Açıldı ve bir daha kapanmaz oldu yaralar,
Hayat beyaz gömleğimi hiç durmadan karalar.BİZE YAZILANLAR...
ÇAYIN İZZETİNE SELAM OLSUN! / Memduh ATALAY
Rivayete göre Hoca Ahmet Yesevi Hazretleri kendisini talebelere dağ çayı toplatmakla itham eden zahir ehline şöyle bir beddua etmiş: "Kim çayın izzetini inkâr ederse ikram bulmasın!" Elhak bulmasın azizim! Bu rivayetlerde asla değil fasla bakılır hikmetince biz dahi fasla bakalım ve çayın izzetini yâd edelim.
Çay izzeti ile artık sohbetin yerini
almış durumda. "Gel bir çay içelim" daveti alınmışsa mutlaka bir dostun,
bir arkadaşın gönül kapısını aralamanın vaktine besmelenin vakti erişmiştir.
Öyle ki biri dolup biri boşalırken bardakların -her bardak bir gönülden kinaye-
aslında gönül dünyamızın dosttan aldıkları ve dosta verdiklerine bir remiz yok
mudur?
Gurbette, yalnızlığın koyu demlerinde,
kalabalık içerisinde bir nokta iken diğer insanlarla aynı olduğumuzu ya ibadet
mahallinde ya da çay molasında ifade etmiş oluruz. Belki çoğu özünden
saptırılmış müştereklerimize göre bu memlekette çay da ciddi müştereklerimizden
biridir.
Soğuk kış günlerinde buharı üstünde bir
çaydan başka bir şey midir ev dediğimiz hususi cennetimiz? Şekerin çayda kaybolması,
tütünün çayla yekvücut bir vaziyette dimağı tetiklemesi olmasaydı çoğu şiiri,
yazıyı okuma imkânımız olabilir miydi?
Tarikat-ı Nakşî’de gizli zikir evla olduğu
için kaşık ses yapmasın diye ihvanların arasından şekeri kıtlamalık hale
getirmekle vazifeli dervişlerin olduğu kaynaklarımızda var.
Zindanda uykusuz gecelerin, kahırların,
dertli türkülerin eşliğinde "Karıştır çayını zaman erisin/Köpük köpük
duman duman erisin" diyen zatın kederi kimsenin meçhulü değil elbet.
Anlama çabasının, oluş cehdinin bir araya
getirdiği yoldakilerin manevi yakıtı da çaydır elbet. Sohbet ya da zikir anında
uyuyana rastlanır elbet ama çay faslında gözler açılır, uyku ve gevşeklik çayın
asker selamına mecbur kılar üşengeçleri ve uykucuları da. Sanki
"kalk" borusudur çayın kokusu ve kaşık sesleri.
Her meslek, her meşrep, elbette çayın ele,
göze, damağa ve dimağa yayılan iksirinden nasiplidir ama çay şehir olarak
İstanbul'da içilirse bilhassa güzeldir, uğraş olarak şair ve yazara, hal olarak
da aşk ehline bilhassa münasiptir. Merhum Esat Hoca "Irmağı geçerim,
denizi geçerim, çayı geçemem" nüktesiyle çaya ayrıca bir rütbe daha
takmıştır.
Çay siteme de eşlik eder kimi
zaman. "Bir çay bile ikram etmediler" diye sokrananları duyduğumuz olmuştur.
Bu ifadede çayı küçümsemeden ziyade ikramın ilk ve en mühim, en asgari sınırını
ihmal etmenin kabalığına bir gönderme olduğunu görmek mümkün.
Çayın nasıl demleneceği, hangi çayın
kullanılacağı ustalık meselesidir elbet. Her yiğidin yoğurt yiyişi hesabı çay
demleyişi de farklıdır. Ancak yiyecekler, içecekler arasında sıcaklıkla
bayatlığını gizleyen ender nimetlerin biridir çay. Terminal çayları gibi kötü
demlenmiş ve bayatlamış da olsa sıcak su ayıbını örter çayın.
Çay, uykusuz, yalnız, acılı, yaralı
gecelerde insana bir yâr gibi sarılması ve insanın içini ısıtmasıyla cidden
sohbete ve dostluğa değen nadir bir nimettir. Ramazan gecelerinde iftarın ve
sahurun en nazlı, en güzel iki tadından biri çaysa diğeri hal ehline malumdur,
tekrar gerekmez. İngiliz’in soğukluğu bizim sıcaklığımız da çayla ilgilidir
dersem mübalağa sayılmasın.
Çay hem sese hem sessizliğe uyum sağlar.
Ses ise kaşığın ritmini, sessizse keklik kanı görünümüyle çeker dildaşları
efsunlu iklimine. Gecenin, gündüzden taşıdığı bulanık hayat suyunu bir çay
içimi süresindeki uzlette temizleyelim. Ve yarına insan olarak çıkma umudunun
bitmemesi için, çayların gönüllere hakikat içeren sözlerle, iyiliği emredip
kötülükten sakındıran dostların kardeş sıcaklığı ile akmasını dileyim.
