MAHKEME DUVARI/Alirıza KARAKALE










Hissetti ne yazdığımı; kahverengi kabanının sol omuz kısmının kauçuğu görünen, kafasını ve kulaklarını iki ters bir düz örülmüş eski bereye emanet etmiş 60’larında bir adam. Kafasını, kadife kabanının sökük kısımdan dar açıyla döndürüp bana baktığını gördüm. Sol açıdan gördüğüm; tütün sarısı sakalının favori kısmında doğum lekesi, hayatın umursamazlığına ok atan kaşları ve neredeyse tüm dünya haysiyetsizliğini görmek istemezcesine göz kapaklarından sarkan kirpikleri vardı. Baktığında bende gördüğü 5 Kasım soğuğuydu. Yüzüm; hayatın yarı zamanının oturduğu ihtiyarvari, asık bir yüzdü. Onun hakkettiği bu değildi belki ama o da benim hakketmediğimi düşündüğüm şeyler gibi nasibini alanlardan oldu. Bu sıfatlara ‘mahkeme duvarı’ der eskiler.  Karar mercinin yüzündeki ifade, biraz benim 5 Kasım yüzüm, biraz o ihtiyarın sol açı ifadesi gibidir. Ne yaşandığını; doğru yahut yanlış delillerle tahmin edebilme iradesinin ‘tahmin’ safhasının duvara yansıttığı ihtimal gerginliğidir. Soğuk, hissiz, gayriihtiyari…

Dedemin kulağıma okuduğu ezanı duyuyorum son zamanlardaki her vakit çağrıda. Cebimde taşıdığım birkaç kelime varlığının haricinde birikimi olmayan, onları har vurup harman savuran bir adamın yüzünde; her davanın gerginliği, her hakimin asabiyeti, her halimin hasılatı çok görülmez. Atsan atılmaz, satsan satılmaz bir evlat gibi durur. Bir tavus kuşunun tadımlık dünyaya gösteriş merakı,  bir bülbülün derdinin olmasına sevinmesi gibi değil bu hâl. Şimdi bir çırpınıştır bu, bir albatrusun ölüme kanat çırpışı gibi. 

Ahirî, bâtını…

Garip bir ihtiyarın hasret kaldığı bir bahar neşesini verememiş bir suçluyum. Sofrasının kenarına oğlu tarafından servis edilmiş gülü göremeyip, aynı sofranın ortasında olmasını beklediği ekmeğin varlığını sorgulayan gözlerde, hangi nezaket, nerede yer edinir?

İneceği yerin duraksız olmasına aldırmadan kendi derdinde bir otobüs şoförüne arkasından saydırmış hangi vicdan bu suçları paklar ? 

Her yanı harap, adı kahraman bir şehrin yeniden inşa edilmesinin; hayallerinin inşasından zor bir ihtimal olduğu umudunu taşıyan bir adam, hangi çocuğun geleceğine yön verir ? 

Üzerine yapışmış, dünyada bulunma ahdinin borçlarını, hangi pişmanlık kapatır ?

Hangi kıssada Nasuh olunur ?

Dünyadaki hangi mahkemede kadı hakkı bulur ? 

Dedemin okuduğu ezan mıdır, müezzinin okuyacağı selâ mıdır iyisi ?

İhtiyar mı haklıdır, 5 Kasım soğuğu mu ?

Habersiz şoför mü haklıdır, duraksız yolcu mu ?

Tüm suallerin cevabı alnına yazılmış  insan, yine zarar, yine ziyan!


karakale’m

SONBAHAR GÜNLERİ/Samet Yurttaş

 








Hanidir

Kuşlardan bir haber

Kaç ay geçti kelebekler öleli

Şu uçuşan yapraklar mıdır

Sokaklarda kargalar

Ve yalnız işçiler kaldı


Hanidir

Hüznü ve kederi yoğuran günler

Pencerelerde buğulanan kararsızlık

Bir sıcak bir soğuk

O hep güneşe benzer


Hanidir

Gün doğmadan yola çıkanlar

Boynu bükük aya benzer

Geceler uzun

Geceler kara

Bütün yolculuklar böyle başlar


EFSANE KAYMAKAMLARIMIZDAN TAHSİN KURTBEYOĞLU VE GÖLBAŞI ŞİİR ŞÖLENLERİ / Teyfik KARADAŞ

Asıl konumuz olan şiir şöleni mevzusuna geçmeden önce, vaziyetin daha iyi anlaşılabilmesi için elimden geldiği, dilimin döndüğü kadarıyla şölen, yarışma ve festival kelimelerinin açıklamasını yapmak istiyorum.  Belli bir amaçla düzenlenen eğlence ve sanat gösterilerine şölen, bir konuda belli şartlarla açılan ve kazananlara ödül verilen bilgi, yetenek, güzellik ve benzeri konularda üstünlüğü ortaya koymak için düzenlenen faaliyetlere yarışma ve genellikle yerel bir topluluk tarafından belirlenmiş ve geleneksel hale gelmiş gün ve tarihlerde kutlanan, yapıldığı yörenin sembolü haline gelmiş etkinlikler bütününe ise festival denir. Genellikle ilkbahar ve yaz aylarında ülkemizin birçok şehir, ilçe, kasaba ve köyünde şölen, yarışma veya festival adı verilen değişik etkinler düzenlenir. Bu etkinliklerde halk bazen türkülerle neşelenir, bazen davul zurna sesiyle coşar. Karakucak güreş festivallerinde pehlivanlar peşrev atar. Bal festivallerinde arıların yaptığı ballar yarışır. Elma yarışmalarında çiftçilerin yüzü güler. Yörük şenliklerinde develer kozunu paylaşır. Mayıs ayından eylülün sonuna kadar Anadolu’nun her köşesi buram buram şenlik kokar.   Konuyla ilgili olarak; Kahramanmaraş Karakucak Güreş Festivalini, Dolunay Şiir Şölenini ve Göksun Elma Yarışmasını örnek olarak gösterebiliriz.

Her şölenin, her yarışmanın ve her festivalin düzenlenme amacı farklı olur. Çağlayancerit Ceviz Festivali en iyi cevizi üreten çiftçiyi ödüllendirerek diğer çiftçileri de kaliteli ürün üretmeye teşvik etmek amacıyla düzenlenirken, Dolunay Şiir Şöleni sanatta merhale kat etmiş, eserleriyle yurt çapında tanınmış şairlerin şiirlerini dinlemek için yapılır. Festivaller yarışma ve şölenlere göre daha kapsamlıdır. Yarışma ve şölenler genellikle bir konu için düzenlenip, bir veya iki gün kadar kısa süreler içinde icra edilirken festivaller birden çok konuyu içine alacak şekilde düzenlenip bir günden başlayıp bir haftaya kadar süren zaman dilimleri içinde icra edilmektedir. Bu etkinliklerin arasına son zamanlarda fuar, şehir tanıtım günleri gibi faaliyetlerin eklendiğini de görüyoruz. Bu etkinlikleri planlanmasından başlayıp icra edilmesine kadar geçen süreçte bir çok isimsiz kahramanın emeği olur.

Piyasada Besni üzümü veya Peygamber üzümü olarak satılan çerezlik altın renkli sarı üzümün asıl membaı Adıyaman’ın Gölbaşı ilçesidir. Gölbaşı ilçe olmadan önce Besni ye bağlı olduğu için ilçe olduktan sonra üzüm Gölbaşı topraklarında üretilse de ismi Besni üzümü olarak söylenmeye devam etmiştir. Gölbaşı halkı Besni üzümünün adını Gölbaşı üzümü olarak değiştirmek için büyük çabalar sarf etse de aradan geçen yetmiş yıllık süreçte başarılı olamamıştır. Gölbaşında üretilen besin değeri yüksek, aroması oldukça güzel olan çerezlik üzüm çerezcilerin tezgahlarında Besni üzümü olarak yerini almaktadır. Gölbaşılarda geçim kaynakları olan bu üzümü kamuoyuna en iyi şekilde tanıtmak için her yıl çeşitli etkinliklere imza atmaktadırlar.

Benim Erciş’teki vazifemden ayrılıp Gölbaşı’nda göreve başladığım yıl Gölbaşı’nda “Gölbaşı Üzüm Teşvik Yarışması” adı altında bir etkinlik yapıldı. Bu etkinlik ben varmadan önceki yıllarda da geleneksel olarak yapılıyormuş zaten.  Ben sosyal ve kültürel faaliyetlere meraklı bir insan olduğum için davetli olmadığım halde özel olarak Belören’den Gölbaşı’na gidip Üzüm Teşvik Yarışmasına izleyici olarak iştirak ettim. Bu etkinliğe katılmamda bağ bahçe işlerinde uğraşarak büyümüş bir köy çocuğu olmam veya kaymakam beyi yakinen tanımam etkili olmuş olabilir diye düşünüyorum. Katıldığım program ilçe tarım müdürünün açılış, kaymakam ve vali beylerinin protokol konuşmalarıyla başladı. Üzümleri birinci, ikinci ve üçüncü olarak dereceye giren çiftçilerin çeyrek, yarım ve tam cumhuriyet altınıyla ödüllendirilmesiyle devam etti. Ayrıca üzümleri ilk on arasında yer çiftçilere birer tane kollu ilaç pompası verildi. Halk Eğitim Merkezi Müdürlüğü Halk Oyunları Ekibinin halk oyunları gösterisi ve mahalli sanatçı Ahmet Varki’nin sahne aldığı halk müziği konseriyle son buldu. Programın başlamasıyla bitmesi iki saat bile sürmedi. Programın düzenleme amacı güzeldi ama muhtevası Gölbaşı gibi gelişmiş bir ilçe için yetersizdi. Gölbaşı yurt dışında çalışanı çok olan bir ilçe olduğu için programa katılan insan sayısı bir hayli fazlaydı. Üzüm teşvik yarışmaları daha sonraki yıllarda da rutin bir şekilde düzenlendi.  Yarışmalar düzenlendi ama yapılan etkinliklerin içeriğinde pek bir değişiklik olmadı. Her yıl dereceye giren çiftçiler ödüllendirildi. Halk oyunları gösterisi yapıldı. Mahalli sanatçılar türkü söyledi. Seyirciler alkışladı. Her yıl aynı tas aynı hamam misali aynı formatta programlarla yola devam edildi. Kambersiz düğün olmaz misali ben de her yıl bu etkinliklere eksiksiz olarak katıldım.

Gölbaşı   Kaymakamı Şeref Ataklı Ordu İl Hukuk İşleri Müdürü olarak tayin edilip yerine yönetsel, sosyal ve kültürel konularda fevkalade tecrübeli ve başarılı bir insan olan Arıcak Kaymakamı   Tahsin Kurtbeyoğlu Gölbaşı Kaymakamı olarak atanınca işin hem şekli hem de muhtevası değişti. Atalarımız “At sahibine göre kişner” diye boşa söylememiş.

Tahsin Beyin Gölbaşında göreve başladığı sene cumhuriyetin yetmiş beşinci yıl dönümüydü. Cumhuriyetin 75. yıl dönümü ülkemizin her yerinde olduğu gibi Adıyaman’ın şirin ilçesi Gölbaşı’nda da Tahsin Beyin himayelerinde coşkuyla kutlandı. Gölbaşı ilçesi baştan sona Türk bayrakları ve 75. Yıl dövizleriyle donatıldı. Evler, iş yerleri caddeler ve sokaklar gökkuşağı gibi rengarenk süslendi. Gölbaşında kutlanan Cumhuriyet Bayramı’na usta bir yönetici elinin değdiği ilk günden hissedildi. Benim çalıştığım okulun resim öğretmeni Niyazi Bey lise döneminden Tahsin Beyin okul arkadaşıydı. Niyazi Beyde çalıştığımız okulda benim yakın arkadaşımdı. Gölbaşında yapılan Cumhuriyet Bayramı törenlerinde kullanılacak olan döviz, kırlangıç bayrak ve benzeri materyalleri Niyazi Bey hazırladı. Niyazi Bey bu materyalleri hazırlarken benimde az çok katkım oldu. Niyazi Bey öğretmenliğe başlamadan önce İstanbul’da reklam ajanslarında grafiker olarak çalıştığı için logo tasarımı, tabela yazımı ve serigraf baskı gibi işlerde tecrübeli ve oldukça profesyonel bir elamandı. Ben de Niyazi Beyin yanında yardımcı elaman olarak çalıştım. Tören materyalleri Niyazi Bey tarafından hazırlanınca maiyet çok düşük oldu. Cumhuriyetin kuruluşunun 75. Yıl dönümünde az da olsa katkı sağladığım için aradan çeyrek asırdan fazla bir zaman geçtiği halde bu konuda kendimi bahtiyar hissederim. Cumhuriyetin 75. Yıl dönümü programı hazırlıkları yapılırken Tahsin Bey gibi münevver bir şahsiyetle tanışmamı bu fani dünyada elde ettiğim en önemli kazanımlardan biri olarak kabul ederim. Gölbaşında düzenlen 75. Yıl etkinlikleri halkın hüsnü teveccühüne mazhar olduğu gibi, ulusal basında çıkan haberler marifetiyle yurt çapında ses getirdi.

Tahsin Bey döneminde (1999) Gölbaşı Üzüm Teşvik Yarışmasını adı Gölbaşı Festivali (Gölfest) olarak değiştirildi. Kapsamı genişletildi. Programa üzüm yarışmasının yanı sıra tarım makinaları standı, halk müziği konseri gibi etkinlikler eklendi. Bu etkinlikler yapılırken halkın festivale en üst seviyede maddi ve manevi katılımı sağlandı. Ziraat Odası, Esnaf ve Sanatkârlar Odası gibi sivil toplum kuruluşlarının desteği alındı. Gölbaşı Festivali beklentinin kat kat üzerinde bir coşkuyla icra edilerek halkın hüsnü teveccühüne mazhar oldu.
İki bin yılında Gölbaşı Festivali hazırlık çalışmaları henüz başlamamıştı. Muhtemelen ağustos ayının ortalarıydı. Bir gün Kaymakam Beyi ziyarete gitmiştim. Sohbet esnasında Kaymakam Bey “Hocam bu sene festival etkinlikleri içerinde bir de şiir şöleni yapabilir miyiz?” dedi. Ben de “Yaparız Kaymakam Bey” dedim. Kaymakam Bey “Nasıl yaparız Hocam” dedi. Ben ise “Çok kolay Kaymakam Bey” dedim. Kaymakam Bey “Nasıl kolay Hocam” dedi. Ben “Kahramanmaraş’ta Şair Bahaeddin Karakoç var. Bahaeddin Karakoç’un yetiştirdiği çok sayıda şair var. Bu şairler her yıl birlikte Dolunay Şiir Şöleninde şiir okuyorlar. Bir kısmı Maraş’ta, bir kısmı farklı şehirlerde oturuyorlar. Bahaeddin Karakoç abiye söyleriz. Bahaeddin abi bu şairleri getirir. Hem güzel bir şiir şöleni olur, hem de masraf az olur Kaymakam Bey” dedim. Kaymakam Beyin benden Bahaeddin Karakoç adını ve Dolunay Şiir Şöleni meselesini duyunca gözlerinin içinin nasıl güldüğünü, nasıl mutlu olduğunu sizlere anlatamam. Kaymakam bey bana “Hocam haftaya Kahramanmaraş’a git.  Konuyu Bahaeddin Abiyle görüş bakalım. Ne diyecek” dedi. Bende “Baş üstüne efendim” diyerek, mesai saatinin bitmesine az bir zaman kaldığı için Kaymakam Beyin yanından ayrıldım.

Evime gittim. Yemekten sonra Kahramanmaraş’ta oturan şair dostlardan birini arayarak Bahaeddin Ağabeyin telefon numarası ve evinin adresini aldım. Haftaya yüz yüze görüşme yapabilmek için randevu talebiyle evine telefon ettim. Kendisiyle üniversite öğrencisi olduğum dönemden az çok bir tanışmışlığım olduğu için kendimi tanıtmakta fazla zorluk çekmedim. Şiir şöleni mevzusunu kısaca anlattım. Şiir şöleni konusunu görüşmek için çarşamba günü öğleden sonrası için randevu aldım. Bahaeddin Ağabeyin telefon görüşmemizdeki sesinden şiir şöleni konusunda bize yardımcı olacağını hissettim.
Çarşamba günü Bahaeddin Ağabeye takdim etmek üzere küçük bir hediye alıp, Kaymakam Beyin görevlendirdiği bir arabayla Gölbaşı’ndan Kahramanmaraş’a hareket ettim. Bir saatten fazla süren yolculuğum esnasında Bahaeddin Ağabeye mevzuyu ne şekilde anlatacağım, Bahaeddin Ağabey beni evinde nasıl karşılayacak gibi konular üzerinden zihnimde yüzlerce senaryo oluştu. Heyecandan terlemeye başladım. Heyecanımı araç sürücüsüne fark ettirmemek için ne çabalar harcadığımı bir bilseniz. Şoför de Kahramanmaraşlı olunca Bahaeddin Ağabeyin Binevler Mahallesi Platin Apartmanındaki meşhur evini elimizle koymuş gibi bulduk. Şoför aşağıda kaldı. Ben asansörsüz binanın merdivenlerinden üçüncü kata çıkarken içinde bulunduğum halet-i ruhiyemi size nasıl anlatsam bilemiyorum. Üçüncü katta Bahaeddin Karakoç yazılı kapıyı görünce kriz geçiren bir insan misali kalbim pat küt atmaya başladı. Zile bastığım anda heyecanım zirveye ulaştı. Kapı açılıp, karşımda Türk Şiirinin Ak Saçlı Beyaz Kartalı Bahaeddin Karakoç’un gülen yüzünü görünce heyecanım bıçakla kesilmişçesine birdenbire sona erdi. Kapıdan içeri adımımı atar atmaz merhum Hatice Teyzemin bir anne şefkatiyle “Hoş geldin oğlum” demesi heyecanımı büsbütün ortadan kaldırdı. Karşılamadaki samimiyetin vermiş olduğu rahatlıkla salondaki tekli bir koltuğa kendi evimdeymiş gibi oturdum.

Bahaeddin Ağabeye önce kendimi tanıttım. Sonra Kaymakam Beyi anlattım. Bu sırada Hatice Teyze kahvelerimizi getirdi. Kahvemizi içerken Bahaeddin Ağabey bana “Ali Şeyh Özdemir’i tanıyor musun?” diye sordu. Ben de “Tanıyorum” abi dedim. Bahaeddin Ağabey “Nasıl tanıyorsun” dedi. Ben de “Gölbaşında edebiyat öğretmeni. Merhum Belediye Başkanı Turan Özdemir’in oğlu. Eski Belediye Başkanı Yusuf Özdemir’in kardeşi...” gibi klasik cümlelerle Ali Şeyh Özdemir abiyi anlatmaya başladım. Bahaeddin Ağabey sözümü keserek “Anlattıklarından önce o bir iman adamı” dedi. Ben Bahaeddin Ağabeyden bu sözü duyunca Ali Abi gerçekten bir şeyh de benim haberim mi yok diye evhamlanmaya başladım. Daha sonra Bahaeddin Ağabey Ali Şeyh Özdemir Abinin Fatsa Lisesinde çalışırken çıkartmış olduğu bir dergiyi ve dergi konusunda hakkında açılan bir soruşturmayla ilgili vermiş olduğu mücadeleyi anlattı.
Bu girizgahlardan sonra ziyaretimizin ana gündemi olan “Gölbaşı Şiir Şöleni” konusuna geçtik. Festival etkinlikleri kapsamında şiir şölenini yapmak istediğimiz günü ve saati kendisine anlattım. Kendisi de bana “İyi şiir yazan on civarında şair getireceğini, şiir şöleninin çok güzel olacağını ve herhangi bir sıkıntı yaşanmayacağını” söyledi. Ben de bir hafta sonra Kaymakam Beyle yeniden ziyaretine gelmek için kendisinden randevu alarak mutlu bir şekilde Bahaeddin Ağabeyin evinden ayrıldım. Kahramanmaraş’a giderken yaşadığım sıkıntının aksine Gölbaşı’na giderken zafer kazanmış komutan kadar sevinçliydim. Gölbaşı’na vardıktan sonra Bahaeddin Ağabeyle yaptığım görüşmeyle ilgili bilgileri Kaymakam Beye anlattım.

Bahaeddin Karakoç Ağabeyin ziyaretine Kaymakam Bey, Ali Şey Özdemir Abi ve ben üçümüz birlikte geldik. Bahaeddin Ağabeyle Kahramanmaraş’ın ünlü pastanelerinin birinde bir araya geldik. Ziyaret meclisimize Kaymakam Beyin arkadaşları Türkoğlu Kaymakamı Namık Kemal Bey ile Göksun Kaymakamı Atilla Bey de teşrif ettiler. Ziyaretimiz esnasında Gölbaşı Şiir Şöleninin yanı sıra muhtelif edebi konular üzerinde güzel sohbetler yapıldı. Ziyaretimiz amacına ulaşınca orada kalacak olan dostlarla vedalaşıp Kahramanmaraş’tan ayrıldık.
Tertip Komitesi Gölbaşı Festivalinin, özelliklede festival etkinlikleri arasında yer alan şiir şöleninin sıfır hatayla tamamlanması için toplantılar yapıp kararlar almaya başladı. Ben ve Ali Şeyh Özdemir Abi de bu komitede yer alıyorduk. Yapılan toplantılarda konser için davet edilecek sanatçılardan Festival tarihinin yaklaşması üzerine Kaymakam Bey başkanlığında bir tertip komitesinden tutun da üzümleri değerlendirecek jüri üyelerinin tespit edilmesine kadar her türlü konu görüşülüp, tartışmaya açılıyor ve ortak bir karara varılıyordu. Komite üyelerinin görev unvanları farklı bile olsa her üyenin fikrine saygı duyuluyor oylaması yapılıyordu. Festivalin amacına ulaşması için her konu ince elenip sık dokunuyordu. Festival hazırlıkları eylül ayının sonuna kadar eksiksiz olarak tamamlandı.

Etkinlikler programdaki sıraya göre icra edilmeye başlamadan önce kaymakamlık binasının önünde muhteşem bir açılış töreni yapıldı. O gün davullar farklı çalıyor zurnalar coşuyordu. Gökyüzünde uçan turnalar bile bu güzelliğe kanat çırpıyordu. Üzümü dereceye giren çiftçilerin yüzlerinde güller açıyordu. Düzenlenen konserlere on binlerce vatandaş bir sel gibi akın ediyordu.

Bir ekim günü icra edilecek şiir şöleninde şiir okumak için Kahramanmaraş’tan Bahaeddin Karakoç Ağabeyle birlikte İnci Okumuş, Yasin Mortaş, Ramazan Avcı, Hasan Ejderha gibi hecelerle dama oynayan, kelimeleri dans ettiren sekiz dokuz tane şair geldi. Sakarya’dan Aysen Akdemir Abla ile Ömer Emacan Abi teşrif ettiler.  Şanlıurfa’dan Hasan Akçay Abi katılım sağladı. Gölbaşı dışından gelen şairleri ev sahipliğine yaraşır şekilde karşıladık. Gölbaşından ben, Ali Şeyh Özdemir Abi ve Dr. Türkay Yücel de ilçe dışından gelen şairlerin arasına katıldık. Böylelikle Gölbaşı Şiir Şöleni Afişinde isimleri yazılı on altı şair eksiksiz olarak tamamlanmış oldu. İlçe dışından gelen şair arkadaşlar daha şiir şöleni başlamadan Gölbaşılarla dostluklar arkadaşlıklar kurdular. Bahaeddin Karakoç Ağabey bu arada şiir yazan Gölbaş’ lı iki üç gencin şiirini çoktan okuyup değerlendirdi bile. Bana göre böylelikle şiir şöleni başlamadan amacına ulaşmış oldu.

Misafir olarak gelen şairlerle tanışma faslı bittikten sonra, küçük bir Gölbaşı gezisi yaptırdık. Şiir şölenin başlamasına yarım saat kala üç yüz kişilik salon ağzına kadar doldu ve taştı. Misafirler ayakta kalmasın diye ara boşluklara ilave sandalyeler konuldu. Kaymakam Bey başta olmak üzere bütün protokol üyeleri salondaki yerlerini aldılar. Kahramanmaraş’tan gelen şair Ramazan Avcı Beyin sunumuyla şiir şöleni başladı. Şölene teşrif eden seyirciler elit insanlardan oluşunca dinlenecek yerleri sükûnet içinde dinlediler. Alkışlanacak yerleri coşkuyla alkışladılar. Şölenin kalitesine helal getirecek iğne ucu kadar olsa dahi olumsuz bir hadise vuku bulmadı. Şairler genellikle daha önce yayınlanmamış en güzel şiirlerini bizler için okudular. İzleyici sayının çok olmasından şairler, şiirlerin güzel olmasından izleyiciler memnun oldu. İzleyiciler daha önce adını duydukları ama kendini görmedikleri Türk şiirinin beyaz kartalı Bahaeddin Karakoç Ağabeyi karşılarında şiir okuyarak görünce şaşkınlıklarını gizleyemediler. Programın sonunda şairlere katılım belgeleri ve plaketleri takdim edildi. Günün anısına fotoğraflar çekildi. Böylelikle Gölbaşı’nda ilk defa yapılan şiir şöleni eksiksiz olarak tamamlanmış oldu. Gidecek şairler memleketlerine gönderildi. Kalan şairler otellerine götürüldü. Otelin lobisinde edebiyat sohbetlerine devam edildi. Bahaeddin Ağabeyden daha önce hiç duymadığımız edebi konularda cümleler duyduk. Bilgiler edindik.

Şölene katılan şairlerin bazıları Gölbaşı Şiir Şöleninin katıldıkları en güzel şiir şöleni olduğunu itiraf etmekten kendilerini alı koyamadılar. Sabahleyin gece Gölbaşı’nda konaklayan şairleri memleketlerine uğurladık.
Kahramanmaraş ve Adıyaman’daki mahalli basın, mahalli basının köşe yazarları Gölbaşı Şiir Şöleniyle ilgili olarak güzel yazılar kaleme aldılar. Ulusal basın ajansları da haberlerinde Gölbaşı Şiir Şölenine önemli ölçüde yer verdiler. Gölbaşı Şiir Şölenindeki güzellikleri anlattılar. Bizler de bu haberler üzerine sevindik ve gururlandık.

Gölbaşı gibi küçük bir Anadolu ilçesinde böylesine güzel bir şiir şölenin icra edilmesindeki en büyük başarı elbette ki gerçek bir şiir sever, başarılı bir devlet adamı olan Kaymakamımız Tahsin Kurtbeyoğlu’na aittir. İnkâr etmek haksızlık olur. Benim de bu çorbada az da olsa tuzum bulunduğu için o günden bugüne kadar kendimi mutlu ve bahtiyar hissederim. Tertip komitesinde görev alan Ali Şeyh Özdemir abi başta olmak üzere diğer üyelerin katkıları da her türlü takdirin üzerindedir. Zaten tertip komitesi kolektif bir ruhla çalışmasaydı şiir şöleni bu kadar güzel geçmez, başarılı bir şekilde sonuçlanmazdı. Eminim ki onlar da en az benim kadar mutlu ve gururludurlar. Kaymakam bey zaten gitmiş olduğu her ilçede başarı grafiğini artırarak ülkemize hizmet etmeye devam etmektedir.

Bir yıl sonra Tahsin Beyin kaymakamlığı döneminde Gölbaşı Şiir Şöleninin ikincisi de ilk yaptığımız şölenden daha güzel bir şekilde icra edildi. Tahsin Bey Gölbaşı’ndan ayrıldıktan sonra Gölbaşı Şiir Şöleni birkaç kez daha yapıldı ise de çeşitli nedenlerle aralıksız olarak devam ettirilemedi.

Tahsin Karabeyoğlu’nun kaymakamlığı döneminde ülkemizin dört bir köşesine ses veren, edebi bir etkinlik olarak isminden bahsettiren Gölbaşı Şiir Şölenlerine aralıksız olarak devam edilemese bile Gölbaşı Şiir Şölenleri Türk Edebiyat Tarihinin tozlu sayfalarına adını altın harflerle yazdırmış oldu.

Edebiyat Tarihimizin tozlu  sayfaları arasında yerini alan Gölbaşı Şiir Şölenlerinin icrasına yakın bir zamanda devam edilecektir diye ümit ediyorum...

Varılmayan Yer/ Sibel Kök

 


Acı bir tütün deldi bağrımı 

Gün aştı, yel esti, vakit hep aynı

Bütün kaybedişlere kendimden başladım

Bulmak için yeniden 

Bulmak için ikindi serinliğini ömrün


Bir vakit dağları yüklendim sırtıma

Kuş tüyünden hafif

Dağ dağ hasret, hasret içre ateş

Ve ateşten şiddetli bekleyişle

Bekledim durdum bir vakit

Kıyısında o masum telaşların

Ne gelen oldu yücelerden 

Ne soran deli küheylan başımı

Tozlu aynalardan baktığım dünyanın 

Libas diye giyindim bir vakit kirini 

Adem'den bu yana üzerimde bir ağırlık 

Taşıdım durdum cümle günahları

Ağrım dinsin diye gittiğim yerlerden 

Yaramı azdırıp döndüm

Ne saran oldu ötelerden 

Ne sarmalayan göz göz olmuş bağrımı 


Böyleymiş yazgısı insanın

Kendiymiş aradığı, arayıp bulamadığı

Nice zaman sonra öğrendim


ALTI EKMEKTEN GERİYE KALAN/Mustafa Cihan Alliş

 


Dede Emmi, yıllardır süren sessiz bozmadan odadan çıkınca karısı gözlerini açar, dış kapının oturduğunu duyunca da kollarından destek alıp zorla doğrulurdu. Kendi abdestine zarar gelmesin diye gelinlerinin mazeretlerini, namazlarını sessizce takip eder kafasında tasarladığı bu kusursuz ay takvimine göre adil bir sıra ile gün laciverte çalarken bir gelinine seslenirdi. Sabah giyeceklerini geceden hazırlatmış olur, amade gelinin kaynanasına güzelce abdest aldırıp üzerini değiştirmesi gerekirdi. Salonda kıbleye dönük oturabileceği kanepeye yerleştirilir, uzun uzun namazını eda ederdi. Tesbihattan sonra 30-40 yıldır pek de değişmeyen dualarını eder, diliyle cenneti arzularken daha içeriden bunun uzak bir tarihte olmasını dilerdi. Kocasına uzun ömür ve sağlık ve kendi günahları aklına gelmeden 5 oğlunun günahları için af dilerdi.

Her gelini salona gelir, namazlarını kılar; düzeltilecek bir kusurları varsa tatlı sert bir dille onları ikaz eder sonra da o gün için yapılması gereken ne varsa sıralamaya başlardı. Kahvaltı, akşam yemeği, temizlik işleri, hangi malzemeden ne kadar kullanılacağı tek seferde anlatılır, her biri bunca iş arasında hangisini kimin yapacağını bilirdi. Kaynanaları, tek ilim kaynağı olan, düne ait takvim yaprağını istediğinde günün başladığı anlaşılır ve salondan çıkılırdı.

Kapının önü süpürülür, sığırlıktan mutfaktan gerekli malzemeler çıkarılır, ayıklanması gerekenler ayıklanmaya başlanırdı. Kaynananın yıllarca oturduğu ve halen oturması gereken piriket ocağın başındaki iskemleye ise en büyük gelin Saniye Hatun otururdu. Saniye Hatun, gelin olduğu günü dün gibi hatırlarken kaynanasının iyice kötürüm olmasıyla hızlıca terfi etmiş fakat bir ömre yayılması gereken eziyeti çok kısa sürede görmüş neticede bu iskemleye oturmuştu.

Birçok köyde en çok kahrı, cefayı yükü… ele varınca çekilecek ne varsa, bir evin en büyük gelini çekerdi. Tüm doğumlara, ölümlere, küçük kayınbiraderlerinin ettiklerine gerek öncekilerden kalan gerek nev zuhur miras kavgalarına, yokluklara katlanır; erkek çocuklar doğurması, sayı eksiği kapanana kadar bahçe işlerine koşturması, kaynanasının düzenine ayak uydurması, büyük oğlana eş olduğu kadar kayınbabasına hizmetkar olması, evdeki her cinsten çocuğa önce ana bunun üzerine de yeni gelen gelinlere kaynanasının düzenini cebren ve şiddet ile aktarması beklenirdi. Nitekim öyle de oldu.

Genç kızlığında 3 kız çocuğu büyütüp cennetlik olmayı arzularken adının hırs olduğunu bilmediği karanlık bir hissiyat ile 4 erkek çocuk dünyaya getirip bu evin hizmetine verdi. Fakat yine de 5 gelin tamamlandıktan sonra tokacı çamura koymasını bahane ederek bir küçüğü olan eltisini eline katıp evire çevire perişan ettiği zamanki kadar kaynanasına yaranamadı. Eltisini dövdükten sonra “Bu avrat gözümü arkada bırakmayacak.” demişti kaynanası. Sonraları kendi gelinlerine uzaklara dalıp hep övünerek anlattı bunu.

Günün yemeği hangi hazırlıkları gerektiriyorsa hepsi tamamlanır, kaynananın yattığı odaya çarçabuk kahvaltı sofrası kurulur, bu arada bahçelere ya da hayvanlara dağılmış oğlanlar kan, ter, toz, toprak, bok içinde eve gelir; avratlarının sadece gözleriyle engel olmaya çalışmalarına pek de aldırmadan ortalığı batırarak salona geçerlerdi.

Sokaktan “Dedem geldi! Dedem geldi!” çığlıkları duyulunca herkese bir rahatlama gelir, acıktıklarını hissederlerdi. Her sabah sokağın başında elinde 6 ekmek ile görünen Dede Emmi’ye büyük bir heyecan ve mutlulukla koşan torunları dedelerine bir adım mesafede duruverir, pantolonları gibi kendilerine büyük gelen bir saygı duruşunda başları önde beklerlerdi. Dedeleri, koynuna sakladığı kara poşeti çıkarıp satılabilen en ucuz çikolatadan birer tane çıkarıp ellerine tutuşturuverirdi. Birer kez öne doğru saçlarını okşar, çocukların aklını karıştıran muzip bir gülümseme ve merhamet dolu bakışlarla sus işareti yapardı. Torunlar da Dede Emmi de bu küçük alışverişten evde yatanın haberi olmaması gerektiğini bilirdi. En büyük torun ekmek poşetini alır, dedesinin önünden giderek 6 ekmeği sofraya eşit aralıklarla dağıtırdı. “6 hane 6 ekmek, Bismillah.” deyip sofrayı kucağına çekerek yemeğe başlardı dede.

Kahvaltı sofrası hemen toplanır, çay zaten tam yetecek kadar demlendiğinden ısıtmaya yetecek kadar bile kalmaz, 7 fincan Türk kahvesi yapılıp erkeklere ve kaynanaya sunulurdu. Varsa düğün cenaze lafı edilir, bahçe muhabbetleri yapılır, verilmesi gereken hesaplar verilir, Dede Emmi’nin keyfine göre torunlardan sure ve dua ezberleri dinlenirdi.

Saniye Hatun her sofrada göz ucuyla herkesi süzer, sadece kocası Ahmet’e bakışlarını gizlemeye gerek duymazdı. Zaten o da fark etmezdi. “En safı benimki.” diye düşünür, zaman zaman bundan şikâyet etse de kendisi için iyi olduğunu da bilirdi. 4 oğlunun da ezberlerinden gurur duyar, diğerlerini dinlemeye gerek duymazdı. Komşuların ya da akrabaların kızlarından yaşıt olanları düşünür, her oğlu için çeşitli evlilik, kendisi için çeşitli kaynanalık hayalleri kurardı. Hiçbir hayali düzeni için her şeyini verdiği bu evin dışına kurulamazdı. Çocuk da olsa bir kızın az bir dilbazlığını ya da gündüz vakti uyuduğunu görsün, hemen üzerini çizerdi. Fakat sağdan soldan duyduğuna göre 4 oğlunun da kafası derse çalışıyordu. Kendi okumadı ama bilirdi, liseyi bitirdikten sonra hiçbir oğlan laf dinlemezdi. Allah vere de en küçük amcalarının akıl edip işe girmeye çalıştığı demir çelik fabrikası inşaatına yetişselerdi. Hiç değilse köyde kalır; evlerine, bahçelerine, analarına sahip çıkarlardı. Demir çelik inşaatı da bitmeye yaklaşınca köye lise açılmış oldu. Saniye Hatun istemeye istemeye 4 oğlunu da okutmuş olacaktı. Korktuğu başına gelecek, dördü de lisede gönüllerini kaptırdıkları, annelerinin çoktan üzerlerini çizmiş olduğu kızlarla evlenivereceklerdi.

Kahveler bitmek üzereyken 5 kardeşten uyanık olanlar hangi işe koşturacaklarını anlatır her zamanki gibi en pis ve en ağır iş evin büyük oğlu Ahmet’e kalırdı. Dede Emmi’nin de içi böyle rahat ederdi. En küçük ise haftanın birkaç günü ilçeye “iş görüşmesi” diye bir şeye gideceğini haber verirdi. Birçok evde olduğu gibi bu evde de gerek annelerinin teşviki gerek abilerinin zulmünden dolayı her kardeş bir öncekinden uyanık olmak zorunda hissederdi. Belki de en küçüklerin ele avuca sığmazlığı bundandı. Saniye Hatun ise en küçük kayınbiraderinin çocukluğunu bilir, ona şu kadar güvenmezdi.

Herkes işine yollandıktan sonra Dede Emmi de o gün kendine verdiği iş neyse oraya doğru yola çıkardı. Evin akşam ezanına kadarki mesaisi de başlamış olurdu.

Kaynayan kazanın fokurtusuna üst kattan kulak kabartan kaynana fokurtuya ve kokuya göre “Yağ! Tuz! Su! Salça!” bir şey bulamazsa da “Odun!” diye bağırır, alışılmış tariflerini kendi üslubunca iletirdi. Akşam yemekte de elbet hesabını sorar, hiç değilse “odun” dediğini hatırlatırdı. Yerinden kalkamasa bile “İndirmeyen beni oraya!” diye seslenince özellikle büyük eltilerde bir telaş başlar başlar, kaynanasını buralarda pek görmeyen küçük gelinler ise Saniye Hatun’a ayak uydurmaya çalışırdı.

Akşam namazından sonra gelecek olan 6 ekmek beklenir, o zamana kadar gün bin bir çeşit iş içinde bitiverirdi. Yıllar da öylelikle geçmiş, evin nüfusu biraz daha artmış, ekmek sayısı değişmeden yüzlerce sofra kurulup kaldırılmıştı.

Dede Emmi namaza diye evden çıkmış fakat bir türlü herhangi bir gelini çağıran olmamıştı. Eltiler uykusunda huzursuzlanmış, gün doğmaya yakın hepsi birden kaynanasının yatak odasına koşmuştu. Saniye Hatun öncülüğünde odaya girince kaynanalarının “Heriften önce beni al.” duasının kabul olduğunu görüp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamışlardı. Birkaç vıyhırış oğlanları, torunları odaya toplamış hatta mahalleye bile haber vermiş olmuştu. Ahmet, nasıl bir yük yüklediğini bilmeden, oğullarından birini dedesini bulmaya göndermiş, çocukcağız koştukça ölümün tecrübesine yenik düşmüş, koştukça ağlamış, ağladıkça bağırmış, gören duyan herkes ne olduğunu anlamış, haber kendisinden önce dedesine varmıştı.

Şaşılmayan her cenaze gibi bu cenaze de ikinci günün akşamında fısıltılardan sıyrılan kahve muhabbetlerinin kurbanı olmuştu. Oğulları da muhabbetlere katılınca geriye tek dertli Dede Emmi kalmıştı. Yerinden kalkamasa da yattığı yerden koca bir evi çekip çevirebilen hanımı artık yoktu. Kalabalık dağılmadan, önce babacan tavırlı yakın dostları sonra da köyün boşboğaz ihtiyarları bu yokluğa bir çare bulması, tekrar evlenmesi gerektiğini konuşup durdular. Yarası taze Dede Emmi’yi bir de yalnızlık ile yaralayıp öylece bıraktılar.

Evlilik lafı yayıldıkça oğulları babalarına sessiz bir cephe almış; en küçük oğlan demir çelikteki işi bağlayıp ilçede bir apartman dairesi tutmuş, onun bir büyüğü ise evin arazisinin diğer köşesine temel atmıştı bile.

Kayınbabası birkaç gün evvel “Ölüm var” deyip ne var ne yok taksim etmişti. Zaten Saniye Hatun bu evin kendisine kalacağını çoktan anlamış ne bir heyecan duyabilmiş ne de bir mücadeleye girmişti. Kayınbabasına hizmette kusur etmemiş fakat cenazenin 41. Günü bahçeden gelen Dede Emmi terden sırtına yapışan atleti çıkaramayınca yatağa oturup çocuk gibi sessiz sessiz ağlamıştı. “Hanım olsa yattığı yerden bir seferde çıkarıverirdi. Şimdi kimden nasıl isteyeyim?”

40 günlük hafızasını yoklayıp Saniye kızını yanına çağırdı. “Kürt Ömer’in dul kiracısı, Topal Ali’nin hiç evlenmemiş bacısı, kocası yıllar önce kaçan üst sokaktaki şu hatun, son çare adı Dilara olan ama çirkinliğinden dolayı başka isimlerle anılan yarım aklıyla gençliğinden beri tek yaşayan kadın.” Saniye Hatun kayınbabasının dediğini iki etmezdi. Kendi işine gelmese de kolundan tuttuğu bir oğlunu yanına alıp kapı kapı dolaşmaya çıktı. Her gittiği kapıda, niyeti çoktan anlaşıldığı için usulen acı kahve ikram edildi, konuya tam giremeden yolcu edildi. “Bir yemek ikram eden olmadı, aç karnına kahve içmekten karnım ağrıdı.” diye yıllar boyu söylendi sonraları. Dede Emmi’nin yanına gelip kimsenin bu kalabalık eve gelmek istemediğini süsleye süsleye anlattı. Hele şu Deli Dilara tek başına rahata öyle alışmıştı ki küfürle karışık alay etmiş Dede Emmi’nin haliyle. “Anlaşıldı.” dedi Dede Emmi sadece. Birkaç gün içinde oğlunun inşaatının az yanında küçük bir ev inşaatına başlamıştı bile. Evi bitmeye yakın Dede Emmi’nin de ömür defteri kapanmış, “Önce babaannem 2-3 ay sonra da dedem vefat etti.” hikayelerinin kahramanlarından olmuştu.

Saniye Hatun, yatmadan evvel kocası Ahmet’e “Yarın 3 ekmek al gel.” diye üstten bir emir vermişti. Yıllar rolleri değiştirmiş, kocası ne babasının görevini üstlendiğini akıl edebilmiş ne de karısının anası yerine geçtiğini anlamıştı. Anasının ruhunu teslim ettiği bu odaya bile alışamamıştı. “3 hane 3 ekmek.” diye düşündü sadece. “Olması gerektiği gibi.” Geldiğinde sadece en küçük oğlu sokağın başında kendisini karşılamış, yeğenleri yanaşmamıştı bile. Zaten çikolata da yoktu. Bahçede, avluda düzen sağlanmış, ocak yakılmış, kazan kaynamaya yaklaşmıştı. Salona çıktığında çoktan kahvaltı hazırlanmış hatta ekmek de kendisi de beklenmemiş, yemeye başlanmıştı. Sadece ağız şapırdatmaları, takırtılar ve homurdanmalarla kahvaltı bitmiş, biraz çay kalmıştı. Birer bardak daha doldurulunca Ahmet’in küçüğü lafa girdi: “Babamın kendine yaptığı eve geçeyim diyorum ağabey. Bir göz daha eklerim. Bize tam olur. Burası da zaten senin.” Ahmet daha bir şey diyemeden diğer kardeşi de demir çelikten bekçilik işi bulduğunu, kardeşinin ayarladığı ucuza bir apartman dairesinin de olduğunu, çocuklarının okuyacağını bir çırpıda anlatıverdi. Eltiler çözülemeyecek bakışlar attılar birbirlerine. Her biri kendince zaferler, yenilgiler elde etmiş nihayetinde ayrılmaları gereken yere gelmişlerdi. İtirazları yoktu.


Ahmet ve Saniye Hatun’un 4 çocuğu da okumuş, köyde yaşamalarına engel olacak çeşitli memurluklara atanmışlardı. Türkiye’nin dört bir yanına dağılmış, bahçeleri parça parça sattırarak kendi evlerini arabalarını alıp düzenlerini kurmuşlardı. Saniye Hatun arada bir uzun ziyaretlere gitme isteği duysa da evdeki işlerin sıralamasından kurtulamıyor, tarihlere göre en gelebilecek çocuklarını köye çağırıyor, hangi işin dönemiyse onu yapmalarına çabalıyordu. Hiçbir gelinine laf geçiremiyor, oğullarına ettiği şikayetler kendi başına dert oluyordu. Hele torunların hiç yaklaşılacağı yoktu. Zaten pek de gelmiyorlardı. Zaman, ihtiyarlığı ve beraber yaşamayı gerektirecek hastalıkları beraberinde getiriyor ikisini de iyice güçten düşürüyordu. Hem herifinin hem kendi bedeninden fazlasıyla yoruluyordu.

Her bayram tüm çocuklarının ağız birliğiyle ikna çabalarına birkaç yıldan fazla dayanamayıp ilçede “2+1” dedikleri, daha çok gençlerin ya da yaşını almasına rağmen bekar olanların yaşadığı bir apartmana taşındılar. Haftada birkaç kez gelen hemşire ve ayda yılda bir ziyarete gelen eltileri dışında kapısını pek çalan olmadı. Kalorifer vardı, asansör vardı; süpürülecek avlu, yakılacak piriket ocak yoktu. Evin temizliğini, yemek işlerini yapabildiği kadar uzun sürelerde titizlikle yapmaya çalıştı. Her gece uyumadan evvel kocasına “Yarın 1 ekmek al.” demeyi ihmal etmedi. Ahmet de hiçbir zaman kapıcının varlığından bahsetmedi

YURT KAVGASI / Teyfik KARADAŞ



İnsanın hayatında unutamayacağı mutlu ve kederli önemli günler vardır. Benim hayatımdaki unutamadığım mutu günlerden biride liseyi bitirdiğim yıl girmiş olduğum üniversite ikinci basamak sınavının sonucunun açıklandığı gündür. Şehirde eski toprak damlı evlerin bodrum katlarında kirada kalıp, hafta sonları odun ambarında kömür indirip, odun kırarak harçlığımı kazanarak endüstri meslek lisesini zor şartlar altında bitirdim. Lise son sınıf öğrencisi iken Süleyman Beyazıt Hocamın yardımlarıyla akşamları ücretsiz olarak dershaneye de gittim. Benim dershaneye gitmem Cenabı Allah’ın lütfu bir ilahisiydi. O zaman Kahramanmaraş’ta bir tane dershane vardı. Bu dershaneye de ancak şehrin çok zengin ailelerinin çocukları gidebilirdi. Bizim gibi köyden gelen fakir ailelerin çocukları değil küçük esnaf, memur gibi orta halli aile çocuklarının dahi dershaneye gitme imkânı yoktu. Allah razı olsun Süleyman Hocam milli eğitimdeki tanıdıklarını devreye sokarak beni ücretsiz öğrenci kontenjanından dershaneye gönderdi. Bende gece demeden, gündüz demeden derslerime çalışarak üniversite birinci basamak sınavını yüksek sayılabilecek bir puanla kazandım. İkinci basamak sınavında meslek lisesi mezunu olduğum için aynı başarıyı gösteremedim. Sınav sonuçları açıklandı. Birinci basamak sınavında aldığım puana göre Niğde Eğitim Yüksekokulunu kazandım. Niğde Eğitimi kazandığımı öğrenince nasıl mutlu olduğumu, nasıl sevindiğimi sizlere kelimelerle anlatamamam. Bu duyguyu ancak yaşayan bilir. Benim köyümde benden önce üniversitede okuyan kimse olmamıştı. Benim kazandığıma yalnız ben, ailem değil köyümüzün, yöremizin bütün halkı sevindi. Ayrıca o sene benim sınıfımdan benden başka birinci basamak sınavını dahi kazanan bir öğrenci çıkmadı. Benim üniversite sınavını kazanmamdan bütün öğretmenlerim ve bütün arkadaşlarımda en az benim kadar mutlu oldular.

Üniversite okumak için Niğde’ye gideceğim kesinleşince Niğde hakkında bilgi edinmek için Maraş kazan, ben kepçe her tarafı araştırdım, soruşturdum ama Niğde’de okuyan bir tane bile Kahramanmaraşlı öğrenci bulamadım. Afşin’de Elbistan’da oturan arkadaşları aradım. Onlarda kimseyi bulamadı. Kredi Yurtlar Kurumuna baş vurdum. Kredi Yurtlar Kurumundan da yurt çıkmadı. Ne yapacağım, nerede kalacağım belirsiz vaziyette kayıt yaptırmak için Niğde’ye gittim. Kayıt sırasında evrakları doldururken üst sınıfta okuyan çok sayıda öğrenci ile tanıştım. O günlerde okulun eski öğrencileri başarısız oldukları derslerden bütünleme sınavına giriyorlardı. Hatta bütünleme sınavına gelen öğrencilerden Mustafa Çakır beni dört beş gün evinde misafir etti. Mustafa Çakır Niğde’de okuyan üniversite öğrencilerinin ülkücü reislerinden biriydi. Evi Niğde kalesinin kuzey doğusunda bir yerdeydi. Mustafa Çakır’ın kaldığı ev iki katlı, dışı sarı boyalı, betonarme bir binaydı. Evin dışı sarı boyalı olduğu için öğrenciler arasında bu eve sarı köşk deniyordu. Sarı köşk hem çok kalabalık hem de çok hareketiydi. Allah razı olsun Mustafa Çakır kayıt döneminde beni evinde misafir ederek Niğde’yi sosyal, kültürel ve ekonomik yönden tanımama yardımcı oldu.

Niğde o zaman elli bin nüfuslu küçük bir şehirdi. Niğde Kalesi şehrin tam ortasında yer alıyordu. Kalenin üstündeki Alâeddin Cami burası Selçuklu şehri diye gökyüzündeki aya, güneşe ve yıldızlara haykırıyordu. Niğde’deki bedestenler, kümbetler, hanlar, hamamlar ve hatta tarihi konaklar buram buram Selçuklu kokuyordu. Şehrin etrafını hilal gibi saran elma bahçeleri Niğde’ye ayrı bir renk katıyordu. Pazar yerlerindeki patatesin bereketini bolluğunu anlatmaya lügatteki kelimeler yetersiz kalır. Şehir merkezindeki saat kulesi dikkatimi çeken ilk tarihi eserlerden biriydi. Şehrin içinden geçen demir yolu, demir yolu üzerinden giden tren vagonlarını nasıl anlatsam bilemiyorum ki. Kayseri’den gelip Konya’ya giden karayolu ile Nevşehir’den gelip Adana’ya giden karayolunun Niğde’de kesişmesi şehirde bir ulaşım sorununun olmadığını işaret ediyordu. Nüfus az olunca caddelerin sokakların sakin olması burada yaşamak için önemli bir avantaj sayılırdı.

Niğde’de üniversite yoktu. Mevcut okullar Konya Selçuk Üniversiteni bağlıydı. Şehirde okuyan iki bin beş yüz civarında öğrenci vardı. Öğrencilerin barınması için Kredi ve Yurtlar Kurumuna ait Niğde Bor karayolu üzerinde beş yüz kişilik öğrenci yurdu vardı. Yurtta kalamayan öğrenciler Niğde’nin kenar mahallerinde bulunan yıkılmaya yüz tutmuş eski evlerde kalıyorlardı. Ailelerin oturduğu apartmanlarda öğrencilere, özellikle erkek öğrencilere kiraya ev vermiyorlardı. Çeşitli vakıf ve cemaatlere ait küçük çaplı birkaç yurt daha vardı ama bu yurtlarda kalabilmek içinde memleketten referans getirmek gerekiyordu. Niğde’de kaldığım beş günlük süre içerisinde okuyacağım okul ve barınma imkanları ile şehrin tarihi, kültürü ve sosyal yapısı konusunda önemli miktarda bilgi edinerek memleketime döndüm.

Memlekete dönüş yolunda zihnimde yaptığım değerlendirmeler neticesinde; benim için kalacak en iyi yerin Kredi ve Yurtlar Kurumu Yurdu olduğu kanaatine vardım. Yurt işini halledemez isem de Mustafa Çakır’ın veya arkadaşlarının evinde kalma imkânım vardı. Memlekete dönünce siyasi çevremi ve tanıdığım bütün bürokratları devreye soktum ama yurt işini bir türlü ayarlayamadım. Kredi ve Yurtlar Kurumu Genel Müdürlüğünü kime aratsam “Niğde Yurdu ful dolu” diye cevap geliyordu. Liseler arası güreş müsabakalarına katılmam ve güreş festivallerinde sunuculuk yapmam nedeniyle memlekette sosyal ve siyasi çevrem çok genişti. Yurt konusunu Kahramanmaraş’ta çözemeyince; Ökkeş Kenger Abim bir mektup yazarak beni Niğde Meslek Yüksekokulu Müdürü Bekir Öztürk Hocanın yanına gönderdi. Ökkeş Abi, Bekir Hoca’nın bana mutlaka bir barınma yeri bulacağını da şifahi olarak söyledi. Ökkeş Abinin yazdığı mektup benim yanımda istiklal madalyası kadar kıymetliydi. Mektubu cebime koyunca nasıl sevindiğimi anlatamam.

Kalacak yerim olmadığı için okul eğitim öğretime açılmadan iki gün önce Niğde’ye gittim. Atalarımız “kul sıkışırsa Hızır yetişir” diye boşa dememişler. Niğde’ye varır varmaz okul nizamiyesinde tesadüfen İbrahim Sağlam adında bir arkadaşla tanıştım. İbrahim kayıt için gittiğinde kalacak yerini ayarlamış. İbrahim Sağlam kara yağız, lisanı haliyle karşısındaki insana güven veren yiğit bir Anadolu delikanlısıydı. İbrahim Sağlam Göksun’lü olduğu için hem benim hemşerim hem de benim gibi bizim okulun birinci sınıfında okuyacak bir öğrenciydi. Sohbet esnasında kalacak yerim olmadığını öğrenince, beni hemen evine götürdü. Ev arkadaşlarıyla da görüşerek beni kaldığı eve aldı. İbrahim ile kısa sürede can ciğer arkadaş olduk. Arkadaşlıktan öte ana baba ayrı kardeş olduk. Kaldığımız ev Niğde Kalesinin batı tarafında bir apartman dairesiydi. Kalorifer ile ısınıyordu. Niğde soğuk bir yer olduğu için kaloriferli bir evde yaşamak benim için önemli bir avantajdı. Evde ben dahil toplam altı öğrenci kalıyorduk. Ev okula yürüme mesafesindeydi. Evden çıkıp sola döndükten sonra Sümerbank Mağazasının önünden geçip Atatürk Bulvarında üç yüz metre kadar ilerledikten sonra Dışarı Caminin önünden sağ yaptıktan yüz metre kadar yürüdükten sonra hemen okula varıyorduk.

Okul açıldıktan bir gün sonra Niğde Meslek Yüksekokulu Müdürü Bekir Öztürk Abiyi ziyaret ederek Ökkeş Abinin mektubunu takdim ettim. Mektubu okuyunca Bekir Bey’in gözlerinin içi güldü. Bana hitaben “Yurda falan gerek yok. Benim evin alt katında boş bir oda var orada kal. Yengen bir tabak kuru fasulye fazladan pişirir” dedi. Ben ise “Hocam; kalacak yer ayarladım. Teklifiniz için teşekkür ederim. Allah razı olsun” dedim. Bekir Öztürk seksen ihtilalinden önce Kahramanmaraş ve Gaziantep Eğitim Enstitülerinde öğretmenlik yapmış değerli bir eğitimci, donanımlı bir dava adamıydı. Bekir Bey Gaziantep’in Araban ilçesinden olduğu halde Niğde’deki herkes onu Kahramanmaraşlı olarak tanıyordu. Bekir Bey makamında bana çay kahve ikram etti. Sonrada da beni zorla evine akşam yemeğine götürdü. Bekir Bey’in işyeri ile oturduğu lojman aynı yerleşke içerisindeydi. Araları yüz metre bile yoktu. Bekir Bey’in evine varınca eşiyle ve çocuklarıyla da tanıştım. Eşi ve çocukları da kendisi gibi cana yakın sıcak kanlı insanlardı. O gün itibariyle Bekir Öztürk hocamla vefatına kadar devam eden dostluğumuzun temeli atılmış oldu.

Okula her gün İbrahim’le birlikte gidip geliyorduk. Sınıflarımız ayrı olsa da teneffüs aralarında bile kantinde çayı birlikte içiyorduk. Ev arkadaşlarımızla da aramızda bir sorun yoktu. Ev temizliği, bulaşık yıkama, yemek yapma gibi konularda uhdemize düşen bütün görevleri eksiksiz olarak yerine getiriyorduk. Hatta İbrahim ailesinin maddi durumu iyi olduğu için diğer arkadaşlardan fazla para harcıyordu. Ev arkadaşlarımızın her biri farklı bölgelerden olunca kültürel farklılıklardan kaynaklı ufak tefek sorunlar yaşasak ta bir orta yol bulup kardeş gibi geçinip gidiyorduk. Örneğin ben nöbet günümde, çorbayı acısız yapıp, biberi tabağımdaki çorbaya sonradan atıyordum. Lahmacun yerine etli ekmek yaptırıp hayatımızı idame ettiriyorduk. Ev arkadaşlarımızdan ikinci sınıf öğrencisi Deniz bizi kıskandı mı, başka bir şey mi düşündü anlayamadım, eve gidiş geliş saatlerimize karışmaya başladı. Ziyaretimize gelen arkadaşlar konusunda memnuniyetsiz olduğunu hissettirdi. Velhasıl Deniz söz ile ikrar etmese de hal ve hareketleriyle bizim o evde kalmamızı istemiyordu. Kendisine göre çeşitli gerekçeler üreterek bizim hürriyetimizi kısıtlamaya çalışıyordu.

İbrahim ile istişare ederek, kavga etmek yerine, kaldığımız evden ayrılmaya karar verdik. Evden önce ben, sonra İbrahim ayrılacaktı. Bu arada Niğde’ye kış gelmiş, her sabah bizi selamlayan Hasan Dağı bir peri kızı gibi beyaz gelinliğini giymişti. Yüksek binaların çatı saçaklarında oluşan buzlar hayatı olumsuz yönde etkiliyordu. Tuz atılmayan ara sokaklarda oluşan buzların kalınlığı yer yer yirmi santimi buluyordu. Tanıdığımız arkadaşların evlerinde kalacak yer kalmamıştı. Zemheri kışının ortasında barınacak bir yer veya yeni bir ev bulmak çok zordu. Derdimi anlatmak için Meslek Yüksekokulu Müdürü Bekir Öztürk Beyin yanına gittim. Gerçi ziyaret amaçlı her hafta Bekir Bey’in yanına gidiyordum. Bekir Bey’de bana bu ziyaretlerim esnasında seksen ihtilali öncesi Kahramanmaraş ve Gaziantep Eğitim Enstitülerinde yaşadığı anıları anlatırdı. Yaşadığı Anıları anlatırken gözleri dolar bazen devleti, bazen yöneticileri bazen de kendi kendini sorgulardı. Hayatta yaşadığı olumlu ve olumsuz tecrübelerden bizim ders almamamızı isterdi. Benim bu ziyaretim farklıydı. Özel kalemden geçip makam odasına girdiğim anda, lisanı halimden Bekir Bey benim bir derdimin, bir sıkıntımın olduğunu fark etti. O gerçek bir dost, değerli bir abiydi.

Bana “Hayırdır inşallah Pehlivan” dedi. Ben ise “Hayırsa başımıza gele. Ev arkadaşlarımla geçinemiyorum. Aramızda çeşitli anlaşmazlıklar var. Böyle giderse kavga ederim. Başım belaya girer diye korkuyorum. Beni Yurda yerleştirsen memnun olurum, sevinirim abi” dedim. Ben sözümü tamamlar tamamlamaz Bekir Abi Vali Yardımcısını telefon ile doğrudan kendisi arayarak görüşmek için randevu aldı.

Okuldan acele olarak çıkıp, okulun makam arabasına binerek valilik binasına gittik. Vali Yardımcısının odasına girdik. Bekir Bey beni Vali Yardımcısına tanıttı. Vali Yardımcısı hemen özel kalemine telefon ettirerek Yurt Müdürü Şakir Beyi makamına çağırttı.

Yurt Müdürü Şakir Bey yarım saat kadar sonra kapıdan içeri girdi. Şakir Bey esmer, siyah saçlı, şık giyimli, babacan tavırlı bir insana benziyordu. Vali Yardımcısı Yurt Müdüründen beni yurda almasını rica etti. Yurt Müdürü Şakir Bey “Efendim şu anda tüm odalarımız, tüm yataklarımız dolu. Ancak misafirhane olarak kullandığımız iki yataklı bir odamız var. Siz emir buyurursanız arkadaşı orada barındırabiliriz” dedi. Vali Yardımcısı ise” Tamam uygundur” dedi. Bekir Abi vali yardımcısının yanında kaldı. Yurt Müdürü Şakir Bey beni de alarak Vali Yardımcısının odasından ayrıldı. Benim eşyalarımı kaldığım evden alarak yurdun pikabına yükledik. Evden ayrılıp yurda giderken üzerimdeki tonlarca ağırlığındaki bir yükün kalktığını hissettim. Yurda varınca; valizimizi yurdun deposuna, eşyalarımı ise misafirhanedeki dolaba yerleştirdik. O anda ortam müsait olsa mutluluktan zil takar oynardım belki. Yurda gidince başımın büyük bir beladan kurtulduğunu düşündüm. Cezaevinden tahliye olmuş mahkumlar kadar sevindim…

Yurt Niğde Bor Karayolunun beşinci kilometresinden sağ tarafa Fertek Kasabası yoluna döndükten beş yüz metre kadar sonra sol taraftaki engin bir tepenin üzerinde yer alıyordu. Binalar prefabrikti. Erkeklerin kaldığı yurt binası iki katlı, kızların kaldığı yurt binası üç katlıydı. Kızların kaldığı binanın alt katının yarısında idari birimler vardı. İki binanın ortasındaki tek katlı bina ise yemekhane ve kantin olarak hizmet veriyordu. Yemekhane binasının arka kısmında yurt müdürünün küçücük bir lojmanı vardı. Benim kaldığım misafirhane odası yurdun idari kısmında yer alıyordu. Yurttaki ilk gün akşam yemeğine Yurt Müdürü Şakir Beyle birlikte gittik. Yemekhane müsteciri Anıl abiyle tanıştık. Anıl abi Niğde’nin Ulukışla ilçesinde ikamet eden, gün görmüş geçirmiş adamdı. Senelerce Pozantı Ulukışla yöresinde yol boyu lokantacılığı yapmış meslek erbabı tecrübeli bir insandı. Müdür Bey benimle akşam yemeğini yedikten sonra evine gitti. Bende yurtta kalan arkadaşlarımla çay içip, sohbet ederek gece saat on bire kadar zaman geçirdim. Yurtta kalan öğrencilerin çoğunu tanıdığım için ilk gün bir gariplik çekmedim. Bir acemilik yaşamadım. Yıllardan beri bu yurtta kalan bir öğrenci kadar rahat hissettim kendimi.

Gece saat on bir olunca nöbetçi yönetim memurunun uyarısıyla diğer öğrencilerle birlikte yemekhaneden ayrılarak misafirhaneye gittim. Dışarının her tarafı kar ve buzla kaplı olduğu halde misafirhane oldukça sıcacıktı. Yorgun olduğum için başımı yastığa koyar koymaz uyudum. Sabah kahvaltımı yaptıktan sonra belediye otobüsüne binerek okula gittim. Yurt ile okul arasındaki ulaşımı Niğde Belediyesine ait iki tane körüklü otobüs sağlıyordu. Öğrenciler bu otobüslerin adına “aşk gemisi” diyorlardı. Niğde gibi küçük bir şehirde körüklü aynı anda yüzden fazla yolcu taşıyan belediye otobüsünün olması önemli bir avantajdı. O zaman ki Ankara Belediye Başkanı Mehmet Altınsoy Niğdeli olduğu için körüklü otobüsleri o Niğde Belediyesine hibe etmiş. İyi ki de etmiş yurt ile okul arasında ulaşım sorunu yaşamıyorduk. Okulda sabah derslere girdikten sonra bir saatlik boş zamanda Bekir Öztürk Abinin yanına giderek beni yurda aldırdığı için teşekkür ettim.

Yurtta kaldığım ikinci günün sonunda; bütün kural ve kaideleri öğrenerek yurda tamamen adapte oldum. Çamaşır nasıl yıkanıyor, sıcak su ne zaman veriliyor, en son otobüs Niğde’den saat kaçta hareket ediyor gibi onlarca kuralı öğrendim. Benden kısa bir süre sonra ne yaptı, nasıl etti İbrahim Sağlam’da yurda geldi. O zaman İbrahim’in Mehmet Amcası hem önemli bir üniversitenin rektörü hem de Kredi ve Yurtlar Kurumu Yönetim Kurulu Başkanıydı. İbrahim’in yakın arkadaşı Ali Filiz’in amcası da Kredi ve Yurtlar Kurumu Genel Müdürüydü. Bu durumdan benden başka kimsenin haberi yoktu. Yurttaki odalardan yer açılınca bende misafirhane kısmından ayrılarak yurt kısmına geldim. Yurt yönetim memurlarımızın hepsi de iyi insanlardı. Bize her türlü konuda yardımcı oluyorlardı. Yurt Müdür Yardımcısı Varol Bey’in varlığı ile yokluğu çok belli olmazdı. Yurt Müdürü Şakir Bey bana karşı iyi bir insan olduğu halde, yurdu bir külhan bey edasıyla kanun ve yönetmelikler yerine el yordamıyla yönetmeye çalışırdı. Bu yöntemde kendisini zaman zaman sıkıntıya sokardı. Devlet kurumlarının tamamında hatası olan kişiler hakkında tutanak tanzim edilir, konunun durumuna göre kişi hakkında adli, mali ve idari yönden soruşturma açılır. Bu kural devlet dairesinde de böyledir, üniversitede de böyledir, yurtta da böyledir. Şakir Bey yurtta kalan öğrencilerin kusurlarının, hatalarının olması durumunda yasal işlem yaptırmak yerine, bağırıp çağırarak öğrenciyi ıslah etmeye kalkardı. Öğrencide karşısında konuştuğu zaman sıkıntı yaşardı. Ben bu hususun Şakir Beyin öğretmen kökenli bir insan olmasından kaynaklı olduğunu düşünüyorum. Çünkü bizim ortaokul ve lise öğrencisi olduğumuz yıllarda öğretmenlerimiz bizi bağırarak, çağırarak, dayak atarak ıslah etmeye çalışırdı. İlerideki memuriyet yaşamımıza zararı olur diye disiplin müessesini pek çalıştırmazlardı. Şakir Beyinde öğrencilere zararı olmasın diye yasal prosedürü uygulamadığı yönündeki kanaatim halen tazeliğini korumaktadır.

İbrahim Sağlam ile omuz omuza verip yurtta, okulda ve Niğde’de birçok konuda sosyal ve kültürel faaliyetler yaptık. Yurtta şiir yarışması düzenledik. Niğde’de Kahramanmaraşlılar tanışma günü yaptık. Ihlara Vadisi ve Kapadokya Bölgesine düzenlenen gezilerde çorbada tuzumuz oldu. Bir yıl içerisinde biz Niğde’yi tanıdık. Niğde dede bizi tanımayan kimse kalmadı herhalde. Ara sıra sıkıntılar yaşasak ta öğretim yılını başarılı bir şekilde tamamlayarak memlekete döndük.

İkinci yılda da okulda ve yurtta günlerimiz güzel geçiyordu. Ben birinci sınıfta çok sayıda dersten tekrara kaldığım için değil sosyal faaliyet yapmaya başımı kaşımaya vaktim yoktu. Sosyal faaliyetleri İbrahim tek başına yürütmeye gayret ediyordu. Ben öğle araları bile tekrar derslerine giriyordum. Hasan Kezban Hocanın “Ben kediye bile matematik öğretirim” sözü çok ağırıma gidiyordu. İngilizce dersinden hiçbir şey anlamazdım. Her şeye rağmen bütün derslerden geçmek için çaba harcıyordum.

Yurtta geçirdiğimiz her gece bir masal gibiydi. Birbirimizle şakalaşırdık. İlkokul öğrencileri gibi saklambaç oynardık. Yasak olduğu halde yurttaki odalarımıza elma saklardık. Yoklama yapılırken elmaları ve geceleri çay yapmak için kullandığımız ketalleri yakalatmamak için gösterdiğimiz çaba akıllara durgunluk verirdi. Yurttaki en büyük sıkıntımız banyo sorunuydu. Banyo yapmak için akşamları iki saat, sabahları bir saat sıcak su verilirdi. Her katın sonunda beş kabinli bir banyo odası vardı. Banyo yapacak öğrenciler avlularını kabin kapılarının üzerine asar, bu sıraya göre banyolarını yaparlardı. Banyo yaparken bazen küçük çaplı tartışma olsa da pek kavga çıkmazdı.

Bir akşam İbrahim ve benim ortak yakın arkadaşımız olan Kırıkhanlı İdris ile Meslek Yüksekokulunda okuyan Ali isimli bir öğrenci banyo sırası yüzünden kavga etmişler. Kavga arbedeye dönüşmüş. Ali İdris’e bir yumruk atmış. Banyoda bulunan diğer arkadaşlar olay büyümeden bunları aralamışlar, sulh etmişler. İdris Ali’yi takip etmiş. Ali banyodan çıkıp lavabo aynanın karşısında saçını kurulurken İdris Aliye habersiz bir şekilde yumrukla vurarak alnından yaralamış. Lavabo aynası kırılmış.

Banyoda gürültü yükselince bende o bölgeye gittim. İbrahim’de geldi. Ali’nin başından nisan yağmuru gibi kan akıyordu. İdris yumruğu vurduğu anda banyodan odasına gitmiş. Ortalık tam anlamıyla ana baba günü. Ali ilk yardım yapılmak üzere nöbetçi memur tarafından apar topar revire götürüldü. Olayı temaşa etmek üzere bütün öğrenciler yurdun giriş koridoruna toplandı. Konudan haberdar olan Yurt Müdürü Şakir Bey bir hışımla olay yerine geldi. Ali’yi revirde alnı sarılı vaziyette görünce adeta çıldırdı. Aliye İdris’in vurduğunu öğrenince sigortası iyice arttı. Ağzından çıkan sözcükler bile kontrolden çıktı.

Olayla ilgili tutanak tutulmadan, ifade alınmadan İdris’e “Seni yurttan atıyorum. Hemen yurdu terk et” dedi. İbrahim Sağlam “Atamazsın. Olayı Ali başlattı. Olayı öğren. Ona göre karar ver” dedi. Şakir Bey İbrahim’e “Senide yurttan atıyorum” dedi. İbrahim’de “Atarsa at. Üç gün sonra geri gelirim” dedi. Şakir Bey seni bu yurda bir daha alırsam… olayım gibi ağıza alınmayacak sözler sarf etti. Zıvanadan iyice çıktı. Ağzından çıkanı kulağı duymaz oldu.

İbrahim gayet metanetli şekilde dolaptaki eşyalarını valizlerine doldurup yüzlerce öğrencinin alkışları arasında İdris’ten önce yurttan ayrıldı. Bir nevi haksızlığa dur demek için kendisini feda etmiş oldu. Şehir merkezine kiralık bir evde kalan arkadaşların yanına yerleşti. İbrahim’in bu hareketi yurtta kalan bütün öğrenciler ve hatta yurtta görevli bütün memurlar tarafından takdirle karşılandı. Aradan yarım asra yakın bir süre geçtiği halde, halende takdirle yad edilmektedir.

İbrahim yurttan haksız bir şekilde atıldığını ailesine bildirmiş. Babası da İbrahim’i yeniden yurda aldırması için kardeşini aramış. Anlaşılan odur ki İbrahim’in yurttan atılması Ankara’yı ayağa kaldırmış, harekete geçirmiş. İbrahim yurttan ayrıldıktan üç gün sonra Yurt Müdürü Şakir Beyin tayini Doğu Anadolu’da bir serhat şehrine çıktı. Yurt Müdürü yaptığı hatayı anlayıp İbrahim’in eline, ayağına düştü. Müdürün ricası üzerine ben ve yakın iki arkadaşımız daha devreye girerek İbrahim ile Şakir Beyi barıştırdık. O gece yaşadığımız hatıraları anlatacak olsam tek başına bir kitap olur. Şakir Beyin karizması çizildi ama yaptığı işlerinde yanlış olduğunda anlamış oldu. Atalarımız “Oğlum her taşı kaldırma, altından ya yılan ya çayan çıkar” diye boşa söylemişler. Şakir Bey daha önce bazı öğrencileri usulsüz şekilde atmış ses çıkartan olmamış ama İbrahim’i atınca yer yerinden oynadı. Niğde Yurdu yedi şiddetinde deprem olmuş gibi sallandı.

İbrahim sağlam üç gün önce alkışlar arasında ayrılmış olduğu yurda üç gün sonra alkışlar arasında yeniden döndü. Yurt Müdürünün tayınını durdurturdu. Bu hadiseden sonra biz mezun oluncaya yurtta başka bir olay meydana gelmedi. Beş yüzden fazla öğrenci kardeşlik hukuku içinde birlikte yaşayıp gittik. Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer.

Mağrurlanma padişahım senden büyük Allah var