SANA DEĞİL SİZE/Hacı Ahmet ERALP

   


 Ferhat'a

seninle bir sokakta yürüyoruz
kimse görmüyor yanımdaki seni
çiğdem örtülü bahçeler yeşeriyor
yaşama sevincinden bahsediyorsun
seninle bir sokakta yürüyoruz

yeni şeyler söylüyorsun bize
ölüm çağıran feryatlarımıza kızıyorsun
ve yokluğun tüm renkleri beliriyor
sarılıyorsun hüzünlü gülüşlerinle
yeni şeyler söylüyorsun bize

göz yaşı silen bir notaya dokunuyorsun
bir dostun bir dağa doğru 
nasıl koştuğunu resmediyor
parmakların yeni bir nota buluyor en tepede
göz yaşı silen bir notaya dokunuyorsun

ateşin şekil bulduğunu öğreniyoruz
bulutlar adını yazmak için yarışıyor
Hazreti Su mürekkepten azizdir
tercümesi gökyüzünü ferahlatıyor
ateşin şekil bulduğunu öğreniyoruz

riyazet öğütlüyor ziyaretlerin
kız çocukları hala güvende değil dünyada 
babaların üstü başı toz içinde
hanımeli kokusu sarıyor her tarafı 
riyazet öğütlüyor ziyaretlerin

adına sarıldım bugün
sorusu o kadar bizdendi ki
sımsıkı sarıldım sana
şiir yazdı kayalara ettiği merhametle
adına sarıldım bugün

NARİN (Şiir)/Nurcihan KIZMAZ


Gelmezsin biliyorum ama ben beklemeyi seviyorum,
bir de eylül ayı gelmeye görsün
sarıya çalar bekleyişlerim,
umut işte ,ne yaparsın
öyle kolay terketmiyor hücrelerini,

Ne gidenler dönüyor geri,
ne de yitip giden insanlık,
kimse koymuyor da
taşın altına elini,
iyi biliyor saklamayı bir masumun
Narin  bedenini.

Gökyüzüne matem
sonbahara sitem karışır,
ahlak sükut edince
meydan namerde kalır
iblis ile yarışır.

BENİM PENCEREMDEN TEKİR ORTAOKULU VE BİZİM SINIF (Anı Hikâye)/ Teyfik KARADAŞ



Döngel Köyü İlkokulun dan 1980 yılının mayıs ayında mezun oldum. Aynı yıl komşu köyümüz Tekir'de bulunan Tekir Ortaokuluna kayıt oldum. Bizim köyden benden başka ortaokula kayıt yaptıran öğrenci olmadı. İhtilalden iki gün sonra 14 Eylül 1980 tarihinde ortaokula başladım. Okula gitmeden önce ortaokul binasını zihnimde laboratuvarları olan, derslikleri kocaman, bahçesinde futbol, voleybol sahası bulunan gelişmiş modern bir bayındırlık yapısı olarak hayal ediyordum. Okula başladığım gün okuyacağımız derslikleri görünce hayalî hüsrana uğradım. Ortaokulun kendi binası yok. Eğitim Tekir Köyü Camisinin bodrum katında bulunan dersliklerde devam ediyor. Derslikler yirmi metrekare genişliğinde. Tuvaletler caminin dış kısmında yer alıyor. Cami cemaati ile öğrenciler aynı tuvaletleri kullanıyor. Müdür odası caminin giriş kısmının sağ tarafında yer alıyor. Müdür, müdür yardımcısı, memur, hizmetli ve öğretmenler aynı odayı kullanıyor. Dersten geç çıkan öğretmene müdür odasında oturacak sandalye kalmıyor. Okul olarak kullanılan yer fiziki yönden çok vahim durumda. Okul bahçesi bir voleybol sahası büyüklüğünde ancak var. Bütün imkânsız şartlara rağmen, Tekir’de ortaokul olması bizim için büyük bir imkân, büyük bir şanstı. Eğer Tekir’de bu ortaokul olmasaydı hiçbirimiz şehre gidip okuma imkânına sahip değildik.

Birinci sınıfa başladığımız ilk gün sınıf arkadaşlarımızla tanıştık. Aradan yarım asra yakın süre geçtiği hâlde hepsinin ismi dün gibi aklımda. Sınıfımızda Tekir Köyü merkezinden Erol Aygün, Gülcan Gözükara, Metin Gözükara, Şükrü Kayıran, Ali Terlik, Veysel Coşkun, Muazzez Akçadağ, Emiş Bacak, Alaçayır Obasından Yakup Kaşık, Ramazan Kara, Adnan Akkoyun, Yakup Ceyhan, Gösteren Obasından Bekir Akçadağ, Hacıveliler Obasından Âdem Karaca, Döngel Köyü merkezinden Teyfik Karadaş, Kocalar Obasından Şahin Çaka, Mehmet Çaka, Yeşilgöz Obasından Yılmaz Demir, Yıldırım Demir olmak üzere toplam on sekiz öğrenci vardı. Okulun toplam öğrencisi elli kişi civarındaydı.

Bu öğrencilerden Şükrü Kayıranın babası ilkokul müdürü, Veysel Coşkun'un babası sağlık memuru ve Muazzez Akçadağ'ın babası orman muhafaza memuru olarak görev yapıyordu. Emiş Bacak ise orman muhafaza memuru olan dayısının yanında kalıyordu.

Diğer on dört öğrenci o yörenin insanıydı. Köylerimiz farklı bile olsa bazı arkadaşlarımızı yakinen, bazı arkadaşlarımızı şahsen tanıyorduk. Adnan Akkoyun ve Âdem Karaca ilkokuldan sonra ara verdikleri için yaş olarak bizden biraz büyüktü. Ortaokula geldiklerinde sakal tıraşı olmaya başlamışlardı.

Okulumuzda Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmeni ve Okul Müdürü Bekir Ayhan, Sosyal Bilgiler Öğretmeni ve Müdür Yardımcı Cemal Çiçek, Sosyal Bilgiler Öğretmeni Kâmil Aşık, Türkçe Öğretmeni Mehmet Kurtar, Matematik Öğretmeni Yaşar Tutar, Matematik Öğretmeni Necati Alpay ve Fen Bilgisi Öğretmeni Ali Turan olmak üzere toplam yedi öğretmen görev yapıyordu.

Okulumuzun kâtibi İbrahim Yılmaz ile emektar hizmetlimiz Ramazan Kara abiden bahsetmeden geçsem vefasızlık yapmış olurum. Ramazan abi okulun her yerini temizler, sobaları yakar, öğretmenlerin çaylarını demler ve okulun her yerini yılda en az bir kere boyardı. İbrahim abi ise ihtiyacımız olursa daktilo ile dilekçelerimizi yazardı. Okulumuz öğretmeni öğrencisi ve diğer çalışanlarıyla birlikte büyük bir aile gibiydi.

Okulun ilk günü bismillah diyerek derslere başladık. Mehmet Kurtar Türkçe ve Resim derslerimizi okutuyordu. Branşı Türkçe olduğu halde Resim dersinde müfredatta uygun şekilde işliyordu. Kara kalem, sulu boya, pastel boya çalışmalarını usulüne uygun olarak yaptırıyordu.

Yaşar Tutar Matematik ve Trafik derslerimize geliyordu. Trafik dersini de Matematik dersi kadar ciddiye alıyordu. Bu ciddiyetin yıllar sonra sürücü belgesi alırken büyük faydasını gördüm. Kâmil Aşık Sosyal Bilgiler ve Beden Eğitimi dersimizin hocasıydı. Sosyal Bilgiler dersini bir tiyatro oyuncusu edasıyla zihnimizden çıkmayacak şekilde anlatırdı. Beden Eğitimi dersinde şınav, barfiks gibi zor olan hareketleri bile usulüne uygun olarak yaptırdı. Ali Turan Fen Bilgisi öğretmenimizdi. Köyde elektrik olmadığı için caminin aküsünü kullanarak deney yaptırırdı. Cemal Çiçek İngilizce dersimizi ve Müzik derslerimizi okuturdu. İngilizce dersinde bir yılda bin kelime öğrenerek iki sayfalık kompozisyon yazabilecek seviyeye ulaştık. Müzik dersinde ise bol bol türkü söyledik Bekir Ayhan Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersini gayet ciddi şekilde işlerdi. Necati Alpay İş ve Teknik dersinde erkek öğrencilere ecza dolabı, sınıf kitaplığı gibi kalıcı eserler yaptırırken, kız öğrencilere makrome, seccade gibi işe yarar çalışmalar yaptırdı.

Okulun her tarafı buram buram disiplin kokuyordu. Disiplin konusunda hiçbir öğrenciye taviz verilmiyordu. Ben biraz haylaz öğrenci olduğum için disiplin cezası almasam bile iki öğretmenden dayak yediğimi hatırlıyorum.  Bana tokat atan hocalarımızın ellerinde gül bitsin. Derslerine çalışmayan, devamsızlık yapan öğrenciler kesinlikle sınıfta bırakılıyordu.

Birinci sınıfın sonunda Ramazan Kara, Ali Terlik, Erol Aygün ve Metin Gözükara sınıfta kaldı. Yakup Kaşık ve Veysel Coşkun yatılı okul sınavını kazanarak Kahramanmaraş Gazi Ortaokuluna gittiler.  Sınıf mevcudumuz bir anda on iki kişiye düştü.

Ben okula gitmek için altı gidiş altı geliş olmak üzere toplam on iki kilometre yol yürüyordum. Yesilgöz ve Hacıveliler Obasından gelen arkadaşlar on kilometre, Alaçayır ve Gösteren Obasından gelen arkadaşlar altı kilometre yol yürüyorlardı. Toros dağlarının engebeli arazi ve soğuk hava şartlarında ayakta bot, sırtta mont olmadan yoğun kar yağışı altında yol yürürken çektiğimiz zorlukları hatırlayınca bazen mutlu oluyorum. Bazen de duygulanıp ağlıyorum. Öğle yemeği saatinde bakkaldan yarım ekmek, yüz gram zeytin alarak karnımızı doyurduğumuz yoksul günlerimiz belki de başarımızın ilham kaynağı olmuştur.

Ortaokul ikinci ve üçüncü sınıfta da aynı azim ve kararlılıkla okulumuza devam ettik.  İkinci ve üçüncü sınıfta sınıfımıza gelen ve giden arkadaşların isimlerini hatırlamıyorum. Okulumuzda sadece derslerde değil, sosyal faaliyetler dede başarılı üç yıl geçirdik. On Dokuz Mayıs Gençlik ve Spor Bayramlarında yaptığımız gösteriler fevkalade güzel olurdu. Biz ateş çemberinin içinden atlarken bizim yerimize seyirciler yanacağız diye korkardı. Münazara yarışmasına hazırlanırken yaptığımız araştırmalar ve can alıcı konuşmaları bugünkü üniversite öğrencileri dahi beceremez.

Jandarma Karakolunun arkasına devlet vatandaş iş birliği çerçevesinde yapılan ortaokul binasının inşaatında amele olarak çalıştığımız günleri unutmak mümkün mü? Orman yangınını söndürmeye götürülmemiz akıl işimi. Şimdi hangi veli çocuğunun orman deposundan kamyona okulun odununu doldurmasına razı olur. Biz Suçatı Orman Deposundan kamyona okulun odunu nu doldurduk. Orman yangını söndürmek için dağlara gittik. Belki de şu anda hatırlamadığım başka işlerde yaptık. Mantık olarak yanlış olsa bile yaptığımız bu işler bizim hayata hazırlanmamıza katkı sağladı.

Üç yıl okuduktan sonra Tekir Ortaokulundan zor şartların başarılı öğrencileri olarak mezun olduk. Mezuniyet töreninde;

Ayrılık günleri geldi yaklaştı

İçime bir sızı düştü arkadaş

Üç A sınıfına elveda olsun

Üç yılımda burda geçti arkadaş

Dörtlüğü ile başlayan hüzünlü bir şiir okuduğumu biliyorum. Ortaokul bittikten sonra arkadaşlarımızın kimi Endüstri Meslek lisesine, kimi Ticaret Meslek Lisesine, kimi Kahramanmaraş Lisesine giderek memleketten ayrıldılar. Çeşitli ailevi sorunlar nedeniyle lise eğitimine devam edemeyen arkadaşlarımızda oldu.  Her arkadaşımızın hayat hikayesini uzun uzun anlatmadan kısaca bugün ki durumlarını anlatarak konuyu bitirmek istiyorum.

Adnan Akkoyun ortaokulu bitirdikten sonra yurtdışına gitti. Şu anda yaşamına Fransa’da devam ediyor.

Âdem Karaca liseyi bitirdikten sonra infaz koruma memuru oldu. Halen Türkoğlu Açık Cezaevinde infaz koruma memuru olarak çalışmaktadır.

Bekir Akçadağ liseyi bitirdikten sonra polis memuru oldu. Şu anda emekli polis memuru olarak İzmir'de ikamet etmektedir.

Yıldırım Demir liseyi bitirdikten sonra röntgen teknisyeni oldu. Şu anda Kahramanmaraş Diş Hastanesinde röntgen teknisyeni olarak çalışmaktadır.

Mehmet Çaka liseyi bitirdikten sonra özel sektörde çalışmaya başladı. An itibariyle Kahramanmaraş’ta bulunan bir tekstil fabrikasında yönetici olarak görev ifa etmektedir.

Şahın Caka ortaokuldan sonra ticarete başladı. Alanya'da uzun süre marketçilik yaptı. Şu anda Kahramanmaraş’ta yaşamaktadır.

Yakup Ceyhan askerlikten sonra Tekir Belediyesinde memur olarak görev aldı. Halen Kaski’de muhasebe memuru olarak çalışmaktadır.

Teyfik Karadaş Eğitim Fakültesini bitirdikten sonra Millî Eğitim Bakanlığına bağlı çeşitli okullarda öğretmen ve yönetici olarak çalıştı. Kurumlar arası nakil yoluyla Gaziantep Üniversitesine geçti. Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesinden şube müdürü olarak emekli oldu.

Şükrü Kayıran Üniversiteden Jeoloji mühendisi olarak mezun oldu. Mezuniyet inden sonra Kahramanmaraş’ta serbest Jeoloji mühendisi olarak çalışmaktadır. Kurak arazileri yeşertmek için sondaj çalışması yapmakta ve aktif siyasetle uğraşmaktadır.

Yakup Kaşık üniversiteden maden mühendisi olarak mezun oldu. Anadolu üniversitesinde memur olarak göreve başladı. Halen Kahramanmaraş AÖF şube müdürü olarak görev yapmaktadır.

Veysel Coşkun Üniversitesi den sağlık bilimleri lisansiyeri olarak mezun oldu. Halen Erdemli Sağlık Meslek Lisesinde meslek dersleri öğretmeni olarak çalışmaktadır.

Yılmaz Demir Üniversiteden metalürji mühendisi olarak mezun oldu. Çeşitli kurumlarda metalürji mühendisi ve yönetici olarak görev yaptı. Botaş Doğalgaz Bölge Müdürü iken emekli oldu. Halen Türk Akım A.Ş de üst düzey yönetici olarak çalışmaktadır.

Bayan arkadaşlarımızla ilgili olarak kesin olmamakla birlikte;

Gülcan Gözükara’nın türban nedeniyle liseden ayrılarak Kahramanmaraş'ta tekstil sektöründe iş yeri açtığını, Emiş Bacak'ın ortaokuldan sonra okuyamadığı ve evlenerek Konya'ya yerleştiğini, Muazzez Akçadağ'ın hemşire olarak görev yaptığını bilgisine ulaştım.

Tekir Ortaokulundan sınıf arkadaşlarımın eğitim ve iş hayatında gösterdikleri başarıdan her zaman iftihar ettim. Bundan sonra da iftihar etmeye devam edeceğim. Bizden önceki ve bizden sonraki sınıflarda aynı başarının olmadığını biliyorum. Bu nedenle sınıf arkadaşlarımla gurur duyuyorum.

Dersimize gelen hocalarımızdan Yaşar Tutar’ın memleketi Elâzığ’da genç yaşta vefat ettiğini öğrendim. Yaşar Hocama Yüce Mevla’dan rahmet diliyorum.

Bekir Ayhan hocam ve Mehmet Kurtar hocam Kahramanmaraş'ta, Cemal Çiçek hocam Malatya'da, Ali Turan hocam Kocaeli’nde, Kâmil Aşık hocam Konya’da ve Necati Alpay hocam Kütahya da emekli olarak hayatlarını devam ettirmektedirler.

Hocalarının hepsiyle sık olmasa da görüşüyorum.

Bütün hocalarımızdan Allah razı olsun. Hepsinde sağlıklı uzun ömürler diliyorum.

 Her şey bir hayal ile başlar. Ortaokuldaki sınıf arkadaşlarım ve hocalarımla bir yaz günü Tekir'de bir araya gelip hasret gidermeyi hayal ediyorum. Bu hayalimin çok kısa bir sürede gerçekleşeceğine inanıyorum. Sürçü lisan etmişsem şimdiden özür diliyorum.

Hocalarımın ve sınıf arkadaşlarımın hepsine de ayrı ayrı selam ve sevgilerimi gönderiyorum.

Geçmiş zaman olur ki hayalî cihan değer.

HİCRET (Şiir)/Samet YURTTAŞ

 


Kırkikindi geçti üzerinden

Kerpiç evler yağmur damıtırken

Nazlanmadı

Sitem etmedi

Dizlerini kırarak göçebe çadırını

Kurdu bozkıra

Alnını ve karnını doyurduğu

O hep bilindik sofraya

 

Kırkikindi geçti üzerinden

Bir zırh gibi kuşandı

Kıbleyi gösteren rüzgârı

İbrikteki son suyu da

Ağaçlara bağışladı

Taştan ve topraktan ve kumdan

Alnını mahrum eden

Seccadeyi kaldırdı

Alnında kırk izle Kâbeye vardı

 

Kırkikindi geçti üzerinden

Eğildi

Toprağın bağrındaki yangına su taşıyan

Kırk karıncayı saydı

Çoktular

Gökteki yıldızlar kadar

Kırkikindi geçti gökteki hicreti

Anlayana kadar

SEN DEĞİL SİZ (Şiir)/Ferhat ALTUN



 H. Ahmet ERALP'e


seninle bir bahçede oturuyoruz
kimse anlamıyor söylediklerini
gülden bir duman oluyor sigaran
ölümlü kentlerden konuşuyorsun
seninle bir bahçede oturuyoruz 

eski bir masaldan getiriyorsun
kalbi kırık çocukların sesini
ve dünyanın bütün çıkmazlarında
gezdiriyorsun bizi ellerinle
eski bir masaldan getiriyorsun 

yüz ağartıcı bir türkü söylüyorsun
bir oğlanı bir  türküyle şuracıkta
başucunda döne döne sırlıyorlar
susuyorsun bazen sazın konuşuyor
yüz ağartıcı bir şey söylüyorsun

demirin gökten indirildiğini anlıyoruz 
sen gurbette bir sümbüle gülünce
çiçeklerin ve insanların dilinden
bin miligramlık şiirler şerh ediyorsun
demirin gökten indirildiğini anlıyoruz 

yüklendiğin o ağır gök şimdi bir
ayrılık şarkısı döküyor sakallarına 
bir yaşamak kırıntısı oluyor 
bahtiyar yüzünü gören ne varsa 
gidiyorsun artık ağır göğe aldırmadan

onlar mı geliyorlar yoksa biz mi gidiyoruz
tabiate ad vuruyoruz dostların lügatinden
ölüler ıslanır mı acıkır mı üşür mü bilmiyoruz
nasıl ki bilmiyorsak ölü mü diri miyiz
onlar mı geliyorlar yoksa biz mi gidiyoruz

HASAN EJDERHA İLE KİTAPLARI ÜZERİNE SÖYLEŞİ/Enver ÇAPAR

 Enver ÇAPAR: İkinci şiir kitabınız “Ceylanla Ağlamak” nedir şairi ceylanlarla beraber ağlatan, yaralı bir ceylanın gözleri mi vurdu sizi?


Hasan EJDERHA: Önce kitabın adını konuşalım. “Ceylanla Ağlamak” Kitabın ilk adı; yani uzaktan görünüş adı… Yakın adı ise; yani kitap ile hem hal olunduğu andaki adı ise: “Marallar Oymağında Bir Ceylanla Oturup Ağlamak”  Evet, yaralı bir ceylanın gözleri vurdu beni. Sorunuza aynen “evet” diyorum. Lakin mecazi bir ceylan buradaki ceylan. Bizim fikrimiz, estetiğimiz, gönlümüz, aşkımız hep yaralı, hep yaralı olarak gelmiş, yaralı olarak gitmektedir. Belki de biz hüzün medeniyetinin çocukları yaralı olmalıydık. Yani dertli olmalıydık. Elhamdülillah ne kadar çok derdimiz var değil mi? Biz de derdimizi öyle çok seviyoruz ki; bakınız “elhamdülillah” diyoruz. Ne güzel ediyoruz.  Biz dertlerimizi seviyoruz ve dertlerimiz için hamdediyoruz.

Enver ÇAPAR: Kuşların cıvıltısı çocukların şarkılarına karışıyor şiirlerinizde, kuş olup uçmak mı şiir yazmak?

Hasan EJDERHA: “Kuşların cıvıltısı çocukların şarkılarına karışıyor şiirlerinizde” Bu ifadeniz bir şair için mutluluk verici. Ayrıca soru öyle şiiriyetli ki şiir konuşurken, şiir kitabı konuşurken böylesine güzel bir soru her şairi mutlu eder. Evvela sorunun güzelliği için teşekkür ederim. “kuş olup uçmak mı şiir yazmak?” Biliyor musun Enver Hocam? Bu soru ile ilgili yetmiş iki saat konuşabiliriz. Kelimelerin kanatlarında havalanarak ses avcılığına çıkmak, şiire kanatlanmadan önceki halinden çok çok farklı olarak göklere çıkmak “kuş olup uçmak” değil de nedir? Tekraren belirtmeliyim ki tabirinizi çok sevdim. Öyle bir uçmak ki şiir yazmak: Normal bir uçmak da değil; esrik bir halde uçmak, bazen ne söylediğinin farkına söyledikten sonra varmaktır. Bazen öyle bir mısra söyler ki şair; şaşırır kalır mısraı söyleyince. Şaşırıp kaldığı o mısra ile ilgili ne bir beslenmesi vardır oysa ne de üst bilgilenmesi; ama söylemiştir. Söyleyince bir daha uçar şair. Bu defa daha önce hiç kanat çırpmadığı yeni bir alanda uçmaktadır artık. Böylece şiirdeki macerası da başlamış olur.

Enver ÇAPAR: Eline bir taş alıp dev bir tankın karşısına dikilen Filistinli bir çocuğun resmi geliyor gözümüzün önüne, şiir yazılmaz da yazdırılır mı yoksa?

Hasan EJDERHA: Yunus demiş ya en güzelini: “Behey Yunus sana söyleme derler
Ya ben öleyim mi söylemeyince” 
Dünyanın hali ortada. Nerede Müslüman varsa hepsi mazlum. Zulüm üstüne zulüm… Zulüm altında inleyenler tükeniyor da neredeyse, zalim zulme doymuyor bir türlü. Hadi şair ol da yaşa bu dünyada; söylemeden yaşa yaşayabiliyorsan. İnsanın, görünce, duyunca, canını çıkaracak hadiseler oluyor dünyada her saniye. Bir de vurdumduymazlıkları, kanıksamaları, aymazlıkları, hainlikleri düşünün yeryüzünde gün be gün derecesi artan hainlikleri. Öyle hainlikler ki; hainlik yapılan insanlara hainliklerini fark ettirmeyecek kadar büyük ve iyi hesaplanmış hainlikler… Çiçekler tepeleniyor. Çocuklar ölüyor. Anneler ölüyor. Dünyanın İslam Mimarisine ait envanteri de bu arada yer ile yeksan ediyor. Canların yanında İslam Estetiğine ait, İslam varlığına ait ne varsa sanki bilinçli olarak yok edilmeye çalışıyor. En acısı da bu değerlerin sahipleri tam olarak farkında değil olanların ve ağlamak şairlere düşüyor. Böyle bir kargaşada o kadar kısık çıkıyor ki şairlerin feryatları; kimseler duymuyor.

Enver ÇAPAR: “Hasta Anneler Ülkesi” şiiriniz bir hüzün sağanağı annelerinden mi alır şairler ilhamlarını?

Hasan EJDERHA: “Hasta Anneler Ülkesi” şiiri: Filistin’den Bosna’ya, Çeçenistan’dan Afrika’ya kadar, oradan benim, yirmi beş yıldır omurilik felcinden dolayı ayakları tutmayan anneme kadar bütün annelerin şiiri. Filistin’de, boynundaki mavi kurdeleli emziği ile ölen çocuktan, Gazze’de yüzü yaralanan minicik kız çocuğuna, Şam’da, Halep’te, Bağdat’ta, dünyanın bilmem neresinde ölen çocuğun annelerinin ve annesi ölen çocukların hüznüdür “Hasta Anneler Ülkesi” şiiri. Dünyada Annesi ölen çocuklar ile Çocuğu ölen annelerin hüznü birikti ve benim annem penceresinden hüzün sağanağına dönüştü yüreğimde. Bu yangından ortaya çıktı “Hasta Anneler Ülkesi şiiri.

Enver ÇAPAR: Niçin şiir yazıyorsunuz? Beslendiğiniz kaynaklar neler?

Hasan EJDERHA: “Ya ben öleyim mi söylemeyince” mısraında olduğu gibi. Bunca hal içinde söylememek olur mu? Kaldı ki söylemeden zaten yapamaz şair. Belki dünyadaki bunca hallerden neşet ediyor şiir. Esas manada şiir bu değildir belki de. Belki de bir feryat şekli, bir itiraz şeklidir bu şiirler. Belki de şiir bambaşka bir şeydir. Belki de biz şu anda şeytan taşlamaktan namaz kılmayan vakit bulamaz bir durumu yaşıyoruzdur şiir noktasında. Oysa medeniyetin şiirini yazmak, medeniyetin güzelliklerini, mısraların estetiğinde damıtmak daha lezzetli olsa gerektir şiir ve şair açısından.

Beslendiğim kaynaklara gelince: Buraya kadarki sohbetimizde bahse konu acılarla beslenmişiz esasında. Diğer taraftan üstatlar manasında da beslenme kaynakları var elbette. Divan edebiyatı şerhlerinin kıyısından bucağından tırtıklamalarla beslenmek, beslenmek denilebilirse buna. Ne yazık ki aslını okuyamadığımız, anlayamadığımız bir hazine sandığı olarak duruyor divan edebiyatı ama değerlendiremiyoruz. Anlayanlar ise teknisyen olmaktan öte gidemiyorlar. Divan edebiyatını tam olarak bilen anlayanlar var elbette. Lakin biz onların şerhlerini bile anlamaktan yoksun olarak yetiştik. Esas beslenmemiz ise: özellikler bizim nesil için Yunus, Mehmet Akif, Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Cemil Meriç, Nurettin TOPÇU… Ve romanlar, Hikâyeler… Bunların üstüne; tüm bunların üstüne köydeki çocukluk ve o yerli kültürün unsurları. Bizim evde kışın belirli günlerinde “siret” okumaları mesela… Hazreti Ali- Kan Kalesi hikâyeleriyle büyümek bir başka. Sonra bir sümbülün, nergisin her yıl aynı yerden yeniden fışkırdığını görmek ve bir sonraki yıl aynı güzelliğin, yine aynı yerden doğacağını bilmek ve bununla yaşamak şiir, sanat edebiyat için beslenme kaynağı değil de nedir?

Enver ÇAPAR: Modern şiir modası var günümüzde anlamsız, bağlamsız, köksüz, ahenksiz kelimeler yığını başka bir deyişle, nedir şiir sizce?

Hasan EJDERHA: Şiir benim hayat tarzım, inanç, estetik, gelenek ve sanat merkezli hayata bakışım, yaşayışımdır adeta. “Vurulup Vurulup Kıvranmaya Tiryakiyim” demişim bir şiirimde. Vurulup vurulup kıvranmaktır şiir. Bizim medeniyetimizde kelamın gücü ve kelama verilen değer malum. Sözün özden söylenmesidir şiir. Söylenenin söylemeden edilememesidir. Söylemeden edilemeyen söz söylenince bir daha söylenme arzusudur şiir. 
 
Modern şiir modasından ziyade, şiiri kaybettik biz. Günümüzde kaç tane şair varsa o kadar şiir ekolü var. Bu kadar ekol varken de ortada şiir yok. En kötüsü de şiir okunmuyor. Belki de okunacak şiir bulunamıyor. Durumu biraz hafifletecek olursak; sadece gruplar kendi grubundaki şairlerin şiirlerini okuyor; o da yalap şap bir okuma. Günümüzde şair sayısı kadardır şiir okuyucusu. Bir kere Türk Şiiri damak tadını yitirmiştir. Ne bir ortak sanat anlayışı ne bir ortak ıstılah var. Belki ölçülü şiir söylemeyi terk edip, (kaybedip demeliyim), Ölçülü şiiri bilmeden serbest söylemeye başlayınca şiiri, şiiriyeti, sanatı, estetiği de birlikte kaybettik. Pergelinin iğnesinin nerede durduğunu kontrol ettikten sonra çizmelidir dairesini şair. Sen hangi medeniyetin şairisin? Hangi medeniyete dair güzel sözler söyleyeceksin? Bu ve buna benzer soruların cevabında yatmaktadır günümüz şiirinin hali.

Enver ÇAPAR: Sage Yayıncılık’tan çıkan, (Ankara Ocak 2013) “Maraş’ın
Cezbeli Gülleri” üç kuşak Kahramanmaraşlıların yakından tanıdığı, şakalaştığı, hoş sohbet olduğu, kimi zaman da sırlı ve mânalı davranış ve sözlerinden kalben korkup temenna ettiği delilerini, sizin ifadenizle “Cezbeli Gülleri”ni otobiyografik hikâye şeklinde yazmışsınız, delilerden başka yazacak kimse kalmadı mı?

Hasan EJDERHA: İtiraf etmeliyim ki; Maraş’ın Cezbeli Gülleri kitabımı çıkarırken şöyle düşünmüştüm: Bu kitapta hikâyelerini anlattığım (Maraş’ın meczupları, halk tabiriyle Maraş’ın delileri) mübareklere borcumu ödeyeyim kitap vesilesiyle diye düşünmüştüm. Zira onlar benim dostlarım. Ortaokul ve lise yıllarımın hafta sonlarının çoğunu onlarla geçirdim adeta. Çünkü onlarla çok güzel hatıralarım var. Daha sonra da esas işime bakayım demiştim. Hikâye, roman ve şiir kitaplarım var yayına hazırlanan. Fakat bu kitap bambaşka bir ilgi gördü. Anladım ki; sen neler yazarsan yaz. Ne akademik çalışmalar ne edebi çalışmalar yaparsan yap. Yazdıkların bu milletin zeminine, kendi öz değerlerine hitap etmiyorsa; hitap ettiğin o elit kesim hikâye. Bu kitapta anlattığım hikâyelerin çoğu malumu ilandır beklide. Fakat herkes kendinden bir şeyler bulmuş olacak ki MARAŞ’ın Cezbeli Gülleri kitabında beklemediğim bir ilgi ile karşılaştım. Kim bilir, belki de o mübareklerin muhabbeti hatırınadır tüm bu olanlar…

Enver ÇAPAR: Son çıkan kitabınız “Sokakbaşı” romanı neyin kimin hikayesini anlatıyor? Hangi sokaklarda geçiyor bu macera?

Sokakbaşı romanım bir sokakta geçmiyor. Kahramanları bir sokağın ahalisi değil. Ancak bir sokak, Şehr-i Maraş’ın meşhur bir sokağı adını verdiğine göre romana, elbette o sokak da anlatılıyor. Hatta romanın ana merkezi Sokakbaşı diyebiliriz. Roman’ın kahramanlarının tamamını ortak özelliği Sokakbaş’ından gelip geçmiş olmaları. Bu aşağı yukarı böyle. Soruya dönecek olursak; Sokakbaşı romanı Anadolu insanının hikayesi. Seksenli yıllar… O yılları yaşamışsanız ve eliniz kalem tutuyorsa yazmamak kabil mi? Bir söz var ki dağlar devirecek, ya da devrilecek dağları yerinde tutacak; söylememek kâbil mi? Yapamazsınız, sözünüz varsa söylemeden edemezsiniz. Bizler, Anadolu insanı, hikâyesi olan insanlarız. Bizim hikâyemiz var ve o hikâyeler anlatılmalıdır. Anlatmadan da edemeyiz. Zira bizde her hikâye ve hikâyeyi anlatmak bir şeylere tekabül eder. Ya bir kültür nakildir ya bir güzelliği paylaşmaktır ya da bir daha tekerrürü istenmeyen hadiselerin ortaya koyulmasıyla, başlı başına bir ikazdır.

Sokakbaşı romanını yazmalıydım. İnsanlar İhsan’ın aks kesen bir arabanın köy meydanında kalmasıyla tahsil hayatının bir yıl gecikmesiyle ne acılar çekilebileceğini, orada yaşayan ahalinin nasıl bir sadelikle yaşadıklarını ve ümmi olmanın cahillik olmadığını, nasıl bir irfan ile hayatlarını yaşadıklarını bilmeliydi. Hayatın içinde her zaman var olan kötülerin neler yapabileceklerini, kötülüğün ömrünün ne kadar olabileceğini görmeliydi benimle birlikte. Hiç öngörülmeyen çaresizliklerin ve ilginçliklerin, tevafukların hayatımızı nasıl kuşattığını; her an her hadisenin aslında yanı başımızda ve hiç ummadığımız şeylerin bizim başımıza da gelebilme ihtimalinin uyarısı yapılmalıydı.

Diğer taraftan “Maraş Olayları” olarak bilinen ve temiz, tertemiz bir Anadolu şehrinin başına gelen bu olayda; “Aslında Ne olduğunun” herkes tarafından bilinmesi gerekiyordu. Algı yönetimi ile hayatları harcanmaya çalışılan toplumların, algı mühendisliklerine karşı irfanla nasıl karşı durdukları ve nasıl direndiklerinin saikleri bilinmeliydi.

Sokakbaşı romanı bir tarafıyla da okuma serüveni zor geçen gençlere, İhsan’ın çok zor geçen okuma sergüzeştini aktararak güç vermektir.

KISA UZUN HİKÂYE/Ferhat ALTUN



"olan olmuştur, olacak olan da olmuştur. -ahmed amiş efendi"

çoktan öldün bu satırları okurken
bir ses duydun ve cem oldu kemiklerin

hesabın görüldü

zaten söylenmişti
senin için söylenmesi gereken ne varsa
geldiğin gün ayrılmıştın buradan
ölsün diye doğurmuş
yıkılsın diye yapmıştın
bir toz parçası gibi derin
bir yolculuk gibi yorucu
birkaç saniye geçirdin

sevgili kâri'

bak her şey zaten başladığında bitmişti
sen bu satırları okurken
zaten ölmüştün
diriltildin sonra bir ses duyup

hesabın görüldü

KARPUZ KAMYONU (Anı Hıkâye) /Teyfik KARADAŞ

Kahramanmaraş Kayseri Karayolu bizim köyün sağ tarafından geçerdi. Karayolu Çağlayan Köyünü geçip bizim köye doğru doğru gelirken iki yüz-üç yüz metre kadar uzunlukta bir heyelan bölgesi karşılardı onu. Heyelan bölgesinden geçen yolu, karayolları her yıl tamir ederdi ama yol yıl bitmeden yeniden bozulurdu. Şoförler heyelanlı bu bölgeden geçerken analarından emdiği süt burunlarından gelirdi. Çok sıkıntı yaşarlardı. Heyelan bölgesinden hemen sonra önce sağa sonra sola doğru yılan gibi kıvrılan ardışık üç keskin virajla karşılaşırdınız. Bu virajlardan en tehlikelisi en sonda yer alan Baltacı Virajıydı. Yeşil Vadi Virajında ve Narlı Seki Virajında zaman zaman trafik kazası yaşansa da pek can ve mal kaybı olmazdı.  Baltacı Virajında meydana gelen trafik kazalarında ise her yıl onlarca insan canından, yüzlerce insan malından olurdu. Bu virajda meydana gelen her iki kazanın birinde mutlaka bir insan ölür, mutlaka can kaybı yaşanırdı. Özellikle Göksun istikametinden gelip Kahramanmaraş istikametine giden yüklü kamyonların, yüklü tırların rampaya aşağı inerken balataları ısınıp frenleri tutmazsa; şoförler ustalıklarıyla Yarma Virajını, Aşığın Deresi Virajını kurtarsalar bile, keskin olması nedeniyle Baltacı virajında kesin olarak takla atarlardı. Baltacıda Virajında takla atan arabalar genellikle yolun sol tarafındaki Tekir çayına doğru savrulurdu. Sağ taraftaki kayalık uçuruma çarpan arabalardan zaten kolay kolay sağ olarak insan çıkmazdı. Arabaların Tekir çayına düşmesi sonucu büyük bir can pazarı yaşanırdı. Kaza sesiyle birlikte Kötü Pınarda bağda çalışan, Ayvalıda hayvan otlatan, Kabir Üstünde ekin biçen ve Kovuk Çınarda bahçede uğraşan vatandaşlar kaza yerine koşar ilk müdahaleyi yaparlardı. Civardan toplanan insanlar kazaya müdahalede yetersiz kalırsa köye haber gönderirlerdi. Bizim köyün halkı yediden yetmişe kaza haberinin duyulmasıyla birlikte gönüllü bir kurtarma ekibi sorumluluğuyla Baltacı Virajına koşar, kazaya müdahale eder, kazazede insanları kurtarmaya çalışırlardı. Bazı insanlar kaza anında sağ olduğu halde; kazadan sonra Tekir çayının coşkun sularının içinde boğularak can verirlerdi. O günkü şartlarda kaza yerine güvenlik güçlerinin ve ambulansın gelmesi bazen bir bazen iki saati bulurdu.

Kaza yerine gelen köy halkı önce insanları kurtarıp, sonra kaza yapan araçları yola çıkarmaya gayret ederdi. O zaman bizim köyde traktör dahi yoktu. Köy halkı öküzlerini arabalara koşarak kazazedelere yardım etmeye çalışırdı. Kaza yapan araçların yükünü başka bir araca naklederler, bu hizmetlerinden dolayı ücret almaya ar ederlerdi. Baltacı Virajına bisküvi yüklü tırın, şeker ve salça yükü kamyonların devrildiğine canlı olarak tanıklık ettim. İnsanlar için coğrafya kaderdir. Bizim köyün arazisinin engebeli, dağlık ve taşlık olması nedeniyle standartlara uygun düzgün bir karayolu yapılamayacağını ilk görüşte anlarsınız zaten. Bu coğrafyadaki zorlukların bedelini bazı dikkatsiz şoförler bazen hayatlarıyla öderlerdi. Ben doğmadan öce bin dokuz yüz atmışlı yıllarda Çukurova’ya amele götüren bir kamyonun bizim köydeki Yarma Virajından evlerin üzerine doğru takla atması sonucu otuz üç yolcunun tamamının vefat ettiği kazayı, o günü yaşayan büyüklerimiz bizlere çocukluğumuzda ağlayarak anlatırlardı. Bizlerde destanlara konu olmuş bu büyük acıyı aynı hüzün ve aynı üzüntüyle kendi çocuklarımıza anlatmaktayız. Türkiye genelinde trafik kazasının yaşandığı bin üç yüz kara noktanın en az beş tanesi bizim köyün sınırları içinden geçen karayolundaydı desem mü bağla olmaz. Doktorun Lokantasının altındaki virajdan mezarlığa doğru takla atan arabaların onlarcasına ortaokula giderken bir zat şahit olmuş bir insanım. Ala cayırdaki Çukurhisar köyü yol ayırımındaki virajdan takla atan nice arabalara ilk müdahaleyi yapan insanlardan biriyim.

Köyümüzden geçen karayolundaki virajlar kazalara davetiye çıkartırken rampalarda trafiğin akışını olumsuz yönde etkilerdi. Afşin Elbistan Termik Santrali yapılırken iki tırla taşınan devasa parçaların nakli sırasında şoförlerin çektiği rezilliği bir ben, birde Allah bilir. Ağır yüklü kamyonlar Baltacı Virajını dönerken yavaşladığı için Alaçayır Rampası başlamadan birinci vitese, Yarma Virajına vardığında ise takviyeye düşerdi. Biz ortaokula giderken bu ağır yüklü kamyonlarla hızlı adımlarla yürüyerek yarış ederdik. Köyümüzden geçip Kayseri’ye ve Kahramanmaraş’a giden karayolu anlatmaya çalıştığımdan bile on kat vahim durumdaydı.

Ben bu yolun Döngel Köyü ile Tekir Köyü arasındaki altı kilometrelik kısmını ortaokulda okurken üç yıl süreyle her gün yaya olarak gittim geldim. Rampasını, virajını, menfezini, yokuşun, düzünü ve etrafındaki ağaçların çeşidini elimin içi gibi bilirim. Her metresinde, her virajında, her rampasında mutlaka tanık olduğum bir olay veya yaşadığım bir anı, bir hatıra vardır. Şimdi sizlere bu yolda yaşadığım hatıralardan birini anlatmak istiyorum.

Ortaokul birinci sınıfın son günleriydi. Ailem hayvanlarımızı otlatmak için Oymaklı Yaylasına göçmüştü. Ben köyde dedemin evinde kalıyordum. Nenem yaşlı bir insan olduğu için benim hizmetlerimi yeterince yerine getiremiyordu. Ben de bu nedenle bazen anne annemin yanına gidiyordum. Anne annem baba anneme göre daha genç ve evin hizmetlerin gören iki teyzemde anne annemle yaşıyordu. Teyzelerim ihtiyaç olması halinde elbiselerimi yıkıyor, kahvaltımı hazırlıyor ve beni saatinde okuluma gönderiyorlardı. Baba annem elinden geleni yapsa da yaşlı olması nedeniyle bazı hizmetlerimi zamanında yerine getiremiyordu. Baba anneme de anne anneme de Allah rahmet eylesin. Mekanları cennet olsun. İkisi de beni kendi çocuklarından daha çok severdi. Bir gün akşam anne annemin evine geldim. Anne annemin evinde akşam yemeğimi yedim. Yemekten sonra arkadaşlarımla saklambaç oynamak için köy meydanına gittim. İsimlerini hatırladığım kadarıyla Levent, Alper, Sefer, Oktay ve Taner’de köy meydanına geldiler. Köy meydanına bizi izlemek için gelen başka arkadaşlar da varsa bile şu an isimlerini hatırlamıyorum.

Köy meydanına gelen altı arkadaş üçer kişilik iki guruba ayrılarak saatlerce saklambaç ve uzun eşek oyunu oynadık. Ayın dolunay olması nedeniyle gece gündüz gibi aydınlıktı. Saat on bir olmuş eve gidip yatma saatimiz gelmişti. Ben arkadaşlara “Hayırlı geceler ben yatmaya gidiyorum” dedim. Alper bana” Hiçbir yere gidemezsin. Şimdi yola gidip kamyondan karpuz indirip yiyeceğiz” dedi. Ben ise “ben gitmem. Kamyondan karpuz indirip yemek hem ayıp hem de günah olur” dedim. Benim ağzımdan çıkan söz biter bitmez hep birlikte “Bizimle gelmezsen seni döveriz, öldürürüz” gibi sözlerle beni tehdit etmeye başladılar. Ben gitmezsem kendilerini annelerine babalarına şikâyet ederim diye korkuyorlardı. Bu nedenle beni mutlaka suça ortak etmeye çalışıyorlardı. Ben köyün ortaokul birinci sınıfta okuyan tek öğrencisi idim. Herkes bana gıpta ile bakıyor ve sevgi gösteriyorlardı. Bizim köyde o zaman ki ortaokul öğrencisinin sosyal saygınlığı bu günkü doktora öğrencisinden daha fazlaydı. Ben de karpuz çalmaya gittiğimiz duyulursa saygınlığıma leke gelir, babam beni evlatlıktan reddeder diye düşündüğümden dolayı arkadaşlarımla yarım saatten fazla tartıştım ama onları bir türlü ikna edemedim. Neticede baktım ki bu işten kurtuluş yok. Yaşları benden büyük olduğu için kaçsam tutarlar. Kavga etsem döverler. Çaresiz vaziyette “Sizinle gelirim ama çaldığınız karpuzdan yemem” dedim. Arkadaşlarda “Tamam. Bizimle gelmen yeter. Karpuz yemesen de olur” dediler.

Arkadaşlarla birlikte köy meydanından yürüyerek, Maraşlı Durdu’ nün evinin önünden geçip Yarma Durağına çıktık. Fırsat bulursam kaçarım endişesiyle arkadaşlar beni esir düşmüş asker gibi tam ortalarında yürütüyorlardı. Yarma Durağından Tekir istikametine doğru dönüp yolun kenarı sıra yavaş yavaş yürümeye başladık. Bu esnada gece yarısı olmuş, köyde ışığı yanan bir tane ev kalmamıştı. Köy ile yol arasındaki görüntüyü Alaçayır Deresinin kenarında yetişen çınarların dalları bir tül perde gibi kapatıyordu. O zaman köyümüzde elektrik olmadığı için aydınlatma gaz lambası ile sağlanırdı.  Televizyon olmadığı için insanlar yatsı namazını kıldıktan sonra hemen yatarlardı. Karayolu ile köyümüzün arasından geçen Alaçayır Deresinden akan bir değirmen yürütür büyüklükteki suyun çağıltısı ile köydeki köpeklerin havlama sesi, an itibariyle gecenin sessizliğini bozmaya yetiyordu. Biz ise yolun karşısında evleri bulunan İspir Ali, Çirkin Osman Apış Usta gibi büyükler sesimizi duymasın diye kendi aramızda konuşmadan işaret diliyle anlaşmaya çalışıyorduk. Bu arada köye tali olarak giren Gedik Oba yol ayırımına vardık. Burada arkadaşlardan kaçarak kurtulma şansı yakaladım ama mezarlıktan korktuğum için bu şansı değerlendiremedim. Gedik Oba yol ayrımından elli atmış metre ileride yolun sol tarafında köy mezarlığı vardı. Bende o yaşlarda mezarlıktan çok korkuyordum. O günlerde de mezarlığa yeni bir cenaze defnedilmişti. Bende yeni defnedilen adamın cenazesini yıkanırken gördüğüm için çok etkilenmiştim. Bu nedenle korkumdan mezarlık tarafına koşamadım. Çaresiz bir vaziyette arkadaşlarla yola devam ettim. Yol ilerledikçe rampanın eğimi artıyor, kamyonlar bu rampada iyice yavaşlıyordu. Bu arada yukarıdan aşağıya doğru gelen yolcu otobüsleri, aşağıdan yukarıya doğru giden yakıt tankerleri, çimento ve saman taşıyan kamyonların ışıklarını gördükçe rahatsız olmuyoruz desem yalan olur. Allah sizi inandırsın sıkıntıdan terliyorum, terledikçe üzerimdeki gömlek sırtıma yapışıyordu. Arıtaşı Deresinin suyunun aktığı menfeze vardığımızda katırlarına kereste yüklemeye çalışan üç-dört tane orman kaçakçısı bizi görmüş olmalılar ki “Kaçın. Ormancılar geliyor” diye bağırarak yıldırım hızıyla gözden kayboldular. Yarım dakika sonra hayvanlarının nal seslerini Kara Ömer deresindeki taşlık kesimde duydum. Kaçakçıların bağırma sesini duyunca bizde korkumuzdan kendimizi yolun şarampolüne atarak yattık. Adamların bölgeden uzaklaştığını fark edince toparlanarak tekrar ayağa kalktık.

Aşağıdan inleyerek gelen bir BMC kamyon bize doğru yaklaşınca üzerindeki yükün ağırlığıyla iyice yavaşladı. Kamyonun kupası kırmızı, karoseri mavi boyalıydı. Karoserin üzerinde yeşil renkli bir çadır çekiliydi. Alper bu kamyonu görür görmez “Karpuz kamyonu geldi” diye bağırdı. Ağaca tırmanmış bir sincap edasıyla arka taraftan kamyonun üzerine çıktı. Alper oldukça atik, atik olduğu kadarda korkak bir arkadaşımızdı. Sekiz yıl ilkokula gittiği halde okulu bitirememişti. Köyde başı boş gezerdi. Kamyonun üzerine çıkar çıkmaz geri indi. “Karpuzun üzerinde yatan bir adam var. Kunduranın topuğuyla başıma vurdu” dedi. Halbuki karpuzun üzerine insan yatamaz. Yatarsa karpuzların hepsi kırılırdı. Alper’in korkak olduğunu bilen Oktay sağ arka taraftan kamyona çıktı. Elinin biriyle dengesini sağlamaya çalışırken diğer eliyle çadırı açmak için kancadan kendiri boşandırmaya çalışıyordu. Çadırı tek başına açamayınca “Bir kişi daha gelsin” diye bağırdı. Oktay’ın bağırmasıyla Sefer orta taraftan kamyona çıkmak için koştu. Elini karoserin kapağından tutup ayakları yerden kesilir kesilmez dengesi bozuldu. Dengesi bozulunca da bir çuval un gibi ağzı üstü asfalt yola çakıldı. Yola çakılmasıyla birlikte “Ölüyorum anam” diye bağırmaya baladı. Ben aşağıdan gelen başka bir araba Seferi tepelemesin diye jet hızıyla koşup Seferi kucaklayarak yolun banketine çıkarttım. Seferin yaralandığını gören Oktay’da kamyondan indi. Sefer ölecek diye hepimizde çok korktuk. Kimsenin aklında karpuz kavun kalmadı. Seferin yüzündeki deriler çizilmiş, burnundan hafifçe kan akıyordu ama Sefer “Oy dizim, oy dizim ölüyorum” diye bağırıyordu. Eşek çamura çökerse sahibinden yiğidi olmaz diye boşa dememiş atalarımız. Sefer benim yakın akrabam olduğu için sırtıma alarak aşağıya doğru hızlı adımlarla yürümeye başladım. Bu sırada Sefer “Anam ölüyorum” diye hem bağırıyor hem de ağlıyordu. Bizde hep birlikte büyük bir telaşa kapılmıştık. Ne yapacağımızı bilmiyorduk. Aşağıdan yukarıya doğru gelen kamyonlar bize selektör yapıyor, el hareketleriyle ne yaptığımızı sormaya çalışıyorlardı.

Biz de bu esnada can havliyle karayolundan uzaklaşmaya çalışıyorduk. Yarma Durağına inmemize yüz metre kadar mesafe kalmıştı. Karakol Komutanı irfan Astsubay özel otomobiliyle yukarıdan aşağı gelmez mi. Bizi görünce frene bastı ama arkasından otobüs geldiği için duramadı. Ben Karakol Komutanını görür görmez Seferi birdenbire sırtımdan yere attım. Yarma Durağının üst kısmındaki patika yoldan “Karakol Komutanı” diyerek köye doğru koşmaya başladım. Diğer arkadaşlarda benim peşimden koşmaya başladılar. Karakol komutanını gören Sefer korkusundan iki yüz metrelik yolda depar atarak hepimizin önüne geçti. Biz patika yoldan koşarken Alaçayır Deresinde löküz ışığıyla balık avlayan bir adam” Kimsiniz ulan. Ne koşuyorsunuz” diye bağırsa da biz aldırış etmeden yolumuza devam ettik. Bize bağıran o adamın Muharrem Abi olduğunu tahmin ediyorum. Köy meydanına çıktığımızda evinin bahçesindeki tuvaletten çıkan Hamza Amcada bizi görünce irkildi. Karakol Komutanına yakalanmamamız büyük bir şanstı. Biz köy meydanında birbirimizden ayrılarak evimize giderek sessizce yataklarımıza yattık.

Ben sabahleyin erkenden yürüyerek Tekir Köyünde bulunan okuluma gittim. Okula giderken bizi görünce ormancı olduğumuzu sanıp hayvanlarıyla birlikte kaçan insanların bıraktığı keresteleri gördüm.  Kamyondan düşen Sefer’in dizine zeytin büyüklüğünde taş battığını ve bir hafta hastanede yatığını bir ay sonra Oktay’dan duydum. Ben o arkadaş gurubuyla ondan sonra hiç oyun oynamadım. Haram kapuz yemek ne bana nede arkadaşlarıma nasip oldu.

Devletimiz kamyonların gidemediği, arabaların takla attığı virajlı, heyelanlı, tehlikeli Kahramanmaraş Göksun Kayseri Karayolunu iki viyadük on bir tünelle geçerek duble yol haline getirdi. Yola da Edebiyat Yolu adını koydular. Her tünele, her viyadüğe Kahramanmaraşlı bir şairin ismini verdiler. Şehirler arası mesafeler kısaldı. Yeni yol açılınca eski yol viran oldu. Şimdiki duble yolda ne takviye düşen kamyonlar ne de yürüyen kamyonun üstünden karpuz çalan çocuklar kaldı.

Bayramda düğünde bu çocukluk arkadaşlarımızla karşılaştığımızda, yaşadığımız anıyı bana anlattırıyorlar, kendiler de kahkahayla gözleri yaşarıncaya kadar gülüyorlar.

Yatağa yatınca kimi zaman geçmiş günleri düşünüyorum. Geçmiş günleri düşündükçe bazen ağlıyor, bazen gülüyorum. Bir musibet bin nasihatten hayırlıdır diyorum. Hepinize huzurlu sağlıklı yarınlar diliyorum.

Maraba Adamlar Şiirden Ne Anlar/Ferhat ALTUN







Garnı ağrısın ağrıması gereken ne varsanın

Irak bir şeyden geliyor gibi ağlayanlar ve
Nasıllığını kaybettiğimiz dostlar 
Canımızın düştüğü yerde oyy 
Irak bir şeyden geliyorlar
Fal bakıyor anneleri kibirli kadınların 
Laf bu kadınlar topuklarıyla da kadındır
Irak bir şeye bakar gibi ölüyorlar

Şeyler ırak bir şeyden geliyorlar 
İçin ha bir kadının topuğuna değmiş
İğri bir ıraklığa bakmış ha gözlerin
Resmin artık çizilebilen bir şeydir
İsmi nasıl çiziliyorsa dostların

Onulmaz yaraları vardır tütün içinlerin
Kitabın ortasından konuşmak ne haddimize 
Ussal sancılar çekmezdik dil devrimi olmasa
Maraba adamlar da şiirden anlayacaktı
Ansızın kanlısı bağrından vurmasa

BEDDUA/Alirıza KARAKALE

Şehir, üzerine yapışan bu bedduanın ne zaman sonlanacağını sorgularken, ben mecalimi yitirdiğim bir gece; bir kitabın kapağının göz kapağıma galip gelmesine izin verdim. Daha önce okuduklarım gibiydi. Yaşanmadan yazılmış, samimiyetsiz. Oysa benim babam öyle bir adam değildi. Gideceği yeri bilmese de inadı haritayı sererdi önüne. Geç giderdi ama hedefi belliydi. Mesele de gitmek değil miydi ? 


Sonra, benim çıktığım yol da göz kapaklarımı uğruna astığım kitapta yazan gibi değildi. Yokuşları heybeme yük yükleyen, ayak bileklerime ağır gelen yollardı hep. Kabarcık mevsimi çıktığım bol çukurlu bir yolda; yürümek yerine otobüsü tercih ettiğim bir akşam, şoförün umursamaz unutkanlığı ve yerli yersiz haklı küfürleri eşliğinde lastik eskittik. 

 Pencerelerine kadar umudunu yitirmiş çok katlı binaların, sarı sokak lambalarıyla gölgelerinin daha da ürkütücü bir hâl alması, inmem gereken durakları erteletti. Vardığım durak az namazlı bir caminin önüydü ve içeriden Gazzeli çocukların şikayetleri yankılanıyordu. Duyduğum iniltilerin huzursuzluğuyla otobüsten inip, oğlumun şişe devirmece oyununda beni hep yendiği zeytin ağacının kuytusunda soluklandım. Birazdan 34 yıldır hiç yol yürümemişim edasıyla kapımı açacağım. Beyaz gömleğimde beyaz sabun kokusu, sabah çıkarken süründüğüm gül kolonyası, dilimde ‘Gufraneke ya Rahman!’  

Güneşe kalmadan ellerini yüzüme sürmeseydi Derya, bu rüyadan uyanamayacaktım ve göz kapaklarım kitabın kapağına galip gelecekti. 
Elimde değilmiş… Gelse miydi ? 

YİRMİ YEDİ YILLIK ANTİK ÇİVİ/Samet YURTTAŞ


Ve hiç sindiremedim

Cuma akşamları okuduğum şiirleri

Aç karnıma oturan bir yumruk gibi

Hep bir şeylere hazırlanırken

Çağlar öncesinden çağlar ötesinden

Zihnime çakılan

Yirmi yedi yıllık antik çivi:

“Putlar kendi insanlarını yaratıyor şimdi”

 

O balçık suratlıların

Yüzlerini hiç unutmadım.

Hafta sonları

Tiyatroda, sinemada, operada

Kendini adlandıran, tanımlayan, Konumlandıran

Sabahı hep ıskalayan

Akşam apartman boşluklarında

Kendini sallandıran

Putları dahi kıskandıran çağın insanı

 

Gökyüzünü şahit kılmak için

Açık havada

Tam üç kez okudum bu şiiri

Parmaklarımın arasındaki

Putlar dökülsün diye

Elimde çekiçle, balyozla okudum

Anladım

Elimdeki putmuş damıtan

Bu şiiri

AĞABEYLERİN AĞABEYİ D. MEHMET DOĞAN/ Hasan Ejderha

 


D. Mehmet Doğan ağabey gerçek bir ağabeydi. Herkesin, bütün dostların ağabeyi olduğu için yazımın başlığına "Ağabeylerin Ağabeyi" dedim. Aslında bizim sadece ağabeyimiz değil; baş öğretmenimiz, fikir babamız, yazının, kalemin, kültürün haysiyetini öğreten güzeller güzeli bir adamdı D. Mehmet Doğan ağabey.

Kahramanmaraş'ta gerçekleştirdiğimiz bütün kültürel etkinliklere davetlerimizin hiç birine hayır demedi. O Maraş'a gelince, Türkiyr Yazarlar Birliği Kahramanmaraş Şubesi (Dükkân) 'nde olağanüstü sevinçli bir gün olurdu. 

Her program sonrası Dükkân'da sohbet etmekten çok hoşlanır, TYB Kahramanmaraş Şubesinin mütavazi hâlini çok sever, bizimle gece saat 02-03' lere kadar oturur, orada dönen muhabbetin yıllardır içindeymiş gibi hiç bir kopukluk olmadan süregelen sohbete katılırdı.

En son gelişi biraz acıydı. Zira Dükkândan; Ahmet Doğan İlbey ağabeyi, Güzel adam Ferhat Ağca'yı ve Başkan Fazlı Bayram'ı depremde kaybetmiştik. Mezarlık ziyareti yaptık. Mezarlıkta dostlarımızı D. Mehmet Doğan ağabeyle birlikte ziyaret ederken, Şube Başkanımız Enver Çapar, Şube Yönetim Kurulu üyemiz H. Ahmet Eralp dâhil hiç birimizin ağzını bıçak açmıyordu. Hepimiz dostlarımızı o gün kaybetmişiz gibi acılar içindeydik.

Asla unutamam D. Mehmet Doğan ağabeyin 6 Şubat Depreminde gün boyu aralıklarla arayarak nasıl çırpındığını. Ahmet Doğan İlbey Ağabey, Ferhat Ağca ve Fazlı Bayram enkaz altındaydılar ve D. Mehmet Döğan ağabey nerdeyse saatte bir arayıp enkaz altında olan dostlarımız ile ilgili haber almaya çalışıyordu. Telefonda konuşurken nasıl çaresizce çırpındığı telefonla konuşulurken bile anlaşılıyordu. Baba gibi, öz ağabey gibi feryat ediyordu. O depremin il gününde D. Mehmet Doğan ağabey telefonu kapatır kapatmaz TYB İstanbul Şube Başkanımız Mahmut Bıyıklı dostum arıyordu ve o da Mehmet ağabey gibi İstanbul'da çırpınıyordu Maraş ve dostları için.

Hemen sonra anladık ki 6 Şubat günü bizim için Kahramanmaraş için çırpınan D. Mehmet Ağabeyin de hastalığının ilk zamanlarıymış. Tedavisi başladı hemen sonra da. Bazı zamanlar iyi olduğu ve iyi olacağı haberini aldık, bazen de hastalığının ilerlediği haberini. Tedavisi boyunca elimiz kalbimiz üstünde dua edip, şifasını bekledik. Bekledik ama Rab'bim son zamanlarda güzelleri hep yanına alıyor ve D. Mehmet Doğan Ağabey'i de aldı. Rahmetler olsun. Mekanı cennet olsun. Ağabeylerin ağabeyinin.


ARKADAŞIM ENES VE ESKİŞEHİR / Teyfik KARADAŞ



Köyümüz doğal güzellikleri bakımından dünyanın saklı cennetlerinden bir köşe olduğu halde; dağlık, taşlık ve ormanlık bir coğrafyada yer aldığı için geçim kaynakları bakımından oldukça fakir bir yerdi. Bizim köyün, bizim yörenin insanlarının bu zor şartlardan kurtulup, rahat bir ortamda yaşayabilmesi için okumaktan başka çaresi yoktu. Babam beni ilkokuldan sonra ortaokula kayıt ettirerek, güzel Döngel’in zor şartlarından kurtulmam için bana büyük bir şans tanımıştı. Köyümüzdeki diğer çocukların çoğunun şartları benden daha kötüydü ama onların aile büyükleri arkadaşlarıma bu şansı tanımamışlardı. Benden daha zeki çocukluk arkadaşlarım aileleri tarafından Döngel’in zor ekonomik şartlarında yaşamaya adeta mahkûm edilmişlerdi. On iki yaşında arkadaşlarımın kimisi çobanlığa kimisi ırgatlığa başlamıştı. Gaz lambasının ışığında ve ekmek tahtasının üzerinde ders çalışsam da altı kilometrelik yolu yürüyerek ortaokula gitsem de   köyümüzün eğitim konusunda en şanslı insanı bendim. Ben ortaokula giderken köyümüzdeki herkes beni parmağı ile gösterir, gıpta ile bakardı. Zor şartlar altında acı zulüm komşu köyümüz Tekir’de ortaokulu bitirdim. Kahramanmaraş Endüstri Meslek Lisesine kayıt yaptırdım. Lisede okumak için köyden şehre geldim. Köyden şehre lise okumak için geldiğim yıllarda evinde kalabileceğim ne amcam nede dayım vardı. Birinci derece akrabalarımın tamamına yakını köylerde yaşıyordu. Şehirde olanlarında beni evlerinde barındırma imkanları yoktu. Okuduğum lisenin yatılı olarak kalacak pansiyonu da bulunmuyordu. O tarihlerde halkın imkânları kısıtlı olduğu gibi devletimizin olanakları da çok yetersizdi.

Lise birinci sınıfta okurken Karamanlı mahallesinde iki katlı bir evin bodrum katındaki bir odalık yerde kaldık. Ev arkadaşım Abdurrahman’la aynı ortaokulda okumuştuk. O benden bir sınıf üsteydi ve dünyadaki en iyi insanlardan biriydi. Ev sahibimizden, komşularımızdan ve mahalle halkından çok memnunduk ama kaldığımız evin rutubetli olması nedeniyle o yıl çok büyük sıkıntılar yaşadık. Köyden getirdiğimiz tonlarca odununu yaktığımız halde evi bir türlü ısıtamadık. Nemden etkilenerek ev arkadaşımla ikimiz birden rahatsızlandık. Doktorunun yazdığı İlaçları kullanarak, bitkisel çayları içerek hastanede yatmadan ayakta tedavi olduk şükür. Evi değiştirmek için Maraş kazan biz kepçe her tarafı sokak sokak, cadde cadde dolaştık ama kış ortasında kaldığımız evden daha iyi bir ev bulamadık. Hastalandığımız günlerde okula gidemediğimiz için derslerden geri kaldık. Yaşadığımız bu kötü şartlar altında ikimizde bütünlemeye kalmadan sınıfı geçtik. Kronik bir hastalığa yakalanmadan, bütünlemeye kalmadan öğretim yılını başarıyla bitirdiğimiz için yine de şanslı sayılırdık. Karnemizi aldığımız gün ev sahibimiz ve komşularımızla helalleşerek nemli olsa da bir yıl boyu bize kucak açan, bizleri bağrına basan ve bize birçok güzel anılar yaşatan evimizden göz yaşları arasında ayrıldık. Kaldığımız evin nemli olması nedeniyle ayrıldığımız Karamanlı Mahallesinin sıcak kanlı insanlarıyla halen irtibatım devam etmektedir. Abdurrahman yaşasaydı onun irtibatı da devam ederdi diye düşünüyorum.

Lise ikinci sınıfa geçince birinci sınıftaki ev arkadaşım dünyalar tatlısı kıymetli insan Abdurrahman ile ayrılmak zorunda kaldık. O ekonomik şartlar nedeniyle şehre yakın Kumaşır Köyündeki tanıdıklarının evinde kalmaya başladı. Abdurrahman tanıdıklarının evine gidince bende kendime kalacak başka bir yer araştırmaya, aramaya başladım.

Orta Doğu Teknik Üniversitesi Kahramanmaraş Meslek Yüksekokulun motor, elektrik gibi bazı bölümlerinin öğrencileri uygulama derslerini bizim okulun tesviye atölyesinde görüyorlardı. Birinci sınıfın son günleri tesviye atölyesinde Enes isimli Kütahyalı bir öğrenci ile tanıştım. Enes Meslek Yüksekokulunun motor bölümünde okuyordu. Öğle arası beni evine yemeğe götürdü. Evde gidince Enes’in Zübeyir ve ihsan isimli ev arkadaşıyla da tanıştım. Evleri Uzunoluk Caddesindeki Çınarlı Cami civarında tarihi ahşap yapılı bir konaktı. Yemek esnasında benim nerede kaldığımı sordular. Ben ise Karamanlı mahallesinde bodrum katı, nemli bir evde kaldığımı söyledim. Benim kaldığım evin sağlıksız olduğunu öğrenince üçü birden kendileriyle birlikte kalmamı teklif ettiler. Bu tekliflerinden çok memnun oldum ama an itibariyle Abdurrahman’ı yalnız bırakmamak için tekliflerini kabul etmedim. Kendilerine teklifleri için teşekkür edip dönem sonuna kadar gelme şansım olmadığını, önümüzdeki yıl için burada kalmayı düşündüğümü söyleyip tekliflerine açık bir kapı bıraktım. Yaz tatilinde Abdurrahman köyde kalmaya karar verince, bende kabul etmeleri durumunda birinci sınıftayken tanıştığım üniversitede okuyan öğrencilerle aynı evde kalmaya zihnimde karar verdim.

 Enes bana yaz tatilinde Mimar Behzat Beyin ofisinde desinatör olarak çalıştığını söylemiş ve çalıştığı ofisin yerinde kaba taslak tarif etmişti. Kendileriyle birlikte kalmak istediğimi söylemek için Enes’in çalıştığı ofise gittim. Ofisin yerini elimle koymuş gibi buldum. Enes beni ofiste muhabbetle sevgiyle karşıladı. En iyi en güzel şekilde ağırladı. Ben Enes’e “Uygun görürseniz bu sene sizinle kalmak istiyorum” dedim. Enes’te bana “Ben bugün arkadaşlara telefonla görüşeyim, yarın sana haber veririm” dedi. Ben Enes’in beni aramasına fırsat vermeden sabah erkenden yanına gittim. Enes “Kardeş tamam. Ben arkadaşlarla görüştüm. Bizimle kalabilirsin” dedi. Enes’ten bu cevabı duyunca nasıl mutlu olduğumu, nasıl sevindiğimi sizlere kelimelerle anlatamam, izah edemem.  Enes’in yanında bir çay içip hazırlık yapmak için izimin üzerine köye geri döndüm.

Birinci sınıftan tecrübeli olduğum için yatak, yorgan, kıyafet, kitap, defter çanta gibi ihtiyacım olan tüm eşyaları iki gün içinde eksiksiz olarak hazırladım.  Eşyaları hazırlarken anamın o kadar iş içersin de benim için gösterdiği gayreti hiç unutamam. Hazırladığım eşyaları usta bir tezgahtar edasıyla paketledim. Eşyaları paketlerken de küçük kardeşim Adem’in yardımı da çok oldu. Paketlediğim eşyaları cumartesi günü yakın akrabam Hacı Polat Amcanın otobüsüyle şehre getirdim. Otobüsün yol darlığı nedeniyle kalacağım konağın olduğu sokağa girme imkânı yoktu. Otobüsteki eşyalarımı Eski Halde sepetli bir motosiklete yükleyerek kalacağım eve götürdüm. Enes’in yardımıyla eşyalarımı kalacağım odaya nizami bir şekilde yerleştirdim. Kalacağım odadaki daha önce hiç görmediğim kaliteli çam tahtasından yapılmış gömme ahşap dolap eşyaları yerleştirirken işime çok iyi yaradı. İki gecede konaktaki odamda yatıp hem eve alıştım hem de ev arkadaşlığı yapacağımız Enes’i yakından tanıma imkânı buldum. Enes’in babası yokmuş. Kendisi yaz tatilinde ve hafta sonları tuğla fabrikasında yaşı küçük olduğu için kaçak olarak çalışarak ailesini geçindirmeye çalışıyormuş. Maraş ’tada okulun olmadığı gün ve saatlerde Mimar Behzat Beyin Ofisinde proje çizimi yaparak harçlığını çıkartıyormuş. Enes’in durumu öğrenince ben kendi halim için Yarabbi şükür dedim. Okulun açılmasına iki hafta zaman olduğu için tekrar köye döndüm. Köyde aileme yardım etmek için harman, hasat, bağ ve bahçe işlerinde tekrar çalışmaya başladım. Ben köyde çalışmaya devam ederken Tekir Ortaokulundan yakın arkadaşım Bekir Akçadağ bir gün yanıma geldi. Biraz muhabbet edip çay kahve içtikten sonra bana “Maraş’tan bir ev kiralayıp, bu sene birlikte kalalım” dedi. Ben ise Bekir’e “Ben kalacak yer ayarladım” dedim. Ben kalacak yer ayarladım deyince lisanı halinden Bekir’in üzüldüğünü fark ettim. Bekir’e “Kardeş benim kalacağım yer iki katlı, haramlık ve selamlık olmak üzere iki bölümden oluşan, altında kullanılmayan müştemilatı bulunan devasa bir konak. Bizimle birlikte kalmak istersen senin için Enes ile konuşayım” dedim. Benim bu teklifi duyunca Bekir’in gözlerinin içi güldü. Bana “Bir konuş bakalım ortağım” dedi ama sevinçten uçacak gibiydi. Bekir ile bir gün sonra şehre gittik. Enes’i ziyaret ettik. Enes diğer arkadaşları ile görüştükten sonra Bekir’inde bizimle kalabileceğini söyledi. Bekir bu cevap için çok mutlu oldu. Hemen köye gitti. İki gün sonra eşyalarını getirip konağa yerleştirdi. Aynı gün birlikte köye döndük. Bindiğimiz otobüsten ben Döngel’de indim, Bekir kendi köyü Tekir’e gitti.

Okullar açılmadan bir gün önce Bekir ile kalacağımız konağa geldik. Bekir Ticaret Meslek Lisesinde okuyordu. Enes yaz tatilinde Maraş’ta çalıştığı için zaten konakta kalıyordu. Meslek Yüksekokulu açılmadığı için diğer arkadaşlar gelmemişti. Enes, Bekir ve ben meslek yüksek okulu açılıncaya kadar iki hafta birlikte kaldık. Bu iki haftalık süreçte Enes Bekir’i tanıdı. Bekir Enes’i tanıdı. Ben daha önceden ikisinde tanıdığım halde iki haftalık süreçte onları daha yakından tanıma imkânı buldum. Birbirilerimizin zayıf ve güçlü yönlerini öğrendik. Ailelerimizin sosyolojik yapıları ve maddi imkanları hakkında bilgiler edindik. Anlayacağınız iki hafta içerisinde birbirilerimizle horasan harcı gibi kaynaştık. Ayrıca Çınarlı Caminin müezzini Ökkeş Hoca sayesinde Postane kavşağından başlayıp Uğrak Pastanesine kadar uzanan Uzunoluk Caddesindeki bütün esnaflarla baştan sona kadar tek tek tanıştık.

Bizim kaldığımız konağa komşu bir evde kalan Ökkeş Hoca bizim üçümüzün birden akşam namazı için camiye geldiğimizi görünce nasıl mutlu oldu, nasıl sevindi anlatamam. Çünkü camide üçümüzden başka genç yoktu. Cemaatin yaş ortalaması elli yaşın üzerindeydi. Ökkeş Hoca namaz biter bitmez caminin içinde bizimle tanıştı. Üçümüzün birlikte kaldığımızı öğrenince sevinci bir kat daha arttı. Bizi Uzunoluk Caddesinde faaliyet gösteren fırın, bakkal, manav, berber gibi alışveriş yapacağımız esnaflarla tanıştırmaya götürdü.  Ökkeş hoca bunlar benim komşum, bunlar öğrenci diye bizi esnaflara takdim ettikten sonra, “Paraları olmasa bile bu gençlerin ihtiyaçlarını karşılayın. Kendiler ödemezse ben öderim” şeklinde tembihte buluyordu.  Esnafları hepsi de “Baş üstüne Hocam. Ödemeseler de olur Hocam” şeklinde cevap veriyorlardı. Zaten esnafların kapısından içeri girerken Ökkeş Hocaya olan saygı, sevgisi ve muhabbetleri ilk bakışta hissediliyordu. Ökkeş Hocanın bu naif davranışı karşısında nasıl bir duyguya kapıldığımı, gözlerimin nasıl dolduğunu görseydiniz inanıyorum ki hepiniz birden hüngür hüngür ağlardınız. Ökkeş Hocanın bizi esnafla tanıştırması pozitif manada önemli bir kazanımdı.

Meslek Yüksekokulunun açılmasına bir gün kala Zübeyir ve İhsanda memleketlerinden geldiler. Onların memleketten gelmesiyle beş kişilik kocaman bir aile olduk. Aramızda hiçbir ayrılık olmadı. Doğduğundan beri bir arada yaşayan kardeşler kadar birbirimize saygılı davranıyorduk. Ev işlerinin düzenli bir şekilde yürümesi için kendi aramızda görev taksimi yaptık. Yaptığımız görev taksiminde bana alışveriş yapma işi düştü. O günden itibaren kahvaltıda yiyeceğimiz ekmekten tutunda akşam yemeği yapmak için kullanacağımız ete kadar her türlü ihtiyacı ben almaya başladım. Ökkeş Hoca sayesinde fırıncıdan ekmeği yarı fiyatına manavdan sebze meyveyi indirimli olarak almaya başladım. Tatlıcı Mehmet Abinin yarım kilo lokma istediğim zaman bir kilo lokma verdiği o günleri hiç unutamam. Tamirci Şevket Amcanın ayakkabılarımızı beleş kadar ucuza tamir ettiğini hatırladıkça hüzünlenirim. O konakta kaldığım iki yıllık süreçte Uzunoluk Caddesindeki esnaflardan yardımını görmediğimiz hiçbir insan yoktur desem yalan olmaz. Ökkeş Hocanın camide okunan mevlitlerde, mahallede sakinleri tarafından verilen cenaze ve nikah yemeklerinde bizleri nasıl himaye etmeye çalıştığı aklımdan hiç çıkmaz. Babaoğlu Bakkalın sahibi Mehmet Abinin dükkânın önünden geçerken onurumuzu rencide etmeden elime verdiği içi gıda maddesi dolu poşetler hafızamdaki canlılığını o günkü gibi korumaktadır. Mahallenin o günkü esnaflarından bugün bir elin parmakları kadar azda olsa yaşayanlar bulunmaktadır. Ben zaman zaman bu esnafların ziyaretine giderim. Beni gördüklerinde kırk yıldır hasret kaldıkları bir evlatları gelmiş kadar mutlu olurlar. Onlarla geçmiş günleri yad ederiz. Ölenlerinde ruhuna Fatiha okuruz. Allah hepsinden de razı olsun.

Üniversite öğrencileriyle birlikte kaldığımız için evdeki sosyal yaşantımız oldukça disipliniydi. Sabah namazından sonra ben hemen ekmek almaya giderdim. Zübeyir çayı pişirir, kahvaltıyı hazırlar. Nöbetçi olan arkadaş bulaşıkları yıkardı. Kahvaltıdan sonra ben Sütçü İmam Çeşmesinin yanından Kahramanmaraş Kalesinin arkasından geçer Dükkân Önü Çarşından Batı parktaki okuluma giderdim. Okulda öğle yemeğini yedikten sonra Cezaevinin önünden geçer, Karacaoğlan Halk Kütüphanesin yanından Uzunoluk Çarşısına gider bakkaldan, manavdan akşam yemeği için gerekli malzemeleri alır eve bırakır, izimin üzerine yeniden okula giderdim. Bütün arkadaşlarda evle ilgili görevlerini eksiksiz olarak yerine getirirdi. Akşamları herkes dersine çalışır, ders çalışırken kimsenin ağzından çıt çıkmazdı.

Ev ortamımız oldukça huzurluydu. Başlangıçta beş kişi olarak başladığımız ev arkadaşlığı iki yıllık süreçte ayrılanlar yeni gelenlerle birlikte on kişiyi geçmiştir. Bu arkadaşlarla benim hiç küslüğüm veya gönül kırgınlığım olmadı. Diğer arkadaşlarında kendi aralarında husumet yaşadıklarına tanık olmadım. Kardeşlik ortamı içerisinde geçindik gittik. Evimize ders çalışmaya veya ziyarete gelen arkadaşlarımızın arkadaşlarıyla da güzel dostluklar kurduk. Günlerimiz yaşadığımız zor ekonomik şartlara rağmen mutlu bir şekilde geldi geçti. Ev arkadaşlarımızın hepsiyle temeli sağlam kalıcı dostluklar kurduk. Bunlar arasından Enes ile olan muhabbetimiz biraz daha fazlaydı. Enes’i bazen ben bazen Bekir köye götürürdü. Bu nedenle Enes bizim annemizi, babamızı, kardeşlerimizi hatta yakın akrabalarımızı bile tanıdı. Ailemizin bir bireyi gibi oldu. Anlayacağınız Enes Bekir ile benim manevi kardeşi oldu. Bu nedenle Enes yarıyıl tatilinde mezun olup memlekete giderken bana” Ben sizin çok yardımınızı gördüm. Evinizde kaldım. Tuzunuzu ekmeğinizi yedim. Sizde Bekir ile birlikte üniversite ikinci basamak sınavına Eskişehir’de girin. Bende sizleri Kütahya’da ağırlayayım misafir edeyim” dedi. Ben de” Kısmet ise olur kardeşim” dedim. Enes’i soğuk bir kış günü Aksu Otobüsüne bindirerek memleketine uğurladım.

Enes’in mezun olup memlekete gittiği yıl biz lise son sınıf öğrencisi idik. Nisan ayında yapılan üniversite basamak sınavını kazandık. O zaman Kahramanmaraş’ta ikinci basamak sınavı yapılmadığı için ikinci basamak sınavı için Eskişehir’i tercih ettik. Sınav giriş belgelerimiz gelince sınava Eskişehir’de gireceğimiz kesinleşti. Durumu telefonla Enes’e haber verdim. Enes haberi duyunca çok sevindi. Dünyalar kendinin oldu. Ümmi bir insan olan babama sınav için Eskişehir’e gideceğimi söyleyince “Bu devletin işine akıl yetmez. Bu çocuk için Adana’da, Ankara’da, İstanbul’da sınav için yer olmasında ta Eskişehir’de olsun. Ben bu işi anlayamadım arkadaş” diye tepki göstermesini hiç unutamam. Babam sert şekilde tepki gösterince tercihi benim yaptığımı bile söyleyemedim. Sınava gitmek için hazırlıklarımızı tamamladık. Harçlığımızı ayarladık. Eskişehir’e gitmek için gün saymaya başladık. Yola çıkmamıza iki gün kala köy meydanında köyümüzün öğretmenlerinden Yusuf Bey’le karşılaştık. Yusuf Bey’le dostluğumuz iyi olunca ayak üstü muhabbet etmeye başladık. Yusuf Bey’in abisi Hanefi Demirkol Eskişehir Valisiydi. Yusuf Bey’e “Hocam üniversite sınavı için Eskişehir’e gidiyorum. Abinize göndereceğiniz bir şey varsa götüreyim” dedim. Yusuf Bey ise “Göndereceğim bir şey yok ama bir mektup yazayım da size baksın” dedi. Eliyle benim orada beklememi işaret edip kendisi evine çıktı. Beş dakika sonra bana sarı bir zarf getirip” Bunu götür abime ver” dedi. Bende “Teşekkür ederim hocam” diyerek Yusuf Bey’den ayrıldım.

O zaman Kahramanmaraş’tan Eskişehir’e direk otobüs yoktu. Çarşamba günü akşamı arkadaşım Bekir ile otobüse binip Kayseri Kırşehir üzerinden Ankara’ya gittik. Ankara Otogarında otobüsten indikten sonra Kızılay, Gençlik Parkı, Ulus gibi merkezi yerleri gezdik dolaştık. Öğle yemeği için gittiğimiz lokantada hesap öderken su parası almaları çok tuhafımıza gitti. O zaman Maraş’taki lokantalarda ne şişelenmiş su, nede su için alınan ücret vardı. Herkes sürahilere doldurulmuş musluk suyunu istediği kadar içerdi. Sürahide su biterse garson yeniden su getirirdi. Ankara’da böyle bir durumla karşılaşınca kelimenin tam anlamıyla şok olduk. Yemekten sonra Ankara’ya geldiğimizi Şeref abiye haber verdik. Şeref Abi arabasıyla gelip bizi Ulustan aldı. Aile dostumuz olan Eczacı Şeref Yetkin Abi akşam bizi evinde misafir etti. Şeref Abi akşam yemeğinden sonra da bizi çarşıya gezmeye götürdü. Atatürk Orman Çiftliği, Anıtkabir, TBMM gibi yerleri arabayla gezdirip dolaştırdı. Böylelikle yıllarca hayalimizde yaşattığımız başkentimiz Ankara’yı ana hatlarıyla tanımış olduk. Cuma günü sabah saat sekizde bir otobüse binerek Eskişehir’e hareket ettik.

Ben o güne kadar gittiğimiz yerlerden sadece Kayseri’yi görmüştüm. Bekir ise Maraş dışına hiç çıkmamıştı. Otobüsün geçtiği yerleri öğrenmek için gözlerimizi camdan ayıramıyorduk. Okumakla görmek arasındaki farkı öğrenmiş oluyorduk. Sivrihisar’daki Nasrettin Hoca Heykelinin yanından geçerken nasıl etkilendiğimi anlatamam. Dört saatlik zorlu bir yolculuğun ardından Eskişehir’e vardık. Eskişehir’e girerken gördüğüm fabrikalar, fabrikalardan sonra gördüğüm modern binalar dikkatimden kaçmıyordu. Eskişehir’in modern ve kalkınmış bir şehir olduğunu ilk bakışta ele veriyordu. Eskişehir otogarında otobüsten indik. Zaman kaybetmeden bir belediye otobüsüne binerek valilik binasına gittik.

Valilik binası kesme taştan yapılmış tarihi bir yapıydı. Kapıdaki güvenlik sorgulamasından geçerek Vali Beyin makamına çıktık. Özel kalemde Vali Beyle görüşmek için çok sayıda insan vardı. Hatta bunlardan iki tanesi milletvekiliydi. Normal şartlarda Vali Beyle görüşmek için bize sıra gelmeye bilirdi. Ben Vali Beyin sekreterine “Hanım Efendi biz Kahramanmaraş’tan geldik. Vali Beyin tanıdıklarıyız. Kendisine mektup getirdik. Al bu mektubu kendisine takdim et. Görüşmeyi kabul ederse görüşürüz. Yoksa çeker gideriz” diyerek Yusuf Bey’in yazdığı mektubu verdim. Sekreter mektupla içeri girdi. Bir dakika kadar sonra dışarı çıkarak “Vali Bey sizi bekliyor” diyerek bizi içeri aldı. Vali Hanefi Demirkol bizi ayakta karşıladı. Bizleri kucaklayarak “hoş geldiniz yeğenlerim” dedi. Hâl hatır sorduktan sonra misafir olarak yanında bulunan Bilecik Valisine bizi tanıttı. Bilecik’te yaşanan bir olayla ilgili istişarede bulunuyorlardı. Hanefi Bey bunlar yabancı değil dedi ve istişareye devam ettiler. Hanefi bey konuyla ilgili mevzatı ve uygulamayı baştan sona kadar anlattı. İstişare bitince bana “Buraya ne için geldiniz” diye sordu. Bende “Efendim pazar günü üniversite sınavına gireceğiz” dedim. Üniversite sınavı için geldiğimizi duyunca çok memnun oldu. Valilikte görevli bir müdürü yanına çağırdı. Yanına çağırdığı müdürü bizi ağırlamak ve rehberlik yapmak üzere görevlendirdi. Bana da “pazar günü sınavdan sonra eve gelin bir kahvemi için “diye talimat verdi. Müdür Bey bizi modern bir otele yerleştirdi. Otelin yanındaki bir lokantada karnımızı doyurdu ve pazar gününe kadar bu lokantada yiyip içeceksiniz dedi. O lokantada yediğim çiğböreğin tadı damağımdan halen silinmedi. Emrimize resmi plakalı bir araç tahsis etti. Müdür Bey yemekten sonra bizden ayrıldı. Şoför bizi iki saat kadar Eskişehir’in tarihi mekanlarında dolaştırdıktan sonra otele bıraktı. Aradan yıllar geçmesine rağmen Kurşunlu Cami ve Alâeddin Camiyi daha dün görmüş gibi hafızamda canlılığını korumaktadır.  Şoför bana “Yarın saat kaçta geleyim efendim” dedi. Bende “saat ikide gelirsen yeter” dedim. Cumartesi günüde Eskişehir’in Porsuk Çayı etrafındaki parklarını, Odunpazarı Semtindeki konaklarını ziyaret ettik. Bu sırada Vali Beyin yakın ilgisi ve sağladığı imkanlar nedeniyle mutluluktan uçuyorduk sanki. Sınav öncesi moralimiz zirveye çıkmıştı. Pazar günü sınava gireceğimiz için cumartesi erkenden otele geldik. Pazar günü sınava gireceğim Eczacılık Fakültesi binasının olduğu kampüse girerken bekçinin diğer araçları durdurup kontrol ederken benim bindiğim araca selam durması gururumu okşamadı desem yalan olur.

Pazar günü Enes bizi karşılamak üzere Eskişehir’e geldi. Sınavdan sonra Enes’i otogardan aldık. Vali Beyin evine ben, Bekir ve Enes üçümüz birlikte gittik. Allah var Vali Bey bizi evinde de en iyi şekilde, en üst seviyede ağırladı. Memleket üzerine güzel sohbetler ettik. Kahvemizi içtikten sonra Kütahya’ya gitmek üzere konuttan ayrıldık. Görevli şoför bizi Eskişehir Otogarına götürdü. Allah razı olsun biz Kütahya otobüsüne bininceye kadarda yanımızdan ayrılmadı.

Otogardan bir otobüse binerek Kütahya’ya hareket ettik. Kütahya’ya girerken çiniden yapılmış devasa bir vazo karşıladı bizi. Kütahya Kalesi karşımızda selam durdu. Enes’in kalenin eteğindeki evlerine gittik. Enes’in annesinin bizi karşısında görünce ne kadar mutlu olduğunu anlatamam. Enes bizi Kütahya’da on gün misafir etti. On günlük sürede Afyon Kazlıgöl Kaplıcalarında, Kütahya Yoncalı Kaplıcalarında sıcak suya girdik. Yürüyen merdiveni ilk defa Kütahya’da gördük. Çinili camiyi ziyaret ettik. Kaledeki döner gazinoda çay içtik. Tavşanlıda görev yapan ortaokul matematik öğretmenimiz Necati Alpay’ı ziyaret ettik. Bir gece evinde misafir olduk. Kütahya’da dondurmacılık yapan Recep Karsıkan (şişman) Ustayla tanıştık. Kütahya’da her biri diğerinden güzel geçen on gün geçirdik. Onuncu günün sonunda arkadaşımız Enes ve Enes’in aile fertleriyle vedalaşarak gözyaşları arasında Kütahya’dan ayrıldık.

Sınav sonuçları açıklandı. Eskişehir’de girdiğim üniversite sınavını kazandım.  Hiç beklemediğim halde Vali Beyin bizi misafir etmesi bir anda moral ve motivasyonumuzu yükseltti. Sınavı kazanmamda Vali Beyin bize göstermiş olduğu ilgi ve alakanın önemli ölçüde katkısı oldu diye düşünüyorum. Eskişehir ve Kütahya içinde yaşayan insanlar farkında olmasalar da ruhu olan şehirlerdir. Ben bu iki şehirde de bu ruhu gördüm. Bu ruhtan etkilenerek gönlümün manevi derinliklerinde Kahramanmaraş’tan Eskişehir’e, Eskişehir’den Kütahya ya ayakları sağlam bir gönül köprüsü kurdum. Bu köprünün üzerinden bugüne kadar nice temiz kalpli, yüce gönüllü güzel insanlar geldi geçti. Ben ölünceye kadarda sayıları artarak geçmeye devam edeceklerdir.