Üstünlüğünü başkalarının eksikliği üzere
kuranlar dışında herkese benden çay,
Çaylar benden, dostlar, arkadaşlar,
kardeşler!
GÜÇ VE BELA / Ali Rıza KARAKALE
Gidersen
Bu gecenin ninnisi ağıt
olur.
Yazık olur zar zor aydınlanmış gözlerime.
Hadsiz şarkılar elçiliğe soyunur derdime.
Ritimsiz sözlerle uğraştırma beni,
düşman etme kendime.
Yazık olur zar zor aydınlanmış gözlerime.
Hadsiz şarkılar elçiliğe soyunur derdime.
Ritimsiz sözlerle uğraştırma beni,
düşman etme kendime.
Gidersen
"Elalem ne der"
diye deyimler çıkar halkın dilinden.
Simsiyah mürekkep akar kararan gözlerimden.
Sana şiirler biriktirmek varken ilkokul defterinde
Küfürbaz silahlara kurşun olurum dertlerimden.
Simsiyah mürekkep akar kararan gözlerimden.
Sana şiirler biriktirmek varken ilkokul defterinde
Küfürbaz silahlara kurşun olurum dertlerimden.
Gidersen
İsyan eden hiçbir harfe
engel olamam
Tevbelerini kabul etmek bana düşmez bıkanların
Günahkârı olursun silahtan çıkanların
Ve ustasını kaybeder masallarındaki çırakların.
Tevbelerini kabul etmek bana düşmez bıkanların
Günahkârı olursun silahtan çıkanların
Ve ustasını kaybeder masallarındaki çırakların.
karakale 'm
KIYAMET SENFONİSİ / Gün Sazak GÖKTÜRK
Kıyameti bekler
haldeyim...
Nefsimde tüm alametler
zuhur etmişken
Vadeliden zamana sekeratta
ruhum…
Gözlerin dehşetle
açılacağı günün haberi gelmişken
Taşlanası tüm insanlığım!
Taşlansa ya!
Ezilse tüm lekeli başlar,
damarlardan aksa şeytan,
Temizlenir mi insan…
Öldürülür mü
tanrılaştırılan şeytan…
Ah ahir zaman…
'vakit dar ayaz da öldü mü
o 'zaman'…
Artık doğduğu yerden mi
batıyor Gün'es..
Zuhur etmedi mi büyük
ateş?
Ölmedi mi ey nefs, deccal
denen leş...
Ah ömrümün kıyameti!
Ne zaman?
Gergin biri ipin ucunda,
kutsal şehirlere girişim.
Dayanamıyorum huzura
ermiyor ruhum.
Sanki kalbim Allah'ı
anmaktan mahrum.
Farkındayım, dirilmek için
var ölüm!
BU BİR ÇAĞ DIŞILIK ÖZLEMİ YAZISIDIR! / Memduh ATALAY
Sesler, çok karmaşık; sesler, çok korkulu,
sesler çok şehvet taşıyor ve ölü kardeş eti çeviren evrâaç misali kararmış,
paslanmış ve ürkütücü...
Gel,
sükût altın diyen çağa dönelim!
Evrak dolu kucaklar, görüntü budalası
olmanın boşluğuna aldırmadan, anneler, nineler, bebekler bile yüzlerce resimle
sergilenir, göze nazara bakmadan; mahremiyeti düşünmeden. Her şey gösterilmek
için varmışçasına, ya da gösterilmek için yaşanıyormuşçasına bir görüntü
fetişizmine duçar durumdayız.
Gel,
yarısı yırtık resimlerin üç noktalı mektupların kalbin üstünde taşındığı zamana
dönelim!
Felsefesi dünya, hikmeti peşin menfaat
olan bir zihniyetin musikisi elbette birtakım seslerin ve aletlerin gürültüsü
içerisinde ulvi hüzünleri değil, geçici hazları dillendirir. Kof, kaypak, anlamsız
ve hayalsiz bir musikinin gürültüsü, fıtratın iç sesini uyandıran ve bizi saflığa,
mistik vicdana çağıran sesin metafizik derinliğine müntakimane saldırıyor.
Gel,
bize hüzün çalan plaklara dönelim!
Geceyi, gündüzün pahalı şamataları ile
kirleten bu doyumsuz hız ve haz çağının ışıkları aslında ruhun ağlamalarını
örten bir deccal efsunu. Gece, gündüzden düşen çığ ile, hazzın altında nasıl da
ağlıyor bir bilsen. Eller, kadehten, klavyeden, akıllı telefon tuşlarından
öylesine bizar ve semaya doğru açılmaya o denli muntazır iken Allah'a açılmaktan
uzaklaşmış ve küçük ve ani bir ayartının tahakkümüyle böylesine kapanmışken
Gel,
ağlanan, döktüğümüz gözyaşlarından yıldızlar çoğalttığımız, görüntüde karanlık
ama içte aydınlık taşıyan gecelere dönelim!
Sevip de diyemeyen, deyip de vuslata eremeyen,
her daim yüreğindeki derin mağarada sessiz tufanlar yaşayan bir 'iz’den,
böylesi bir 'biz'den; tensel bir koşuya, cazibe yaftalı şehvete dönüşen
müşterek sıfatlı hayatların baskısı içerisinde, kahırlı ve kederlisin adaşım.
