-N’otuyon ede.
-…
-Alo.
-Efendim.
-Ne
var ne yok ede.
-Sağ
olun. İyiyim. Siz nasılsınız?
-Ooo.
“Siz nasılsınız!” Lafa bak. Beni tanıdın mı?
-Eee.
Şey…
-Tabi
büyüdünüz. Tanımazsınız.
-Lan
Maraş’a dükkân açmış diyorlar senin için.
-Yani
bizimki öyle öteberi dükkân gibi değil de…
-Bir
bardak çay içiririm diye korkma aslanım gelmeyiz. Şimdi tanıdın mı?
-Yaşımız
geçti ya biraz, bir de şu Koronavirüsten dolayı evden çıkamıyoruz!
-Olsun
ben de çıkamıyorum. Benim sende telefonum yok muydu?
-Numara
çıktı.
-Alo!
Senin numaranı… Ben seni daha önce de aradım. Kaydetmemişsin demek ki. Şimdi
aklına geldi mi kim olduğum?
-Arayanı
kaydederim ama! Bir de küfür…
-Zengin
oldunuz ya. Kaydetmezsiniz oğlum artık. Ede taman sennen aynı mektepte okuduyduk.
-Haa!..
Hangi mektepte?
-Kocaseki
hukuk üniversitesinde! Arkadaş köyde kaç tane okul var?
-Sesin
yabancı gelmiyor ama.
-Yahu
deden bahçede ikimizi bir dövdüydü ya. Köşkerlilerin kozunun dibinde.
-Allah.
Allah.
-Hani
Fenk’ten bir öğretmenimiz vardı. Kadın. Kadın öğretmendi. Evleri Ceyhan’ın öte
geçesindeydi. Senle beni gönderdiydi bir gün. Sabah okulda andımızı okuduktan
sonra bizi yanına çağırdı. Önlüklerimizi ve yakalarımızı çıkarttırdı içeri
koydu. Seninle ikimiz yolu elimize aldık. Bahar mevsimiydi. ‘Baharı nereden
biliyorsun’ dersen, bir gün önce babam şalvarımın cebinde cücük lastiğini
bulmuştu. ‘Kuşlar yuva yaparken bu lastik sende ne geziyor, yoksa ağzında yemle
yuvasına giden cücüğe lastik taşı mı sıkıyorsun sen?’ diye beni dövmüştü.
Anlatmıştım o zaman. Hani benim lastiğin sahtiyanı kopmuştu. Teneffüste beraber
yeni sahtiyan yapmıştık. Sen bir tarafından tutmuştun. Ben de sırımla çeke çeke
bağlamıştım sahtiyana lastiğimi. İşte o gün akşam yemiştim köteği. Alo. Dinliyor
musun?
-Dinliyorum. Dinliyorum. Konuşun
lütfen.
-Aboov. ‘Konuşun lütfen!’ Sanki
Maraş altında bin dönüm çeltiği sulanan bir ağa ile konuşuyor herifçioğlu. Lan
tanımadın değil mi? Tabi aslanım. Büyük adamlarla geziyorsunuz. Artık
garibanları tanımazsınız.
-…
-İyi dinle: Okuldan çıktık.
Zavraklıdere’den geçip Kızılcıklıesik’e, oradan Yalangozluğun Deresi’nde taşlara
basa basa Alhanlı’ya vardık. Koca Demirci’nin düveninin ardından,
Tikenliyazı’nın ortasından geçip Küçüksır’a vardık. Giderken sağ kolunun
üstünde bir evin kapsalığının dışında bir adam oturuyordu. Adamın önünden
geçtikten sonra ‘çüüş geri bas’ diyerek bizi yanına çağırdı. Nereden gelip
nereye gittiğimizi sordu. Sonra ‘Kiminle gidiyorsunuz.’ dedi. İkimiz bir
gittiğimizi söyledik. ‘Yolda kimi gördünüz.’ dedi. Biz ‘Heeç’ dedik. Bu sefer
de ‘Yoldaşınız kim.’ dedi adam… Sen arhan arhan dört beş adım geri gittin,
sonra adamın önüne kadar gelip, hazır ol vaziyetine benzer bir şekilde durdun,
sağ elini alnına doğru götürdün, ‘Selamünaleyküm Emmi.’ dedin. ‘Hah’ dedi adam;
güldü, cep bıçağı -Hartlap bıçağı- ile açılmış kaleme benzeyen bıyıklarının
uçlarını tütün sarıyormuş gibi yukarı doğru kıvırdı, ‘Aferin sana. Demek ki
neymiş, yoldaşımız selâmmış, gördüğümüz adamlara selâm verecekmişiz.’ Sonra hangi
köyden, kimlerden olduğumuzu sordu. Köyümüzü, babalarımızın adını dedik. ‘Adını
boş ver babana kim derler.’ dedi adam. ‘Yani babanın lakabı ne.’
-Eee…
-‘Eee’ Ya! Babamın lakabını
diyeyim de kim olduğumu bil, sonra da tanıyormuş ayaklarına yat! Beni dinle
lafın burası kibar: İçeride kadınlar ekmek ediyorlarmış. Adam kapsalıktan içeri
doğru ‘İkişer yumaktan iki tane bazlama yapın da gönderin.’ dedi. Bizi yanına
oturttu. Üstü başı temiz bir adamdı. Ayağında tokya -bir çeşit kauçuk terlik-
vardı. Kafası makine kırkımı değildi makas tıraşıydı. Belli ki Maraş’ta tıraş
olmuş. Hangimizin hangimizi yıktığını sordu. Bizi güreştirmek istedi. Ben, ‘Emmi
biz ta Fenk’e gidiyoruz, güreşirsek üstümüz toz olur, belki de gömleklerimiz
yırtılır.’ dedim. Sonra babalarımızın lakabını dedik. ‘Bilirim’ dedi adam. Öteden
bazlamalar geldi. Saçları meke püskülü renginde, ince ve düz, küçük bir kız
çocuğu; eli yanmış olacak ki bazlamaları getirip adamın kucağına atıverdi.
Sonra başını adamın omuzuna yasladı. Ve başını yaslarken kendisinden başka
kimsenin ağzından çıkamayacak güzellikte ‘ba-baa’ dedi. Gülüştük. Birer ısırık
aldıktan sonra, bazlamaları yiye yiye tekrar Fenk’in yolunu tuttuk.
-Fenk’in.
-Ha Fenk’in. Alo. Usanmış gibi
yapma. Nasıl olsa kontör benden gidiyor aslanım.
-Yok, buyur buyur seni
dinliyorum.
-Beni dinliyorsun… o zaman kısa
keseyim. N’ise Küçüksır’ın köprüsünden geçip Bük’e vardık. Gülme “Bük” diyorum.
Hani Yastı Ali Emim biber ekermiş oraya, Ceyhan Nehri’nin kenarında. Öğlene
doğru Fenk’e vardığımızda elimizle koymuş gibi bulduk, kadın öğretmenin
anasının evini. Zaten Daz Deresi’ne 19 Mayıs’a gittiğimizde karşıdan karşıya
göstermişti öğretmenimiz evi. Babası ve bir kardeşi vardı evde. Anası bizi
iyice besledi. Karnımız doyunca elimize içinde yiyecek olan iki çıkın verdi.
Bir koca tas da taze yağ. Çıkınları ben aldım tası sen. Tas büyüktü çünkü. İki
elle ancak götürülüyordu. Geri Küçüksıra gelinceye kadar yağ eridi, senin her
yerine bulaştı. Küçüksır’ın mektebin yanında öğretmeni gördük. Küçüksır’ın
öğretmenini. Sen tası bir eline alıp öğretmene ‘Selamünaleyküm öğretmenim’ dedin.
Öğretmen bizi durdurdu. Sana ‘Ne dedin ne dedin’ dedi. Sen selamı tekrar ettin.
Adam elimizdeki öteberileri yere koydurdu, bir sana bir bana sille attı. ‘Sizin
öğretmeniniz böyle mi öğretiyor’ dedi. Biz ne edeceğimizi şaşırdık. Öğretmen
birer sille daha vurdu. ‘Kaçıncı sınıfa gelmişsiniz, size tünaydın öğretilmedi
mi; sabah günaydın, öğleden sonra da tünaydın deneceğini bilmiyor musunuz?’
Öteberileri alıp ördek gibi hızlı hızlı kaçarken öğretmen ardımızdan
bağırıyordu daha, ‘Tünaydın, tünaydın eşek herifler tünaydın, öğretmenizi milli
eğitime şikâyet edeceğim.’ diye. Nasıl ettik aklım ermedi. Eşeğin anıra anıra
kurdun ağzına gittiği gibi yakalandık öğretmene. Hal bu ki biz; jandarma, kolcu
ve öğretmen gördük mü kaçardık. Bir de Köroğlu Emmiyi.
-Seni…
-Alo. Patron geldi ben seni sonra
ararım.
NOT: Satılan, anlatılan ve
yazılan hikâyeler tamamen hayal ürünüdür. Hiçbir kişi veya kurumla alâkası
yoktur. Hiçbir hayvana zarar verilmemiştir.