Bu dost kelimenin İslâm
düşüncesindeki mânasını ürkerek araştırdım. Araştırmalarım sathî olsa da
endişeye mahal olmadığını anladım. Düz mânasıyla hüzün, kalp üzüntüsü, gam ve
keder gibi iç ve dış sıkıntının tesirinden dolayı hissedilen ruhî ve fizikî
acılardır. Hüzünden muradımız ise, mânevî kayıp ve eksiklerden dolayı
hissedilen ıstırap ve hasretlere istinat eden tasavvufî hâllerden bir “hâl”dir.
Tasavvuf ehli hüznü, neşe, sevinç ve sürûr gibi gönlün hallerinden sayar.
Hüzünle ahbap olmak isteyenler
lügatimizde hüzünden meydana gelen şu kelimelerle akraba ve hâldaş olması
gerek: Hüzn-âlûd: Hüzünlü, kederli, kaygılı. Hüzn-âmiz: Hüzünle, gamla, kederle
karışık. Hüzn-âver: Hüzün getiren, hüzün veren. Hüzn-efzâ: Hüzün, gam, keder
artıran. Hüzn-engîz: Hüzün koparan. Hüzzâm: Türk mûsikisinde koyu hüzün arz eden
bir makam.
Günümüzde Mutezilî anlayışla
hüzünden âzade yaşayanlara ve hüznü lüzumsuz görenlere, “Hüzün, iffetin timsâli
Hz. Meryem’in kucağındaki bebekle halkın arasına gelişidir, hüzün asildir,
üzüntü sefildir” diyen ehl-i irfanın sözleriyle karşılık vermeyi ve İmam
Gazâlî’nin, “Kur’an-ı Kerim hüzün ile inmiştir” sözünü hatırlatmayı bir vazife
sayıyorum.
Gazâlî, “Kalplerin Keşfi”
kitabında “Hüzünlenmenin yolu, Kur’ân’daki tehdit (manevî anlamda korku verme),
mîsak ve ahidleri düşünmektir. İnsan, Allah’ın emirleri ve yasakları karşısında
kendi kusurlarını düşünerek hüzünlenir ve ağlar. Kalpleri tertemiz olan
kimselerin yaptığı gibi hüzünlenip ağlayamazsa, o zaman hüzünden mahrum
olduğuna ağlasın. Çünkü bu, musibetlerin en büyüğüdür” diyerek, hüzün mevzuunda
akılcıların ve mutasavvıfların nerede duracağını işaretlemiştir. Böylece imanla
bir problemi olmadığına inandığım hüzne tam teslimiyetle sarıldım.
Bu noktadan sonra müracaat
ettiğim Hucvirî’nin görüşleri sevindiriciydi. Prof. Dr. Erol Güngör’ün “İslâm
Tasavvufunun Meseleleri” adlı kitabından okuduğum Hucvirî’nin hüzne bakışı
hüzün ilgili tereddütlerimi yok etti:
“Hüzün, mâşûkun kaybıdır”
“Vecd ve vücud isim-fiillerdir,
bunlardan birincisi hüzün, öbürü ise bulma mânasına gelir. Bu tâbirler sûfiler
tarafından sema’ (işitme) sırasında tezahür eden iki hâle işaret etmek üzere
kullanılır. Bu hâllerden biri hüzünle, diğeri ise arzu edilen şeyin elde
edilmesiyle ilgilidir. Hüznün gerçek mânası Sevilen’nin (ma’şûk veya mahbûb)
kaybı ve murad edilen şeyi elde edememe demektir; bulma’nın gerçek mânası ise
arzu edilen elde edilmesidir. Hüzn ile vecd arasında şu fark vardır ki hüzn
tâbiri bencil keder için kullanılır, hâlbuki vecd, muhabbet yolunda bir başkası
için duyulan hüzün demektir; Vecdin mahiyetini izah etmek imkânsızdır. Zîra
vecd gerçek görüş (keşf) deki elemdir.”
Gönül huzuruyla ifade etmeliyim
ki, yaşadığım hüzün, Hucvirî’nin “muhabbet yolunda bir başkası (Cenab-ı Hakk)
için duyulan hüzün” ifadesiyle aynı mânadadır ki, hüznüm bencil bir keder
değil, vehbî bir hâldir. Hucvirî’nin hüzne bakışı, kalbimi daha da rahatlattı:
Hucvirî’nin şu sözleri de, bir
“hâl” olarak hüznü tercih edişimde bir sakınca olmadığını teyit ediyor: “Vecd,
İslâm tasavvufunda gaye olmaktan ziyade vasıta değeri taşır. Hayatın gayesi
vecd değildir, vecd’in götürdüğü yerdir.”
“Hüzün hastalıktır” diyen akılcı
âlimlerin yanılgısı”
Aklı esas alan bir kısım
Kelâmcılar, Selefî ve Mutezilî âlimler hüzne geçit vermiyorlar. Bu anlayışa
göre hüzün, insanın fizik ve psikolojik yapısının duyduğu acı, ıstırap ve elem
olarak târif edilmiş ve kesbî olup bu “hâl”den geri dönülebilen bir “haz”dır.
Bu târifle, hüzne yüklediğim mâna uyuşmamaktadır. İtikadî noktadan “hâl”imin
ifsad edici olup olmadığı vuzuha kavuşmamış olarak görünmekte ve tehlikeli bir
yola girdiğim ortaya çıkmaktadır.
Hüzne karşı çıkanlar akılcı
âlimler, Peygamber Efendimiz’in, “Cübbül hüzünden Allah’a sığının” buyruğunu
öne çıkarırlar. Mutasavvıf âlimlere göre Efendimiz Aleyhissalâtüveselâmın
“cübbül hüzünden” kastı mânevî hüzün değildir .“Cübbül hüzün nedir ya
Resulûllah?” diye sorulduğunda, “Cübbül hüzün cehennemde bir kuyudur. Allah
bizleri oraya girmekten muhafaza etsin” buyurmuştur. Cübbül hüzün, hüzün kuyusu
demektir.
Necip Fâzıl’ın kelimeleriyle
söyleyelim: “Allah Resûlünün en büyük mucizelerinden biri bütün ömrünce bir
kere dahi kahkaha ile gülmemiş olmasıdır. Daima güler yüzlü, mütebesssim. Ama
bir kere gülmemiş. Daimi tefekkür ve hüzün içinde… Mütemadiyen hüzünlü…” (Batı
Tekeffürü ve İslâm Tasavvufu)
Diyanet İslâm Ansiklopedisi’nin
“hüzün” maddelerine göre, birçok İslâm âliminin hüznün nâmı hakkında görüşleri
var. Zekeriya er-Râzi, haz ve elemi birlikte değerlendirerek hazzın elemden
ayrı bir şey olmadığını, elemin hazdan önce geldiğini, hazzın tekrar eleme
dönüşeceğini ve kısır döngünün mutluluk arayışına esas olamayacağını belirtmiş.
Yâni haz, acı duyan insanın bu hâlden kurtulup tekrar normale dönmesi sırasında
duyduğu bir teessürdür.
Kindî’ye göre, “Hüzün, sevilen
nesneleri kaybetmekten ve elde edilmesi talep olunan nesnelere ise
ulaşamamaktan kaynaklanan nefsanî acıdır. Hüznün iki sebebi var: Mahbubâtı
kaybetmek ve matlubâtı elde edememek. Hattâ tedavi edilmesi gereken bir tür
hastalıktır.”
Dücane Cündioğlu, Kindî’nin
târifine, “Ne büyük yanılgı. Çok yazık, mülkiyetin hakikatini idraki, ancak
ölümün idraki kadar uzak insana” diyor. Kindî çizgisinde kanaat belirten İbn-i
Sina, Nasîrüddîn-i Tûsî, İbn Teymiyye, İbn Cevziyye gibi âlimler hüznün vehbî
hâllerden olmadığını, kuldaki iradeyi aşındırdığını, seyr ü sülûk şevkini
kırdığını ve hüzne delil gösterilen âyet ve hadislerin yanlış yorumlandığını,
bir ahlâk ve ruh sağlığı problemi olup, kontrolsüz öfke, acı, ihtiras gibi
duyguların baskısıyla ortaya çıkan taleplerin sebep olduğu mutsuzluklar
olduğunu söylerler ve hüznü “vehbî” hâllerden saymazlar. Hüznün aleyhinde olan
âlimlerin görüşünün özü şudur:
“Sevilen şeylerin elden
gitmesinden ve talep edilenin elde edilememesinden doğan nefsânî elemdir.
İçinde yaşanılan oluşma ve bozulma (kevn ve fesad) âleminde kayıplardan
kurtulmak mümkün olmadığına göre insan, değişen ve elden giden geçici nimet ve
imkânlar yerine her zaman kalabilen ahlâkî ve aklî erdemleri aramalı ve akıl
âleminden seçmelidir. Ahlâk, bir bakıma ruh sağlığı olduğuna göre bu
rahatsızlıkların tedavi edilebilmesi öncelikle onların akılla bilinmesi
gereklidir.”
El çek hüznümden ey zâhir erbabı!
Tasavvuf ehlinin, “Hüzün hâli
Müslümanın huyu ve hâlet-i ruhiyesidir. Soytarı ile derviş ayıran şey,
hüzündür” sözünü yabana atan ve “hastalık” deyip hüzne müptelâlığımı
horlayanlara büyük hüzün yârânından Fuzûlî’nin “Aşk derdiyle hoşem / El çek
ilacımdan tabib” mısralarından ilham alarak, “ Hüzün ile hoşem / el çek
hüznümden ey zâhir erbabı!” demek geliyor içimden.
Muradım hüzün olunca her kapıdan
hüzün devşiriyor, hüzün soruyorum. Şimdi de Şeyh Gâlib üstadın kapısında fakiri
karşılayan hüznü âcizâne anlatmak istiyorum. Onun “Hüsn ü Aşk”ına göre “İlk
yaratılmış olan akıl, Allah’ı, kendini ve kendinden sonra yaratılmışları
bilmesinden Hüsn, aşk ve hüzün meydana gelir.
Ehli bilir ki, Aşk, Hüsn’ü
bulmaya hüzünle birlikte gider. Hüsn’ü bulmak için hüzün, hasret, yalnızlık ve
vuslat mevsimlerini yaşaması gerek. Aşk, mumdan bir gemiye binerek ateş denizinden
geçerek yola çıkar. Bu yolculukta akılla gönül rekabet hâlindedir. Aşk, Hüsn’ü
aklın değil, gayret ve gönlün gücüyle bulur. Gayret ve gönül, hüzünden yanadır,
ikisi de gücünü hüzünden alır.
Her ne kadar hüzün ikliminden
geçerken evham ve ümitsizlik duygusu yaşansa da, Hüsn’nün diyarına hüzün
ikliminden geçerek varılır ki, hüzün aslında Aşk’ın imtihanının en zorlu fakat
en vefalı iklimidir. Bu sebeptendir ki, fakir hüzün mevsimindendir ve mevsimde
neşv ü nema bulup kendine gelir.
“Hüzün Allah Resûlünün dostudur”
Derûnumdaki hüzün, Hakk’a götüren
vasıtalarla hemhâl olmamı sağlayan ve daima “yolda” olmanın aşkınlığını yaşatan
bir “hâlin adı olduğu için bahtiyarım. Ehl-i dilin hüzne dair sözlerini meşk
ederim her vakit: “Hüzün, Allah Resûlünün dostudur. Mekke, Medine, Hıra,
Hicret, Arafat, ne yana baksak hüzün. Bir hüzünkâra bu hüzün yeter. Hüzün su
gibidir; azizdir, şerefli ve ehl-i hâldir, hüzün gönlümüzün dostudur...”
“Hüzün ki en çok yakışandır
âşıklara”
“Hüzün taze tutar aşk yarasını.
Yaramdan hoşum, yârimden de. Hüzün ki en çok yakışandır âşıklara. Yandık,
yakıldık; ama hüzünden yana asla yakınmadık. Ne de olsa mahzun bir peygamberin
ümmeti değil miyiz? Hüzün ki, Mevlâ’mın, Mevlâna’mı özlem özlem içime dokuduğu
kamıştır” diyen Şems-i Tebrizî’nin ellerinden öperim.
Bütün hüzünkârlar, modern, yâni
ruhsuz ve süflî kahkahaların yükseldiği bir zamanda âdemiyetimize, yâni bezm-i
elest’teki hâlimize dönmek için hüzne geçit veren âlimlerden yanadır. Onlar
kalbimize ulvî ferahlık veren, dimağımızı maddî dünyadan uzaklaştırıp mânevî
hâllere gark’eden hüznü bize sevdiriyorlar
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder