Edirne’de Selimiye Müzesi
avlusundaki bir hüsn-i hat sergisini gezerken iki gencin konuşmalarına kulak
misafiri olmuştum. Modern giyimli bu iki genç ilgisiz bir tavırla öylesine
dolaşıyorlarken birden bir hat tablosu önünde durup yüksek sesle konuşmaya
başlamışlardı. Şaşırmış gibiydiler. Birisi, “A, bak bu filancanın bileğindeki
döğme” dedi; diğeri, “Evet evet, aynısı” diyerek doğruladı onu. Ne kadar hoş
bir “kaligrafi” olduğundan falan bahsettiler. En çok da bu döğmeyi yaptırdıktan
sonra adını andıkları kişinin popülaritesinin nasıl arttığına dair tanıklıklarını
aktardılar birbirlerine. Önünde durdukları hüsn-i hat levhasında “hiç”
yazıyordu.
Hattatlar ve bu hattı duvarlarına
asan eskiler bir gün “hiç” yazısının popüler olmaya, başkaları tarafından
tanınıp bilinmeye alet edilebileceğini hiç düşünmemişlerdi herhalde. Çünkü
insanları mahviyyete, yani kendilerini yok hükmünde görmeye, başkalarınca tanınıp
bilinmemeye çağıran tasavvufî bir ikazdı bu yazı.
MAHVİYYETİ HATIRLATMAK İÇİN
Tasavvufun evveli de ahiri de
mahviyettir. Evvelindeki mahviyyet, neyin ne olduğunu ben bilirim, ben
belirlerim iddiasındaki benliği terk etme zaruretini kabuldür. Yine bir ön
kabul olarak kişinin kendisini önemli, değerli, üstün ve kudretli görmekten,
kendini beğenmekten imtina etmesi gerektiğine rıza göstermesidir. Bunlar bir
mürşid-i kâmile teslimiyetin de şartlarıdır aynı zamanda. Zira ancak tevazu
ile, kusur ve aczini bilerek, kendini bir şey sanmadan bir “hiç” olarak Allah
dostlarının kapısına varanlar yol alırlar.
Tasavvufun ahirindeki mahviyyet,
mürşid-i kâmilin terbiyesi ile başlangıçtaki bu kabullerin hale dönüşmesidir. Mülkiyet
ve varlık iddiasından uzaklaşmak, beşerî sıfat ve arzuların tasallutundan
kurtulmaktır. Kendisinde bir üstünlük vehmetmemek, gösterişten sakınmak, gurur
ve kibirden arınmak, haddini bilmektir. Bütün iş ve davranışlarında Cenâb-ı
Mevlâ’nın iradesine tâbi olarak O’ndan gelene rıza göstermek, şikâyeti terk
etmektir. Ölmeden evvel ölmek, dolayısıyla bir ölü gibi dünyalık anlamında
ihtiyaçtan azade olmaktır. Kendini bilmek, Rabb’ini bilmek ve bu marifetle bir
kul olarak aczini, yetersizliğini, faniliğini bilip bir hiç olduğunu idrak
eylemektir. Bu, fani olanı var kılma çabasını bırakıp gerçekten var ve baki
olana ulaşmanın yegâne yoludur. Ol sebepten Aziz Mahmud Hüdayi k.s. hazretleri,
“Varlığın eyle zail / Olagör Hakk’a vâsıl” buyurmuştur.
İşte “hiç” hattı bunları hatırlatmak
için yazılır ve bunları hatırlatsın diye eskiden özellikle dergâh ve tekkelerin
duvarlarına asılırdı. Mahviyyet, “mahfiyyet”i, yani diğer insanlar nezdinde
görünür olmamayı gerektirdiğinden sâlik başlangıçta övülmekten, dikkat
çekmekten, tanınıp bilinmekten kaçınmak adına güzel amel ve davranışlarını
gizleme yolunu seçerdi. Mahviyyet hali kuşanıldıktan, hiçliğe ulaşıldıktan
sonra ise görünür olmak zaten mümkün değildi. Hiçlik yahut mahviyyet halini
tercihin de yaşıyor olmanın da alâmeti “ben” dememekti.
“BEN” DEMENİN TÜRLÜ YOLLARI
Kelâm-ı kibardır; “Ben demek
şeytana mahsus” buyurulmuştur. A’raf suresinin 12. ayet-i kerimesinde
bildirildiği üzere, Allah Teala İblis’e, “Emrettiğim halde seni Âdem’e secde
etmekten alıkoyan nedir?” diye sorduğunda İblis, “Ene (ben)” diye söze
başlamıştı. “Ben ondan daha hayırlıyım. Çünkü beni ateşten, onu balçıktan
yarattın.” demişti. Ayet-i kerimenin ışığında, şeytana mahsus olan yahut insanı
şeytanlaşmaya sürükleyen ben zamirinin, ilahi iradeye muhalefet cüretkarlığına
sevk eden bir üstünlük iddiasıyla söylenmiş “ben” olduğu anlaşılıyor. Bununla
beraber ucb, kibir, gurur ifadesi olarak veya haklı bir sebebe dayansa dahi
övünme maksadıyla sarf edilen her “ben” lafzı, “üstünlük takvadadır” buyuran
Allah Teala’nın iradesine bir nevi itiraz sayıldığından bu çerçevede değerlendirilmiştir.