Gel, çoban çeşmesinin taşına bağlayalım atlarımızı, suyla birlikte akalım dağ tepe
demeden! Yalın ayak, atsız pusatsız erlerin ilkelliğine dönelim!
Bu beton binalar, bu soğuk yapılar; kebaptan,
piknikten, çocukların okulundan ve inanç ambalajlı kokteylden oluşan apartMAN
çıkmazını sunarken senin serazat ruhuna, sen taş yapıların inşadan değil
ibadetten mülhem mimarisini minyatürde bile arar durumdasın adaşım.
Gel "evleri balkonsuz yapan mimarların alnından öpmeye" gidelim.
Varlıkta dost, makamda yaren olup da gam
ve kederde "ha o mu ..." diye
cümleye başlayıp uzatacağı eli çekmesi bir yana hazır yaftalarla dostunu, arkadaşını,
yoldaşını sahipsiz bırakan, paralı ama parasıyla ruhundaki uşaklığı gideremeyen
borsacı, arsacı, parsacı ve üstelik bir de hacı zevatın arasında her gün zelil
bir örnek daha eklerken hafızaya "Ebubekir'in evinden boş dönmesi uygun
olmaz" deyip kafirden ödünç alan ve kardeşini boş çevirmeyen inceliğin
hasretinde kahrın belli adaşım.
Gel,
onların değer verdiği şeylere Allah bize değer verdirmesin diyen pirlerin dergâhına
dönelim!
Evet, bu bir çağ dışılık özlemidir. Reel
ve politik olandan, her şeyin yarar ve zarar ekseninde ele alındığı dünya pazarından,
piyasadan, siyasadan "SONSUZLUK KERVANI PEŞİNİZDE BEN/ÜÇ ADIMLA GEZEN
TOPAL BİR KÖPEĞİM/BASTIĞINIZ YERLERİ TAŞ TAŞ ÖPEYİM" rütbesine eresin be
adaşım!
Erelim be adaşım!
ÇAĞDAŞLIĞIN
PİAZZASI ONLARIN ÇAĞ DIŞILIĞIN MAĞARASI BİZİM OLSUN!
ÇAĞDAŞLIĞIN
SERTİFİKASI ONLARIN ÇAĞ DIŞILIĞIN CAHİLLİĞİ BİZİM OLSUN!
SUYA EĞİLİP AY’I ÖPER ÇOCUKLAR/Hasan EJDERHA
Pınarlar soğutur, soğuk duvarlara akar çağrı
Nerde! Hangi cana mercan sundu ki denizler
Şiir burcu ve hüzzam; bir makam öylesine durur
Ruhumu inletir name; hücrelerime kadar kudurur
Vurur bestelenmemiş ağıtlar kıyılara
Kayalara haramilik hünkârdır dalgalarda
Bir daha, bir daha, sonra ağıtlarda sükût…
Gözler yolcular bekler, eller duada
Ağıdı yaylalarda saklı köylüler
Gurbete gidince niçin ölürler?
Dökülürler yollara, önlerinde bir hayâl
Ağyar bir hayata sürükler ayakları
Yazları hiç göremedikleri köylerini
“Güzeldir köyüm” derler bilmeden
Oysa yarım bir yılda yaşadıkları
Karın üstünde, hasta çekilen döven
Şiir burcu ve hüzzam; bir makam öylesine durur
Ruhumu inletir name; hücrelerime kadar kudurur
Vurur bestelenmemiş ağıtlar kıyılara
Kayalara haramilik hünkârdır dalgalarda
Bir daha, bir daha, sonra ağıtlarda sükût…
Gözler yolcular bekler, eller duada
Ağıdı yaylalarda saklı köylüler
Gurbete gidince niçin ölürler?
Dökülürler yollara, önlerinde bir hayâl
Ağyar bir hayata sürükler ayakları
Yazları hiç göremedikleri köylerini
“Güzeldir köyüm” derler bilmeden
Oysa yarım bir yılda yaşadıkları
Karın üstünde, hasta çekilen döven
Ne çok fotoğrafı var benim
ülkemin
Fotoğrafı çekenlerin ve çekilenlerin
Çektiği üzre türküleri söylemedim daha
Kıyısından başlanınca kocaman bir hayata
Daha küçük görünmek mi normali
Hâl-i pür melâli toprak olma ihtimali
Yalnızlıklar mı biriktirir gelmeyecek yolculara.
Fotoğrafı çekenlerin ve çekilenlerin
Çektiği üzre türküleri söylemedim daha
Kıyısından başlanınca kocaman bir hayata
Daha küçük görünmek mi normali
Hâl-i pür melâli toprak olma ihtimali
Yalnızlıklar mı biriktirir gelmeyecek yolculara.
Birinci parantez içi
(Öyle bir hâl-i pür melâl ki bu;
yokluğu sıcak yer kabuğu,
kıvamı hasret.
Çoğaldıkça acıyı bitiren
geldikçe gidilen, gidince,
güvercinler gibi
seyri eğri bir dal bırakmadan doğrultan hayatın,
yokluğu sıcak yer kabuğu,
kıvamı hasret.
Çoğaldıkça acıyı bitiren
geldikçe gidilen, gidince,
güvercinler gibi
seyri eğri bir dal bırakmadan doğrultan hayatın,
arkasından bakıp kaldık ya şimdi
hangi ikindi dönüp de yurduna
aydınlatacak kimliğimizi ve dirliğimizi
ellerimizi
kaldırınca göğe, gelir yüreğimize.)
hangi ikindi dönüp de yurduna
aydınlatacak kimliğimizi ve dirliğimizi
ellerimizi
kaldırınca göğe, gelir yüreğimize.)
Melâl çöllerinde sustu ceylan,
avcıya ne gerek
Erek, atların nallarında parıldar, aydınlansın dünya
Anadolu dünyanın ortasında bükülmez direk
Şimdi gerçek, gerçekleşmez denilen kutlu rüya.
Bir daha olmamak için olmak nedendir ki?
İkindi sofralarında yalnızlık çağrı mı dostluğa?
Boşluğa koşmak kadar boşsa atılan ok
Hanidir? Hangi sultan yakındır koltuğa?
Yormadan hayatı yorulmaksa çâre
Daha başlamadı ağlamaya şehirler.
Erek, atların nallarında parıldar, aydınlansın dünya
Anadolu dünyanın ortasında bükülmez direk
Şimdi gerçek, gerçekleşmez denilen kutlu rüya.
Bir daha olmamak için olmak nedendir ki?
İkindi sofralarında yalnızlık çağrı mı dostluğa?
Boşluğa koşmak kadar boşsa atılan ok
Hanidir? Hangi sultan yakındır koltuğa?
Yormadan hayatı yorulmaksa çâre
Daha başlamadı ağlamaya şehirler.
Yormadan hayatı yorulmaksa
çare
Hikmeti yok, sözüm yok dağlara
Kalsın kâkül yerinde aynalar bîçâre
Gençliğe küpedir açılan her yara.
Hikmeti yok, sözüm yok dağlara
Kalsın kâkül yerinde aynalar bîçâre
Gençliğe küpedir açılan her yara.
Sürülünce tarlaya imrenir
bider kuşları
Yağışları beklemeden taneyi toplarsa
Neyi kıskanmalı ki çiftçiler ve çocukları?
Kastı, kurt kuş hakkını bilmeden yaşamaksa
Sözü bitmedi yolcuların, çağrıysa yakın
Beklenen kelebekler ve çiçekler ve arılar
Bebeği geldi gelecek dedirten ağrılar…
Tersine tutulan bir kalem yazar mı mîrim?
Ölüm ve dirim üzre yemin ki geleceğim!
Neyse can için cana susamış güneş
Canan için bildim ve bileceğim.
Yağışları beklemeden taneyi toplarsa
Neyi kıskanmalı ki çiftçiler ve çocukları?
Kastı, kurt kuş hakkını bilmeden yaşamaksa
Sözü bitmedi yolcuların, çağrıysa yakın
Beklenen kelebekler ve çiçekler ve arılar
Bebeği geldi gelecek dedirten ağrılar…
Tersine tutulan bir kalem yazar mı mîrim?
Ölüm ve dirim üzre yemin ki geleceğim!
Neyse can için cana susamış güneş
Canan için bildim ve bileceğim.
İkinci parantez içi
(Çocukken haykırırdım yüce dağlara bakıp
gençken meşaleler tutardım caddelerde yakıp
hür bir ruhun arkasından gittiğim yıllar kadar
haykırmaya borçluyum şimdi biliyorum.)
gençken meşaleler tutardım caddelerde yakıp
hür bir ruhun arkasından gittiğim yıllar kadar
haykırmaya borçluyum şimdi biliyorum.)
Hadi! Yürü! Nârına gark
olan âşıklar tökezledi
Darmadağın hâlin, kepçeye ne gam, kaşıklar çarmıh
Mıh mıhı sökse de çekiç örse tamah
Durmadan yürürse, nalbantlara han bâkî
Tâ ki karanlıklar basıncaya kadar.
Darmadağın hâlin, kepçeye ne gam, kaşıklar çarmıh
Mıh mıhı sökse de çekiç örse tamah
Durmadan yürürse, nalbantlara han bâkî
Tâ ki karanlıklar basıncaya kadar.
Yaramaz yarasaları aydınlatınca çakallar
Tavşanlar kadar aydınlığa muhtaç yıldızlar
Kızlar, aynalarınca kaldılar tarlasında burçağın
Denildi ki, adanmış türküleri yarım.
Dolunay ve aydınlık ve
kitaplar, harmana bereket
Terk et ruhunun pütürlerini, salıncaklar sallansın
Arkana bakmadan yürüdüğün yıllar, değişmedi
Caddeler, sokaklar, taş kaldırımlar; müze tatil.
Karanlığı korkutmak kadar çılgınlıktır mühür
Hür bir yalnızlığın bakiyesi, mutlu millet
Anadolu’nun her damına yol buradan gider
Milat ne ise, hadi, başlasın başlayacak olan
Bir koyunca birin yanına, on bir eder.
Terk et ruhunun pütürlerini, salıncaklar sallansın
Arkana bakmadan yürüdüğün yıllar, değişmedi
Caddeler, sokaklar, taş kaldırımlar; müze tatil.
Karanlığı korkutmak kadar çılgınlıktır mühür
Hür bir yalnızlığın bakiyesi, mutlu millet
Anadolu’nun her damına yol buradan gider
Milat ne ise, hadi, başlasın başlayacak olan
Bir koyunca birin yanına, on bir eder.
Takvim; ucuz bir yaprak,
maliyede evrak
Toplu iğne paslı, yanaşsın gemiler isteyerek
Gerek duymadığın yalnızlıkların yekûnu günlük
Kaç günlük ömre biçildi ki bu cümle hayat.
Toplu iğne paslı, yanaşsın gemiler isteyerek
Gerek duymadığın yalnızlıkların yekûnu günlük
Kaç günlük ömre biçildi ki bu cümle hayat.
Kurşun kalem kıskanç,
poşet bardakta kahve
Telve olmasa da unutulmaz geçmiş; kimmiş
mesaiye akortlayan sazları? Saat sıfır sekiz
Tek biz kaldık yar, diyar diyar gezmeden konan.
Telve olmasa da unutulmaz geçmiş; kimmiş
mesaiye akortlayan sazları? Saat sıfır sekiz
Tek biz kaldık yar, diyar diyar gezmeden konan.
Muhtarlar kadar kim alır
hayatı ciddiye
İkindiye tamam senet, bakiye sonraya kalsın
Yıkılmadan yıldı yapıları kentlerin
Derin yaralara çare yazmaz kâğıtlar
Soyları tükenmeden koşsun atlar
Kefili kimdi? Yazmıyor, senetlerin.
Canan! Kaç çocuk, kaç misketi tokuşturur
Kim yakıştırır bizi, muşamba kaplı kondulara
İsterse felek, yakayı yakaya kavuşturur
Tabip bekler ilâç görmemiş müzmin yara.
İkindiye tamam senet, bakiye sonraya kalsın
Yıkılmadan yıldı yapıları kentlerin
Derin yaralara çare yazmaz kâğıtlar
Soyları tükenmeden koşsun atlar
Kefili kimdi? Yazmıyor, senetlerin.
Canan! Kaç çocuk, kaç misketi tokuşturur
Kim yakıştırır bizi, muşamba kaplı kondulara
İsterse felek, yakayı yakaya kavuşturur
Tabip bekler ilâç görmemiş müzmin yara.
İşte kanatlandı gelecek,
çocuklar bakışır aynalara
Ruhuna dem tutar, kazma-kürekte ahengi babanın
Ekmeği helâl, alnındaki ter en beyazı beyazların
Sahibinin sözünü tekrarlayan papağanlar neden anlamazlar
İki büklüm çapa kazanlara bakıp, sıcağını yazların.
Kim yele yelken biçsin? Direk dikmeden olmaz
Kanadı kırık her serçe, mahkûm mu kedilere?
Bilinir ki, tabiat öcünü kimsede koymaz
Hangi aymaz itiraz etti, tarihine kuşların
Yokuşların hatırı için aktığını ırmakların
Yalnız kuşlar bilir, üstünde uçarken yolcuların.
Ruhuna dem tutar, kazma-kürekte ahengi babanın
Ekmeği helâl, alnındaki ter en beyazı beyazların
Sahibinin sözünü tekrarlayan papağanlar neden anlamazlar
İki büklüm çapa kazanlara bakıp, sıcağını yazların.
Kim yele yelken biçsin? Direk dikmeden olmaz
Kanadı kırık her serçe, mahkûm mu kedilere?
Bilinir ki, tabiat öcünü kimsede koymaz
Hangi aymaz itiraz etti, tarihine kuşların
Yokuşların hatırı için aktığını ırmakların
Yalnız kuşlar bilir, üstünde uçarken yolcuların.
üçüncü parantez içi
(Çocuklar sokakta, yavruları ağaçta büyür kuşların
Yarın, çocuklar için de, kuşlar için de aynı yarın
Bir taraftan sevincini yaşarken gelecek baharın
Hüznü yüklendikçe yüklenir yaşadığım güzün
Arkasından ırmaklar gibi akarım, koşuşan çocukların
Ve yukarıda telâşla uçuşan kuşların.
Yarın, çocuklar için de, kuşlar için de aynı yarın
Bir taraftan sevincini yaşarken gelecek baharın
Hüznü yüklendikçe yüklenir yaşadığım güzün
Arkasından ırmaklar gibi akarım, koşuşan çocukların
Ve yukarıda telâşla uçuşan kuşların.
Derler ki: “nolacak senin hâlin”
İflâh olmam, bunu ben de biliyorum
Vebalim, günahım, işte şiirlerim ve boynum
Olsun, kendi bağlamındadır her yorum.)
Kilit, kalem kadar
tırmanırdı, olsaydı duvar
Bahar gelince ölçülürse yollar, turnalar gelir
Leylekler bir daha unutmazlar yuvalarını
Gelir konarlar, telefon direklerinin zirvesine
Yarını olmayan çocuklara haber iletircesine
Kanat çırparlar, caddelere, dükkânlara bakıp
Oysa kapılarını, kasaları kadar koruyan mağazalar
Bankaları ve kredileri ve paraları kadar yalnızlar.
Bahar gelince ölçülürse yollar, turnalar gelir
Leylekler bir daha unutmazlar yuvalarını
Gelir konarlar, telefon direklerinin zirvesine
Yarını olmayan çocuklara haber iletircesine
Kanat çırparlar, caddelere, dükkânlara bakıp
Oysa kapılarını, kasaları kadar koruyan mağazalar
Bankaları ve kredileri ve paraları kadar yalnızlar.
Bilsem dirilirdim, yalnız
kalmazdı tarih müzelerde
Bir hayatçık kahkaha yetmez, gerisi korku ve yalan
Heyecan duyulan ne varsa binek taşlarında hazır
Mazur görülmeden dizilmeli hatalar, iplerine zamanın
Martılar suskunsa uyarmalı deniz;
Bir hayatçık kahkaha yetmez, gerisi korku ve yalan
Heyecan duyulan ne varsa binek taşlarında hazır
Mazur görülmeden dizilmeli hatalar, iplerine zamanın
Martılar suskunsa uyarmalı deniz;
Haykırmalıyız hepimiz!
Göklerin derinleri duymalı, bulutlar yere inene kadar
Bahar geldi gelecek, istediği kadar yağsın,
Göklerin derinleri duymalı, bulutlar yere inene kadar
Bahar geldi gelecek, istediği kadar yağsın,
Çocuk eğilip öperken suyu,
ay ona selâm salar, bebekler uyur
Yeni bir dünya kurulur,
Yeni bir dünya kurulur,
Yeni bir hayat; ortasında
hayatın
Denildi ki:
Beklesin yüreği yanında olanlar; beklenen yakın.
Denildi ki:
Beklesin yüreği yanında olanlar; beklenen yakın.
YEMİN / Ali Rıza KARAKALE
Misafir gibiyim bu kadar
kalabalığın içinde.
Hiç bir ferdin şahsi malı değil bu hava sahası biliyorum.
Ortak kullanalım diye
var edilmiş bu toprak üzerinde,
küresel ısınma gibi dayatmaların, kutup ayısı kadar tedirgin ediyor insanlığı.
küresel ısınma gibi dayatmaların, kutup ayısı kadar tedirgin ediyor insanlığı.
Ben senin benim dünyama
kararında gönderdiğin güneş ışınlarını sevdim.
Sıcaklığına razı oldum fazlasıyla.
Sıcaklığına razı oldum fazlasıyla.
Hatırla ki sen
yaklaştığında yakan, ortalamada dayanaksın.
Sırtımı yüzüne dönsem piriketten duvar
Yüzümü gözüne dönsem ahşapsın
Baktığın yerleri alev olup yakacaksın.
Bu kez gözyaşlarınla söndür bu alevi, dayan aksın.
Sırtımı yüzüne dönsem piriketten duvar
Yüzümü gözüne dönsem ahşapsın
Baktığın yerleri alev olup yakacaksın.
Bu kez gözyaşlarınla söndür bu alevi, dayan aksın.
Bak vallahi ilk kez senin
haricinde zamir kullanmadım bu şiirde.
Gizliden ve açıktan özneleri de attım.
Tek yüklemle yazıyorum,
Seni seviyorum.
Gizliden ve açıktan özneleri de attım.
Tek yüklemle yazıyorum,
Seni seviyorum.
karakale 'm / 16.11.2015
SESSİZLİĞİN ARKA YUVALARI / Ahmet TURAN
Keskin bir kışın akşamında, meydanlığın arka sokakları gibiyim; ıssız ve tekinsiz. Hiç kimseler dokunamıyor bana, ayakaltında duran bir kirpi gibi batıyor dikenlerim onlara. Kendi sessizliğimde boğuluyorum. Bana sığınan ne varsa fısıltısı bile duyulmadan, uzun adımlarla uzaklaşıyor. Benim boş ve iyice derinleşmiş çukurlarıma, aşınmış yollarıma kimse ortak olamıyor. Kimse paylaşmıyor benim sükût dolu topraklarımı.
İlerleyen
saatlerde kafaları güzel sarhoşlara bırakıyorum meydanı. Bağırıyorlar
alabildiğine sessizliğimi. Yırtıyorlar askıda duran sevimsiz suratımı.
Dolambaçlı kollarıma sarılmak, karanlık şakaklarıma uzanmak, başlarını koymak
istiyorlar vücuduma. Acıtmıyorum onları, çekinmelerine izin vermiyorum. Açık
benim bağrım esrik kokulara, afsunlu gözlere, titreyen bedenlere, üşüyen
ayaklara. Onlar benim bir gecelik dostlarım, herkes gibi bir ömür gelip de gün
ışımadan kaçan yoldaşlarım. Onlara nasıl sahip çıkmam, nasıl katmam vücuduma?
Ama
tek bir isteğim var...
Kendilerine
bir çukur yapıp gitsinler ayrılırken benden, biraz daha aşındırsınlar çoktan
aşınmış tozlu yollarımı.
UZAK MÜLAHAZALAR –IV- / Gün Sazak GÖKTÜRK
Mustafa Günalan’a sevgilerle
Uzak; hiç gitmediğimiz ama her gün acısını içinde hissettiğimiz bir coğrafyadır bizim için… Kıbledir, Selahattin’dir… Serilirken ölüm bir seccade gibi önümüze alnımızın secdeye vardığı yerdir bize uzak…Şairin dediği gibi kendi ücralarına bile uzak olan bizler için uzak ne kadar ulaşılmaz olabilirki…
Kör kedi,
Gün ortasında ağıla dalan aç kurt,
Akbaranin gözyaşları ve yalnızlığımız...
Molozlar denizinde gözü yaşlı annem
Bir ağıtın kaptanlığında Gazze...
Gün ortasında ağıla dalan aç kurt,
Akbaranin gözyaşları ve yalnızlığımız...
Molozlar denizinde gözü yaşlı annem
Bir ağıtın kaptanlığında Gazze...
Ölüme gülümseyen bebekler
Ölümlü doğan bebekler
Susuz gasiller...
Ömer’e nispet gömülen kız çocukları
Ölümlü doğan bebekler
Susuz gasiller...
Ömer’e nispet gömülen kız çocukları
Firenk salgınına tutulmuş
kıblesi şaşmışlar…
Uzak şairleri tanıdık
şiir… mevzu olan şairin mevzu olan mısraları
“Uzak nedir?
Kendinin bile ücrasında yaşayan benim için
gidecek yer ne kadar uzak olabilir? “
Kendinin bile ücrasında yaşayan benim için
gidecek yer ne kadar uzak olabilir? “
(K)ARDAN ADAM/Nurcihan KIZMAZ
Kardan adam nedir senin bu kaderin bu yazın
Yine soğuklardasın sokaklardasınKömür gözlerinden akıyor hüzün
Yine efkârlardasın ayazlardasın
Yok mu senin kimin kimsen yoldaşın
Hani nerde akranın arkadaşın
Üşür mü ellerin ağrır mı başın
Niye yalnızlardasın ıssızlardasın
Kardan adam tenin kadar yüreğin de ak senin
Yarın güneş doğarsa gözyaşların çok senin
Bayramın yok baharın yok yarınların yok senin
Hâlâ umutlardasın niyazlardasın
YİRMİBEŞ / Meltem KIZMAZ
Allah bilir ya, haddimi bilme çabalarına yenik düştüğüm çoktur. Daha geçen gün danışmanımın nazik uyarı ve ikazlarına aldırış etmeyip, kendimi altından kalkılması hayli çaba isteyen bir işin içinde buldum. Bereket versin, tevhidle başlayan bir işin ötesinin de berisinin de hayır olacağı bilincindeyim. Dayanağım ise yüzyıllar öncesinde şiirleştirilmiş bir müjde:
Allah adın zikridelim evvelâ
Vâcib
oldur cümle işte her kula
Allah
adın her kim ol evvel ana
Her
işi âsân ide Allah ona
Bir’liğin şüphe ve şekk kabul etmez
kesinliği ve ikiliğin kat’i reddiyle başlayıp sonsuza uzanan bir âlemin içindeyim.
Ağır ağır fark ediyor ve kavrıyorum ki âlem içinde âlem gizli. Bu âlemlerin önü
de sır sonu da. Sır fâş olmaz elbet. Lakin yere göğe sığmayanın sığdığı yerde,
yine O’nun izniyle, ilhamlar doğar.
Gönül gözümün görmeye ruhsatı olmasa da
görür gözümün şahit olduğu kadarıyla, kâinat muazzam bir düzene tâbi. Dokuz kat
merdiveni andıran göklerde on iki burç vardır ve etrafında -eskilerin
tabiriyle- şeş cihet. Göklerin altı yedi iklim, yedi deryadır. Bunların da altı
yedi kat yerin dibi, cehennem-misal. Yer ve gök arası insanlara bağışlanan
güzelliklerle müzeyyen; en önemlisi dört unsur: Hava, su, ateş ve toprak.
Bildiren’in bildirdiği üzere, kâinatı
şereflendirmiş yirmi dört bin peygamber, yirmi dört binin eteğine tutunup medet
uman yetmiş iki millet, bunlar ve nicelerinin yeri yurdu olsun diye var edilmiş
on sekiz bin âlem… Zahir ve batın, yeryüzüne halife olarak gönderilmişlerin
şeçilmiş olanlarıyla her daim ma’mur. Nitekim yirmi dört binin göçüp gittiği
dünya kırklara emanet edilmiştir. Ve dahi yedilere, üçlere…
Aklın sınırlarında yaşayanlar için
zahirin ötesi, gaybdır. Ancak bildirileni bilmek, bildim ve kabul ettim demek
iman tekâmülü için şarttır. Nitekim dört melek vardır, dört de kitap. Dördün
şerefi melekler ve kitaplardan da ziyade. Bu sayı, âlemlerin sevgilisine
sevgili dört mübareği de simgeler: Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali.
Bir artısı ehl-i beyte işaret eder.
“Fatma’nın eli” diye bilinir ve kiminin evinin duvarında nazara karşı, kiminin
boynunda ziynet olarak asılır. Ancak o parmaklar esasen Fahr-i Alem’dir,
Fâtımâ’dır, Ali’dir, Hasan’dır, Hüseyin’dir.
Bu, sevgisi cemalullahı bağışlayan temiz
soyun sevenleri için konak olarak yaratılmış, merhamet menbaı olan cennet,
sekiz katlıdır. Sekiz ise merhametin timsali. Nitekim yedi kat tamuya karşı
heşt behişt yaratılır. Ve Yaradan’ın müjdelerinden bir müjde daha kullarına
ulaşır: Rahmetim gazabımı geçti. Böylece cennetin cehenneme üstünlüğü şükür
vesilesi kılınır.
Küçük âlem olarak tanımlanan insan da bir
ile başlar. Sonra iki gelir, ardından üç… Yedide yetişir, birkaç yıl sonra
muhatap kabul edilir. Kırkta olgunlaşır ve sonrasında yetmiş sınırına ulaşır.
Bu âlemler, varlıklar, oluşlar arasında
kendimi unutup yaşamı bir savruluşa indirgediğim bir demde gördüm ki; âlemleri
yaratan bugünkü takvim yaprağında, şu elinde kalem tutan acize yirmi beşi
bağışlamış. Lütfedip Bir’i bilsin istemiş, ikiden sakındırmış.
O halde önce tövbe, sonra mağfiret
umuduyla af, acizlik durumunda şükür ve aldığım nefes sayısınca rıza talebi…
Ağzıma çalınan bir parmak balda tattım ki sayılar bir tamama ulaşır. Kesret,
vahdete gider. Öyleyse bu tamama kavuşmak için sayıları aşarak sonsuza meyledip
muhabbet istemek gerek. Bu muhabbet, lütuf ve ihsan hak edilir şeyler değil,
amenna. Ancak kul, havf ve reca arası bir duyguya bürünmekle mükellef. Korku ve
umut arası bir ince yol ki beşer burada attığı adımdan da, aldığı nefesten de,
yan yana sıraladığı kelimelerden de mesul. Bu mesuliyetin altında şu elimde
duran kaleme rızaya mugayir bir söz söyletti isem dilim bağlansın.
Estağfirullah…
EVİM / Sena Nur ÇAM
Benim yaşadığım evim
Ne korkar ne üşürdüm
Mutluydu hayata bakan saf yüreğim
Sessiz ve sakin bir yaşam içindeydim
Anneciğim çok iyi beslendim
Annem elini koyunca sevinirdim
Şimdi yok öyle bir yerim
Çünkü o yer 9 ay kaldığım evim
5 Nisan Ortaokulu-Kahramanmaraş
***IŞILTILI GÜNEŞ
Güneş dağın başından el sallamış
O ışığıyla etrafa mutluluk saçmış
Sabahleyin kırmızı güller açmış
Güzel güneşim mutlu güneşim.
Evimizi aydınlatmış
Yüzümde gülücükler açtırmış
O güzelliğiyle beni sarmış
Güzel güneşim mutlu güneşim.
Akşam oldu batacaksın
Ama sabah doğacaksın
Mutlu yüzünle açacaksın
Güzel güneşim mutlu güneşim.
5 Nisan
Ortaokulu-Kahramanmaraş
SEN DÖNMEDİN
Yolunu gözlemekten gözlerime,
Kanlar indi sen dönmedin.
Kara bulut geldi üzerime,
Oyun bitti, sen dönmedim.
Hasretin birikti fazlasıyla,
Oynayamam senden başkasıyla.
Bekledim bir ömür fazlasıyla,
Yine bekledim sen dönmedin
Tüm canlılar uykuya yattı.
Güneş doğdu, ger, battı.
Beni görenler şaştı kaldı.
Dünya döndü, sen dönmedin kardeşim.
5 Nisan Ortaokulu-KAHRAMANMARAŞ
KARANFİL YÜZLÜ KİTAP / Yasin MORTAŞ
Menim har kimi
yüreğimde yara var
har(a)da Bakü aslanı yatar
Bazardüzü kadar bir ağrı
indi yüreğime atəş atəş
atəş var menim ellerimde
azığımda küller kaldı
Baxın baxın
ağlayan bir karanfil var
Kız Kulesi seherinde
şu uzun saçlı Bakü’nün
ağıt saklı mahnisinde
Erzurum Tabyasına
konmuş Bakü quşları
Baxın baxın
Abşeron’a bir məzar konmuş
örtmüş üstünü Palandöken
qışları
Mehmet şairim giyinmiş
aşkı
giyinmiş de şeir
elbisesini
Maraş’ın Gediğine Varanda
ceplerinde unutmuş
yüreğimi
Dağ kimi yüreğin göğü baş
alsın
gülüşünün içinden âşıklar
yaş alsın
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)