün dünyalık cezb edici teklifleri
reddedince, İmam zindana kapatılarak kırbaçlanmaya başlanmıştır.
Kırbaç altında iken şöyle diyordu:
“Allah’ım beni kudretinle onların
zulmünden ve fıskından uzak kıl!”
On kırbaçla başlayan ceza katlanarak yüz
ona geldiğinde, Büyük İmam acılar içerisinde ruhunu teslim ederek şehit oldu.
Büyük İmam vasiyeti ile de zalimlere ve
cümle adaletsizliklere karşıdır:
“Beni gasp edilmemiş bir toprak parçasına
gömün!”
Zalimlerin karşısında ve mazlumların
yanında, sahip olduğu ilmin ticaretini yapmadan, hakikati her ne olursa olsun
ifade ederek, milletin içinde olarak ve zulme ortak olmadan bir şerefli ömür
süren Büyük İmam, Efendimiz(sav)’in “haksızlık karşısında susmamayı” telkin
eden, konuşması gereken yerde susanı da “dilsiz şeytan” olarak ifade eden
Hadis- Şerif’ini kendisine rehber edinmiştir.