Buradaki asıl arıza, kulun kendisinde Rabb’ine rağmen başına buyruk bir varlık
yahut benlik vehmetmesi, Rabb’ine nispetle hiçliğinden gafil olmasıdır. Yani
sıkıntı ben lafzından ziyade bu kelimeye yüklenen benlik iddiasındadır. Nitekim
insanlar üstünlük davası veya övünme maksadı taşımadan da kendilerinden
bahsederken pekâlâ ben diyebilirler. Yahut bazen bir sorumluluğu üstlenmek için
ben demek mecburiyeti hasıl olabilir. Tasavvuf ehli böyle mubah hallerde bile
verâları mucibince yine de ben demeyi tercih etmemişler; bunun yerine “fakîr,
âciz, bendeniz” gibi tevazu ve mahviyyet ifadesi ibareler kullanmışlardır.
Kaldı ki zemmedilen manasıyla ben
demek, sadece lafzen ben demekten ibaret değildir. Hatta insanlar daha çok hal
diliyle “ben” derler. Giyim kuşamıyla, oturup kalkmasıyla, malı mülküyle, bilgiçlik
taslamasıyla, tüketim kalemlerindeki lüks ile de bir üstünlük taslamak üzere
“ben” denebilir. Esasen her fark edilme, öne çıkma, dikkat çekme, görünme veya
gösteriş çabası, değişik maksatlarla da olsa “ben” demektir. Ve bugün teknolojinin
sunduğu iletişim ortamlarında hemen herkes çığlık çığlığa “ben” diyerek varlığını
gösterme, var olduğunu ispatlama yarışındadır.
KENDİMİZİ KİME BEĞENDİRELİM?
Modern insanın görünme tutkusu
anlaşılabilir. Çünkü Yaratıcısı ile irtibatını koparmış, savrulmuş; var ediliş maksadını
unutmuştur. Hüviyetini, yani Mevlâ’sına aidiyetiyle kazandığı kulluk statüsünü,
dolayısıyla anlamını ve değerini kaybetmiştir. Kelime yetersizliği sebebiyle bu
da bir hiçlik hali diye nitelenebilir. Ancak hiçlik Müslüman için ebedi
diriliğe ve saadete ulaşmak üzere tercih edilen bir yöneliştir. Müslümanın hiç
mesabesinde gördüğü varlığı, yoktan var edilen beşer tarafı ve beşeriyetinin
arzu ve istekleri manasına nefsidir. Yoktan var edilen varlığının başlangıçtaki
yokluğunu esas alarak bâki yanına, nefha-i ilahi üflenen ruhuna, esma ilminin
ve “Belâ” misakının yerleştirildiği âdemiyetine talip olur. Bu yüzden beşerî
vasıflarıyla övünmek, görünmek, fark edilmek, beğenilmek gibi bir derdi yoktur.
Modern insanın hiçliği ise maruz kalınan bir hiçliktir. Bakî yanını kaybetmekten
kaynaklanan bir yokluk, anlamsızlık yahut boşluk halidir. Yaşlılığı ve ölümü
ötelemek, hatta mümkünse engellemek için beyhude bir çaba ile hep var olmak
adına beşer tarafını tahkime çalışır. Ve ancak başkalarına göstererek var
olduğuna inandırabilir kendini. Böylelerinin görünme yahut fark edilme tutkusu,
içinde bulunulan boşluğun derinliği nispetinde abartılmakta, o kadar ki bazen
mahremiyetler bile pervasızca sergilenmektedir.
Başta bahsettiğim gençlere bütün
bunları birkaç cümleyle de olsa anlatabilir miydim, bilmiyorum. Zaten denemeye
de teşebbüs etmedim. Kabe’yi tavaf ederken cep telefonuyla memleketine naklen
yayın yaparken arada oradakilerin hal hatırını da soran, selatin camilerinde
ikamet okunurken kalkıldığında selfi çeken, sosyal medyada “bugün şöyle bir
hayır hasenat işledim” mealinde paylaşımlar yapan kardeşlerimizi hatırlayıp
vazgeçtim.
Batılı sosyologlar bile,
“Teknolojiyi insanlar icat ediyor ama teknoloji de marazî bir insan tipi inşa
ediyor.” diyerek büyüyen bir tehlikeye dikkat çekiyorlar. Galiba bizim de
başkalarından evvel kendimizi bu konuda sorgulamamız gerekiyor. Bizi tasavvuf
terbiyesi mi inşa ediyor, teknoloji mi? Allah Teala’nın güzel hallerimizi
görüyor ve biliyor olması bize yetmiyor mu? Kendimizi öncelikle Allah’a mı,
insanlara mı beğendirmeye çalışıyoruz? Ve hiç olma teklifi nefsimize ne kadar
ağır geliyor?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder