ALTI EKMEKTEN GERİYE KALAN/Mustafa Cihan Alliş

 


Dede Emmi, yıllardır süren sessiz bozmadan odadan çıkınca karısı gözlerini açar, dış kapının oturduğunu duyunca da kollarından destek alıp zorla doğrulurdu. Kendi abdestine zarar gelmesin diye gelinlerinin mazeretlerini, namazlarını sessizce takip eder kafasında tasarladığı bu kusursuz ay takvimine göre adil bir sıra ile gün laciverte çalarken bir gelinine seslenirdi. Sabah giyeceklerini geceden hazırlatmış olur, amade gelinin kaynanasına güzelce abdest aldırıp üzerini değiştirmesi gerekirdi. Salonda kıbleye dönük oturabileceği kanepeye yerleştirilir, uzun uzun namazını eda ederdi. Tesbihattan sonra 30-40 yıldır pek de değişmeyen dualarını eder, diliyle cenneti arzularken daha içeriden bunun uzak bir tarihte olmasını dilerdi. Kocasına uzun ömür ve sağlık ve kendi günahları aklına gelmeden 5 oğlunun günahları için af dilerdi.

Her gelini salona gelir, namazlarını kılar; düzeltilecek bir kusurları varsa tatlı sert bir dille onları ikaz eder sonra da o gün için yapılması gereken ne varsa sıralamaya başlardı. Kahvaltı, akşam yemeği, temizlik işleri, hangi malzemeden ne kadar kullanılacağı tek seferde anlatılır, her biri bunca iş arasında hangisini kimin yapacağını bilirdi. Kaynanaları, tek ilim kaynağı olan, düne ait takvim yaprağını istediğinde günün başladığı anlaşılır ve salondan çıkılırdı.

Kapının önü süpürülür, sığırlıktan mutfaktan gerekli malzemeler çıkarılır, ayıklanması gerekenler ayıklanmaya başlanırdı. Kaynananın yıllarca oturduğu ve halen oturması gereken piriket ocağın başındaki iskemleye ise en büyük gelin Saniye Hatun otururdu. Saniye Hatun, gelin olduğu günü dün gibi hatırlarken kaynanasının iyice kötürüm olmasıyla hızlıca terfi etmiş fakat bir ömre yayılması gereken eziyeti çok kısa sürede görmüş neticede bu iskemleye oturmuştu.

Birçok köyde en çok kahrı, cefayı yükü… ele varınca çekilecek ne varsa, bir evin en büyük gelini çekerdi. Tüm doğumlara, ölümlere, küçük kayınbiraderlerinin ettiklerine gerek öncekilerden kalan gerek nev zuhur miras kavgalarına, yokluklara katlanır; erkek çocuklar doğurması, sayı eksiği kapanana kadar bahçe işlerine koşturması, kaynanasının düzenine ayak uydurması, büyük oğlana eş olduğu kadar kayınbabasına hizmetkar olması, evdeki her cinsten çocuğa önce ana bunun üzerine de yeni gelen gelinlere kaynanasının düzenini cebren ve şiddet ile aktarması beklenirdi. Nitekim öyle de oldu.

Genç kızlığında 3 kız çocuğu büyütüp cennetlik olmayı arzularken adının hırs olduğunu bilmediği karanlık bir hissiyat ile 4 erkek çocuk dünyaya getirip bu evin hizmetine verdi. Fakat yine de 5 gelin tamamlandıktan sonra tokacı çamura koymasını bahane ederek bir küçüğü olan eltisini eline katıp evire çevire perişan ettiği zamanki kadar kaynanasına yaranamadı. Eltisini dövdükten sonra “Bu avrat gözümü arkada bırakmayacak.” demişti kaynanası. Sonraları kendi gelinlerine uzaklara dalıp hep övünerek anlattı bunu.

Günün yemeği hangi hazırlıkları gerektiriyorsa hepsi tamamlanır, kaynananın yattığı odaya çarçabuk kahvaltı sofrası kurulur, bu arada bahçelere ya da hayvanlara dağılmış oğlanlar kan, ter, toz, toprak, bok içinde eve gelir; avratlarının sadece gözleriyle engel olmaya çalışmalarına pek de aldırmadan ortalığı batırarak salona geçerlerdi.

Sokaktan “Dedem geldi! Dedem geldi!” çığlıkları duyulunca herkese bir rahatlama gelir, acıktıklarını hissederlerdi. Her sabah sokağın başında elinde 6 ekmek ile görünen Dede Emmi’ye büyük bir heyecan ve mutlulukla koşan torunları dedelerine bir adım mesafede duruverir, pantolonları gibi kendilerine büyük gelen bir saygı duruşunda başları önde beklerlerdi. Dedeleri, koynuna sakladığı kara poşeti çıkarıp satılabilen en ucuz çikolatadan birer tane çıkarıp ellerine tutuşturuverirdi. Birer kez öne doğru saçlarını okşar, çocukların aklını karıştıran muzip bir gülümseme ve merhamet dolu bakışlarla sus işareti yapardı. Torunlar da Dede Emmi de bu küçük alışverişten evde yatanın haberi olmaması gerektiğini bilirdi. En büyük torun ekmek poşetini alır, dedesinin önünden giderek 6 ekmeği sofraya eşit aralıklarla dağıtırdı. “6 hane 6 ekmek, Bismillah.” deyip sofrayı kucağına çekerek yemeğe başlardı dede.

Kahvaltı sofrası hemen toplanır, çay zaten tam yetecek kadar demlendiğinden ısıtmaya yetecek kadar bile kalmaz, 7 fincan Türk kahvesi yapılıp erkeklere ve kaynanaya sunulurdu. Varsa düğün cenaze lafı edilir, bahçe muhabbetleri yapılır, verilmesi gereken hesaplar verilir, Dede Emmi’nin keyfine göre torunlardan sure ve dua ezberleri dinlenirdi.

Saniye Hatun her sofrada göz ucuyla herkesi süzer, sadece kocası Ahmet’e bakışlarını gizlemeye gerek duymazdı. Zaten o da fark etmezdi. “En safı benimki.” diye düşünür, zaman zaman bundan şikâyet etse de kendisi için iyi olduğunu da bilirdi. 4 oğlunun da ezberlerinden gurur duyar, diğerlerini dinlemeye gerek duymazdı. Komşuların ya da akrabaların kızlarından yaşıt olanları düşünür, her oğlu için çeşitli evlilik, kendisi için çeşitli kaynanalık hayalleri kurardı. Hiçbir hayali düzeni için her şeyini verdiği bu evin dışına kurulamazdı. Çocuk da olsa bir kızın az bir dilbazlığını ya da gündüz vakti uyuduğunu görsün, hemen üzerini çizerdi. Fakat sağdan soldan duyduğuna göre 4 oğlunun da kafası derse çalışıyordu. Kendi okumadı ama bilirdi, liseyi bitirdikten sonra hiçbir oğlan laf dinlemezdi. Allah vere de en küçük amcalarının akıl edip işe girmeye çalıştığı demir çelik fabrikası inşaatına yetişselerdi. Hiç değilse köyde kalır; evlerine, bahçelerine, analarına sahip çıkarlardı. Demir çelik inşaatı da bitmeye yaklaşınca köye lise açılmış oldu. Saniye Hatun istemeye istemeye 4 oğlunu da okutmuş olacaktı. Korktuğu başına gelecek, dördü de lisede gönüllerini kaptırdıkları, annelerinin çoktan üzerlerini çizmiş olduğu kızlarla evlenivereceklerdi.

Kahveler bitmek üzereyken 5 kardeşten uyanık olanlar hangi işe koşturacaklarını anlatır her zamanki gibi en pis ve en ağır iş evin büyük oğlu Ahmet’e kalırdı. Dede Emmi’nin de içi böyle rahat ederdi. En küçük ise haftanın birkaç günü ilçeye “iş görüşmesi” diye bir şeye gideceğini haber verirdi. Birçok evde olduğu gibi bu evde de gerek annelerinin teşviki gerek abilerinin zulmünden dolayı her kardeş bir öncekinden uyanık olmak zorunda hissederdi. Belki de en küçüklerin ele avuca sığmazlığı bundandı. Saniye Hatun ise en küçük kayınbiraderinin çocukluğunu bilir, ona şu kadar güvenmezdi.

Herkes işine yollandıktan sonra Dede Emmi de o gün kendine verdiği iş neyse oraya doğru yola çıkardı. Evin akşam ezanına kadarki mesaisi de başlamış olurdu.

