Efşâ,
Kabuk bağlamış bir yarayı tırnağımı geçirip yeniden kanatır gibi yazıyorum bu
satırları. Unutulan ve unutulmaya yüz tutmuş hatıralardan af dileyerek. Sana
yazmak, bir çocuğun gülüşünde büyüyen masumiyettir biliyorum, masum kalan hangi
yanımsa onunla sesleniyorum sana.
İnsanlığımızın, inançlarımızın, dostluklarımızın ve kalbimizin kıyıma uğradığı
bu çağa inat senin masumiyetine ve dostluğuna sığınıyorum.
Uçurumun kenarında yaşar gibi tedirgin yaşadığımız şu zamanda, esen her rüzgârda,
düşmemek için tutunduğum dal oluyorsun sen. Bir el oluyorsun kalbimde gezinen.
Şefkatin ve dostluğun eli...
Şefkat ve dostluk...
Hayli zamandır lügatimizden silinmiş iki mahzun kelime. Kelimeler hüzünlenir mi
deme sakın, anlamını kaybetmiş her kelime yetim ve mahzun bir çocuktur aslında.
Hani kimsenin dönüp bakmadığı, gözlerinin derinliğindeki acıyı fark etmediği,
dudak ucuyla da olsa tebessümden mahrum bırakılan...
Şefkatin ve dostluğun hayatımızın neresinde olduklarını, hangi köşeye
çekildiklerini ya da hangi kuytuya saklandıklarını bulabilirsek belki yeniden
inanacağız insan olduğumuza. Başkalarının yaralarıyla sınanan insan yanımız
merhametle bakabilse o yaralara sobeleyeceğiz şefkati ve dostluğu.
Ne çare ki, hiçbir dinamitin sökemeyeceği bir katılığı taşıyoruz sinemizde.
Öyle yaman bir imtihandan geçiyoruz ki Efşâ, dilimiz, kalbimiz ve vicdanımız
kaskatı. İnsanlığımızla aramızdaki mesafe her geçen gün daha da artıyor.
Bakıyor da görmüyoruz zahirden ötesini. Yanı başımızda bir yara kanasa merhem
olmak şöyle dursun, can havliyle uzaklaşıyoruz oradan. Merhameti, şefkati hatta
en acısı bir kalp taşıdığımızı unutuyoruz böylelikle.
Peki biz, nasıl farkına varacağız bunca körlüğe rağmen bir kalbimizin
olduğunun Efşâ... Nasıl bileceğiz yaşıyor olduğumuzu? Ne zaman yoklasak sol
yanımızı, bir boşluk, derin bir boşluk buluyoruz orada. Koyu bir karanlık...
Hayatımızdan teker teker uzaklaşırken anlamlar, unutmuşken dostluğu, şefkatten
ayrı düşmüşken, kör, sağır, dilsizken biz insana ve Allah' a, nasıl dolduracağız
o büyük boşluğu?
***
BOSNA GÜNLÜKLERİ-II
Uzakta Söylenen Türkümüz ; Sevdalinka
İnsanoğlu türküsüz kaldığı zaman gurbettedir diyor Fethi Gemuhluoğlu ağabey ve
devam ediyor; türkülerle de hüznümüz Allah’adır bizim. Biz millet olarak
sevincimizi, kederimizi, öfkemizi,kavgamızı hep türkülerle anlatmışız.
Türkülerle gülmüş, türkülerle ağlamışız. Nerede bir türkü söyleyen görsek varıp
dizinin dibine oturmuş da hüzün damıtmışız gönlümüze. Kalbimizi bir sevda
yaralasa tabibde değil türkülerde bulmuşuz şifayı. Yolu yokuş şehirlere yâr
yollamış da ağıtlar yakmışız dönmeyince. Beşikteki balamızı kırmızı gül demet
demet diyerek büyütmüşüz. Hasılı canımızın yangınını türkülerle dillendirmişiz.
Bu yüzdendir ki medeniyetimiz bir türkü medeniyetidir. Medeniyetimizden bahsederken
elbette Balkanlar’ı özellikle de Bosna’yı bu bahsin dışında tutmuyoruz. Zira
Boşnakların halk müziği Sevdalinka’yı dinlediğimizde
kederlerimizin,sevinçlerimizin, sevdalarımızın ortak olduğunu
görebiliyoruz. Sevdah’ kelimesinden doğan Sevdalinka Boşnakçada sevda
şarkısı anlamına geliyor. Boşnak müzisyen Ömer Pobriç Sevdalinkalarla ilgili
şöyle söyler: “ On yaşındaki bir çocuk “ Sevdah , babamın dinlerken ağladığı
andır “ ( sözün hepimize aynı ismi anımsattığını biliyorum) diyerek sevdah ve
sevdalinka nedir sorusunun en masum, en basit, en samimi aynı zamanda en doğru
tanımını verir. Sevdalinka bizim hakkımızda olan şarkıdır.” der.
Sevdalinka, Boşnakların köklü bir geleneğe sahip ve yerel enstrümanlarla icra
edilen halk müziği... Akordeon başta olmak üzere birçok yerel müzik aleti
kullanılıyor sevdalinkada. Çoğu Sevdalinka’nın kim tarafından yazıldığı belli
değil. İşin teknik boyutunu ele almaya gerek yok, asıl önemli olan
Sevdalinka’ların bizde bıraktığı derin iz. Türkçe öğrenen
öğrencilerimizden yavaş yavaş hikayelerini dinliyoruz bu hüzünlü şarkıların.
Dinledikçe uzaktaki yakınlarımızı keşfediyoruz yeniden. Bizi en çok etkileyen
Sevdalinkaların bir kaçından söz etmek gerekirse “ Şečer Djula” ve “ Emina” yı
en başa almamız gerekir. Bu iki sevdalinka iki güzel aşk hikayesinin şarkı
haline getirilmiş şekli. Himzo Polovina’dan dinleyip hayran kaldığımız “
Emina” Boşnakların en güzel aşk şarkılarından biri.
Bu yürek burkan parça 1868 yıllarında Osmanlı İmparatorluğunun Bosna
Vilayetinde doğmuş ve yaşamış olan Bosnalı Sırp kökenli Aleksa Santic
tarafından yazılmış bir şiir.
“Emina” şiiri Şair’in komşusu olan Emina Sefić isimli, Bosnalı Müslüman bir
kadına atfedilmiş. Aynı zamanda birçok şarkıcının seslendirdiği, tüm zamanların
en çok bilinen Sevdalinka şarkısı. Emina Mostar şehrinde yaşayan müslüman bir
ailenin kızıdır. Ünlü şair Aleksa Santic kapı komşularıdır ve güzel Emina’ya
aşıktır. Bu aşkın umutsuzluğunu şöyle dile getirir şair:
“Ona bir selam sundum,
inancımın dışında
Güzel Emina onu duyamazdı bile
Gümüş ibriğine su doldurmak
yerine
Bütün bahçedeki gülleri sulamaya
gitti
Bir rüzgar esti ağaç dallarından
güzel omuzlarına doğru
Gür saçlarının örgülerini ortaya
dökerek
Saçlarından mavi sümbül kokusu
yayıldı
Beni sersemleterek ve aklımı
karıştırarak...
Nerdeyse sendeledim, inancım
üzerine yemin ederim
Ama güzel Emina bana gelmedi
Sadece, kaşlarını çatarak bir
bakış attı
Umursamayan, yaramaz olan, onun
için çıldıran bana!”
Emina şiirinin bestecisi Himzo Polovina, Emina Sefić’in 1967’deki ölümü
üzerine kadın şair Sevda Katica’ya gider ve Emina’nın ölümünü söyler.
Şair Sevda, üzüntüyle bir kaç dize söyler ve Himzo Polovina 1960’larda
bestelediği şarkıya bu dizeleri de ekler:
“Yaşlı şair öldü, Emina öldü
Boş bahçenin yaseminleri geride
kaldı,
İbrik kırık
Çiçekler soldu
Ama Emina’nın şarkısı hiç
ölmeyecek.”
Şair Sevda haklı. Emina’nın şarkısı yüreğini aşk ateşi yakmış olan insanlar var
oldukça hiç ölmeyecek.
Yukarıda bahsini ettiğimiz bir
diğer Sevdalinka ise “Şečer Djula”
Hikayesini tam olarak bilmediğimiz
bu Sevdalinka’nın tarihi 1878. Şarkı Plevne kahramanı Osman Paşa’ya
atfediliyor. Plevne’de esir düşmesi üzerine Paşa ve karısı arasında geçen
konuşmaları hüzünlü bir şarkıya dönüştürmüş Boşnaklar.
“ Şeker Djula ağlayarak sordu
Osman’ım nerelerdesin
Ordunu nerede kaybettin?
Ey Djula eski kale Plevne’deyim
Sultan bana bir ordu verdi
Bütün ordum bugün dini için öldü
Keskin kılıcım artık düşmanın
elinde
Ailem,dostlarım yok artık
Allahtan başka kimsem yok
Genç Djula, beni bekleme
başkasıyla evlen
Düşman beni yakaladı
Bizi sonsuza dek ayırdı”
Boşnakların, Bosna’nın Plevne marşı dediği bu güzel şarkı Hanka Paldum’un
sesiyle kazınıyor belleğimize. Ve anlıyoruz, hüzün her dilde aynı...
Osmanlı’ya ve dahi İstanbul’a
duyulan muhabbetin anlatıldığı “Razbolje Se Sultan Sulejmane” isimli Sevdalinka
dilimizden düşmeyen bir diğer şarkı. Sultan Süleyman’ın Ramazan ayında
hastalanması ve oğlu İbrahim’in , sultanı üzüntülü görmesi üzerine bu kederli
halinin sebebini sorması işleniyor şarkıda.
“Sultan Süleyman Ramazan’ın
onyedinci günü hastalandı
Oğlu İbrahim sordu; babacığım
neden üzülüyorsun?
Öleceğin için mi, imparatorluğu,
İstanbul’u bırakacağın için mi?
Sultan cevapladı; ey oğlum ne
öleceğim için üzülüyorum
Ne de İstanbul için
Ben Bosna’yı bırakacağım için
üzülüyorum “
Bu Sevdalinka hangi tarihte yazıldı bilmiyoruz. Şarkının bir versiyonunda ele
alınan “Budin’ i düşmana bırakacağım için üzülüyorum “ mısrası ,yaygın olan ve
yukarıda naklettiğimiz versiyonunda söylenen ise Bosna...
Osmanlı’nın Bosna’dan çekilmek
zorunda kaldığını ve bu durumdan duyduğu üzüntüyü dile getiren müthiş bir eser
bu Sevdalinka. Bir başka şekilde ifade etmek gerekirse, yetim kalan bir çocuğun
babasının dilinden yazdığı ağıt “Razbolje Se Sultan Sulejmane”
Duymasını bilirsek bize anlatacağı çok hikâye var Sevdalinka’ların. Osmanlı’nın
kadim tarihini, Balkanlar’ın sevda masallarını, medeniyetimizin zarif
insanlarını, en çok da kendimizi bulacağımız hüzünlü hikayeler... Bu hikayeleri
duymak için gönül iklimimizi ayarlayacağımız bir frekans var ki biz bu frekansa
muhabbet diyoruz ve ekliyoruz; “ Türküsünü söylediğimiz diyar bizimdir”
Yemen gibi, Kırım gibi, Çanakkale gibi, İstanbul gibi Bosna da bizim öz
vatanımızdır.
***
BOSNA GÜNLÜKLERİ-I
Bosna Yolculuğu
Bazı kitaplar yarıda bırakmak için bazı yollar kaybolmak içindir. O kitabı
yarıda bırakmazsan o yolda kaybolmazsan bir yere varamayacaksın diyor İbrahim
Paşalı bir yazısında. Yarıda bıraktığım kitapları, kaybolduğum yolları gözden
geçirince daha varacağım yere bir arpa boyu yol alamadığımı fark ettim.
Olsun.
Yarıda bırakmaya, yürüdüğüm yolda
kaybolmaya devam…
Şunu belirtmem gerekir ki kaybolduğum en
güzel yol Bosna...
Evet, Bosna bir yol bizim için. Bizi
Yunus’un odunları gibi dosdoğru olmaya davet eden, insan olmanın ve insan
kalmanın inceliklerini bize öğreten zarif bir yol. Öğretmeye gelip de nasibine
öğrenmek düşmüş kaç kişi vardır şu âlemde bilemem; ama biz onlardan ikisiyiz.
Türkçe öğretmek için geldiğimiz bu diyarda dostluğu, samimiyeti ve vefayı talim
ediyoruz. Boşnakların gözünden Türkiye’yi ve Türk kardeşlerine duydukları
sevgiyi seyrediyoruz. Bundan daha güzel bir seyir yok bizim için. Biz de
elimizden geldiğince, dilimizin döndüğü ve kalemimizin yazdığınca kendi
penceremizden Bosna’yı ve Boşnak kardeşlerimizi anlatmaya gayret edeceğiz.
Bosna’nın benim gönlümde bıraktığı iz çocukluk yıllarıma dayanır…
Çocuktum.
Küçücük bir kız çocuğu...
Yanaklarını garbi yeli okşayan, saçlarını
garbi yeline yoldaş kılan... Bu küçük kız çocuğunun dinlediği en güzel
hikâyeydi gagasında merhem taşıyan turna hikâyesi. Bir türkü tuttururdu
hikâyenin sonunda anlatıcı “Bosna-Hersek yarası sarın turnalar” diye. Bosna
neresi, kuşlar neden uçuyor gagalarında merhemle anlamlandırmaya çalışırdım
çocuk aklımla. Anlamını bilmediğim bu türkü ciğerimi öylesine dağlardı ki
tutunup kuşların kanadına merhem götürmek isterdim ben de. Yıllar geçtikçe bu
hikâyenin gerçekliği çarptı beni. Aliya’yı, Srebrenitsa’yı, Mostar’ı kısacası
Bosna’nın bizim için ne anlam ifade ettiğini öğrendim. Ahir ömrümde Bosna’yı
görmek ve Boşnak kardeşlerimle kucaklaşmak oldu tek gayem. İnsan bir şeyi
samimiyetle isterse Allah bütün yolları önüne serermiş onun.
Yıllardır edilen samimi bir duanın
neticesidir bizi Bosna yoluna düşüren...
En büyük şükür sebebimiz Bosna’yı gezmek,
taşını toprağını görmek için değil de kardeşlerimizle kucaklaşmak, gönül
bağlarımızı kuvvetlendirmek maksadıyla burada bulunuşumuz. Duamızın kabulüne
vesile olan ve herkesin Osman Nalbant diye bildiği, bizimse Bosna’nın ikinci
fatihi olarak gönlümüze taht kuran Osman hocamıza teşekkürü bir borç biliriz.
Osman hocanın Bosna’ya ektiği kardeşlik tohumlarından ve bu tohumların
yeşerdiğine nasıl şahit olduğumuzdan elbet bahsedeceğiz. Bu vesile ile Allah’ın
bana bu yolculukta yoldaş kıldığı-ki bu da ayrı bir şükür sebebidir benim için-
Bilge Hoca ile “Bosna Günlükleri” başlığıyla hatıralarımızı paylaşacağız.
Kalemimizin ve dahi kalbimizin yükü böylelikle belki hafifler diye...
***
YAĞMUR
Pencereyi açtı. Çisil çisil yağan bahar yağmurlarını seyretti bir süre. Her
yağmur Mikail'in toprağı kucaklayışı, toprağın yenilenişi, dirilişi demekti.
Annesi bereket diye tanımlardı küçükken yağmuru. Seyrederken onu, edilen dualar
geri çevrilmez derdi. O da minicik ellerini açar, çok sevdiği elma
şekerlerinden isterdi. Ah çocukluk diye iç geçirdi yüzüne yayılan tebessümü
pencereye yansıyan aksinden bile gizlemeye çalışarak. Gülmekten bu denli
korktuğu için utandı kendinden. İki yıldır gördüğü kâbusları, içtiği
antidepresanları düşününce yeniden gömüldü o karanlığa. Yağmura baktı.
İnşirah... İnşirah... İnşirah... Bu kadar derin olmasaydı içine düştüğü
sessizlik, bu kadar ağır olmasaydı yaşadığı acı belki daha çabuk toparlardı. Pencereye
vuran yağmur damlalarını saymaya başladı. Tıp, tıp, tıp... Yağmur ve inşirah...
Tıp, tıp, tıp...Ayları hatta günleri saymıştı iki yıl boyunca. Tıp, tıp, tıp...
Arap kızı da bakmaz olmuştu camdan. Tıp, tıp, tıp... Küsülü kalmıştı içindeki
çocuk. Tıp, tıp, tıp... İki... Tıp, tıp, tıp... Yıl... Tıp, tıp, tıp...
İki yıldır tek kelime etmemiş, evden dışarı adım atmamıştı. Hayatla arasındaki
mesafe her geçen gün daha da artmış, sevdiği her şeye hatta kocasına bile
yabancı kalmıştı. Parmağında bir bağlılık anıtı gibi duran alyansa takıldı
gözleri. Ne çok zaman geçmişti üstünden. Bu şehre gelişi... Ali'ye
sevdalanışı... Oğlunu kucağına alışı... Sonra o kaza... Yanağına değen
damlaları alelacele silmeye çalıştı. Gözlerini sıkıca kapatıp bir çıkış aradı
zihninin kuytularından.
" İçimde dağılmayan bir kalabalık var." demişti bir keresinde
kocasına. "Korkunç bir kalabalık... Tüm sokaklarımı tutmuş, gidecek bir
tenha, bir köşe başı bırakmamış bana. Her yerde bir suret... Kime ait
bilmiyorum. Gördüğüm her suret zihnime kazınıyor bütün çizgileriyle. Hesap
soruyorlar bana. Sonra alay ediyorlar. Senin yüzünden diyorlar, senin
yüzünden oldu o kaza. Oğlun senin yüzünden öldü. Bütün kelimeler birer cam
parçası olup batıyor boğazıma. Susuyorum. Bir tokat gibi yapışıyor bakışları
yüzüme. Utanıyorum. En çok da korkuyorum. Korkuyorum anlıyor musun? Her gece
aynı kâbusları görmekten, her sabah bir uçurumun dibinde açmaktan gözlerimi,
korkuyorum. "
Tam da kocasının" toparla artık kendini, hayatı kendine de bana da zindan
ediyorsun" dediği gün dökülmüştü bu cümleler dilinden. Sonra susmuş bir
daha konuşmamıştı. Bir sisin dağılması gibi dağılsaydı içindeki karanlık.
Yeniden tutunabilseydi hayata... Ah yeniden...
...
Dışarıda yağmur dinmiş, geriye insanın başını döndüren bir toprak kokusu
kalmıştı. Gökyüzüne baktı. Uzun bir nefes çekti ciğerlerine. Camda yansıyan
aksine takıldı bir kez daha gözleri. Bakışlarını kaçırırcasına kapattı
pencereyi. Masanın üzerinde duran ilaçlardan bir tane aldı. Sonra bir tane
daha, bir tane daha...
***
GENCÖLENKIZLARINŞARKISI
Yirbirini Allah'a kurban eden
Bir gül yüzlü daha düştü dediler toprağa
Yer ağladı, gök ağladı, dağ ağladı
Kanınla suladığın toprak ağladı
Meryem ağladı, İsa ağladı
Uğruna can verdiğin Filistin ağladı
Irmak ağladı, deniz ağladı
Bir eşi gayrı boyunda taşınacak yüzük ağladı
Kanlı gömleğine yüz süren melek ağladı
Dağ ile taş şahitlik etti de gök ekinin şehadetine
Bir bizim Razan,
Lal kesildi dillerimiz
Affet!
Sen orucunu şehadetle açarken
Biz beş yıldızlı bir otelin restoranında
Mütevazi iftar soframızı
Paylaşmakla meşguldük
Beğenisi bol sevgili takipçilerimize
Halkının yaralarını sararken sen müşfik ellerinle
Kederli yüzünde binlerce korku
Yine de merhem olmak için bir yaraya daha
Dimdik dururken elif misali
Bizim ayaklarımıza kara sular indi
Çok katlı avmlerin şatafatlı mağazalarını gezmekten
Affet!
Geri durmadık elbet sosyal medya gündeminden, çok da pervasız sayılmayız
Kahrolsun dedik siyonist İsrail
Kahrolsun mazluma kalkan eller
Hesap sorduk senin ve halkın adına
Başkaldırdık zulmün ağababalarına
Filistin bizimdir dedik sonra,
Anasayfamızdaki "ne düşünüyorsun?" sorusuna
Filistin bizim, biz müslümanlarındır
Yeryüzünde kaç Müslüman kaldıysa!
Belki de Razan hakkıyla tutabilirdik yasını
Önümüzde seçimler olmasaydı eğer
Çok partili sistem iyidir, görüyorsun ya
Şaşırdık hangi birine güleceğimizi
Meydanlarda stand-up yapan liderlerin
Mesela daha geçen gün biri "yıkacağım" dedi yapılan her güzel şeyi
Elifi gördü de mertek sandı ötekisi
Politika şöyle dursun
Biz kalbimize dönelim en iyisi
Sahi bir kalbimiz vardı değil mi,
Hatırlamamak için direndiğimiz?
Yine de içimizde bir yer
Öyle bir yer var ki
Adın geçince sızlayan
Direndiğimiz ne varsa yerle bir ediyor
İnsan kılıyor bizi yeniden
Yani demem o ki Razan,
Yüzünde genç ölmenin tereddüdü
Gözlerinde ülken
Ellerinde isyanla sen
Suskunluğumuza bir bıçak gibi inensin!
***
DÜNYA BİR DİRENMEDİR
"çamlığın başında tüter bir tütün
acı çekmeyenin yüreği bütün"
Bir türkünün en can alıcı yerinde vurulup
Tertemiz ölüyorum
Ölmek dedimse kanmayın hemen
Öd ağacından ödünç yangınlarla
İçin için kanıyorum
Her yaraya bir tebessüm
Harika bir yama
yapıyorum çoğu zaman
dostlarımdan öğrendiğim kadarıyla
Çözemediğim denklemleri sıraladım
Yazamadığım şiirleri de
Bir masal yazacağım diye başladığım şiir mesela
Tek mısra
Çünkü kimse inanmıyor artık masallara
kimse inanmıyor ne tuhaf,
kalbimizde açan çok dualı inşirahlara
Dünya bir incinmedir demişti
Şair-i azamı Ahmet abinin,
Şiir dahil
Peki ya yaralarımızı sakladığımız kalp
O da dahil mi şiire?
Hesaplaşırken yenik düşmelerimiz dünyayla,
Tüm insanlar ve insanlık adına
Gönlümüzde büyüttüğümüz
O büyük çok büyük ve sancılı boşluk
dahil mi bizi insan kılmaya?
/ Dünya bir direnmedir, şiir dahil
Dünya bir direnmedir, türkü dahil
Dünya bir direnmedir, insan dahil /
***
KUSURSUZ YENİLGİ
Tanrım
Seninle benim arama bir gölge miktarı uzaklığı
Yüzümü ağaca, yüzümü isyana yüzümü dünyaya
Döndüğümden beri
Sırtımdır çiziktiren
Bağışla
Havva kızıyım bir ısırıkla cennetten sürülen
Ya isyan ya ağaç ya da şeytan
Fark eder mi sürgünlüğüme sebep ne
Yediğim elmanın tadı hala damağımda
Hala bir miktar isyan taşırım
kalbimin siyaha çalan yanında
Bağışla
İncecik bir rüzgar tanrım, incecik
Yani öper gibi bir çiçeği hafif
ikindi sonrası serinliği
ırmağın beş vakit
gövdemden geçişi gibi
İncecik, incecik, incecik
Bir rüzgar okşadı saçlarımı
Yenildim
Bağışla
-Tanrım
bütün yenilgiler ağırlık
Bütün gölgeler uçurum artık
Bağışla-
***
AYNAYA YANSIYAN
Hikayeler sakladım yüzümün odalarında
Anısı derinleşen alınlar
Rengi solmuş yüzler
Kelimesi tükenmiş yalnızlıklar
Böldüm, çarptım, çıkardım
Bir yüze kaç hikâye sığar bulamadım
Kaç ayna daha kırılır ağrısından bir yüzün?
İnsan insanın yurdudur dedim sonra
Yüz özün açık mektubudur
Sen yine de ey kalbim,
Sakla, kimden hangi kaderi ödünç aldınsa
Bırak yarısı aynada kalsın
Nasılsa hikâyesi tamamlanmış bir yüz eklerim
Dağılmış suretime
Biraz dua biraz umut çokça şükür
Allah bir çiçek daha eker nasılsa göğsüme
Dedim ve sarıldım gövdesine ülkemin
Yeniden aşkı, yeniden inanmayı
Ve sabrı, bin ah ardından
Ezber ettim bir bir
Geçmişim ve geleceğim
Emanet dedim gölgesine gövdenin
Emanet ellerim, omzuna ey sevgilim!
Yüzüm, ellerim, kelimem ve kalemim
Yani demem o ki;
Ayak bastığın coğrafya kaderim
Ben bu hikâyeyi seninle tamam eyledim
***
FİYAKALI ŞİİR
Bahara adanmış kiraz kuşuyum
Tomurcuk patlasa dalda benim sesim çiçeklenir
Kentin en entel cafesinde bu nasıl şiir böyle
Kuşlu çiçekli
Kiraz kuşu ölsün en iyisi
Tomurcuk patlamadan henüz
Şiire böyle başlamak baştan kaybetmektir
Biraz daha çalışmalıyım
En fiyakalı cümlelerimi
Salıvermeli meydanlara
Mangalda kül bırakmamalıyım
Amerikaya küfredip
Sosyolojik değerlendirmeler yapmalıyım
Muhafazakar kızların eşarp üstü gözlüklerine taş atıp
Kafa göz yarmalıyım icabında
Fikir hamallığına lüzum yok
Bir kaç şair adı bilsem yeter
Filistin, Suriye,direniş söylemleri etkisini yitirdi
Yeni bir söylem tutturmalıyım
şöyle en içlisinden
Sevgilime de bir çift sözüm olmalı elbet
Ey benim,
" Sakalından akan abdest suyunu şalımla silemediğim"
sevgilim!
Devir değişti ve biz yenildik
Öyle uzaktan sevmeleri
Yüzündeki göz izine sitemleri bırakalım bir kenara
Ayaklarımız yol ayrımına geldiyse eğer
Düşelim kendi yolumuza
Ne de olsa modası geçmiş bir aşk bizimkisi.
***
H/İÇLENMELER
nedir elimizde avcumuzda kalan ömürden geriye?
sarılmamış yaralar
dinmemiş sızılar
çokça yarım kalmışlıklardan başka
göğümde sema eden çığırtkan bir kuş değil de nedir acı
nedir abdullah'ın gözlerinden taşıp benim kabıma dolan?
-abdullah'ın gözleri ki
bütüncül bir acıdan payıma düşen sınır çizgisi -
bir yetimin gözlerinden bakınca dünya ne kadar da yalan
rabbim, dünya yüzkırk karakter mücahitler kadar yalan
esrik bir sitemden daha fazlası
kalbimin oyuğunda deveran eden
delişmen bir öfke
bir derin hınç bu hastalıklı çağa duyduğum
biliyorum,
ağlak gözlü gök çocuklarını avutmak nasıl imkânsızsa
imkânı yok öylece geçen vakti geri getirmenin
yürüyen ölüleriyle kirlendi dünya
ne yapsalar boş,
bir avuç duadan başka biliyorum yok merhemi
ah bu bilmek sancısı ne çok acıtıyor içimi
rabbim,
tut ellerimden
birazdan düşeceğim göbek taşına dünyanın
sendeliyorum rabbim,
ya tut ellerimden
ya yeniden
döşkemiğine hapset beni âdem'in
***
MAHFİ MEKTUPLAR-II
Efşâ...
Kalbime; hüznün ve sevincin, gurbetin ve sılanın, ağlamanın ve
gülmenin, kısacası insan olmanın her halini bahşeden lütufkâr dost...
Bu kez mektubumu bir zafer gecesinin gölgesinden yazıyorum.
Şehre yine yağmur yağıyor. Gün boyunca biriken kiri pası temizlemek için olsa
gerek bu kez akşamı bekliyor yağmur. Ellerini tutabilmek, yağmurla hasbihâl
edebilmek umuduyla atıyorum kendimi sokağa. Kalbim, yağan her damlaya bir dua
düşürüyor. Şah damarım sızlıyor göğe doğru uzandığında başım. O ve sen ve
yağmur... Dört başı mamur cümleleri takıyorsunuz peşim sıra... "Dostu
yağmur altında görmeli ", "Allah yağmurları ve nergisleri
korusun", "Hiçbir yağmura şemsiye açmadım" mısraları koşuşturuyor
zihnimin bir köşesinde. Sokağı dönüp caddeye vardığım vakit irkiliyorum şehrin
sevinç çığlıklarından.
Bütün şehir cezbeye gelmiş de Hazret'in gönül iklimini
aydınlatan Şems'inin dönüşünü bekliyor sanki. Yunus'un kalbine kalbini bağlamış
da kabul gününün sevincini yaşıyor. Sanki bağrından koparılan kutlu insanı,
yıllar sonra hem de elinde kapılarının anahtarıyla dönen muzaffer bir komutan
olarak karşılayan şehrin o muazzam ve haklı sevincini taşıyor. Şaşırıyorum. Her
sokak başını tutuyor sevinç çığlıkları, zafer naraları, şükür ıslıkları!
En son neye bu kadar sevindiğimi hatırlamaya
çalışıyorum:
Bayramlık elbiselerim...
Kırmızı pabuçlarım...
İlkokul günüm...
Ya yüreğimin menzilini işaret eden rüya...
Rüyamdaki gül kokusu...
O gül kokusunu, bahçesi gül dolu bir köyde ciğerlerime
çektiğim gün...
Zihnimin, gözlerimin önünden geçirdiği hiçbir hatıra şehrin
cezbeli sevincini duyuramıyor içimde. Utanıyorum Efşâ...
Bütün sevinçlerimin toplamının sokaklara dökülen insanların
malum takımın zaferini kutlayan sevinci kadar etmediğini anladığım vakit hem de
hiç olmadığı kadar çok utanıyorum. Sonra "Allah haddi aşanları
sevmez" ikazını hatırlıyor ve ferahlıyorum. Annemin sevincini taçlandıran
gözyaşları ve şükür secdeleri tutuyor ellerimden.
İnsanı itidalden uzaklaştıran iki hâlden biri sevinç anı. Peki
bu insanlar neye sevindiklerinin farkında mı Efşâ?
Bu nasıl bir hâl ki insanların söylemlerine, davranışlarına ve
kalplerine nüfuz ediyor? Bir takımın zaferi insanları nasıl böylesine sokaklara
döküp haddi aşan söylemlere sevk ediyor onları?
Ömrümüzün cevaplanamayan sorular kısmına bunları da ekleyelim
Efşâ.
Biz geçici sevinçleri bir kenara bırakıp ilâhî kudretin bize
lütfettiği bütün güzelliklere gözyaşıyla şükredelim ve süsleyelim alnımızı
secdeyle Efşâ.
Haydi, açalım ellerimizi sesimizi kuyularda bırakmayana, her
sıkıntının ardından ferahlık bahşedene.
Lebbeyk dendiğinde "buyur" diyene, hayr ile
ettiğimiz her duaya icabet edene, açalım ellerimizi Efşâ:
"Ey yeri ve göğü yaratan Leylâ
Ey lütuf ve kerem sahibi Leylâ
Burdasın
Uyanıksın
Varsın ya! "
***
MAHFİ MEKTUPLAR
Efşâ,
Sana bu mektubu yağmurlu bir Mayıs gününden yazıyorum.
Parmaklarımı eskitiyor kalemin ağırlığı. Dilime bir türkü olup dolanıyor yağmur
ve adın. Sırtınla sırtım arasına düşen kaç hasret var hesap etmeye çalışıyorum.
Hasret, merhemi yeni sürülmüş yara gibi sızlıyor göğsümde. Sınırları olmayan
ülkelere yalınayak gitmeyi istiyorum ansızın, gitmeyi ve ayak basmadığın
yerlerde aramayı seni...
Efşâ,
Seni bulsam, biliyorum kurtulacağım bu çağın katılığından.
Dağılacak şehrimi istila eden modern karanlık. Vitrinlerdeki cezbedici ışıklar
yerini güneşin samimâne tebessümüne bırakacak. Unutulacak ruhumuzu kuşatan
bütün özgürlük söylemleri.
Sahi, özgürlük neyi ifade ediyor Efşâ, özgür olmak hangi hal
ile mümkün, kuşlar bile rüzgara tabiyken nasıl bahsedebiliriz sınırsız
özgürlükten?
Ah Efşâ, modernite bizi öyle özgür bireyler haline getirdi ki
her türlü nefsâni isteklerimize köle olduğumuzun farkına bile varmadık. Bedenin
özgürlüğünü teşhir etmekte, dilin özgürlüğünü dokuz boğumu unutarak her kelamı
söylemekte, idrakin özgürlüğünü farklı bir duruş sergileme adına aykırı
fikirleri savunmakta bulduk.
Peygamber yârânı asırlar öncesinden "idrakin aczini idrak
ilimdir" diye sesleniyor . Acz mi? Acz...ne uzak bir kelime... acziyet
bizim yakınımızdan dahi geçemez; çünkü biz,küçük tanrılarıyız kurduğumuz sahte
dünyanın. "Seçkin bir kimse değilim / isminin baş harfleri Acz tutuyor/
bağışlamanı dilerim" diyen derviş, yalnızca televizyon ekranlarımızı
süslüyor.
Ağlamak da uzağımıza düştü hayli zamandır. "Sakın ağlama.
Güçlü ol, olamasan da güçlü görün. Dik dur." tavsiyeleri alır olduk
dostlarımızdan. Bir mısranın omuzlarına dayayıp başımızı ağlayamaz olduk. Zira
gözyaşı acziyetin en büyük göstergesi şimdilerde. Sanki ağlarsa insan, kurduğu
hükümdarlık son bulacak,özgürlüğü kuş olup uçacak ellerinden.
Ağlamak istiyorum Efşâ, anlamını yitirmiş tüm kelimeleri
gözyaşımla yıkayıp başım dizlerinde hüngür hüngür ağlamak... Çağa inat, bütün
insanlar ve insanlık adına tertemiz ağlamak...İnsanım çünkü,acizim.
Efşâ,
Bir sabah ansızın gel, beraber ağlayalım.
***
UYKUYA ÇEKİLEN
Aziz Dost'a
Gecenin kenarında duruyorum
Ayaz yemiş bir düşe aralıyorum gözlerimi
Ayaklarım uçurumlar çağırıyor;
Uçurumlar, kül renginde
Yılkı atlarla haramiler geliyor kenti talan etmeye
Uyanmazsam vurulacak ebabiller
Yağmalanacak İbrahim'in düştüğü gül bahçesi
Çocukları da vuracak hem
Ortadoğu'nun politik katilleri
Kim bilir belki misket oynarken sokakta
Uçurtma uçururken bozkırda
Elde kalem bir mektep sırasında
Fotoğraflar geçiyor gözlerimin önünden
Bir gül bağrında büyüttüğü dikeni kanatıyor
Dağ devriliyor bülbülün sesi üzre
Lambanın titrek ışığında konuşuyor bir anne
Gölgesi geziniyor kızlarının yüzünde
Ya susarsa aniden
Ateş denizinde sevda hikâyeleri anlatırken kızlarına
Ya mumdan gemileri eriyiverirse
Ya kızlar göz çukurlarında biriken korkuyla
Çağırırsa Allah'ı yardıma
Bu düş başıma yıkılmaz mı?
Ben bu düşten sağ salim dönersem şayet
"Annem hasta değildi o zamanlar" diyen bilge çocuk,
Bu düşü sen tabir et
Ateş ve gül ve çocuk ve anne ve kızları
Kaç acıya bölünür?
Ve bu acı beni kaç zaman sonra öldürür?
***ÇAĞRI
beş vakit kıyısında gezdiğim deniz
ateş nöbetlerine tutulduğum sevda
gelişini hasretle beklediğim nazlı yar!
boğazıma tıkalı düğümlerle anıyorum adını
ürperiyorum
sen herkese en uzak,
bir nefes kadar yakınsın bana
adını andıkça duyduğum bu ürperti hep
korku ve ümit arasında gidip gelmelerimden
Asr'ın gölgesine bıraktım sırtıma yüklediğim sabır yükünü
bir zamana erdim ki sorma
unuttum adımdan gayrı ne varsa
gel, dünya bir uzun yol
bir garip durak
dünya çetrefilli bir hikaye
dünya dert, dünya keder, dünya gurbet
ahh çatlayacak birazdan
bozkırda dört nala sürdüğüm atlar
seni bunca çağırdığım boşuna değil, yoruldum
ne olur gel
dünya bir uzun sefer
gel ey!
adını andıkça yüzümde beliren bu tebessüm
hep korku ve ümit arasında gidip gelmelerimden
...
/ve vakti geldiğinde
ve ferman verildiğinde
ve son göç başladığında
önü alınmaz bir gitmek kalır geriye.../
***
EFŞÂ
/geceye hüznü giydiren
gündüzü hüzne beleyen rabbe hamd/
biz karanlıktan korkanlar usul usul bakarız göğe Efşâ
yedi kapısından geçeriz yetmiş türlü korkunun
ellerimiz yerle gök arasında bir aydınlık arar önce
bildiğimizce yasemin kokulu duaları
dudaklarımızda kıpırdanır kâinat
değince alnı secdeden kalkan dervişin dili damağına;
anlarız, zamansız ve mekansız karanlığın kalbimizde olduğunu
çokça kalbimizden korktuğumuzu
biz karanlıktan korkarız Efşâ
biz en çok da
hüzünsüz ve ağlamaksız kalbin karanlığından korkarız
/yitirip yitirip kendini bulduran
gidilen bütün yolları kendine çıkaran Rabbe senâ/
biz ne çok insan olduk
acıyla yoğururken yüreklerimizi Efşâ
kanla sulanan coğrafyalara
bilek damarlarımızdan âb-ı hayat sunarken
sınır çizgilerini kaldırmışken takılıp düşmesin diye çocuklar
ve acıdan bitkin düşen ülkeleri sallarken ayaklarımızda
ahh ninnilerle şehâdete yolcularken niceleri
ne çok büyüdük Efşâ
emin olduk korktuğumuz ne varsa
çünkü bildik, mümince çekilen her acı
aydınlıktır miraca çıkılan yolda
/geceye hüznü giydiren
gündüzü hüzne beleyen
yitirip yitirip kendini bulduran
gidilen bütün yolları kendine çıkaran
daraltıp da kalbe inşirâh veren Rabbe hamd,senâ/
***
HAYAL İLE GERÇEK ARASINDA DÜŞÜLEN HABERİN KAYDI
Her sabah olduğu gibi bu sabah da çalar saate kızarak uyandı
uykusundan. Uykunun en derininde olduğu ânı bulmasa çalmak için, hatta unutsa
bir defa çalmayı, sanki kıyamet kopacaktı. Ona olan öfkesini sesine bir tokat
indirerek gidermeye çalıştı. Yarı uykulu yarı uyanık yerinden doğrularak sırtını
karyolanın paslı demirlerine dayadı. Bir müddet pencereden vuran aydınlığı
seyreden gözleri, yine saate takıldı. Zamanın alıp veremediği neyseydi sanki
onunla.
Yine de bir an önce saatin ihtarını dinleyip kalkmalıydı.
Biraz daha oyalanırsa işe geç kalacak, bir türlü barınmayı beceremediği iş
hayatından yine kovulacaktı. Kalktı, her zamanki kahvaltı faslını da aradan
çıkardıktan sonra kapıyı çekip çıktı küf kokulu evinden -yalnızlığı oldum olası
sevmez, küf kokusuna benzetirdi- merdivenleri hızla indi, ilk günaydını bir
türlü sevemediği asık suratlı üst kat komşusuna verdi. Apartman kapısından
çıkar çıkmaz odasında seyre daldığı gün ışığıyla göz göze geldi.
Gün zemheride hiç bu denli gülümsememiş, bu gülümseyiş hiç bu
denli soğuk, solgun ve sahte olmamıştı. Son yaprak da kış güneşinin gözlerinden
süzülüp düşmüştü ayaklarına. Böylelikle yaprak dökümü mevsimi 'sonbahar'
bitip gitmişti. Ömrüm, işte o da tıpkı bu yaprak gibi düşüyor hayat ağacından
diye geçirdi içinden. Bir parça hüzünlendirse de onu sonbaharın ayrılık
sahnesi, güneşle inatlaşan soğuğu bedeninde hissettikçe fikrine düşen hisli
içlenmeler yerini somurtkan bir hırçınlığa bıraktı. Sabahın bu erken vaktinde,
iliklerine işleyen soğukta sıcak yatağından çıkıp işe gitme fikri bile onu
çileden çıkarmaya yetiyorken, bu fikri fiile çevirmek büyük bir işkence, ağır
bir imtihandı onun için. Zaten ne diye çalışıyordu ki; ne bakmakla yükümlü
olduğu bir ailesi ne de uğruna çalışmasını gerektiren bir ideali vardı. Sadece
yaşamak için yaşadığını, amaçsız bir uğraşın içinde kaybolduğunu işlerine
gülümseyerek giden insanların yüzlerindeki memnuniyeti gördüğü an fark eder,
derin bir hüzne kapılırdı.
Eviyle işyeri arasındaki mesafenin kısa oluşu ve araç
kullanmasını gerektirmeyişi işine geliyordu. Yürümeyi seviyor, bu yürüyüşle hem
rutubetli yaşantısını havalandırıyor hem de bu kısa bir o kadar da uzun yürüyüş
geçmişiyle bugünü arasındaki pamuk ipliğini itina ile örmesine fırsat
veriyordu.
Sahi kimdi o, bu şehre nereden gelmişti, nasıl bulmuştu
kendini bu beton yığını kentin ortasında, hiç kimse yok muydu ona
bilmediklerini anlatacak, geçmişinden haber verecek?
Geçmişe dair hatırladıkları; koridorlarına kimsesizlik sinmiş
bir yetimhane, gecelerine öksüzlük ve yetimlik sinmiş bir çocukluktu. Bir de
Sâye…
Hayal edip avunacağı, düşündükçe sığınacağı güzel günleri hiç
olmamıştı. Acı bir yokluktu yıllardır peşinden sürüklenip gelen. Derin bir
kimsesizlik… Bir tek Sâye'yi düşününce tebessüm ediyor, onun dağ gibi gövdesine
sarılıp hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Sâye kimi zaman müşfik bir baba, kimi zaman
muzip bir arkadaş oluveriyordu ona. Ne zaman sıcak bir aileye özlem duysa
başını onun dizlerine koyup teselli buluyor, kalbini derin bir ferahlık kaplıyordu.
Sâye onda kalan tek masum ve güzel olandı. Onu da yetimhaneden
çıktığı gün kaybetmişti. Dünyanın olanca kirinin ellerine bulaştığı, kibirli
bir hırsla dünyayı kucakladığı gün… Sâye'yi yeniden bulmak… Tam da ''
acaba''sını söyleyecekken cümlenin, yanından geçen siyah, lüks bir arabanın
korna sesiyle irkildi. Daldığı hüzünlü hasretten çıkıp zamanın orta yerinde
kalakaldı.
Yolu yarılamış, eviyle işyerini eşit mesafeye bölen parka
gelmişti. Parkın kaldırıma demir bir sınır çizdiği yerde gördü çıplak
ayaklarını bankın avuçlarına salan adamı. Birkaç adım ötede duran kapıdan içeri
girdi.
Kim bilir bu halde kaç zemheriye kafa tutmuş, çıplak ayakları
kaç nehrin buzlarını eritmişti saçı ve sakalı kar kaplı adamın. Yorgunluğu
yüzündeki çizgilerden belliydi. ''yazık şu garibe!'' diye mırıldandı. Bu
mırıldanış büyük bir gürültü etkisi yaptı bankta yatan adamda. Gözlerini
hafifçe araladı. Yüzüne doluşturduğu acıma hislerine iğrenerek baktı karşısında
duran yabancının. Ve kalkıp oturdu. Tepesinde dikili bir taş gibi duran
yabancıya gür bir sesle ''otur!'' dedi. Adamın bu komutana hiçbir şaşırma emaresi
göstermeksizin itaat edip oturdu. O, adamın ne söyleyeceğini, ne anlatacağını
heyecanla beklerken, bank sakini gözlerini bir noktaya sabitleyerek başladı
konuşmaya:
''Ben'' dedi, çok uzak diyarlardan geldim. Adım yoktur benim,
haberci diye anılırım ülkemde. Ülkem size bir an kadar yakın, bin yıl kadar
uzak. Sizinle bizim dostluğumuz ezel kadar eski, el olmuşluğumuz şu yılgın çağ
kadar yeni.
…
Adamın konuşması bir deli saçması, bir sarhoş rüyasıydı belli
ki. Belli ki aklını yitirmiş, kimsesiz bir divaneydi. Yine de konuşmasının sonu
nereye varacak merak ediyor, anlattıklarını dinlemek istiyordu. Tuhaf bir
farklılık vardı bu adamda.
Adam, gözlerini sabitlediği noktadan kaldırarak bir müddet
uzaklara baktı. Sonra kirli ellerini bir yed-i Beyzâ edasıyla göğsüne götürdü.
''İşte'' dedi, görünmeyeni göğe kaldırarak elinde. İşte bu, size bir ihtar
mektubudur. Sizin çağa kurban oluşunuzu, gizil yaşlarla seyreden halkımın
feryadıdır. Bu beton yığını arasında, bu ruhsuz cesetlerin içinde
kalmışlığınızın ağıtıdır.
Yabancıyım, haberciyim, evet yorgunum. Bunca yolu
arşınlayışım, ayaklarıma kara suları salık verişim, bu mektubun elinize
ulaşması, davetin kulaklarınıza varması içindi.
Bağırdım, çağırdım. ''Gelin'' dedim insanlara; gelin, gidelim
ülkeme, hüzün ülkesine… Orada İbrahim sizsiniz, kurban maddeperest dünya… Gelin
ve kurban edin dünyalarınızı.
…
Adam konuşuyor, onun beyninde bir uğultudur çoğalıyordu. Yerle
gök arasında nerede duracağını kestiremedi. Bu adamın söyledikleri hem
gerçekti, hem düş. Adam hem vardı, hem de yok. Ruhunun, aklının sınırlarını
zorladığı bu demde Adam, kirli ellerini onun avuçlarında gezindirerek,
görünmeyen nameyi avuçlarına bırakarak oturduğu yerden kalktı, görevini yerine
getirmiş olmanın verdiği huzurla yürüyüp gitti, geride dudağının kıvrımından
dökülen ince bir tebessüm bırakarak.
***
SEYRİMİN SEFERİNDE SON DURAK:KUYU
billur bir sesin yankısı gelir kuyudan
bu ses bana biraz yakın biraz uzak bana
yabanlığı keskin öteli bir âşinalıkta
hür bir susku-nun yazgısında bu ses
biraz benim alnımda biraz dudaklarında kuyunun
ses Yusuf'un değil bildim
bildim Nakkaş'ın çağrısıdır bu, gel makamından
çağrıyı duyan ruh hadi der kalbe, gidelim
aldırmaksızın dünya denen kocamışın kal ihtarına
sürüklenir bedenim ruhumun ardı sıra
ayaklarımda pranga yok
ayaklarım yollara pranga
arşınlaya arşınlaya bir ömrü
seyrimin son seferi deyip
varırım kuyudan sızan ışığa
İçerde göz gözü görmez bir aydınlık
kuyunun dışı zindan karası
içerde gürül gürül akan bir hayat
dışarısı som sessizlik
ve gelir kurulur yükselen bütün sesler
sessizliğin gözbebeğine
sonra arşa değen bir el uzanır kuyudan
bir el ki; İbrahim'in düştüğü serinliğin habercisi
bir el ki; ılgıt ılgıt rahmetin esintisi
bu el ki bildim Nakkaş'ındır kabul makamından
istiğfar otağından
bu boyun büküş, bu teslimiyet Nakkaş'adır
bu varış
bu sessizlik
bu haykırış
bu varoluş ve kayboluş Nakkaş'a
Nakkaş!
var et beni aşkta
aşk et beni sende
nakş et gizil bir bend ile
***
DÜŞ ÜLKESİNİN MELİKESİ
Ey zamanın düş yorgunu
yürekleri! Durun ve dinleyin beni. Ben; düş ülkesinin melikesi. Adını hiçbir
lügatin yazmadığı diyarlardan geldim. Benim hikâyem zamanın en kadim
hikâyesidir. Hiçbirinizin bilme- diği, bilemeyeceği tarih düşün söylediklerime!
Asırlar önce- sinden sesleniyorum. Asırlar ötesinin siz düş (kün) lerine. Ben;
düş ülkesinin melikesi, iyi tanıyın beni. Parmak uçlarım var benim her dokunuşunda
bir coğrafya var eden gökyüzümde. Her birinizin düşlerine düşen sayısız güneş
ışıldar, avuçlarımın zirvesinden süzülür Anka.
Kaf dağının eteğine Simurg'u yakan benim bakışımdır. İyi
bilin, ellerimdir her birinizin düşlerinde gezinen. Sesimin ve sözümün
yankısıdır içinizde devinip duran rüzgâr. Ben; düş ülkesinin melikesi ve siz;
düş yorgunu gözlerini ülkeme dikenler! Halkımı çağlar ötesinin silahlarıyla
katledenler! Haberler saldım gelişinizi engellemek için dört bir yana.
Haberciler ulaşamadan daha menziline yorgun düştü dörtnala koşturdukları atlar.
Lanetlendi şehirleri ülkemin bilirim; lanetlenmiş şehirlerin
kapısını açamaz hiçbir eğreti tebessüm. Ve siz! Eğreti tebessümlerle zamana
caka satanlar! Tebessümünüzü damgalayıp lanetliyorum her birinizin düşlerini.
Ben; düş ülkesinin melikesi…
***
HÜKÜM GİTMEYE İSE KALANIN PAYI SUSMAKTIR
Yazgısına gitmek düşene;
Beni babana verdiklerinde on beşime yeni girmiştim. Örgülerim
yeni uzamıştı al yazmamın altından. Yanaklarım narçiçeğinin rengiyle yarışa
yeni girmişti. Bizim zamanların âdeti böyleydi işte. Kız kısmı baba
ocağını erken terk eder, kafesinin yeri erken değişirdi. Haklılardı elbet böyle
düşünmekle. Kolay mıydı öyle bir yüreğe sevda, bir yuvaya kadın, bir evlâda
anne olmak; emek isterdi, yürek isterdi.
Babam;
elleri nasırlı, yüreği yaralı, gözleri sevdalı atam yaralı bir ceylana bakar
gibi baktı bana. İncitmeden, ürkütmeden, merhametle… Elini öpüp kapıdan
çıkacağım vakit yere düşen bakışlarımı gözlerine değdirerek:
—Artık bu kapıdan çıkma, yuvadan uçma vaktin geldi kızım.
Gittiğin yer hicret ettiğin yer olacak unutma. Senin hicretin kocanın evinedir,
sana düşen orayı Allah'ın razı olduğu bir yuva yapman, annenin seni
yetiştirdiği gibi senin de evlâtlarını yetiştirmendir. Seni Rabbimden aldığım
bir emanet olarak ben de kocana emanet ediyorum. Allah iki cihanda da saadet
versin yavrum.' demişti. Babamın alnıma değen dudakları gözyaşıyla ıslanınca
gördüm evlat sevgisini.
Beni babana verdiklerinde on beşime yeni girmiştim. Gözü
kapalı bir kuşken atamın evinden uçup babanın evine kondum. Gözümü babanla
açtım. Sevdayı, anam kadının erine baktığı saf, temiz, edep dolu bir çift
bakışta görürdüm. Görürdüm de bilmezdim nedir, nasıldır. Babanın bakışlarına
yakalandığımda tanıdım onu. Bildim. Öğrendim. Anladım ki insan yazgısına
sevdalanırmış bir tek ve sevda bir tek yazgıda rızasını taşırmış Rahman’ın.
Baban beni bir gelincik çiçeğini sever gibi sevdi. İncitmeden,
ürkütmeden, aşkla… Ayağıma değen taştan, canımı acıtacak kederden, saçıma değen
rüzgârdan bile sakındı sakladı beni. Emanete gözü gibi baktı. Allah ondan razı
olsun.
Beni babana verdiklerinin üzerinden birkaç zaman geçmişti ki o
güzel haberi verdim babana: Artık evimizin yuva olma, bereketlenme vakti
gelmişti. Sen müjdelemiştin gelişini yüreğimi saran heyecanlarla, gözlerimi
dolduran, bitmez sandığım deli bir hasretle. Seni, canımdan can, kanımdan kan katıp
dokuz ay bekledim. Bayram geceleri bir türlü sabahı edemeyen çocuklar gibi,
asker yolu gözleyen sevdalılar gibi bekledim. Evlat sevgisi, varlığını ilk
hissettiğim an doldurmuştu tepeden tırnağa her zerremi. Sen büyüdükçe o sevgi
de büyüdü içimde. Onca sancılı bekleyişin ardından geldin, öyle güzellikler
getirdin ki cennet kokuları sardı her yanımızı, evimiz yuva oldu, bereketlendi,
şenlendi. Dedene hürmeten adını onun adıyla çağırdı baban.
Seni seyrederek saydım zamanları. Ellerin havada bir takım işaretler
yaparken meleklerle oynayıp onlara tebessüm ettiğini gördüm. Minicik
ayaklarınla adım atışlarını hayal ettim günlerce. Sonra yürüdün. O pamuk
ellerinle elimi tutup cennete yürür gibi yürüdün.
Anneydi ilk kelimen. Başka hiçbir kelimeyi öğrenmene lüzum
yoktu bana göre, anne demiştin ya bütün kelimeler hükmünü yitirmişti artık.
Anne demiştin ya başka kelimelere sağır kalmaya razıydı kulaklarım. Anne;
kadının ayaklarının altına cenneti seren kelime... Sen benim ayaklarımın altına
cennetleri seren vesileydin oğul. Nasıl şükreder kadın bu nimete bilen var mı
acep? Ben nasıl şükrederim anne oluşuma, evlât verişine rabbimin.
Zaman geçti ve eskidi zaman. Babanla benim saçlarımızdaki
aklar arttıkça büyüdün sen de. Delikanlı çağına erdiğinde dağları bile kıskandıran
heybetini yine adımlarında gördüm. Yürüyüşünden bildim sevdalı halini; başın
önde, mağrur ve mahzun yürüyüşünden.
Büyüdün oğul… Büyüdün. Yine de küçücüktün benim nazarımda. İlk
adımlarını attığın, ilk anne dediğin günkü kadar küçük… Bir evlat anne babasını
nasıl sever, nasıl sayarsa öyle sevip saydın bizi bu zamana kadar. İncitmeden,
hürmetle ve edeple... Nice zamanları doldurduk iki göz odamıza, nice bayramları
geçirdim ellerim kınalı, dudağının izlerinden. Bayram namazını kılar kılmaz
koşar gelirdin, öperdin ellerimden her zamanki hürmetinle. ''evlât kokusu,
cennet kokusudur'' diyen güzeller güzelinin sözünü sende seyrederdim.
Ayaklarımın altında hissederdim her gelişinle cenneti. Ne sen büyüdüm derdin ne
de ben büyüdüğünü bilirdim. Ben körpe kuzum diye okşadıkça başını sen daha sıkı
sarılırdın boynuma.
Vakitlerden bir bayram vaktidir şimdi oğul. Gün ağardı, bayram
sabahına uyandı herkes. Ben namaz bitişini yine sabırsızlıkla bekledim koşa
koşa ellerimi öpmeye gelirsin diye. Baban bu bayram yalnız geldi camiden,
gözlerime bile bakmadan usulca bayramlaşıp geçti köşesine. Sakın babalar ağlar
mı diye bir tereddüde düşme oğul. Ben babanın bir çocuk gibi hıçkıra hıçkıra
ağladığını o gün o köşede gördüm. Gelemeyişine yaktığı, onca zaman içinde
biriktirdiği ağıtları o gün duydum. Gittiğin gün bile tevekkülle başını öne
eğip ''veren de O, alanda…'' diye sabrı kucaklayan adam, o gün boşaltmıştı
bütün hasretini. Sensiz sabahına uyandığımız o ilk bayram günü… Bil oğul, hep
babaları giden çocuklar yetim kalmaz, çocukları giden babalar da yetim kalır,
kolu kanadı kırılır. Hep babaları giden çocuklara ağlanmaz, çocukları giden
babaların ağrılarına da ağlanır. Onların sancısı daha derin, yürekleri daha
yaralıdır. Şimdi Baban kolsuz kanatsız, ağrılı, ağlamaklı yine de her daim hamd
makamında.
Ah oğul… Can oğul… Sen bohçanı hazırlayıp gideceğin vakit:
''soluğu sağken, nefes alıyorken son kez gösterin evladımı bana'' dedim,
dinlemediler. Dayanamazsın, bırakamazsın dediler. Gitmeli dediler. Çağrısı
ötelerden dediler. Sustum. Gözümden akan nehre emanet ettim feryadımı. Sustum
oğul… O yiğit başın koynuma düşerken sustum. Can evim cayır cayır yanarken,
Cehennem yüreğimin orta yerine kurulmuşken, Sabrın selametine sığınıp sustum
ben. Hüküm verilmişti bir kere. Hüküm O'ndandı. Seni bana veren O'yken benden
alışına isyan etmek haddime miydi?
Seni yolculamak ötelere, ardından
Yâsin'lerle, Fâtihâ'larla el sallamak bana düştü, ölüme düğün gibi gitmek sana…
Al yazması başında gelin gideceği günü beklemek sevdalına düştü, ölümün duvağını
açmak sana… Alnın diye şu soğuk taşı öpmek bana düştü, kara örtüye bürünmek
sana… Oğul… Ay oğul… Ey oğul... Üşüme oğul.
***
'S/ÂB/IR'LA BEKLENİR ÖZLENEN/ÖZLEYEN
'Özledim' dediğinden beri
muştulanan bir vuslatın sevincindeyiz Yâr
içimizde güze kıyam duran bir bahar
vuslata boyun eğen bir hasret var
bildim, öğrendim ve inandım
meğer ne kutlu harflerden kurulu bir kelimeymiş özlem
ne serin bir cümleymiş 'özledim' ki
İnşirah esintisi salar yangın yerine dönen kalplerimize
âh ruha şifâ diye sürülen Yâr
özlem dudaklarında can buldu ya
yitirmiştir anlamını bütün kelimeler
yitirilmiştir kalbi dâr'a düşüren eğreti kederler
'özledim' dediysen sen
umut tohumlarını ekmişsindir yüreklerimize
geleceğinin muştusu verilmiştir bir kere
bize düşen sancılı bir bekleyiştir gelişini
tohumun toprağı yardığı âna dek
öyle bir bekleyiş ki bu
Tabduk'un dergâhından bizim diye giren bile
düşmeli utancı çok bir hayrete
öyle bir bekleyişle beklemeliyiz seni Yâr ki
Şems'in kıvılcımından tutuşan Aşk Pîri
demeli, görmemiştir cihan böyle bir ateşi
Bekliyoruz Yâr
orucunu açmak için
rahme üflenen ruhu bekleyen Meryem gibi
bekliyoruz
kalbimiz cennetle cehennem arası bir yerde
adına Âraf dedikleri
gözlerimizde sabrı telkin eden bir âyetin tefsiri dururken
sırrı gözyaşıyla yıkayıp adına s/âb/ır diyoruz
ve b/ekliyoruz
tohum toprağı yardı artık
geleceksin biliyoruz
***
YEDİ ADAMA GÜZELLEME
Şiir kokulu, türkü dokulu adamlar
dağların sessizliği ayak uçlarında
kehribar renkli yollardan geçerek
gelip durdular kentin kapısında
-kent ki çınar yaprağının damarlarına kazınmış iz
kent ki buğulu camların ardında kalan giz
yitirilmiş coğrafyaların kadim tanığı
saklı kalan isyanların son sığınağıdır-
yürüyüşlerinden tanıdı yeryüzü onları
toprağın gergefine işledikleri adımlarından
''yürürüm
Irmaklar yürür ardım sıra'' deyişlerinden
önce ırmağı ardından yürüten yürüdü
ve yürüdü ardından ırmak ırmak
altı ağrılı yaşamak
Şiir kokulu, hüzün dokulu adamlar
zamana devşirilmiş içlenmeler ellerinde
zifiri bir sessizlikle haykırarak
varıp durdular kentin orta yerinde
durup sustular
susup tebessüm ettiler
omuz başlarında asılı duran yaralı kırlangıç sürüsüne
gülüşlerinden tanıdı kuşlar onları
acısı derinde gizli sancılı gülüşlerinden
sonra yüreklerinden akan
ve göğün gözlerine ağan yakarışlarından
''Rabbim ne çok acı var'' deyip
kederlerini ve hüzünlerini
yalnız Rablerine arz edişlerinden
Şiir kokulu,isyan dokulu adamlar
''Kayaları kelimeler olan
gamdan kurulu dağların'' yüreğinden
öfke dolu naralar attılar
kuşandılar bütün mısraları
söylenecek ne varsa söylediler zamana
gidişlerinden tanıdı gökyüzü onları
kanatlanırcasına yepyeni diyarlara
akarcasına delisi derin yatağına
yeryüzünü yırta yırta gidişlerinden
Şimdi,tanıyın sizde onları ey insanlar!
çehrelerine kümelenmiş hüzün bulutlarından
teslimiyetin acziyle bükülen boyunlarından
ve secde duvağıyla Rahman'a süsledikleri alınlarından
onlar,
hamuru türküden,hüzünden ve isyandan yoğurulu adamlar
çağa meydan okuyan yedi adamdılar
öfkesi de sevdası da şiirden olan
Yedi Güzel Adam'dılar
***
(...)
Ne ayrılıklar
Ne hüzünler
Ne hüzzam sevdalar biriktirdik
Zamana dair.
Kimimiz emaneti emanet ettik bir başkasına
Kimimiz gayrının avuçlarına bıraktık
Gözyaşlarıyla ıslanan çehrelerimizi
Söz anlatamadık
Lisanı farklıdır deyip gönüllerimize.
Hiç birimiz dinletemedi akıl denen komutanın emirlerini
Yürek denen toy savaşçıya
Ve hiçbir yürek anlayamadı
Verilen kararların doğruluğunu
Kanayana kadar
***
ZELİHA MASALI
''Ben ateşler içinde İbrahim değilim
Ama
İbrahimî bir ateş var içimde
Her yanım yangın yeri
Her yerim bir yangından arta kalan matem sessizliği
Nice nemrut fermanıdır
Yaktıran ateşimi
Yandıran beni''
...
Günlerdir
zihnime üşüşen, yürüdüğüm yollara, baktığım yerlere kazınan, vücudumun her
zerresine hükmeden kelimeler nihayet cümle halini almış, bir seher vaktinde
niyaz olunmuştu İbrahim'e… madem cümle bir niyaz makamına ermişti yarım
kalmamalı, bir seher vaktinde başlayan niyaz varmalıydı makamına vakitlerin en
güzelinde. İbrahim'li yakarışlardan İbrahim'ce haykırışlara sıralanmalıydı
cümleler. Oysa benim lügatim eksik,kelimelerim yorgundu ''düşüncelerimin
ufuklar ötesi eli uzanıp dokunduğundan beri belleğime.''
İbrahim'e
dair biriktirdiklerimin hepsi uzun kış gecelerinde yüzüne güller düşürülmüş,
tatlı tebessümlerle, sımsıcak bir sesle peygamber kıssaları anlatan,
gözyaşlarıyla anlattığı kıssaları süsleyen bir annenin söylediklerinden
ibaretti. O gecelerden birinde sıra dost peygambere geldiğinde, beş kelimeden
oluşan bir kıssa dinledim annemin dilinden. İman, teslimiyet, ateş, aşk ve
sadakat… ilk kez duyduğum bu kelimeleri anlamak için bir hayli yol kat etmem
gerektiğini anladım zamanın bağrına doğru. Ve yolculuğum ilk dönemeçten
sonuncusuna kadar bu kelimeleri devşirip, anlamlandırmakla geçti. Bir çoğuna
vakıf olduğum kelimeler sıra aşka ve ateşe gelince kuytusuna çekildi birer
birer. O vakit anladım aşkın ve ateşin;imanı,teslimiyeti ve sadakati
anlamlandıracağını . Ve geriye bu iki kelimeden ibaret bir masal yazmak kaldığını.
Ateşi bulmak kolaydı dinlediğim kıssalardan, okuduğum kitaplardan elbet ama ya
ateşi yakacak aşk? O İbrahim'in kıssasının neresindeydi?
Elimde
kalanları heybeme doldurup, yolu peygamber şehrine niyetleyip çıktım kapıdan.
''şehirlerin de bir kalbi''olduğuna göre cevap peygamber şehrinin kalbinde
gizliydi. Biliyorum gülümseyerek karşılayacak,''hoş geldin'' diyecekti bana
Şehr-i İbrahim. Ve an geldi,yolculuk bitti,menzil göründü…
Buraya
kadar nasıl geldim,arabayı nasıl kullandım,yolda nelere rastladım hiçbiri
hakkında tek bir fikir bile yürütemiyordum. Bir an gözüme ''ayn-ı zeliha çay
bahçesi'' yazılı tabela ilişti. Ayn-ı zeliha gölünün çevrelediği bu şirin çay
bahçesinde soluklanmak için köşede sakin bir masaya oturdum ve etrafımı çevreleyen
olaylar halkasını izlemeye koyuldum. Ne konuştuklarını anlamadığım insanların
tuhaf karşıladığım konuşmalarına dalmışken,az ötemde balıkları izleyen kız
çocuğunun ağlayan sesiyle,dikkatim yanı başımdaki masada oturan çifte
yöneldi.Buraya ilk kez geldiklerini anladığım çift,Urfalı bir çocuğun dilinden
şehrin bahtına yazılanı dinliyordu.
Sol yanımdaki tepede Hazreti İbrahim'in ateşe atılması
için yapılan iki sütun… Tepenin hemen aşağısında '' ey ateş,İbrahim'e karşı
serin ve selametli ol'' emri neticesinde ateşi suya, odunları balığa dönüşen
göl ve asırların izlerini taşıyan balıklar… bu balıkları büyük bir ilgi ve
hayranlıkla izleyen insan grupları…sağımda ise azametli duruşuyla ve göklere
yükselen minareleriyle Halilür'rahman camii duruyordu. İnsan, Allah'ın evini
gördüğü zaman bu azamete merhametle sığınmak istiyor. Bir an önce caminin
içerisine girip alnımı secdeye vurup hıçkıra hıçkıra ağlamalı diyorum, geçmiş
günlerden kalma pişmanlıklarla.Ağlamalı ve durmalı tövbeye ''Ya Rabbi ben
pişmanım'' diyerek...
Rahman ve Rahim olanın adıyla masadan kalkacakken omzuma
dokunan bir el beni geri çevirdi. Gözleri asırlar öncesinden yola çıkmış bir
haberci kadar yorgun,bir o kadar anlamlı ve ateşîn,örtüsünün altından görünen
dalgalı,siyah saçları ve bakanı kendine hayran bırakan endamıyla etrafımda
gördüğüm insanlardan oldukça farklıydı. Başını öne eğip hafifçe gülümsedi ve:
-sen,dedi. Sen ayn-ı Zeliha'yı bilir misin?
Onun
bu sorusu biraz önce gördüğüm ama üstünde fazla durmadığım tabelayı hatırlattı.
''ayn-ı Zeliha''… dört yıllık edebiyat tahsilim gereği tamlamayı çözmek pek zor
görünmüyordu. Ayn: göz, gözyaşı. Tamlama ''Zeliha'nın gözleri ya da
gözyaşları'' manasına geliyor.
Peki
Zeliha kim,ne işi var İbrahim'in hikayesinde. Teorik edebiyat bilgilerim
tamlamayı çözmeye yetmişti ama Zeliha'ya dair bir fikir verememişti bana.
Karşımda duranın cevap beklediğini hatırlayarak:
- ben
Zeliha'yı sadece Yusuf'un masalından bilirim,dedim. Okuduğum
kitaplar,dinlediğim kıssalar hep Yusuf'un adıyla yazmıştı adını..
Yüzündeki tebessümü biraz daha
belirginleştirerek:
'' dinle o vakit bu hikayeyi. Ve yaşa. Kendi hikayeni yaşar
gibi.''
…
-
İbrahim'in hikayesine düşen Zeliha asırları aşkına ağlatan,aşkına asırlar boyu
ağlayan kadın…Zeliha, Nemrud'un uğruna canlar feda edilen,yürekler dağlanan
kızının adı. Kralların,şehzadelerin,halkın aşkıyla yandığı Zeliha, sarayın
putlarını yapan Azer'in,imanı ve sadakati temsil eden oğluna gönül vermişti
ateşin de adıyla anılacağını bilmeden…iman ve aşk ateşi İbrahim'le düşmüştü
Zeliha'nın gönlüne,Zeliha gönlünü İbrahim'in ateşine atmıştı ya,çok geçmeden
İbrahim'in atılacağı ateş fermanı da verilmişti Nemrut dilinden.Putlara tapmayı
reddeden İbrahim bir de saraydaki tüm putları kırmış ve onları kendine Rab
edinenlerle alay etmişti. Nemrut'un en sevdiği adamının oğlu olsa da onun
cezalandırılması,büyük bir mancınıktan ateş dolu bir çukura atılması kararlaştırılmıştı…
Halkın arasında,sarayın koridorlarında yankılanan haber,en çok da Zeliha'nın
odasındayken hissetmişti karalığını. Çıktığı dudaktan,yayıldığı yürekten hiç
böylesine utanmamıştı. Bir haber ancak bu kadar acıtırdı bir yüreği. Zeliha
acıyla kararan bir gecenin ardından yorgun gözleriyle baktı yapılan
hazırlıklara. Birazdan ateş yanacak ve İbrahim herkesin gözü önünde atılacaktı
ateşe. Daha fazla dayanamayıp koştu babasının yanına. Hıçkırıklarına karışan
sesinin tınısı sineleri yakıp geçen bir melodi gibi acı ve hüzünle
dolu varıyordu babasının kulaklarına:
- ''Baba,diyordu Zeliha. Ey baba! Ey halkını
zulmün ateşinde yakan Nemrut… ya bırak İbrahim'i,kaldır fermanını ya da beni
onunla birlikte at ateşe,kül olsun her zerrem.''
Zeliha başını ortaya koyup haykırdı haykırmasına ama Nemrut'un
sinesindeki kalp görmez/duymaz olmuştu bir kere. Ve Zeliha….
Bedenim dinlediğim hikayenin
ağırlığını daha fazla taşıyamamış, dizlerimin üstüne çöküp hıçkıra hıçkıra
ağlamaya başlamıştım.Mecalim yoktu daha fazlasını dinlemeye.Başımı
kaldırdığımda etrafımda toplanan kalabalıktan başka kimse yoktu,kalabalığı
yarıp onu aramamın da hiçbir faydası olmamıştı. O an anladım, peygamber
şehrinde peygamber sevdalısı Zeliha'nın heybeme aşkın ve ateşin anlamlarını
bıraktığını…
Kendime geldiğimde vakit bir hayli
geçmiş,yanımda getirdiğim iki kelimeye ek gözyaşını da heybeme bıraktıktan
sonra kendimi camiinin avlusuna atmıştım.
İbrahim'den miras yangınlarla,Zeliha'dan
miras gözyaşlarıyla saat fecri vururken artık tamamlanmıştı niyaz,asırları
aşıp ulaşmıştı İbrahim'in yüreğine. İbrahimliklerin yüreğine…
'' Ahh İbrahim!
Benim Zeliha'm yok
Yangınlarına gözyaşı dökecek
Aynı ateşte kül olmayı göze alacak
Bir duam yok İbrahim
Serinliğe ve selamete ulaştıracak
Ey İbrahim!
Ey Ah'a dost,ateşe dost olan
Benim ahım ancak dudaklarında can bulur
Bir tek senin avuçlarından duyulur yakarışım
Haydi aç avuçlarını İbrahim
Dua dua döktüğün gözyaşlarıyla
Haydi aminle yanmışlığımı
Aminle Hakka adanmışlığımı
Aşk-ı Zeliha hürmetine ''
***
UNUTTUKLARIMIZ
İnsan; özünde ilahi nuru taşıyan, ünsiyet ve n/isyanı fıtratında barındıran
hilkat harikası… İnsan, Yaradan'ın yeryüzündeki en büyük imzası,
yaratılmışların en şereflisi… Göğsünde asılı duran yürek sayesinde şerefli
kılınan varlık… Yüce Yaratıcı'nın ruhundan ruh üflediği, meleklerine secde emri
verdiği, âlem içinde âlemleri kendinde barındıran… Düşünen ve hisseden, aklı ve
kalbi olan varlık…
Geçmişten günümüze insanlık tarihine bakacak olursak, her
devirde ve her asırda yürek ve akıl terazisini eşitleyebilmiş, aklının
süzgecinden geçirdiklerini yüreğinde damıtabilmiş, aklı yüreğe, yüreği akla
kurban etmeden kendi çağına hükmedebilmiş insanı görürüz. Ta ki günümüze kadar…
Yirmi birinci yüzyılın rasyonalist ve modern insanı, aklının
sınırlarını zorlayarak bir teknoloji ve bilgi çağı meydana getirmiş, bu çağa
kalbini, ruhunu ve mutluluklarını kurban etmiştir. Bizim terazimizin akıl
kefesi ağır bastığından beri unuttuk bir kalbimizin olduğunu… Kalpsizliğimiz
bizi, kurduğumuz o mükemmel çağa esir etti… İlkin kalbin en büyük sermayesi
olan sevgiyi unuttuk. Sevdik; sevdik çünkü… Sevdik belki… Sevme eylemimizin
sonundaki noktalar sonsuza giden sayılarca arttı. Sevemedik sonuna nokta
koymadan ve koyamadık beklentilerin sonuna bir nokta zamana aldırmadan…
Sevmeyi unutunca hissetmeyi de
unuttuk. Yüreksizdik yaşarken, hissiz, aldırmaz… Sonbahar yağmurunun hüzünlü
melodisi hoş bir tını bırakmadı örneğin kulağımızda; göremedik eylül vakti
düşen yaprağın ayrılık sahnesini. Rahmet rahmet yağan yağmura inat, yapay
çiçeklerle süslenmiş bahar dallı şemsiyelerimizin altına sığındık. Cilası
bozulmasın diye markalı ayakkabılarımızın, yürümeye bile korktuk rahmetin
serildiği caddelerde. Biz modern dünyanın sağır yürekleri duymadık. Duyamadık
sokak başlarını tutmuş çocuk çığlıklarını. Işıl ışıl gözleriyle etrafına
tebessümler dağıtan çocuk yüzler hep ıskaladı kalbimizi.
Anadolu'nun çorak topraklarına has yüreklerimizde sevda
tohumları filizlenmedi bizim. Bir türküye öykü olamadık sevmelerimizle, bir
şiire mısra olamadık. Asırlara kazınan aşklara yazılmadı adımız. Sahi bizim
cümlelerimiz var mıydı zamana şerh düşülen, yoksa başkalarının fiyakalı
sözleriyle mi avuttuk kendimizi?
Biz… Zamanın düş yorgunu yürekleri! Unuttuklarımızı
hatırlayabilseydik, ceplerimizde biriktirdiğimiz hüzünlerle ve yanağımıza
dokuduğumuz tebessümlerle zamana başkaldırırdık. Oysa biz unuttuğumuzu bile
unuttuk insanlığımızın verdiği sorumlulukla…
***
YARALI KUŞUN BÜYÜYOR ANNE
Büyümek böyle mi olurmuş anne
Böyle sancılı
Böyle yaralı
Kör kuyularda kaldığımdan beridir
Korkmuyorum karanlıktan
Şimşekler beynimde yankılandığından beri
Bölünmüyor uykularım
Yüreğim kanadıkça
Duymuyorum acısını dizlerimin
Anne
Yaralı kuşun büyüyor
Artık kırmızı pabuçlarımla dolaşmıyorum ortalıkta
Allı pullu elbiselerle şirinlik yapmıyorum sana
Oyuncak bebekler sallamıyorum ayaklarımda
Düşünce ağlamıyorum
Ağlamak güzeldi oysa
Ne zaman düşsem ve ağlasam
''hadi öpeyim de geçsin yaralı kuşum'' derdin
Öpsen geçer mi acısı kalbimin anne
Avutur mu sözlerin beni
Silinir mi sahte gülüşlerin açtığı izler
Eğilsem toplar mıyım masumiyetimi
Ellerimin temizlenir mi kirleri
Yaralı kuşun büyüyor anne
Anne
Tebessümü bir sokak çocuğunun
Kirli yüzüne bırakmış
Özgürlünü müebbete mahkûm bir ölünün gözlerine
Ve sesini son çığlığına martıların
Büyüyor yaralı kuşun
Demek büyümek böyle olurmuş anne
Böyle sancılı
Böyle yaralı
Böyle yalanlı…
***
BEN BİR YARALI KUŞUM ANNE
Anne
Benim hayallerim niye soğuk
Niye ısıtmıyor güneş ülkemi
Bahar cemreleri niye düşmüyor toprağıma
Yemiş vermiyor ağaçlarım
Nehirlerim kurumuş
Niye anne
Niye ölüyor gökyüzümde kanat vuran kuşlar
Oysa ben baharlara yazgılıydım
İlk yaz sevinçleriyle uyanırdım her sabah
Papatyalar toplardım minicik ellerimle
Uçurtmamı takardım kanatlarına güvercinlerin
Rengârenk gülüşler bırakırdım avuçlarına
Yanağımdaki çukuru kim kapattı anne?
Adımı kara kışa kim yazdı?
Kim saldı karanlıklarını şehrin üzerime?
Ben karanlıktan korkarım bilirsin anne
Gök gürültüsü böler uykularımı
Bir çığlık fırlatır yatağımdan
Yoksa duymuyor musun hıçkırıklarımı
Korkuyorum anne
Korkuyorum artık yaksınlar ışıklarını dünyanın
Çocuklar korkunca
En çok annelerini özler
Bir de sabahları
Anne benim gecelerim niye varmıyor sabaha
Avuçlarımda buz tutmuş dualarım
''Âmin''leyemiyorum anne
Sesim yankısını yitirmiş derinlerde
Haykıramıyorum
Dilim dönmüyor, dudaklarım yorgun
Yorgun bedenim
Yılgınım
Çaresizim anne
Tutsana ellerimden
Kanayan dizlerime merhem sürsene
Öpsene gözlerinden yaralı kuşunun
Bak örgüleri bozuldu saçlarımın
Yalan değil
Okşa diye söylemiyorum saçlarımı
Anne
Bir dokunsan yaralarıma iyileşeceğim
Bir gülsen ısınacağım
Bir baksan
Bütün yıldızların toplaştığı gözlerinle
Avunacağım
Bırakma beni dünyanın kucağında anne
Senin kollarında ölmek istiyorum
Ölüm sıcacık dururken kollarında
Anne
Ölmek istiyorum
***
GİDİYORUM
Artık gitme vakti
Bütün yaşanmışlıklarla doldurup
Boş bir sayfayı
Hüzne ve sevince
İsyana ve sükûta
Ve dahi bir ömre ait ne varsa
Ne varsa sana dair
Bir bir sıralayıp veda cümlelerini
Gitme vakti bu şehirden.
Biliyorum
Geceden başlamalı bu yolculuk
Biliyorum henüz aydınlanmamalı şehir
Duymamalıyım
Çocukluk günlerinden kalma
Sevinç çığlıklarımı
''kal'' dememeli fotoğraflar.
Sanki hiç yaşamamış gibi
Hiç seyretmemiş gibi akşamın hüzünlü rengini
Adımlarım hiç dolaşmamış gibi sokaklarında
Sol yanım yaralı ve yenik
Başım inadına dik
Biliyorum
Ne varsa yaşadığım,
Zamana şerh düşüp
Gitmeliyim bu şehirden.
Umutlarım,
Sokak lambalarının titrek ışığına emanet
Gülüşlerim,
Kahkahası bol caddelere terk
Eylül yorgunu gözlerimde
İki damla yaş
Yüzümde,
Ömrümün son baharından kalma tebessüm
İçimde,
Zamana yenik düşmüş bir aşkın sızısıyla
Gidiyorum bu şehirden
Gidiyorum…
***
DÜŞ GÜZELİ
Bir düşe düşerim ansızın
Ellerim uzanır sonsuzluğun orta yerine
Ortasındadır yüzün sonsuzluğun
Her bir dokunuşumda
Bir başka güzellik akseder
Bin yıllık duanın serinliği vurmuş yüzünden
Avuçlarıma
Ötelerden bir nişan
Ötelerden bir yankı yüzün
Ve dua dua çıkılan miracıyla
Yüzün kıblesidir aşka düşmüşlerin
ben bu düşe düştüğümden beri
zamanı eskitir
zamansızlığın kıyısında gözlerin
asırlar önce yağan yağmurun
ıslaklığı durur
ayaklarıma dolaşan saçlarında
ve sesin…
çağlar ötesi bir haberi müjdeler gibi sesin
çağlar öncesi devirlerden
ben bu düşe düştüm düşeli
mürekkebine hüzün damıtılır kalemin
kağıdın şah damarına ismail'in bakışları saplanır
ortasından başlar gece
en münzevi
en zifiri
en hüzzam yerinden
sonra ben en sevdalı yanımla
ve en hoyrat sesiyle yüreğimin
adını fısıldarım hece hece
adını geceye
adını
ey düş güzeli!