Çıkmaz sokaklara çıktı tüm yollar,
Ne bir avuç gökyüzü kaldı,
Ne de bir telli turna türküsü
Rüzgârın elinde kaldı,
En masum kız çocuğunun
Saçlarının örgüsü
Tükettik önümüzdeki her şeyi,
Kıymet bilmeden
Pervasızca
Bir de hiç bitmez sandığımız
Ömrümüzü,
İnsanoğlu, sanki bir çekirge sürüsü
Yağmaladığımız şeyler
Ganimet değildi ki
Emanetti,
Emanete hıyanetti
Bizimkisi
Güneş kimin yüzü suyu hürmetine
Doğarsa doğsun
Şimdi kerahat vakti,
Ne yapsak mekruh,
Ne etsek faydasız,
İbadet mi kabahat mı
Belli değil işlediğimiz,
Gaflet bürümüş gözümüzü
Rûz-i mahşerde sorulduğunda,
Ne yana dönsek
Yüzümüzü.
BİZE YAZILANLAR...
GAFLETİN ÖTEKİ YÜZÜ / Nurcihan KIZMAZ
"TAŞLARA DOKUNAN SESLER" / Şeyhşamil EJDERHA
Tanıdık geldi mi? Sanki aşinayız her birimiz bu sözlere ya da sözle anlatılan akıl ile idrak edilmeye çalışılan bu fikre. Hangimizin amacı bu değil ki! Her birimiz daha dünyaya geldiğimiz ilk an da dağıtıyoruz heybemizdeki taşları. Peki ya sonra… Sonrası aynı; farklıymış gibi görünen ama muhtevasında bir olan binlerce hikâye. Hangimizin amacı bu değil ki; daha ilk adımlarımızda aramaya başlamıyor muyuz kendimizi, daha doğduğumuz an da dünya denilen bu kumsalda dağıttığımız taşları. Kimimiz albenisi olan ve birbirine usulca dokunan sesleri toplamak için atıyor adımlarını, kimimiz de topladığı her taşta zikrediyor taşların sahibini.
Bir dostun kaleminden çıkmış
güzel bir eser: "Taşlara Dokunan Sesler".
Muhtevasında 18 hikâyenin bulunduğu iki bölümden oluşuyor. İlk bölümü kitap ile
aynı isme sahip. Deneme tadında 10 bölümden oluşan, okuru yani bizi anlatan tek
bir hikâye.
Okurken öylece kendi hikâyenizi dalıp gidiyor, bazen derince bir ah çekiyorsunuz içinizden. İşte o an da olan oluyor, siz daha farkına varmadan yükseliyor sayfaların arasından bir türkü ve siz o an kitabı bırakıp o türküyü dinleyerek devam etmek istiyorsunuz, size ait olan hikâyeye.
Hepimiz aşinayız? Kimimiz
kumsalda taş toplamaya; kimimiz taşların sesinde, taşların sahibini aramaya;
kimimiz kaybolan tek taşın yankısını duymaya…
Her birimizin bir hikayesi var ve her hikâyenin de bir karakteri. Her karakterin de kendine ait bir hikâyesi. Kimimiz Mihrimah Sultan'ız, kimimiz Raci ama kesin olan bir şey var ki herkes mutlaka hayatında bir kere Ahmet Suphi Usta'ya rastlamıştır. Şanslı olanımız o ustanın dergâhında çırak olmuş, o ocağa doğru odun getirmek için elinden geleni yapmıştır.
Sayfaların arasında bize eşlik eden türküler ile devam ediyoruz yolumuza. "Seher Yeli"nin bittiği yerde yükseliyor "Mihrali" o bitince siz de adımlıyorsunuz "Drama Köprüsü"ne doğru. Elinizde doksan dokuzluk veya otuzüçlük bir tesbih kalbinizde yârin ismi… Yol boyunca arıyorsunuz kendinizi kimi zaman "Zümrüdüanka" olup yükseliyorsun göğe kimi zaman "Firuze taşlı yüzük" olup duruyorsunuz yârin parmakları üzerinde. Taşlara ne kadar şekil vermek isterseniz isteyin bir süre sonra ”Aslında şekil verilmesini istediğim onlar değil b…" diyerek yutkunuyorsunuz içinizden. Sonra kızıyorsunuz kendinize ama o anda sayfaların birinde birkaç cümle takılıyor gözünüze "Çektiklerinizi nasıl çektiniz de bir başkasını incitecek sözler doldu bu odaya… Atölyenin içine dolan taş sesleri bugün duvarlara boyandı ki her gelen bunu hissediyor, sizler farkında değilsiniz?"
İnsanın, kumsaldaki taşların sahibini arama yolculuğuna eşlik ediyorsunuz; hem de yalın, sade bir dille yazılmış; okuyucuyu sıkmayan, tek solukta tekrar tekrar okumak isteyeceğiniz hikâyeler ile.
İnsanın kendini araması ve kitaplara sığınması ayrı bir maceradır. Herkes eline bir bardak çay alıp çekildiği köşesinde, konforlu koltuğunda, sayfaların sıcaklığı arasında yolculuk etmek ister. Fakat yazarların macerası ayrı bir deliliktir. Onlar bu konforu yaşamak yerine kendini arama yolculuğuna okuru da dahil etmek ister. Bu yüzden tertemiz sayfaları kendi hikâyeleri ile doldururlar. Şair ve yazar Hidayet Bağcı'nın "Taşlara Dokunan Sesler" kitabında bu macerayı ayrıca yaşıyoruz. Daha ilk bölümün verdiği huzuru kalbimizde hissederken yolumuza sekiz hikâyelik ikinci bir bölüm ile devam ediyoruz. Bazen "Ateşin Külden Rengi"ni farkederken, "Kül Duygusundaki Nakışı" hissediyoruz, "Camdan Hikâyeler"de kendimizi ararken uzaklardan bir yerlerden "Rüzgarların Kanatlarında Bir Leylak Kokusu" geliyor bize ve biz o an yolun sonunda olsak dahi "Yolun Başındaki Mutluluğu" hissediyoruz.
Hani dedik ya, yazarların macerası ayrı bir deliliktir diye işte bunu "Camdan Hikâyeler"de ayrıca hissediyoruz. "Metropol şehirlerinin yüzü gibi/durmuyor duvardaki çivi…" ve biz de ilk bölümde yazarın kendini arama hikâyesine eşlik ederken "Camdan Hikâyeler"de başkalarının hikâyelerine yolculuk ediyoruz, bir halk otobüsünün herhangi bir cam kenarında. O zaman şaşırıyor ve soruyoruz kendimize: "Zaman ilerliyor bizler zamanın hangi dilimindeyiz ki zamana bırakıp geçiyoruz, hayatımızdan bir hikâyeyi." Günlük hayatta hangimiz bir yerden bir yere giderken bir halk otobüsünün camında kalan izlerde birçok hikâyenin saklı kaldığının farkına varıyor ki? Bizim için sadece bir yolculuk aracı olan otobüslerde oysa ne hikâyeler saklıymış. Bunu hikâyenin her bölümünde anlıyoruz ve tekrar bir halk otobüsüne bindiğimizde düşünüyoruz: “Tek kişilik kart mı çekmeliydim yoksa üç kişilik mi?”
“Zaten onu dünyaya bağlayan bu kitaplar olmasa o kiminle konuşacak, kalbinden başka kimin sesini duyacaktı?”
Birbirinden güzel hikâyeler arasında bir hikâye var ki beni gerçekten derinden etkiledi. “Rüzgarların Kanatlarında Leylak Kokusu”nu okurken “Ömer Asaf” oldum ve onunla beraber kütüphanenin penceresinden içeri giren leylak kokusunu ciğerlerime çektim. Sayfalar arasında gezerken bir anda “Ömer Asaf” ile beraber; ölümün kıyısında durup kütüphanede oturduğu masada saatlerce aynı sayfadan, aynı cümleyi okuyan “Ece Ayhan”a yardım ederken buldum kendimi. Hem “Ömer Asaf”la beraber hüzünlendi yüreğim hem de sevince boğuldu kalbim. “Uyumak, sessiz kalmak gibidir ama sen ölme!” derken şahit oldu gözlerim bir kızın ölüm denen uykunun kıyısından ayrılışına.
“Taşlara Dokunan Sesler” kitabı “Yoldaki Kalemler” internet sitesinde bir yazarın tecrübeleri ile olgunlaşmış ve İlahiyat yayınevinden çıkmış. Muhtevasında iki bölüm on sekiz hikâyeden oluşan kitap şair ve yazar Hidayet Bağcı’nın kaleminden okuyucusuyla buluşuyor. Birbirinden güzel deneme tadında hikâyelerin bulunduğu “Taşlara Dokunan Sesler” kitabı umarım hak ettiği okuyucu kitlesine kavuşur ve biz de bir an önce bu kitabın kardeşlerini okuma şansını elde ederiz. Ayrıca Hidayet Bağcı’ya ilk kitabı olan “Taşlara Dokunan Sesler” adlı kitabını imzalayıp gönderme nezaketini göstererek, ilk kitabının heyecanına bizi de ortak ettiği için teşekkür ediyorum.
“Ellerimde duaları tek tek
okurken, aslında bir diğerinden diğerine sırasıyla dokunan bu taşlar, kendime
attığım birer taştır. Sen bana dokunduğun günden beri aldığım her nefes o kadar
çok değişti ki o gün denizin dibinde, sonsuzluğa kanat çırpan nefesim son anda
ölüm meleğinin ellerinden kayıp gitti, bir balık misali… Sahile düştüğümde
kumdan ve bol oksijenden başka bir şey yoktu. Oysa ben suda dahi hayat bulan
bir yapıya sahiptim, aşırı oksijene değil… Şimdi beni bu sahilden kim almalı?
Söyle gideceğim yer, Musa’nın asasının dokunduğu okyanus mu olmalı yoksa camdan
duvarlarla örülmüş bir akvaryum mu olmalı?”
TEST KİTABI / Teyfik KARADAŞ
Altı yaşına geldiğimde benim
ağlamama dayanamayan babam okula gitmiş, öğretmenlerle görüşmüş beni geçici
olarak birinci sınıfa kayıt yaptırmış. Öğretmenler babama Mehmet abi “Teyfik
okuma-yazmayı öğrenirse okula kesin kaydını yaparız. Eğer okumayı-yazmayı
öğrenemezse birinci dönemin sonunda kaydı okuldan kaydını sileriz, gelecek yıl
okula gelir” demişler. Babam okuldan bu haberi bana söylemek için doğruca eve
geldi.
Babam: “Teyfik seni okula
yazdırdım” dedi.
Ben: “Teşekkür ederim babacığım”
dedim.
Babam: “Sana siyah bir önlük,
kırmızı bir çanta alacağım. Eğer birinci dönem okumayı öğrenemezsen okuldan
kaydını silecekler haberin olsun” dedi.
Ben: “Tamam anladım babacığım”
diyerek sevincimi arkadaşlarımla paylaşmak için yıldırım hızıyla sokağa koştum.
Amcamın oğlu İsmail’e, komşumuzun
oğlu Durmuş’a ben de okula gideceğim, bende okula gideceğim diyerek sarıldım.
Sevinçten gözlerim yaşardı. Bu habere annem de en az benim kadar sevindi. Çünkü
büyük çocuğunu okula gönderecekti. Annemin mutluluktan gözlerinin içi
gülüyordu.
Eylül ayının ilk haftası olunca
babam hem evin ihtiyaçlarını tedarik etmek hem de benim okul ihtiyaçlarını
almak için Maraş’a gitti. Babam şehirden bana bir siyah önlük, bir beyaz yaka,
içi astarlı bir lastik ayakkabı ve ağzı fermuarlı bir siyah çanta alıp getirdi;
ayrıca bana bir yıl yetecek kadar defter kalem gibi kırtasiye malzemesi
almıştı. Babamın aldığı kıyafet ve kırtasiye malzemeler görünce sevinçten
göklere uçtum. Artık okula gideceğime kesin olarak inanmıştım. Okulun
açılmasına iki gün vardı. Amcam makasla saçımı tıraş etti. Pazar günü anam beni
teştin içinde banyo yaptırdı. Böylece okul hazırlığım tamamlanmış oldu. Pazar
akşamı yatakta heyecandan gözlerime uyku girmedi.
Pazartesi gün doğmadan evvel
uyandım. Önlüğümü giydim, yakamı taktım, çantamı hazırladım havanın aydınlanmasını
beklemeye başladım. Annemin hazırladığı tarhana çorbasından bir tabak içtikten
sonra komşularımızın çocuklarıyla birlikte çantamı elime alarak okula gittim.
İlk önce okul müdürünün talimatıyla okul bahçesinde bulunan dut ve kavak
ağaçlarının gazellerini temizledik. Buna okulda mıntıka temizliği diyorlardı.
Okul müdürünün açılış konuşmasını can kulağıyla dinledik. İstiklal Marşımızı
söyleyip, Andımızı okuyarak sınıfa girdik.
Bizim sınıf Amerikan hibesi,
beşik çatılı, tek derslikli bir binaydı. Binanın giriş kapısının sağ tarafında
küçücük bir araç-gereç odası vardı. Sınıfta asılı Türk Bayrağı, Atatürk
Portresi, İstiklal Marşı ve Andımız levhaları dikkatimi çeken ilk unsurlardı.
Sınıfa girer girmez öğretmen masasının önündeki ilk sıraya oturdum. Öğretmenimiz
Ömer Telli sınıfa girdi. Bize önce almamız gereken kırtasiye malzemelerinin ve
kitapların listesini dağıttı. Sonra okulda ve evde uymamız gereken temizlik
kurallarını anlattı. İlk gün bütün öğrenciler önceden birbirilerimizi tanısak
bile güzel bir kaynaştırma eğitimi yaptı. Azda olsa ağlayan üzülen öğrenciler
olsa bile ilk günümüz çok güzel geçti, okuldan mutlu olarak eve döndük. İkinci
gün çizgi çalışmasıyla eğitim- öğretime başladık. Sınıfımız on sekiz kişiydi.
Ben okumayı herkesten önce öğrendim.
Öğretmenim beni öz evladı gibi
seviyordu. İlkokuldan sonra ortaokula gitmemi istiyordu. O güne kadar bizim
köyden ilkokuldan sonra ortaokula giden kişi sayısı bir elin parmakları kadar azdı.
Öğretmenim müsait olan her ortamda babamı beni ortaokula göndermesi için ikna
etmeye çalışıyordu. Sonunda babamı ikna etti. Öğretmenim çok çalışkan ve
başarılı bir öğretmen olduğu için namı bütün bölgeye yayılmış saygın bir
insandı. Ben de sınıfın en başarılı öğrencisiydim. Öğretmenimi çok seviyordum.
Beşinci sınıfa geçtiğimiz yıl bizim öğretmenimiz birinci sınıfları okutmaya
başladı. Bizim sınıfa Nurdan Akgün isminde yeni bir öğretmen geldi. Ömer Telli
öğretmenim beşinci sınıfta beni okutmasa bile üzerimden elini çekmiyordu. Aylık
kaç kitap okuduğumu, derslerdeki başarı durumumu birebir takip ediyordu.
Köyümüzde ortaokul olmadığı için ben yatılı okul sınavlarına girecektim.
Öğretmenim benim bu sınavda başarılı olmamı çok istiyordu. Onun için elinden
gelen her gayreti sarf ediyordu. Bunun için sürekli olarak Nurdan öğretmenle
istişare ediyordu.
Nurdan öğretmenim bir köy evinin
bir odasında babası Alâeddin Amcayla birlikte kalıyordu. Mart ayı gelince
Alaeddin Amca ekinlere gübre attırmak için memlekete, yani Edirne’ye gitti.
Benim annem de o günlerde keçilerimizin yaşadığı Kurt Yurdu Yaylasına gitti.
Ben köy de babaannemin yanında kalmaya başladım. Öğretmenim akşamları yanında
yatmam için babamdan izin aldı. Ben akşamları Nurdan öğretmenimin evinde
kalmaya başladım. Öğretmenim bana evinde hem sınav için ders çalıştırıyor hem
de kendisine can yoldaşı oluyordum. Günlerimiz güzel bir şekilde gelip
geçiyordu. Nurdan öğretmen ay başında maaş almaya gidince şehirden bana bir
test kitabı almış getirdi. O güne kadar bizim köyde kimsenin test kitabı yoktu.
Ben bu test kitabını görünce sevinçten gökyüzüne uçtum adeta; mutluluktan
gözlerim yaşardı ağladım. Kitabın kapağı mavi renk lake, içindeki Türkçe bölümü
sarı, Sosyal Bilgiler bölümü deniz mavisi, Matematik bölümü turuncu Fen Bilgisi
bölümü yeşil renk kâğıda basılmıştı. Sabahleyin kitabı okula götürdüm. Okulun
bütün öğrencileri kitabı görmek için başıma toplandılar. Kitapla ilgili
kimsenin gücü yetip alamaz, öğretmen olmasa sana vermezlerdi gibi onlarca yorum
yapıyorlardı. Hatta test kitabım olduğu için sınavı kesin kazanacağımı
söylüyorlardı. Test Kitabımın ünü komşu köylerde bile duyulmuş olmalı ki,
Kısık’tan ve Süsü’den kitabıma bakmaya gelen öğrenciler oldu. Hâlâ o günleri
düşünür, düşündükçe de bazen ağlar bazen gülerim.
O zaman Yatılı okul sınavları üç
aşamalı olarak yapılırdı. Yatılı okul sınavının birinci ve ikinci aşamasını
kazandığım halde yaşadığım talihsiz bir hadise nedeniyle üçüncü aşamayı
kazanamadım. Kazanamadım ama şartları zorlayarak komşu köyümüz Tekir’de
ortaokulu bitirdim. Köyümüzün benden küçük çocuklarına küçükte olsa bir çığır
açmış oldum. Köyümüzün çocukları bu yolda yürüyerek önemli başarılara imza
attılar. Şu anda yurt genelinde önemli görevler ifa ediyorlar. Ben de onları
gördükçe mutlu oluyorum. Şimdi bütün öğrencilerin evinde yüzlerce test kitabı,
binlerce kaynak kitap var ama başarmak için mücadele eden öğrenci kalmadı.
Öğrencisinin başarılı olması için kendi cebinden test kitabı alan öğretmenler de
ya köşelerine çekildiler ya da emekli oldular. O zamanlar başarılı olmak için
öğrenciler mücadele edip çalışırken, şimdi çocuğum başarılı olsun diye anneler
ve babalar mücadele ediyorlar….
Şartlar değişti, asır değişti…
Kırk yıl sonra geriye dönüp
baktığımda bizim köyün, Türkiye’nin ve bütün dünyanın değiştiğini görüyor bazen
ağlıyor, bazen de seviniyor ve gülüyorum.
avcının ağzını açmayışı / fazlı bayram
/Ahmet Avcı’ya/
avcı
en kadim dostumdur
açmaz
ağzını kötüye
ya
susar
ya
konuşursa hayır döker dilinden
tutmazsan
vay haline işin gücün zor gelir
avcı
konuşmaz dedikodusu yoktur
kimseyi
kimseye kırdırmaz dikkat eder etrafa
ne
kalp kırar ne gönül bilir kendini
satır
aralarında gece yarılarında
kollar
dostunu
hem
moraline kadar sorar iyi eder
hem
yaralarını örtbas eder
kim
kime haksızlık yaparsa
avcı
baba hükmeder hak iledir haklıdır genelde
hüküm
hakkın olunca
avcıya
bal düşer
kaymak
düşer
en
taze muhabbet bir de
bana
da dost olmak kalır
en
azından şiirde sözde nazda bir de
dost
nazı çekmek düşman kahrı gütmekten iyidir
“ÖLÜM BİR İKRAMDIR ALLAH’IN” VE BİR DOSTUN ÖLÜMÜ/Ahmet Doğan İlbey
Bugün böyle duygular yaşadım.
Fikir ve Gönül Dükkânı’mızın ilk müdavimlerinden dostumuz Hacı İbrahim Arıkmert koronavirüs sebebiyle vefat etti, Hakk’a uçtu… “Ben bu dünyadan gidiyorum” diye ahbablarını selâmladı ahrete gitti… Eminim ki, Hacım (merhuma “Hacım” diye hitap ederdim) Azrail Aleyhisselâm başucuna geldiğinde “dur ulan bekle, hocamgile ve dostlarıma bir selâm göndereyim, ondan sonra canımı al…” demiştir. Merhumun nükteli ve horalı üslûbu vardı. “Ulan” kelimesi onun dilinde argo olmaktan çıkar, bambaşka ve sevimli bir hitap olurdu.
Vay Hacım, son olarak bir “Allahüekber” nârası çekseydin. Hacımın en mümeyyiz vasfı son yıllarda Şehr-i Maraş’taki Doğu Türkistanlı üniversiteli gençlerin hâmisi ve abisi olmasaydı. Onların bürokratik işlerini çarçabuk halleder, yurda yerleştirir, ev bulur ve yardımseverleri Doğu Türkistanlı öğrencilere yönlendirirdi. Kendi ailesine kattığı ve evinde oğlu Abdullah’la birlikte yatırıp beslediği, okula yazdırdığı Doğu Türkistanlı çocuk şimdi yetim kaldı.
Hâsılı, dost ölümünden mülhem olarak, her daim bizi yoklayacak ölüme dair âcizâne daha önce yazdığım yazıyı paylaşarak, kendimi güçlü kılmaya çalışmak istedim: Ölümün güzel bir ağırlanma olduğunu Hazreti Peygamber Efendimiz’in bir hadisinden öğrendim: “Meyyit (ölümü tatmış kişi), bedenini kimin yıkadığını, kimin kefenlediğini, namazını kimlerin kıldığını, ardından kimlerin geldiğini, lahde kimlerin indirdiğini ve kimlerin telkin verdiğini bilir.”Bundandır ki mağaramda, yâni tenha odamda her gece zikrettiğim ulvî söz, “Ölüm bir ikramdır, Allah’ın.”
“Ölünüz ölünüz bu ölümden korkmayınız!”
Allah bilir ki, fakir, dünyadan soğudu. “Ölülerimiz bizi bekliyorlar”, bir an evvel hayırlısıyla ölelim, derim. Ölmeyi aklına getirmeyenlere Hz. Mevlânâ’nın Mesnevî’sindeki sözlerini hatırlatın. Bendeniz bu sözler üzerinde sıkça meşk ediyorum: “Ölünüz, ölünüz; bu aşk uğrunda ölünüz! Aşk uğrunda ölürseniz, bedenle yaşamaktan kurtulur, baştanbaşa ruh olursunuz! Ölünüz, ölünüz; bu ölümden korkmayınız! Çünkü ölümle su kirli topraktan kurtulur, göklere, ötelere yükselirsiniz.
Hangi bâtıl din ve felsefe söyleyebilir ölümün bu kadar güzel ve gerekli olduğunu? Hangi dünya görüşü ve ideoloji ölümün böylesine kutlu olduğunu savunabilir?
Mezarlıkları sevme tâlimi yapmak
Mezarlıkları sevme tâlimi yapıyorum. Yunus Emre Hazretlerinin mısralarını üç beş kez okuyup öyle çıkıyorum mezar ziyaretlerine. Ölüm ve mezarlık bir gül bahçesi gibi içimde şimdi. İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin, “Ölümden bahsetmek sünnettir. (…) Ölüm, sevgiliyi sevgiliye kavuşturan köprüdür” sözünü idrak edemeyen kişi, ölümü Müslümanca idrak edememiştir daha.
Bu ulu zâtın şu sözlerini her gece okuyarak gönlüne koyamayanlar yüreksizdir: “Ölüm Müslümana hediyedir. Ölüm, ölmemek üzere doğuştur. Ölüm olmasaydı bu hayat hiç çekilir miydi? Ölüm, Müslümanın teselli kaynağıdır, hasretidir.
Azrail aleyhisselâm kapıyı çalınca açmam demeyin
Azrail aleyhisselâm kapıyı çalınca, açmam diyebilir misiniz? Muhakkak ki açacak, hoş geldin diyeceksiniz. Niye bana geldin, filana varmadın demeyin sakın. Hâlâ ölmediyseniz sevinmeyin. Belki yarın, belki yarından da yakın bir vakitte ecel kapımızı çalabilir.
Ölümden korkanlar, Azrail aleyhisselâm’ı âyet üzere bilmeyenlerdir. O güzel meleği canımızı almaya gelen ölüm meleği diye tasavvur edenler modern câhillerdir. Bu lâ-dinî zümrenin kullandığı, “Azrail’i atlattı”, “Azrail’e çelme taktı” gibi sözler Azrail aleyhisselâm’a ve imanın şartlarına hürmetsizliktir. Bediüzzaman Hz.leri “Şuâlar”da Azrail aleyhisselam’ı “Sevdiğini” anlatır: “Bir gün bir duada (…) herkesi titreten ve dehşet veren Azrail namını zikrettiğim vakit, gayet tatlı ve tesellidâr (teselli veren) ve sevimli bir halet hissettim, ‘Elhamdülillâh’ dedim, Azrail’i cidden sevmeye başladım.”
Azrail aleyhisselâmı gönülden çağırmak
Hz. Mevlânâ’nın gözünde Azrail aleyhisselâm bir can dostudur, bizi Sahibimize götürecek bir eldir, bir müjdecidir. Yakına gel, yakına gel! Ey benim canım! Ey benim sultanımın habercisi! Emredileni yap! Allah isterse, ‘Sen bizi sabredenlerden bulacaksın’ diye çağırır.
Dimağını ve yüreğini modernizme kaptıran zavallılardan Azrail aleyhisselâmı gönülden çağıran çıkabilir mi? “Rabbimiz, beni kendi hazretine dâvet ediyor. Artık gitmek zamânıdır. Yâ Azrâil! Çabuk ol! Beni Rabbime çabuk kavuştur!” diyen Hz. Mevlânâ’nın derûnunu anlayabilir mi modern insan? Necip Fâzıl’ın sözüyle “Azrail’e hoş geldin, diyebilmekte hüner...”
Seyyid Abdülhakim Arvasi Hz.lerinin anlattıklarını her Müslüman her gece zikretmelidir ki Azrail aleyhisselâm’ın, dünya ehlinin anlattığı gibi korkunç değil, müşfik bir elçi olduğu kalplerde yer etsin: “Allahü Tealâ’ya kavuşturduğu için, ölüm sevilir. Sevdiğim kimsenin kalmasını da, ölmesini de severim. Dost dosta kavuşmak istemez mi? Azrail aleyhisselâm, İbrahim aleyhisselâmdan ruhunu almak için izin istediğinde, ‘Nasıl olur, dost, dostun canını alır mı hiç?’ dedi. Allahü Teâlâ, Azrail aleyhisselam ile haber gönderip, ‘Dost dosta kavuşmaktan kaçınır mı?’ buyurunca, ‘Ya Rabbi, ruhumu hemen al!’ diye dua eyledi.
“Selâm Azrail’e, doğan bebeğe / Selâm tadlı sona…” diyen şair Abdurrahim Karakoç gibi, Azrail aleyhisselâmı tevekkülle karşılama ve selâmlama tâlimi yapmalıyız her gece. Bir veli zâtın,“Ben Azrail aleyhisselâmı Cebrail aleyhisselâmdan daha çok seviyorum, çünkü o beni Rabbime kavuşturuyor” sözündeki iman gücünü yakalayanlara ta’zimde bulunun.
“Evvel giden ahbâba selâm olsun erenler”
İşte böyle güzeldir ölüm, ölüme Müslümanca bakan
için… Hâsılı kelâm, insan sözüne ne hâcet. Âyet buyruğudur: “Her nefis ölümü
tadacaktır.” Ölmeyi cezbe hâlinde bekleyenlere ve bizden evvel ölüp asıl vatana
vâsıl olanlara Y. Kemal’in mısralarıyla derim ki: “Tekrar mülâkî oluruz bezm-i
ezelde / Evvel giden ahbâba selâm olsun erenler.”
MAZLUMUN AHI / Nurcihan KIZMAZ
Ne çok alacağım var çocukluğumdan,
Terliklerim kaldı
Çıkıp ta inemediğim ağaçlarda,
Ayağıma takılan mazgallarda
Pamuk şeker paralarım,
Dizlerimde yaralarım var.
Toprağa ektiler sandığım sevdiklerim,
Suladığımda yeşermeyen dualarım var.
Yarım kalan rüyalarım var.
Uzansam erişecekken gökkuşağına,
Uyandırdınız.
Karabasanlar çöktüğünde üstüme
Bağırdım çağırdım
Hiç duymadınız.
Ellerimden kaçıp giden uçurtmalarım
Sanmayın ki başka bir çocuğun kalbine süzüleceksiniz!
Ne çok ahımı aldı o gökyüzü
Bilemezsiniz
Geri verin bez bebeğimi bana
Siz onun dilinden anlamazsınız
Silindikçe yeniden çizdiğim gözlerine,
Benim kadar müşfik bakamazsınız.
MUSTAFA ÇİFTÇİ MERKEZİNDEKİ HİKAYELER/ Hidayet BAĞCI
1977 doğumlu, ilk ve
ortaöğrenimini Yozgat’ta tamamlayan yazar 1999 yılında Gazi Üniversitesi
İletişim Fakültesi’nden mezun olduktan sonra 2000-2001 yıllarında Güney Afrika
Cumhuriyeti’nde bulunmuştur. Dönüşünde İngilizce okutmanlık, metin yazarlığı,
radyo ve TV programcılığı yapmıştır. Çeşitli dergilerde yayımlanmış
hikâyelerini Adem’in Kekliği ve Chopin (Ülke Edebiyat, 2012; İletişim
Yayınları, 2015) adlı kitabında toplamıştır. İkinci kitabı Bozkırda
Altmışaltı (İletişim Yayınları, 2014), Türkiye Yazarlar Birliği tarafından
“2014 Yılının En İyi Hikâye Kitabı” seçilmiş, 2016 yılında da Necip Fazıl
Ödülleri kapsamında “İlk Eserler Ödülü” alan Mustafa ÇİFTÇİ der ki “Gerçek
bir olaydan esinlenerek bir hikâye yazdım. O hikâyenin gerçek kişileri
hikâyemden haberdar oldular. Çok sevindiler. Dergiyi aldılar benim yanımda
okumaya başladılar. Onlar okurken ben onları seyrettim. Bakın kendi
hikâyelerini okuyorlar ama o kadar dağınık, o kadar özensiz okuyorlar ki.
Neredeyse laf olsun diye. İşte o gün yazdıklarınızın mahrum olması ne demekmiş
anladım. İlgiden mahrum olmasına, dikkatten mahrum olmasına alışmazsanız hele
ki taşrada yol alamazsınız. Burada edebiyat yapmak, uzakta çok uzakta bir
fabrikaya parça başı işi yapmak gibi. Kimse ne iş yaptığınızı bilmiyor.
Yazılarınızın gittiği yer neresidir kimse umursamıyor. Sonra yazdıklarınıza
bakan merkezdekiler size merhamet eder gibiler. İç içe mahrumiyet var. Ama
dedim ya alışırsanız bu mahrumiyete o zaman bağışıklık kazanıyorsunuz.
Motivasyonunuz düşmüyor ve etkilenmemenin bir yolunu buluyorsunuz…”
Yazmak kimilerine göre kolaydır
kimilerine göre delilik cesareti isteyen bir haldir. Mustafa ÇİFTÇİ’nin ikinci
şıkkı seçenlerden olduğunu düşünüyorum. Hele de kaleme aldığı hikayeler gerçek hayattan
bir film şeridini sunuyorsa gönlümüzün huzuruna bu kalem elbette ki alkışlanır.
Adem’in Kekliği ve Chopin hikâye kitabını okuduğunuzda hikayedeki karakterle
birlikte bir tablonun önünde saatlerce seyre dalar, her yerde onunla hayal
kurar ve her bir hikâyede gerçeğin içine düşersiniz. Her bir hikâyenin sonunun
tatlıya bağlandığını sanırsınız ama gerçekler bambaşkadır. Bu kitabın bendeki
etkisini anlatmaya gelince, her bir hikâyede Hasan EJDERHA hikâyeleriyle ikiz kardeş
olduğunu görenlerdenim. Her iki kalem de farklı zamanlarda, farklı mekânlarda
doğmasına rağmen bu akrabalığın nereden geldiğini her ikisini de
okuyanlardansanız benim gibi sorgulayabilirsiniz.
Mustafa ÇİFTÇİ hikâyeleri kısa
olmasına rağmen kullandığı dilin bizden, anlatımının keyifli ve akıcı olması
onunla yazar- okur arkadaşlığınıza samimi bir bağ kuruveriyor. Bu yazıyı onun hikâye
kitaplarını okuduktan sonra yazmayı düşünmeme rağmen zamanın ertelenmeyeceğinin
son anda farkına vardım. Geçen sene okuduğum bu kitap hakkında düşüncelerimi
ertelemek benim gibi bir okura yakışmazdı ve bu yüzden Adem’in Kekliği ve
Chopin’in bendeki etkisinin derinliğini onu okuduktan sonra etrafınızda değil
kendi yaşamınızda göreceğinize emin olarak yazmaya karar verdim. Bence her okur
her yazara ulaşacak tahliller yapmalı. Çünkü her yazar her okurun hayatına
dokunamıyor, dokunanlardan biri varsa da o da Mustafa ÇİFTÇİ gibi okuduğunuz
kitabın tahlili olarak düşüyor Yoldaki Kalemler’e…Tahlil ise dünyanızda
şekillenen bir yaşam tarzı ya da bir türkü oluveriyor.
Anadolu hikayelerini okumaya ne
zaman başladığımı biliyorum da bilmiyorum ama Mustafa ÇİFTÇİ hikâyelerinin de
size türkü dinleteceğine eminim.
VİCDANIMIN FAY HATLARI / Samet YURTTAŞ
Vicdanımın fay hatları harekete geçmeden
Dökülmüyor kelimeler dilimden
Ay ışığında secdeye giden alnım
Kurtar beni bu karanlık geceden
Odanın içinde boğuk bir sessizlik
Yalnızlığım ter içinde
Gözlerime baraj kurulmuş
Vicdanım bir ayaklanmayı bastırıyor
Müebbet yiyen aklımdan habersiz
Yıllar tespih tanesi gibi
Ellerimden kayıyor bir bir
Bütün duvarlarda aynı telsiz yankısı
Özgür bırakılan bir kuş değil
Aklını kaybeden bir vicdan benimkisi