Kaynayan kazanın fokurtusuna üst kattan kulak kabartan kaynana fokurtuya ve kokuya göre “Yağ! Tuz! Su! Salça!” bir şey bulamazsa da “Odun!” diye bağırır, alışılmış tariflerini kendi üslubunca iletirdi. Akşam yemekte de elbet hesabını sorar, hiç değilse “odun” dediğini hatırlatırdı. Yerinden kalkamasa bile “İndirmeyen beni oraya!” diye seslenince özellikle büyük eltilerde bir telaş başlar başlar, kaynanasını buralarda pek görmeyen küçük gelinler ise Saniye Hatun’a ayak uydurmaya çalışırdı.

Akşam namazından sonra gelecek olan 6 ekmek beklenir, o zamana kadar gün bin bir çeşit iş içinde bitiverirdi. Yıllar da öylelikle geçmiş, evin nüfusu biraz daha artmış, ekmek sayısı değişmeden yüzlerce sofra kurulup kaldırılmıştı.

Dede Emmi namaza diye evden çıkmış fakat bir türlü herhangi bir gelini çağıran olmamıştı. Eltiler uykusunda huzursuzlanmış, gün doğmaya yakın hepsi birden kaynanasının yatak odasına koşmuştu. Saniye Hatun öncülüğünde odaya girince kaynanalarının “Heriften önce beni al.” duasının kabul olduğunu görüp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamışlardı. Birkaç vıyhırış oğlanları, torunları odaya toplamış hatta mahalleye bile haber vermiş olmuştu. Ahmet, nasıl bir yük yüklediğini bilmeden, oğullarından birini dedesini bulmaya göndermiş, çocukcağız koştukça ölümün tecrübesine yenik düşmüş, koştukça ağlamış, ağladıkça bağırmış, gören duyan herkes ne olduğunu anlamış, haber kendisinden önce dedesine varmıştı.

Şaşılmayan her cenaze gibi bu cenaze de ikinci günün akşamında fısıltılardan sıyrılan kahve muhabbetlerinin kurbanı olmuştu. Oğulları da muhabbetlere katılınca geriye tek dertli Dede Emmi kalmıştı. Yerinden kalkamasa da yattığı yerden koca bir evi çekip çevirebilen hanımı artık yoktu. Kalabalık dağılmadan, önce babacan tavırlı yakın dostları sonra da köyün boşboğaz ihtiyarları bu yokluğa bir çare bulması, tekrar evlenmesi gerektiğini konuşup durdular. Yarası taze Dede Emmi’yi bir de yalnızlık ile yaralayıp öylece bıraktılar.

Evlilik lafı yayıldıkça oğulları babalarına sessiz bir cephe almış; en küçük oğlan demir çelikteki işi bağlayıp ilçede bir apartman dairesi tutmuş, onun bir büyüğü ise evin arazisinin diğer köşesine temel atmıştı bile.

Kayınbabası birkaç gün evvel “Ölüm var” deyip ne var ne yok taksim etmişti. Zaten Saniye Hatun bu evin kendisine kalacağını çoktan anlamış ne bir heyecan duyabilmiş ne de bir mücadeleye girmişti. Kayınbabasına hizmette kusur etmemiş fakat cenazenin 41. Günü bahçeden gelen Dede Emmi terden sırtına yapışan atleti çıkaramayınca yatağa oturup çocuk gibi sessiz sessiz ağlamıştı. “Hanım olsa yattığı yerden bir seferde çıkarıverirdi. Şimdi kimden nasıl isteyeyim?”

40 günlük hafızasını yoklayıp Saniye kızını yanına çağırdı. “Kürt Ömer’in dul kiracısı, Topal Ali’nin hiç evlenmemiş bacısı, kocası yıllar önce kaçan üst sokaktaki şu hatun, son çare adı Dilara olan ama çirkinliğinden dolayı başka isimlerle anılan yarım aklıyla gençliğinden beri tek yaşayan kadın.” Saniye Hatun kayınbabasının dediğini iki etmezdi. Kendi işine gelmese de kolundan tuttuğu bir oğlunu yanına alıp kapı kapı dolaşmaya çıktı. Her gittiği kapıda, niyeti çoktan anlaşıldığı için usulen acı kahve ikram edildi, konuya tam giremeden yolcu edildi. “Bir yemek ikram eden olmadı, aç karnına kahve içmekten karnım ağrıdı.” diye yıllar boyu söylendi sonraları. Dede Emmi’nin yanına gelip kimsenin bu kalabalık eve gelmek istemediğini süsleye süsleye anlattı. Hele şu Deli Dilara tek başına rahata öyle alışmıştı ki küfürle karışık alay etmiş Dede Emmi’nin haliyle. “Anlaşıldı.” dedi Dede Emmi sadece. Birkaç gün içinde oğlunun inşaatının az yanında küçük bir ev inşaatına başlamıştı bile. Evi bitmeye yakın Dede Emmi’nin de ömür defteri kapanmış, “Önce babaannem 2-3 ay sonra da dedem vefat etti.” hikayelerinin kahramanlarından olmuştu.

Saniye Hatun, yatmadan evvel kocası Ahmet’e “Yarın 3 ekmek al gel.” diye üstten bir emir vermişti. Yıllar rolleri değiştirmiş, kocası ne babasının görevini üstlendiğini akıl edebilmiş ne de karısının anası yerine geçtiğini anlamıştı. Anasının ruhunu teslim ettiği bu odaya bile alışamamıştı. “3 hane 3 ekmek.” diye düşündü sadece. “Olması gerektiği gibi.” Geldiğinde sadece en küçük oğlu sokağın başında kendisini karşılamış, yeğenleri yanaşmamıştı bile. Zaten çikolata da yoktu. Bahçede, avluda düzen sağlanmış, ocak yakılmış, kazan kaynamaya yaklaşmıştı. Salona çıktığında çoktan kahvaltı hazırlanmış hatta ekmek de kendisi de beklenmemiş, yemeye başlanmıştı. Sadece ağız şapırdatmaları, takırtılar ve homurdanmalarla kahvaltı bitmiş, biraz çay kalmıştı. Birer bardak daha doldurulunca Ahmet’in küçüğü lafa girdi: “Babamın kendine yaptığı eve geçeyim diyorum ağabey. Bir göz daha eklerim. Bize tam olur. Burası da zaten senin.” Ahmet daha bir şey diyemeden diğer kardeşi de demir çelikten bekçilik işi bulduğunu, kardeşinin ayarladığı ucuza bir apartman dairesinin de olduğunu, çocuklarının okuyacağını bir çırpıda anlatıverdi. Eltiler çözülemeyecek bakışlar attılar birbirlerine. Her biri kendince zaferler, yenilgiler elde etmiş nihayetinde ayrılmaları gereken yere gelmişlerdi. İtirazları yoktu.


Ahmet ve Saniye Hatun’un 4 çocuğu da okumuş, köyde yaşamalarına engel olacak çeşitli memurluklara atanmışlardı. Türkiye’nin dört bir yanına dağılmış, bahçeleri parça parça sattırarak kendi evlerini arabalarını alıp düzenlerini kurmuşlardı. Saniye Hatun arada bir uzun ziyaretlere gitme isteği duysa da evdeki işlerin sıralamasından kurtulamıyor, tarihlere göre en gelebilecek çocuklarını köye çağırıyor, hangi işin dönemiyse onu yapmalarına çabalıyordu. Hiçbir gelinine laf geçiremiyor, oğullarına ettiği şikayetler kendi başına dert oluyordu. Hele torunların hiç yaklaşılacağı yoktu. Zaten pek de gelmiyorlardı. Zaman, ihtiyarlığı ve beraber yaşamayı gerektirecek hastalıkları beraberinde getiriyor ikisini de iyice güçten düşürüyordu. Hem herifinin hem kendi bedeninden fazlasıyla yoruluyordu.

Her bayram tüm çocuklarının ağız birliğiyle ikna çabalarına birkaç yıldan fazla dayanamayıp ilçede “2+1” dedikleri, daha çok gençlerin ya da yaşını almasına rağmen bekar olanların yaşadığı bir apartmana taşındılar. Haftada birkaç kez gelen hemşire ve ayda yılda bir ziyarete gelen eltileri dışında kapısını pek çalan olmadı. Kalorifer vardı, asansör vardı; süpürülecek avlu, yakılacak piriket ocak yoktu. Evin temizliğini, yemek işlerini yapabildiği kadar uzun sürelerde titizlikle yapmaya çalıştı. Her gece uyumadan evvel kocasına “Yarın 1 ekmek al.” demeyi ihmal etmedi. Ahmet de hiçbir zaman kapıcının varlığından bahsetmedi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder