Edirne’de Selimiye Müzesi
avlusundaki bir hüsn-i hat sergisini gezerken iki gencin konuşmalarına kulak
misafiri olmuştum. Modern giyimli bu iki genç ilgisiz bir tavırla öylesine
dolaşıyorlarken birden bir hat tablosu önünde durup yüksek sesle konuşmaya
başlamışlardı. Şaşırmış gibiydiler. Birisi, “A, bak bu filancanın bileğindeki
döğme” dedi; diğeri, “Evet evet, aynısı” diyerek doğruladı onu. Ne kadar hoş
bir “kaligrafi” olduğundan falan bahsettiler. En çok da bu döğmeyi yaptırdıktan
sonra adını andıkları kişinin popülaritesinin nasıl arttığına dair tanıklıklarını
aktardılar birbirlerine. Önünde durdukları hüsn-i hat levhasında “hiç”
yazıyordu.
Hattatlar ve bu hattı duvarlarına
asan eskiler bir gün “hiç” yazısının popüler olmaya, başkaları tarafından
tanınıp bilinmeye alet edilebileceğini hiç düşünmemişlerdi herhalde. Çünkü
insanları mahviyyete, yani kendilerini yok hükmünde görmeye, başkalarınca tanınıp
bilinmemeye çağıran tasavvufî bir ikazdı bu yazı.
MAHVİYYETİ HATIRLATMAK İÇİN
Tasavvufun evveli de ahiri de
mahviyettir. Evvelindeki mahviyyet, neyin ne olduğunu ben bilirim, ben
belirlerim iddiasındaki benliği terk etme zaruretini kabuldür. Yine bir ön
kabul olarak kişinin kendisini önemli, değerli, üstün ve kudretli görmekten,
kendini beğenmekten imtina etmesi gerektiğine rıza göstermesidir. Bunlar bir
mürşid-i kâmile teslimiyetin de şartlarıdır aynı zamanda. Zira ancak tevazu
ile, kusur ve aczini bilerek, kendini bir şey sanmadan bir “hiç” olarak Allah
dostlarının kapısına varanlar yol alırlar.
Tasavvufun ahirindeki mahviyyet,
mürşid-i kâmilin terbiyesi ile başlangıçtaki bu kabullerin hale dönüşmesidir. Mülkiyet
ve varlık iddiasından uzaklaşmak, beşerî sıfat ve arzuların tasallutundan
kurtulmaktır. Kendisinde bir üstünlük vehmetmemek, gösterişten sakınmak, gurur
ve kibirden arınmak, haddini bilmektir. Bütün iş ve davranışlarında Cenâb-ı
Mevlâ’nın iradesine tâbi olarak O’ndan gelene rıza göstermek, şikâyeti terk
etmektir. Ölmeden evvel ölmek, dolayısıyla bir ölü gibi dünyalık anlamında
ihtiyaçtan azade olmaktır. Kendini bilmek, Rabb’ini bilmek ve bu marifetle bir
kul olarak aczini, yetersizliğini, faniliğini bilip bir hiç olduğunu idrak
eylemektir. Bu, fani olanı var kılma çabasını bırakıp gerçekten var ve baki
olana ulaşmanın yegâne yoludur. Ol sebepten Aziz Mahmud Hüdayi k.s. hazretleri,
“Varlığın eyle zail / Olagör Hakk’a vâsıl” buyurmuştur.
İşte “hiç” hattı bunları hatırlatmak
için yazılır ve bunları hatırlatsın diye eskiden özellikle dergâh ve tekkelerin
duvarlarına asılırdı. Mahviyyet, “mahfiyyet”i, yani diğer insanlar nezdinde
görünür olmamayı gerektirdiğinden sâlik başlangıçta övülmekten, dikkat
çekmekten, tanınıp bilinmekten kaçınmak adına güzel amel ve davranışlarını
gizleme yolunu seçerdi. Mahviyyet hali kuşanıldıktan, hiçliğe ulaşıldıktan
sonra ise görünür olmak zaten mümkün değildi. Hiçlik yahut mahviyyet halini
tercihin de yaşıyor olmanın da alâmeti “ben” dememekti.
“BEN” DEMENİN TÜRLÜ YOLLARI
Kelâm-ı kibardır; “Ben demek
şeytana mahsus” buyurulmuştur. A’raf suresinin 12. ayet-i kerimesinde
bildirildiği üzere, Allah Teala İblis’e, “Emrettiğim halde seni Âdem’e secde
etmekten alıkoyan nedir?” diye sorduğunda İblis, “Ene (ben)” diye söze
başlamıştı. “Ben ondan daha hayırlıyım. Çünkü beni ateşten, onu balçıktan
yarattın.” demişti. Ayet-i kerimenin ışığında, şeytana mahsus olan yahut insanı
şeytanlaşmaya sürükleyen ben zamirinin, ilahi iradeye muhalefet cüretkarlığına
sevk eden bir üstünlük iddiasıyla söylenmiş “ben” olduğu anlaşılıyor. Bununla
beraber ucb, kibir, gurur ifadesi olarak veya haklı bir sebebe dayansa dahi
övünme maksadıyla sarf edilen her “ben” lafzı, “üstünlük takvadadır” buyuran
Allah Teala’nın iradesine bir nevi itiraz sayıldığından bu çerçevede değerlendirilmiştir.
Buradaki asıl arıza, kulun kendisinde Rabb’ine rağmen başına buyruk bir varlık
yahut benlik vehmetmesi, Rabb’ine nispetle hiçliğinden gafil olmasıdır. Yani
sıkıntı ben lafzından ziyade bu kelimeye yüklenen benlik iddiasındadır. Nitekim
insanlar üstünlük davası veya övünme maksadı taşımadan da kendilerinden
bahsederken pekâlâ ben diyebilirler. Yahut bazen bir sorumluluğu üstlenmek için
ben demek mecburiyeti hasıl olabilir. Tasavvuf ehli böyle mubah hallerde bile
verâları mucibince yine de ben demeyi tercih etmemişler; bunun yerine “fakîr,
âciz, bendeniz” gibi tevazu ve mahviyyet ifadesi ibareler kullanmışlardır.
Kaldı ki zemmedilen manasıyla ben
demek, sadece lafzen ben demekten ibaret değildir. Hatta insanlar daha çok hal
diliyle “ben” derler. Giyim kuşamıyla, oturup kalkmasıyla, malı mülküyle, bilgiçlik
taslamasıyla, tüketim kalemlerindeki lüks ile de bir üstünlük taslamak üzere
“ben” denebilir. Esasen her fark edilme, öne çıkma, dikkat çekme, görünme veya
gösteriş çabası, değişik maksatlarla da olsa “ben” demektir. Ve bugün teknolojinin
sunduğu iletişim ortamlarında hemen herkes çığlık çığlığa “ben” diyerek varlığını
gösterme, var olduğunu ispatlama yarışındadır.
KENDİMİZİ KİME BEĞENDİRELİM?
Modern insanın görünme tutkusu
anlaşılabilir. Çünkü Yaratıcısı ile irtibatını koparmış, savrulmuş; var ediliş maksadını
unutmuştur. Hüviyetini, yani Mevlâ’sına aidiyetiyle kazandığı kulluk statüsünü,
dolayısıyla anlamını ve değerini kaybetmiştir. Kelime yetersizliği sebebiyle bu
da bir hiçlik hali diye nitelenebilir. Ancak hiçlik Müslüman için ebedi
diriliğe ve saadete ulaşmak üzere tercih edilen bir yöneliştir. Müslümanın hiç
mesabesinde gördüğü varlığı, yoktan var edilen beşer tarafı ve beşeriyetinin
arzu ve istekleri manasına nefsidir. Yoktan var edilen varlığının başlangıçtaki
yokluğunu esas alarak bâki yanına, nefha-i ilahi üflenen ruhuna, esma ilminin
ve “Belâ” misakının yerleştirildiği âdemiyetine talip olur. Bu yüzden beşerî
vasıflarıyla övünmek, görünmek, fark edilmek, beğenilmek gibi bir derdi yoktur.
Modern insanın hiçliği ise maruz kalınan bir hiçliktir. Bakî yanını kaybetmekten
kaynaklanan bir yokluk, anlamsızlık yahut boşluk halidir. Yaşlılığı ve ölümü
ötelemek, hatta mümkünse engellemek için beyhude bir çaba ile hep var olmak
adına beşer tarafını tahkime çalışır. Ve ancak başkalarına göstererek var
olduğuna inandırabilir kendini. Böylelerinin görünme yahut fark edilme tutkusu,
içinde bulunulan boşluğun derinliği nispetinde abartılmakta, o kadar ki bazen
mahremiyetler bile pervasızca sergilenmektedir.
Başta bahsettiğim gençlere bütün
bunları birkaç cümleyle de olsa anlatabilir miydim, bilmiyorum. Zaten denemeye
de teşebbüs etmedim. Kabe’yi tavaf ederken cep telefonuyla memleketine naklen
yayın yaparken arada oradakilerin hal hatırını da soran, selatin camilerinde
ikamet okunurken kalkıldığında selfi çeken, sosyal medyada “bugün şöyle bir
hayır hasenat işledim” mealinde paylaşımlar yapan kardeşlerimizi hatırlayıp
vazgeçtim.
Batılı sosyologlar bile,
“Teknolojiyi insanlar icat ediyor ama teknoloji de marazî bir insan tipi inşa
ediyor.” diyerek büyüyen bir tehlikeye dikkat çekiyorlar. Galiba bizim de
başkalarından evvel kendimizi bu konuda sorgulamamız gerekiyor. Bizi tasavvuf
terbiyesi mi inşa ediyor, teknoloji mi? Allah Teala’nın güzel hallerimizi
görüyor ve biliyor olması bize yetmiyor mu? Kendimizi öncelikle Allah’a mı,
insanlara mı beğendirmeye çalışıyoruz? Ve hiç olma teklifi nefsimize ne kadar
ağır geliyor?
***
MÂNÂNIN YÜZÜNÜ ÖRTMEK
Yunus Emre;
“Çıktım erik dalına,
onda yedim üzümü
Bostan ıssı kakıyıp der
ne yersin kozumu”
diye
başlayan meşhur manzumesini,
“Yunus bir söz söylemiş hiçbir söze
benzemez,
Münafıklar elinden örttü mânâ yüzünü.”
mısralarıyla
bitirir. Bu manzumeye divanlar ile manzumeyi şerheden risalelerde “gazel,
kaside” gibi isimler verilse de edebiyat nazariyecileri “şathiyye” diyor. O
kadar ki şathiyye türünü izah veya tarif eden bütün kaynaklar, örnek alarak
Yunus’un bu şiirini mutlaka zikrederler.
Şathiyye, “dudaklarda bir tebessüm
uyandıran, daha ziyade manzum sözler” şeklinde tarif edildikten sonra
”şathiyat-ı sofiyane” diye bir tasnife gidilerek, mutasavvıf şairlerin bu
sözleri lâ-dinî halk hezeliyatından ayrı tutulur. Şathiyyat-ı sofiyane’ler
“Bazı meczupların sözlerini taklit suretiyle yazılmış, zahirde saçma görünen
fakat şerh ve tahlili halinde mânidar olduğu anlaşılan manzumeler” diye
biliniyor. Aslında “şathiyye” olarak adlandıragelmiş birçok söz ya da
manzumenin bu tarife dâhil edilmesi mümkün değil. Tarz olarak birbirinden
farklı şatıh örneklerini yukarıdaki tarifle değil ama alışılmışın dışında,
çizgi dışı bir üslupla söylendikleri için ortak bir kategori kabul edebiliriz.
Nitekim şatıh kelimesinin kökündeki “hareket, sarsıntı” mânâsı ve Mağrip
Arapçasında “raks” karşılığı kullanılıyor olmasıyla, bu türün ancak kelime ve
kavramlara adeta raksettiren, takla attıran onları yerinden uğratan bir beyan
tarzından dolayı farklılık kasbettiği söylenebilir.
Mizah, mübhemiyet, aykırılık,
pervasızlık ve binaenaleyh umursamazlık şathiyye türünün hususiyetleri değil,
çizgi dışı beyan tarzının muhtelif görüntüleridir. Bu sebepledir ki şatıh
örneklerinde bunların tamamına rastlanmaz. Kaynakların “şathiyye” diye
nitelendirildiği söz veya manzumeleri üç grupta değerlendirmek daha doğru gibi.
1. Bazı mutasavvıfların verd ve
istiğrak halinde söyledikleri lafzen dinî kaidelere aykırı gibi görünen tuhaf,
aşırı sözler. Tasavvufî ipuçları ihtiva etmekle beraber mânâları açık olmayan,
şerh ve izaha muhtaç bu türlü sözleri zahir uleması hoş karşılamıyor. Hallac-ı
Mansur, Sehl-i Tusterî, Beyazıd-ı Bistamî, Abdulkadir Geylanî,Mevlânâ, Hacı
Bektaş-ı Velî, Şıblî, Muhyiddin İbn-i Arabî gibi mutasavvıflardan bu minval
üzere sadır olan bazı sözler meşhurdur. Söylenenler dahi böyle beyanların
tehlikesini kabûl ederler ama bu, Cüneyd-i Bağdadî’nin ifadesi ile “Hâlin söze
galebesi”dir. Yunus’un bu vadide söylediği şiirlerden biri:
“Adım adım ileri, beş âlemden içeri,
On sekiz bin âlemi,
geçtim bir dağ içinde."
diye
başlayıp,
“Yunus aydur gezerim, Dost iledir pazarım,
Ol Allah’ın didarın, gördüm bir dağ içinde.”
kıtasıyla biten “bir dağ
içinde” redifli manzumesidir. Bir diğeri ise:
“Bir sâkîden
içtim şarap, arştan yüce meyhanesi,
O sâkînin
mestleriyiz, candan onun pervanesi.”
diye başlıyor. Bu
manzumenin hitamındaki:
“Yunus bu cezbe sözlerin, cahillere söylemegil
Bilmez misin
cahillerin nice geçer zamanesi.”
sözleri, Yunus’un
“tehlike”nin farkında olduğunu gösteriyor.
2. Şathiyye türünün birbölüğü münhasıran “ahret hayatı”nı
konu ve cennet nimetine karşı kayıtsız, cehennem azabına karşı pervasız bir
tutum yansıtır. Daha ziyade Bektaşî geleneğinde görülen bu çeşit şathiyyelerde
“hürmetsizlik” gibi değerlendiren ifadeler, nimet ve külfete bağlı olmayan bir
“aşk”ın samimî cüretkârlığıdır. Belki “zahit tipi”nin cennetteki konfora
duyduğu iştiha ile cehennem azabından ürpermesinin altındaki nefsaniyetten
dolayı ince bir istihza da vardır bu şiirlerde. Kaygusuz Abdal, Pir Sultan Abdal
ve Azmî’nin çok bilinen bazı şiirleri bu şathiyye türünün örnekleri
sayılabilir. Yunus’un:
“Sırat kıldan
incedir, kılıçtan keskincedir
Varıp onun
üstüne ev yapasım gelir.”
“Altında gayya
vardır, içi nâr ile pürdür,
Varaben o
gölgede biraz yatasım gelir.”
beyitlerinin yer aldığı
manzumesi de böyledir. Bu şiirin;
“Derviş Yunus bu
sözü eğri büğrü söyleme
Seni sîgaya
çeker, bir Molla Kasım gelir.”
Şeklindeki son beyitinde
hem çizgi dışı üslûbun farkında olunduğunun itirafı, hem de zahir ulemasının
zemmi vardır.
3. En başta bazı mısralarını verdiğimiz “Çıktım erik
dalına..” matla’lı şiirin dahil edilebileceği “tebessüm vesilesi” şathiyyeleri
üçüncü bir grup olarak diğer ikisinden hayli farklı bir yere koymak gerekiyor.
İlk iki grupta şathiyyelerin ifade garabetine muhteva sebep olurken, bu defa
çizgi dışı üslûp” bilhassa tercih ediliyor sanki. Frenklerin “absürd” dediği,
eşyanın tabiatına, dolayısıyla mantığa aykırı bir jargon, bu şathiyyelerin
ayırdedici vasfı olurken, neden böyle bir ifade tarzının hususen seçildiği
sualini beraberinde getiriyor. Pozitivist bir yaklaşımla “saçma” görünen,
tebessümü davet eden mizah unsurunu da yine bu “taammüdî saçmalık” ile sağlayan
metinler hiç şüphesiz derin mânâlar barındırıyor. Öyle olduğu içindir ki Yunus’un
“Çıktım erik dalına” sözleriyle başlayan şathiyyesi Şeyhzâde Niyazî-i Misrî,
Ali Nakşibendî ve İsmail Hakk Bursevî tarafından ayı ayrı şerhedilmiştir; Aşık
Paşazade ve Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’ne nazireler yazdırmıştır. Fakat
yine de Yunus, “bir mürşid-i kâmil nezaretinde şeriat, tarikat, hakikat
sırasına riayet gerekliliği”ni neden “Erik ağacına çıkıp üzüm yedim.(Beni
gören) bahçe sahibi, ‘niye cevizimi yiyorsun!’ diye çıkıştı.” mealinde bir
beyitle anlatmayı yeğlesin Dünya hayatının geçiciliğini, insanın ömür boyu
itina ile yığdıklarının bir fiskelik hükmü olduğunu, niçin;
“Şişeden bina
kursalar / bir hayli vakit dursalar
Sonra sopayla
vursalar/ ne hoş olur şangırtısı.”
gibi çocuksu avamî bir
coşkuyla versin? Yunus, tasavvuf
penceresinden birçok diğer Şiilerinde yüzlerce mısrada sofi ıstılahlarıyla,
alışılmış remizlere ve son derecede sanatkârane bir tertiple ifade edebilen bir
şairimiz. Sayısı az da olsa bu tür şathiyyelere niçin ihtiyaç hissetmiş?
.kendisi “Münafıklar elinden mânâ yüzünü
örtmek için” cevabını veriyor.
Yunus’un şathiyyesine nazire yapan Âşık Paşazâde de;
“Âşıkî ile Yunus, il bilmez, yola gitti
Münkir olmasın
diye, saptırırım izimi.”
maktaı ile aynı gerekçeyi
ileri sürüyor. İnce mânâların nifak ehlince yahut hoyrat gönüllerce
çarpıtılması, tevil edilmesi endişesi var. Fakat bu şathiyyelerde çok temel ve
umumî mahiyetteki tasarruf prensiplerinin mevzu edilmesi, üstelik bunların
sürekli tekrarlaması, “mânânın yüzünü örtmenin” daha başka bir gerekçesi daha
odluğunu düşündürüyor. Hemen her türlü metot denetlenerek devamlı anlatılan
bazı temel meselelerin arık sabit bir zamanın haline gelip başka ve daha ileri
merhalelere kapı açması beklenirken yeniden başa dönen, sanki hiç mevzu olmamış
gibi önceki meseleleri yeniden gündeme getiren fakat yine de anlamayan bir kafa
yapısı!
Bütün aleniyetiyle ortada duran hakikatleri fark edemeyen
gözlere, mânânın yüzünü örtüp, “Yahu burada bir şey var!” dedirtmek için son
bir çaba bu çizgi dışı üslûp.
Söz yine Yunus’un:
“Kerpiç koydum kazana, poyraz ile kaynattım
Nedir deyip sorana bandım verdim özünü.
***
15 TEMMUZ'DA NE OLDU?
En uzun gece... 2016’nın 15 Temmuz’unu 16’sına bağlayan gece... Hep böyle nitelendi sonraki günlerde. Bu adla yazılar yazıldı, kitaplar yayımlandı, belgeseller hazırlandı. Gerçekten uzun bir geceydi. Son yüzyılın başlarında Cihan Harbi’yle başlayan on yıllık süreçte yaşadıklarımızı bir kere daha yaşamıştık o gece. İçinde Çanakkale de vardı, İstiklâl Savaşı da... O gece hepimiz Nene Hatunları, Seyit Onbaşıları, Sütçü İmamları dünya gözüyle görmüştük.
Âsım’ın Nesli meydanlardaydı.
İman dolu göğüslerini siper ederek o “rezil istilâ”yı, o “hayasızca akın”ı
nasıl durdurduklarına şahit olduk. Akif’e İstiklâl Marşı’nı yazdıran yüz yıl
önceki millet o gece kıyamdaydı. Din ü devlet, mülk ü millet için, dillerinde
tekbir kurşunların, bombaların, tankların üzerine üzerine yürüdüler. Mazluma
ümit, zalime korku olma azmimiz yeniden yeşerip boy salsın diye şehitlerimiz o
gece yine birer cemre olup toprağa düştü. Millî Mücadele’deki ruh, yüz yıl
önceki gibi hepimizi bir ve beraber eylemiş, soylu bir destanın kahramanı yapmıştı.
Unutmadan, unutturmadan anmak
Şimdi o destanın üçüncü sene-i
devriyesindeyiz. O destanı unutturmamak, o destanı yaşatan ruhu muhafaza etmek,
o geceki birlik ve beraberliğimizi daim kılmak için üç yıldır çeşitli
faaliyetler yapılıyor. Şehitlerimizin isimleri okullara, caddelere, meydanlara,
parklara verildi. 15 Temmuz’a dair onlarca kitap yayımlandı, yüzlerce şiir
yazıldı. Televizyon programları, belgeseller, kısa filmler hazırlandı.
Paneller, konferanslar tertip edildi, marşlar bestelendi. Anlaşılan o ki,
benzer çalışmalar bundan sonraki yıllarda da sürecek.
Fakat 15 Temmuz’u unutturmamak
adına üç yıldır yazılıp söylenenler, giderek 15 Temmuz’da aslında ne olduğunu
unutturan bir laf kalabalığına dönüşüyor sanki. Abdullah ibn Übey münafığının
çağdaş versiyonu bir şarlatana odaklanmaktan öteye gitmiyor. Onun, harimimizin
kapısını kırmak üzere kimler tarafından niçin koçbaşı yapıldığı, kimlere alet
olduğu pek dillendirilmiyor. Hakikaten de o gece kimler, neden saldırmıştı
bize? Millet neden canı pahasına bu saldırıya karşı çıkmıştı? Neyi ya da neleri
korumak için ölümü göze alarak meydanlara yürümüştü? 15 Temmuz, 15 Temmuz’dan
mı ibaretti? Bu sorular ya hiç sorulmuyor yahut o gece ne olduğuna dair bir
doğruda birleşemediğimizi gösteren çok farklı cevaplarla karşılanıyor. Nefsleri
okşayan hamasi söylemler, bir fecr-i kâzip gibi, uzun da olsa gecenin bittiği
yanılgısına düşürüyor insanları. Saldırının bertaraf edildiğine, tehlikenin
atlatıldığına, selamete çıkıldığına inandırıyor.
Gece henüz bitmedi
Oysa o en uzun gece hâlâ bitmiş
değil. İbret alıp tarihin tekerrürüne mani olamazsak eğer, daha da kararıp
uzayabilir. Yüz yıl önce Millî Mücadele’yi kazandık. Ama mağlubiyet
psikolojisiyle malûl etkili yetkili çevreler, hâlâ mücadele etmeyi bırakıp
teslim olmayı tercih eden politikalar dayatıyor. Bunu yaparken daha yumuşak,
daha sinsi, daha suret-i haktan görünmeye çalışıyorlar. Nitekim 15 Temmuz’u
anmak ve anlatmak adına yapılanlar, yüz yıl önceki gibi, murat edilenin zıddına
bir çizgiye evriliyor. Millet-i hâkimenin 15 Temmuz direnişini Batı’nın
helvadan putlarını koruma gayretine bağlamakta sakınca görmüyoruz mesela.
Demokrasi güzellemeleriyle ambalajlanan seküler bir anlayışa giderek daha çok
itibar eder olduk.
Gâvurun içimizden devşirdiği
hainler eliyle bile isteye kirlettiği kavramların, hep kirli ve tehlikeliymiş
gibi yargılanıp mahkûm edilmesine pek ses çıkarmıyoruz. İslâmî her uygulamayı
din istismarı diye yaftalayıp gündelik hayatın dışında tutmayı amaçlayan bir
istismarı, İslâm’a saygı zannedenlerimiz var. Son üç yıl içinde cemaat, himmet
ve hizmet ehli olmanın affedilmez bir suç, büyük bir kötülük olduğuna
inandırılanlarımızın sayısı arttı. Müntesipleri arasında şehitleri ve gazileri
olan, 15 Temmuz direnişinin her cephesinde günlerce hizmet veren, ama “o gece
biz de oradaydık” deyip övünmekten hicap eden köklü gelenekli cemaatlere,
muhtemel 15 Temmuzların potansiyel saldırganlarıymış gibi bakılmaya başlandı.
Hasıl-ı kelam, İstiklâl Marşı’nı
söyleyen ama o marşta ifadesini bulan değer ve hassasiyetlerle mücehhez
insanlara, Akif’e yaptıkları gibi bu ülkeyi dar eden bir zihniyetin
“sabahımız”ı geciktirme ihtimaliyle bir kere daha karşı karşıyayız.
Eski düşman, eski düşmanlık
Öyleyse hamasetle oyalanmak
yerine durup dinlenmeden anlatmalıyız ki, o gece bize saldıranlar kadim
düşmanlarımızdı! Bunların dün “haçlı ittifakı”, bugün “küresel emperyalizmin
egemenleri” diye tanımlanması yahut şu veya bu devlet olması bir şeyi
değiştirmiyor. Küfür dün tek milletti, bugün de tek millet. Selçuklu’ya,
Osmanlı’ya niçin saldırmışlarsa Türkiye’ye de aynı sebeplerle saldırdılar.
Dertleri ülkemizin istikrarı ve güçlenmesi değildi sadece. Yıllar sonra ilk
defa bu gücün mazlumları koruyacak bir çatı olması, mümin kardeşliğini inşa
etmesi, ümmeti derleyip toparlaması ihtimalinden korktular. Ellerinde daha önce
kullandıkları ve netice aldıkları başka aparatlar varken dinî kisveye
büründürülmüş bir ihanet çetesini bu yüzden sürdüler cepheye. İşgale yol açacak
bir iç savaş çıkarmayı, Suriyeleşmesini umdukları bir Türkiye’nin enerjisini böylece
tüketmeyi planladılar.
Planın bu kısmını başaramadılar,
evet, ama plan bundan ibaret değildi. Asıl maksat, tarihin her döneminde bizi
kardeş kılan, küfür ve zulüm karşısında birleştirip dik tutan müslüman tavrını
itibarsızlaştırmaktı. Kırk yıl İslâmî cemaat suretinde besleyip büyüttükleri
bir ihanet şebekesi eliyle insanlarımızı vurmakla kalmadılar; İslâmî
hassasiyetlerimizi, İslâmî hasletlerimizi de vurdular.
Nitekim dün bir dilim ekmeğini
dünyanın öbür ucundaki müslüman kardeşiyle tereddütsüz paylaşanlar bile, bugün
gönüllü yardım kuruluşlarının infak davetlerine acabalarla yaklaşır oldular.
Mesnetsiz söylentilerle, suizanlarla, müslümanlar olarak birbirimize
itimadımızı kaybettik. Hakk’a, hayra, kardeşliğe, muhabbet ve merhamete çağıran
dinî yapı, cemaat yahut camiaların din istismarı yaptığına, bir gün devleti ele
geçirip aynı alçaklığa tevessül edebileceğine dair vehme kolay kapıldık.
Rızâen lillâh nöbet
Halbuki bir zamanlar Osmanlı
askerinin “Din ü devlet, mülk ü millet muhafazası için rızâen lillâh
nöbetteyim!” cümlesiyle ifade ettiği nöbet tekmilindeki anlayışı bugüne
taşıyanlar köklü gelenekli cemaatlerdi. 15 Temmuz’un gerçek kahramanları bu
anlayışla direnişin en ön saflarındaydılar. Yeniden kendilerinin olan
devletlerinin bir kere daha küffara peşkeş çekilmesine canları pahasına müsaade
etmeyeceklerdi. Dinlerini koruyacak; yalanı, aldatmayı, istismarı,
ikiyüzlülüğü, kâfirlere kul olmayı mübah gören bir sapkınlığın üzerine
yürüyeceklerdi. Ridde vakasında sahte peygamber ve mürted kâfirlerin üzerine
yürüyen Hz. Ebubekir r.a. gibi kararlı olacaklardı. O gece abdestlerini
tazeleyip yalın yürek çıktıkları meydanlarda tekbirlerle şehadete koşarken
bundan başka maksatları yoktu.
Bu hakikati görmezden gelen,
çarpıtan, hatta tehlike sayan bir yaklaşım, 15 Temmuz saldırganlarının planına
hizmet anlamına gelir. 15 Temmuz bir kere daha göstermiştir ki gerçek güç tank,
tüfek, uçak değil; imandır. Türkiye üzerindeki emellerinden asla vazgeçmeyecek
kadim düşmanlarımızın, baş edemedikleri bu gücü zaafa uğratmak için her şeyi
yapacakları da aşikârdır. Kullandıkları ihanet örgütünün köklü gelenekli İslâmî
cemaatlerle hiçbir ilgisi, hiçbir ortak noktası yoktur. Bu örgütü bahane ederek
bu aziz milletin ruh köklerine, nüvesine, mayasına hasmâne bir tavır almak,
muhtemel 15 Temmuzlar’da meydanlara çıkanları azaltıp, alışveriş merkezlerine
ve bankamatiklere koşanları çoğaltacaktır. Gecenin daha da uzamasından geçtik,
sabahı hepten unutmaya kadar varabilecek bir felakettir bu.
İbret almak, bir hadisenin
aslını, arkasındaki hakikati görüp ondan istikametimizi düzeltmeye yarayan bir
ders çıkarmak demek. 15 Temmuz’da aslında ne olduğunu hatırlayıp ibret alalım.
İbret alalım ki, Akif merhumun dediği gibi o meş’um tarihimiz tekerrür etmesin.
***
MÜSLÜMANIN ÖNCELİKLERİ
Nereden geldik, nereye gidiyoruz, niçin buradayız, cevapları unuttuk.
Bu kafa karışıklığı hayatımıza iyice yansıyor artık, önceliklerimizi yitirdik.
Niyetlerimizde, tercihlerimizde, işlerimizde önem sıralaması böyle değildi, böyle olmayacaktı.
Gelin önce kimliğimizi, sonra önceliklerimizi hatırlayalım
Öncelerimizi doğru tayin edememek, şahsi zarardan öte, ümmet arasında yaygınşaşırsa eğer, ilâhi gazabı davet eden bir tehlikeye de dönüşmektedir üstelik.
Medine-i Münevvere’de hicretin birinci yılı. Mekkeli muhacirlerle artan nüfusuna ilaveten, bir de kıtlık yaşanıyor şehirde.
Yiyecek sıkıntısının çekildiği, açlık tehlikesinin baş gösterdiği bu dönemde bir cuma günü gıda malzemeleriyle yüklü bir kervan geliyor Şam’dan. O zamanın
adetidir; defler çalınarak, şarkılar söylenerek hem kervanın gelişi haber veriliyor hem de darlıktan kurtuluyor olmanın sevinci ifade ediliyor.
Bir şenlik coşkusuyla naraların ayyuka çıktığı, gürültülü bir müziğin Medine sokaklarında yankılandığı bu demde müslümanlar cuma namazı için Mescidi Nebevî’dedir. Rasulullah s.a.v. minbere çıkmış, cuma hutbesi için kıyam eylemiştir. Şamatayı duyan cemaatin büyük bir kısmı Hz. Peygamber s.a.v.’i “ayakta bırakarak” dışarı fırlar.
Bu olayı aktaran kaynaklar, mescitte sadece on iki kişinin kaldığını ve Cuma Suresi’nin “Bir ticaret ve eğlence gördükleri zaman hemen dağılıp ona gittiler ve seni ayakta bıraktılar. De ki, Allah’ın yanında bulunan, eğlenceden de ticaretten de hayırlıdır. Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır.” mealindeki 11. ayetinin bunun üzerine nazil olduğunu kaydederler.
Başka bir rivayete göre de bu duruma son derece üzülen Hz. Peygamber s.a.v. daha sonra, “Nefsimi kudret elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, şayet herkes gitmiş ve hutbeyi dinleyen kimse kalmamış olsa idi vadiden üzerinize ateşten bir sel gelecekti.” buyurarak, bu davranışın yanlışlığına ve tehlikesine dikkat çekmiştir.
Önceliklerimizin Önemini Sorgulamak
Bizler Efendimiz s.a.v.’in karşılaştığı her durumun bir mesaj taşıdığına, yaşadığı her zorluğun -bilhassa öyle takdir edildiğine göre- bizim için bir ikaz,
ders, hisse yahut hikmet barındırdığına inanırız. Nitekim yukarıdaki olay, “her dönemde yaşanabilecek bir hata”ya işaret eden tipik bir örnektir.
Ayetle kınanan, hadisle yol açacağı felakete işaret edilerek kaçınmamız istenen “hata” şudur:
İlâhi huzuru, ibadeti, cemaati, Peygamber s.a.v.’in sözlerini terk ederek dünyevî bir ihtiyacı temine yönelmek...
Dikkat edilirse burada azarlama yahut ayıplamaya sebep olan husus, işin mâlâyani eğlence tarafını bir yana bırakırsak, bizatihi beşerî ihtiyaçların karşılanması değildir. Ticaret gibi, sair zamanlarda mübah olan, hatta teşvik edilen bir işin kendisi değil, zamanlaması, yapılış tarzı ve ibadetin önüne geçirilmesi kınanma sebebidir. Hepsi de meşru ve zaruri görev yahut sorumluluklarımız arasında doğru bir öncelik-sonralık sıralaması yapmamız gerektiğini ihtar eder. Kısaca, naklettiğimiz olay, müslümanların önceliklerini belirlemede zaman zaman hata yapabileceklerine dair bir ikaz taşımakta, bizi bu konuda dikkatli olmaya çağırmaktadır.
Böyle bir davranışın Ashab’dan sâdır olması, ulemanın ittifak ettiği gibi, müslüman şahsiyetlerinin henüz teşekkül safhasında da vuku bulsa, Sahabe’nin yüceliğine gölge düşürmez. Zira en samimi müslümanların bile bazen zaaf gösterebileceği, beşerî temayüllerin, hele de bunlar bir ihtiyaca dayanıyorsa, insanı yanlış yönlendirebileceği tehlikesi böylece vurgulanmıştır.
Öyle değil midir? Bütün samimiyetimize rağmen bizim de bugüne kadar çok acil, önemli, hayatî gördüğümüz nice meselenin peşine takılıp kulluk sorumluluklarımızı ihmal ettiğimiz olmamış mıdır? Pişmanlıklar, “keşke”ler, önceliklerimizin önemini sorgulamamaktan doğmamış mıdır? Önceliklerimizi doğru tayin edememek, şahsî zarardan öte, ümmet arasında yaygınlaşırsa eğer, ilâhi gazabı davet eden bir tehlikeye de dönüşmektedir üstelik.
O halde niyetlerimizde, tercihlerimizde, hattı hareketimizde önem sırasını doğru belirlemek, buna göre hareket etmek gerekiyor.
Asıl Kimliğimiz nedir?
Bu dünyada iç içe girmiş birden fazla kimlik veya statüye sahibiz. Müslümanız, insanız, vatandaşız, diyelim ki aile reisiyiz, memuruz, esnafız, bir derneğin,
bir fi krin mensubuyuz, vs... Bütün bu kimlik veya statülerin bize yüklediği görevler ve sorumluluklar vardır. Yükümlülüklerimizi yerine getirmek, netice almak, muvaffak olmak için, yapmamız gerekenleri önemine göre sıralar, bazılarına öncelik veririz. Şu halde “önceliklerin belirlenmesi”, kimliklerimizin bize yüklediği sorumluluklar ile hedefl ediği neticeyi dikkate almak suretiyle yapılan şuurlu bir tercih ve sıralama eylemidir. Kendimiz olmayı,sorumluluklarımızı bilmeyi, neticeyi gözetmeyi, akletmeyi ve nihayet standart ölçüleri gerektirir.
Tek tek isimlendirilmekle beraber, sahip olduğumuz kimlikler uygulamada iç içedir ve her birinin önceliklerinin farklı olması, hatta bazen bu önceliklerin çakışması, yine uygulamada temel bir kimliğin belirleyiciliğini zaruri kılar. Bizim temel kimliğimiz ilk ve en kapsayıcı çerçeveyi oluşturduğu için müslümanlığımızdır. Yani kim ve ne olursak olalım, önceliklerimizi belirlerken müslüman kimliğimizin icaplarını esas almak, bunun ölçülerini hesaba katmak, bütün tutum ve davranışlarımızın bu çerçevede kalmasına özen göstermek zorundayız. Çünkü müslümanlığımız “asıl”, diğer kimliklerimiz “fer” (birinci derecede önem taşımayan) hükmündedir.
Öyleyse birinci ve değişmeyen önceliğimiz, bütün davranışlarımızın, bu arada her konudaki önceliklerimizin “din”in kriterlerine göre belirlenmesi gerektiğini bilmek, İslâm kimliğini kuşanmak, yani “müslüman olmak” ve “müslüman olmayı sürdürmek”tir.
Müslümanlığımız Ne Kadar Belirleyici?
Müslüman olduğumuzu beyan etmekle müslüman kimliğimizi esas almak her zaman aynı şey değildir. Bugün bütün dünyayı saran modernizm çoktandır dini “temel” olmaktan çıkarmış; bunun yerine beşeriyeti veya nefsaniyeti koyup, beşer aklını “asıl” kabul etmiştir. Modern dünyada din artık ya nefsaniyetin elinde kişinin istek ve arzularına uydurulan önceliği olmayan bir aidiyet ya da “hükümsüz” bir kimliktir.
Nefse hoş gelmesi ve beşerî planda baş döndürücü ilerlemeler sağlaması, bu yaklaşımın müslümanlar arasındada revaç bulmasına, hatta aksi düşünülemez
tek gerçeklik gibi algılanmasına yol açmıştır. Farkında değiliz belki ama müslümanlık iddiamıza rağmen tasavvurlarımız, kavramlarımız, zihnimiz modernizmin işgali altındadır. Önceliklerimizi bu kafa karışıklığı ve kalp bulanıklığıyla belirlemeye kalkışınca isabet kaydedemiyoruz. Onun için yeniden müslüman olmak, müslümanlığımızın nelere delalet ettiğini sorgulamak, bu kimliğimiz üzerinde “tefakkuh etmek”, yani derin anlayış ve kavrayış sahibi olmak zorundayız. Hal-i hazırın en önemli, dolayısıyla en öncelikli meselesi budur.
Sadece Zikir Halinde Kendimiziz
Kulluk dışında dünyevî veya fani herhangi bir kimliğin “esas” kabul edilmesi, insanı zımnen de olsa inkâra yahut ilâhlaşma tutkusuna sürükler. Bu, insanın asıl kimliğini, dolayısıyla kendini kaybetme halidir. Böyle durumlarda belirlenen öncelikler ne kadar makul görünürse görünsün, bir işe yaramayacaktır. Hakikatte olmayan bir şeye dayandığı, bir kopmuşluğun sonucu olduğu için, belirlendiği zannedilen öncelikler, kapılmanın veya sürüklenmenin ifadesidir. Halbuki “kulluk” mutlak ve gerçek bir “Mevlâ”yı zaruri kılar. İnsan, Mevlâsı ile irtibatını muhafaza edip gözettiği müddetçe kul olur, kulluğunun icaplarını yapar. Bu anlamda kulluğu bütün boyutlarıyla yansıtan kavram “zikir”dir.
Bütün ibadetlerin özü olan zikir, Allah Tealâ’yı yad etmek, O’nun rızasını umarak emir ve yasaklarını hayata aktarmak, hamd ü senada bulunmak, her an O’nun tarafından denetlendiğimiz hakikatinden gafi lolmamaktır. İbadetler hususi birer zikirdir elbette ama zikir, madem ki kulluğun olmazsa olmaz şartıdır, bunlarla sınırlı değildir. Kur’an-ı Kerim’de akl-ı selim insanlar için, “Onlar, ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar.” (Âl-i İmran, 191) buyurulmak suretiyle her halükârda Allah’ı zikirden geri durmamak gerektiği, bunun zamanla yahut hal ile sınırlanmadığı da anlatılır.
İnsan zikirle kulluğunu, yani asıl ve temel kimliğini fark edebilir. Ancak zikirle, kulluk şuuruyla kendini Allah’a rabteden insan, konjonktürel rüzgârlar önünde sürüklenip savrulmaktan berîdir.
Zikirsizlik gafl ettir. Kendini bilmeyen, kendinde olmayan insanın belirledim zannettiği önceliklerin tutarlı bir yanı yoktur.
Dünya Pazarı Var Ama Ahiret Pazarı da Var
Münafi kûn Suresi’nin 9. ayetinde, “Ey iman edenler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah’ı anmaktan alıkoymasın. Kim bunu yaparsa işte onlar hüsrana uğrayanlardır.” mealindeki ikazda da zikrin en vazgeçilmez dünya meşguliyetlerine dahi öncelenmesi emredilmektedir.
Dikkat edilirse baştan beri “önceliğimiz şudur” derken, diğerlerinin önemsiz olduğunu söylemiyoruz. Öncelik belirlemek, hepsi de önemli veya gerekli hususlar arasından en önemlisini seçmektir. Bu, diğerlerinin yapılmayacağı anlamına gelmez. Dünyaya da ahirete de faydası olmayan lüzumsuzluklar, boş işler zaten konumuz değil. Nitekim yukardaki ayet “mallarınızı ve çocuklarınızı ihmal edin, bunlar önemsizdir” demiyor. “Bunlarla meşgul olun, bunlar da önemlidir ama önceliğiniz değildir. Birinci önceliğiniz Allah’ı zikretmek, O’nun varlığını unutmamaya çalışmaktır.” diyor. Benzer bir sıralama yazının başında aktardığımız Cuma Suresi’nin 11. ayetinin hemen öncesindeki iki ayette çok açık bir şekilde yapılıyor. Bu iki ayet “olması gerekeni”, daha önce naklettiğimiz 11. ayet ise “olmaması gerekeni” örnekliyor bize.
Olması gereken şu: “Ey iman edenler! Cuma günü namaz için çağrıldığınız zaman Allah’ı anmaya koşun, alışverişi bırakın. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.” (Cuma,9). Farkındasınızdır; bu ayetler genel olarak bütün insanlara yahut dil ile “müslümanım” diyenlere değil, “müminlere” hitap etmekte. Türkçeye “koşun” şeklinde tercüme edilen kelime aslında tam olarak gönülden bir tercihi, can atmayı, öne almayı ifade ediyor. Akabindeki 10. ayet ise ikinci plana bırakılan işin de terk edilmeyeceğini, önemli olduğunu anlatıyor: “Namazı kıldıktan sonra yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan nasibinizi arayın. Allah’ı çok anın ki kurtuluşa eresiniz.” (Cuma, 10) Bu ayetlerdeki “malların, çocukların, alışverişin”, dünyevî ihtiyaç, sorumluluk veya meşguliyetlerin sembolü olduğu tefsiri yapılmıştır. Cuma namazı da zikrin sembolü. İhtiyaç da olsa dünyevî meşguliyetler nihayet dünya ile ilgilidir. Ahiret hesabında “zikir” yükümlülüğümüzün yerine getirilmesi kadar hayırlı bir semere vermez. Ebedî olması hasebiyle bizim önceliğimiz ahirettir. Öyleyse dünya pazarı ahiret pazarına mani olmamalıdır.
Sonuç Olarak
Önceliklerinizin belirlenmesinde kendinizi nasıl tanımladığınız ve ölçüleriniz kadar, temyiz kabiliyetiniz ve ferasetiniz de rol oynar. Neticede ölçüleri kullanmak, bunlara göre bir “ehem (daha önemli) ve mühim” sıralaması yapabilmek bir akıl işidir. Hz. Peygamber s.a.v. “ölümü en çok hatırlayan ve ölümden sonrası için en iyi hazırlığı yapan” kimseleri “müminlerin en akıllısı” olarak nitelediğine göre, öncelikleri en sağlıklı biçimde belirleyenler, ölümü en çok hatırlayanlardır. Ölümden sonrası için yapılan hazırlık da öncelik listemizin başında neyin bulunması gerektiğine işaret eder.
Daha lokal planda belirlenecek öncelikler ise güçlü bir sezgiyi, şartları iyi okumayı, geleceği doğru tahmin etmeyi, kısaca feraseti elzem kılar. Feraset, Cenabı Hakk’ın kâmil müminlere bir ikramıdır. Kulluk edeplerine riayetle, zikirle, takva ile kazanılan bir mazhariyettir. Allah’ın nuruyla bakıyor olmanın isabetidir.
Bu anlamda akıl ve feraset insan-ı kâmilin vasfıdır. Öyleyse öncelikleri en doğru şekilde tayin edenler kâmil müminlerdir. Bu sebeple onlar bizim gibi
lafı uzatmak yerine, tasavvuf yolunun usul ve esasları sadedinde önceliklerimizi kısa kısa sıralayıp en güzel tarzda tesbit etmişlerdir.
İşte mürşid-i kâmillerin öncelikler listesinden bazı maddeler:
Kur’an ve Hadis’e sımsıkı sarılmak,
Hevâyı,
hevesi ve bidatleri terk,
Mürşide
bağlılık ve hürmet,
Halkın
kusurlarını görmemek,
İnsanlarla
iyi geçinmek ve onlara hizmet,
Güzel
huy sahibi olmak,
Virdlere
devam etmek,
Tevile
ve ruhsatlara yanaşmamak...
Uzun
lafın kısası dedikleri bu olmalı.
Ali YURTGEZEN Semerkand Dergisi - Aylık Tasavvufî Dergi