Yusuf kuyudan bihaberdi
Firavun Yusuf 'tan
zaman öyle bir esti ki
rüzgârın bile
haberi olmadı
kimin nereye
savrulduğundan
Ne Züleyhalar
kondu göçtü de
gelmedi cihana bir daha
gömleği arkadan yırtılan
Kuru bühtan
kara zindan
ardından
tahtırevan
tam da böyle inanmıştı
gemiye binip
kurtulan...
***
SÖZ UÇTU YAZI KALDI
Altı üstü küçük mavi bir
sandıktı, çok gizemli gelirdi bize o zamanlar. Bazı günler babam o sandığı
açar, içinden bir kâğıt bir kalem çıkarır uzun uzun düşünüp bir şeyler yazar,
sonra itina ile sandığı kilitler, anahtarı köstekli saatinin zincirine
iliştirip ceketinin iç cebine yerleştirirdi. Sandığın her açılışında bir bahane
ile babamın yanına yanaşır onun uzaklara bakarak derin düşüncelere dalmasına
sebep olan o kâğıtta ne yazdığını görebilmek için şekilden şekile girer bir
türlü amacıma ulaşamazdım.
Küçük mavi sandık her daim
babamın yatağının başucunda durur, üzerinde de bir çalar saat bulunurdu. O saati
İstanbul’dan getirmişti. Ortasında mütemadiyen yem yiyen bir tavuk figürü vardı
ve sabah ezan vakti o saat uzun uzun çalar ev halkını -en büyüğünden kundaktaki
bebeğe kadar- herkesi uyandırır, bu önemli görevini ifa ettikten sonra sandık
bekçiliğine kaldığı yerden devam ederdi.
Babam yazıp çizmeyi pek severdi, not tutmayı, önemli günlerimizin tarihlerini
yazmayı hiç ihmal etmezdi. Her bayram özenle süslenir püslenir o zamanlar
kentin tek fotoğrafçısı olan foto Yaşar’da aile fotoğrafı çektirirdik ve o
fotoğraf her birimiz için tap ettirilir; evlendiğimiz zaman özel belge, karne,
diploma gibi şeyler ile birlikte teslim edilmek üzere mavi sandıkta yerini
alırdı. Bilumum evraklar; sağlık karnelerimiz, nüfus cüzdanlarımız da bu
sandıkta reşit olacağımız günü beklerdi. Günü geldiğinde yuvadan uçurduğu her
yavrusuna güzel nasihatler ve duygu dolu sözler eşliğinde o sandık açılacak ve
o belgeler sahibini bulacaktı.
Günler haftaları, haftalar
ayları, aylar yılları kovaladı. Babam sağlığını kaybetti, gözlerindeki ışığı
kaybetti; ama o mavi sandık gizeminden hiçbir şey kaybetmedi. O kâğıtta ne
yazıyordu? Neden ona bir şeyler yazarken babamın bal sarısı gözleri bulutlanıyordu?
Kâğıdı katlayıp tekrar yerine koyarken göz göze geldiğimizde neden ürperiyordum
bilmem. Sorsam söylerdi ama sormayarak belki boş yere ben gizemli kılıyordum o
sandığın içinde olanları. Hem ne diyecektim ki, "baba o kalem neden
mürekkebini ciğerinden alıyor?" mu diyecektim. Sormadım. Soramadım. Çocuklar
soru sormazdı. Bilhassa kız çocukları... Babam da gözlerimden anlamadı,
anlasaydı kesin söylerdi. Halbuki ben onun gözlerinden hayatı okumuştum;
bakışlarıyla eğitmişti hepimizi. Ağzından çıkan kelimelerden çok gözündeki
ışıktan görmüştük yolumuzu. Acıklı bir çocukluk yaşamış; daha doğmadan babasını
kaybetmiş olması ona babalığı öğretmiş, eksikliğini hissettiği her şeyi kendisi
tamam etmiş, olgunlaşmış hayata hazırlanmıştı. Ama ömür bu işte. Onun da bir
nihayeti vardı ve emaneti sahibine teslim etme vakti gelmişti. Babam
gözbebeklerindeki son tecrübeyi de tek tek gözlerimize bıraktıktan sonra bir
daha açmamacasına kapattı ışıklarını.
***
TALAN DÜNYA
Kusura bakma çocuk
Eskiden buralar gül bahçesiydi
O ayaklarına batan dikenler
Hep bizim yüzümüzden
Hepsi bizim suçumuz
Biz kopardık dalından
Goncaları
Bir hiç uğruna
Hepsi bir yana da
Talan ettik dünyayı
O gidiyor ağırıma
Belki de bülbül intizar etti
Ahını aldık belki bir karıncanın
Kim bilir kimin hakkı geçti
Günah defterimize
Yazıklar olsun
Beyhude geçen
Ömrümüze
Viran ettik gülistanı
Yağmaladık yakıp yıktık
Vah bize vahlar bize
Kusura bakma çocuk
Çok yazık ettik size...
***
CANAN ABLA
Ne güzeldi her şey
Biz ne güzeldik
Camdan cama
Can cana
Hiç gelmemiş olsak da
Yan yana
Keşke gideceğini
Fısıldasaydın
Kulağıma
Baktığın kahve falı
Tutmadı bu sefer
Hani müjde vardı
Üç vakte kadar
Bak kuruyup gitmiş
Bahçede fesleğenler
Bir de o huysuz kocan yok mu
Hani sırma saçlarına
Vurgundu
Bir zamanlar
Neredesin cam güzeli
Hep sen yoksun diye
Bütün bunlar
Sensiz bu sokağın tadı yok
Sensiz bu sessizliğin adı yok
Bilirim
Kestiğin topların
Haddi hesabı yok
Sen yeter ki hep camda ol
Bizde top çok...
***
ANILAR, ANILAR...
İnsan belli bir yaşın üstüne çıktığı zaman ya da çoluğu çocuğu yuvadan uçurup anılarıyla baş başa kaldığı zaman desem daha mı doğru olur, tavan adeta beyaz perdeye dönüşür ve çocukluk zamanındaki yaşadıkları filim şeridi gibi gözünün önünden geçer durur uyku tutmadığı gecelerde...
Kendi çocuklarımızı büyütürken zaman zaman
eski günlerimizden örnekler verdiğimiz olmuştur. Varlık-yokluk
kıyaslamaları bir yana oynadığımız oyunlar, bizden küçüklerimizle geçirdiğimiz
vakitler, sokakta akranlarımızla hayal gücünün sınırlarını
zorladığımız anlar... Kendi oyuncağımızı kendimiz yapardık, her evde
bulunan çok basit şeyler, atık malzemeler, oyuncağı bozduğumuz zaman
tekrardan kullanabileceğimiz ufak tefek ev eşyaları, günümüzdeki zeka
geliştirici vb. adı altında çok pahalı olan oyuncaklardan daha ziyade mutlu
ederdi, aile bütçesine dokunmadan hem kendimizi hem bizden küçük kardeşlerimizi
eğlendirirdik.
Geçtiğimiz günlerde bir hafta sonu
torunumla kitap fuarına gittik. Girişte gördüğüm antika eşyalar,
büyüklerimizin kullandığı zamanları hayal meyal hatırladığım araç gereçler beni
adeta zaman yolculuğuna çıkardı. Şundan ninemin vardı bunu dedem çok kullanırdı
diyerek bir sürü anı ile birlikte tekrar döndüğümde bir şey dikkatimi çekti. Bu
bir tahta arabaydı. İki çocuk birer arabaya binmiş yüzlerinde o eskiden
hatırladığım mutluluk ifadesi bir oraya bir buraya koşuşturup etrafa neşe
saçıyorlardı. Oysa ben uzun zamandır o mutlu ifadeye çocukların yüzlerinde
neredeyse hiç şahit olmamıştım.
Dünya kadar para verip çocuğumuza aldığımız her akşamı yerinde gerçeğini
aratmayacak teçhizata sahip akülü araba bile bu denli sevindirmemişti...
Herkesin elinde birer tablet, telefon kendinden geçmiş bir şekilde, etrafından
bihaber başka âlemlere dalmış, adını çağırdığında duymayacak kadar kendini
kaptırmış çocuklar görmekten muzdarip biri olarak o iki çocuğun tahta araba
üzerindeki mutluluklarını izlemeye koyuldum ve erkek kardeşlerimin kendilerinin
yaptığı tahta arabalarla yokuş aşağı uçarcasına heyecandan attığı
çığlıklar çınladı kulağımda.
Mahalle aralarında oynanan misketler… Beş
on çocuğun hararetli tatlı sert sürtüşmeleri… Sen uttun ben uttum tartışmaları…
Ancak akşam saatinde babanın eve doğru geldiğini görmeleriyle son bulur, yoksa
saatlerce uzayıp giderdi. Evde yemek yapmak için malzeme bekleyen annelere
rağmen o manzara büyük bir hazla izlenir, bir elimizde para bir elimizde henüz
poşet icat edilmediği için makrome ipiyle örülmüş file denilen
delikli çanta, saatlerce oyunun sonunu bekler tuttuğumuz tarafın galip
gelmesiyle ancak ordan ayrılırdık. Çocuklardan bazıları okumaya (mahalle
hocası) gittikleri için oyuna geç dahil olur "şu Kur'an ı biraz tutar
mısın" diye rica ettiğinde bir emanetçi ciddiyetiyle evden azarlanmak
pahasına o emanete sonuna kadar sahip çıkmayı vazife bilirdik...
Kız çocuklarının oynayabileceği fazla
seçenek yoktu ama evcilik adı altında ürettiğimiz oyunların haddi hududu yoktu.
Yemek kaşığını bez parçalarıyla sarıp sarmalayıp bebek yapar, kaş göz çizmesi
için büyüklerimize yalvarırdık. Bazı büyükler surat çizmeyi günah sayar,
bazıları ise çocuk sevindirmek sevaptır diyerek bizi reddetmez; o anki ruh
haline göre bir ifade çizerdi. Çizimin sonunu sabırsızlıkla beklerdik. Çıkacak
sonuç bizim için çok önemliydi çünkü. O bebeğin yüzündeki ifade bize de
yansırdı. Ortaya güleç bir yüz çıkar ise bizi de gülümsetir, mutsuz bir görünüm
çıkarsa bütün şevkimiz kaçardı.
Evcilik oyununun bir çeşidi olan okulculuk
oyunu en sevdiğim oyundu. Ben hep öğretmen olur bir beyaz gömlek bulup
giyerdim. Etekleri dizime kadar gelir, kolları kıvırıp kısaltır, oyunun sonunda
da kırışıklığını gidermek için türlü çareler arardım. Duvara hayalî yazılar
yazarak kardeşlerime sorular sorarken gerçek bir öğretmen edasıyla okulda
öğrendiğim fişlerden onlara öğretmeye çalışırdım.
Benim iki küçük kardeşim okula
başladıklarında neredeyse okumayı çözmeye başlamışlardı. Birinci sınıfta
okumayı ilk söken ben olmuştum ve öğretmenim yakama kırmızı kurdele dikmişti. O
anki duygularımın şimdinin üniversite cübbesi giymesiyle eşdeğer olduğu düşüncesindeyim.
Öğretmenimin defaatle babamı çağırıp bu kızdan zekâ fışkırıyor sakın ola bu
kızı eve kapatmayasın dediği hala hafızamda bütün ayrıntılarıyla mevcut.
Babamın o sözler karşısındaki yüzüne yansıyan mutluluğu nasıl oldu da yıllar
içinde silindi gitti, bu hala benim için bir muamma. Hâlâ rüyalarımda beni
okutmayan büyüklerime sitem ederek ağlamaklı bir şekilde uykudan uyanıp uzun
bir süre toparlanmaya çalışırım. Neyse bu konuyu fazla uzatmayayım lafı her
açıldığında içimde volkanlar kabarıyor ve kendimi yatıştırmak hayli zor
oluyor, en iyisi ben merhum babama bir Fatiha hayatta olan büyüklerim e
hayır dua etmek üzere kısa bir ara vereyim.
Çocukluğumuzun en unutulmaz hatıraları yaz
ayına tekabül eden ramazan geceleriydi. O sahura kalkmanın hazzını tarif
edecek kelime bulamadım şu an. Gün boyunca biriktirdiğimiz iftariyelikleri köşe
bucak saklayıp, arada bir yerinde duruyor mu diye kontrol edişimiz yok
mu... Ucundan tadına bakarsak orucumuz bozulur mu diye birbirimizden cesaret
alma ihtiyacı, akşam içeceğimiz suyun hayali, minarelerde kandillerin (minareyi
çevreleyen lambalara kandil diyorduk nedense, belki de kandil günlerinde
yandığı içindir) yanmasıyla birlikte daha da dayanılmaz bir hal alırdı. İftara
yarım saat kala mahallemizde buz dolabı olmayan evlere annemin kâselere
dondurduğu buzlardan dağıtma görevi en ulvi görevlerimizden biriydi. Çaldığımız
her kapıdan tonlarca hayır dua almak gün boyu sıcaktan ve açlıktan bitap
düştüğümüz o dakikalarda omuzlarımıza kanat takılmış hissini verir, eve gelirken
adeta ayaklarımız yere değmezdi. Tam o dakikalarda kucağında sıcak ramazan
pidesi ile eve gelmekte olan kardeşimin ekmeği burnuna kadar dayamış koklaya
koklaya bir ısırık alıp almamak arasında gidip geldiği görüntü şu anda bile
hafızamda hâlâ o ekmek kadar sıcak. İftarımızı yaptıktan sonra teravihe
kadar olan süre içerisinde, oğlan çocukları yine dışarıya fırlar, gündüz
açlıktan dolayı eksik kalan coşkuyu telafi etmek üzere kaldıkları yerden oyuna
devam eder, sesi güzel olanlar sırasıyla minareye çıkıp bildikleri ilahileri
mahallenin dinletisine sunarak ebeveynlerinin gönlünü kazanmak için
yarışırlardı. Bunlardan birisi de benim merhum abimdi. Özellikle babamın
kızacağı bir haylazlık yaptıysa o akşam kesinlikle akşam ezanını kendisi okur,
baba ezanı ben okudum sesimi tanıdın mı diye muzip bir ifadeyle eve gelir,
babamın ağzını açacak hâlini bırakmazdı. Birde aklımın almadığı teravihte
çocukların bitmek bilmeyen kıkırdamalarıdır. Bu merakımı geçenlerde bir
şiirimde şu mısralarla gidermeye çalıştım. (Camilerin en kısa
zamanda tekrar ibadete açılması temennisi ile...)
Yapmayın etmeyin çocuklar
Camide gülünmez
Bak büyükler kızar sonra
Çünkü onlar
Sizi güldüren
Melekleri
Göremez...
Kim bilir belki de camideki o ilahî
huzur çocukların içini kaynatıyor, gülmelerine neden oluyordu. Selam
vermeye yakın hepsi sus pus olur imam arkasını dönüp baktığında en arka safta
dizili huşu içinde namazlarını eda etmiş pozu veren beş on çocuk tesbihatı bile
beklemeden fırlayıp tekrar sokakları çınlatmaya devam ederlerdi. Ramazan'ın son
günlerinde her evde hummalı bir çalışma başlar bayram için "teşt"
dediğimiz bakır büyük leğenlerde çörek için hamurlar yoğurulur, fırına
gönderilir evin delikanlıları sabaha kadar fırında sıra bekleyip selelerle eve
çörek taşırlar ve yerlere temiz bezler açılır ve çörekler dizi dizi
serilirdi. Sabah çörek kokusuna uyanırdık. Gün hesabı yapamadığımız için
bayramın çok yakın olduğu nu anlamış olurduk böylece. Arife günü akşamı
ellerimize kınalar yakılır, bayramlıklar büyük bir itinayla başucumuza dizilir,
bir bayram klasiği olan o rüya (ellerimize kınanın hiç geçmemiş olması) alemine
dalar giderdik...
***
DENİZLERİN ŞAHI İLE KARANIN PADİŞAHI
Gülün dalına fısıldadım
Dualarımı
Adaklar adadım
Usul usul
Bülbül dahi işitmedi
Bir tek nahıl ağacı şahit
Duydum ki
Hızır ilyas gelecekmiş
El açıp
Amin diyecekmiş
Sessizce çekilip
Bir köşeye
Bekledim
Çok birşey değildi
Dileğim
Sadece benden
Hiç gitmesin
Sevdiklerim.
***
KÜÇÜK ANNE
Ekmek ağzında uyurdun
hep
Akşam sofralarında
Çok gülerdik sana
En çok da ben gülerdim
Bir de ters giyerdin
Terliklerini
Bırakmazdım hiç ellerini
Çünkü düştüğünde en çok
Ben ağlardım
Birazcık peltekti dilin
Anlaşılmazdı söylediklerin
Ama ben anlardım
En çok da ben anlardım
Ben de küçücüktüm
Sığmazdın kollarıma
Dizimde uyuturdum
İlk öğretmenin oldum
Sayıları öğrettim önce
Alfabeyi öğrettim
Abla anne yarısı derler
Ben senin küçük annendim
En çok da ben annendim.
***İPSİZ UÇURTMA
Az ötede oynar babasız çocuk
Hep öteki kumda
Hep tek başına
Düşer de ağlamaz
Üşür de söylemez
İpsizdir uçurtması
Hiç tellere
Takılmaz
Az ötede oturur
Babasız çocuk
Hiç kimsenin ayağına
Dolanmaz
Rüzgâr okşar saçlarını
Göğe açar avuçlarını
Kayıp giderken yıldızlar
Ne dilek tutar
Bilinmez...
***
DÖRDÜNCÜ CEMRE
İki damla kan düştü toprağa
Ilık ılık
Cam dolusu şerbet sundu
Bir melek
İçiverdi bir nefeste
Gördü peygamberini
Mehmetçik
Açmıştı kollarını
Gel diyordu, gelsene
Gülümsedi
Gözleri hafif aralık
Etrafında ağlaşıyor
Mahşeri kalabalık
Nasıl olur
Ağlanır mı hiç
Baksanıza
Cennet koktu
Ortalık.
***İSTİKLÂLDEN İSTİKBÂLE
Oyy Maraş’ım ne yiğitler yetiştirdin bağrında
Kırpmadan gözlerini, can verdiler uğrunda
Tarih yazdı Maraşlım bundan bir asır önce
Namusuna uzanan namert eli görünce
Bacımın örtüsüne dokununca bir yezit
Kükredi aslan yürekli yiğit çakmakçı Sait
İlk kıvılcımı çaktı, sütten ak sütçü İmam
Nurlar içinde uyu, burda görevin tamam
Heyy Fransız, İngiliz biraz geri dur hele
Edeler diyarında bu ne cürettir böyle
Siz de top tüfek varsa biz de kazma kürek var
Kadınında erkeğinde iman dolu yürek var
Yılmadı yaşlısı genci gece gündüz savaştı
Korktu düşman-ı lain gece yarısı kaçtı
Vermediler bir karış toprağını namerde
Nazlı nazlı salınır bayrağımız göklerde
On iki Şubat günü bayram ilan edildi
İstiklâl madalyası şehrimize verildi
Bu hamaset destanı ilelebet okunsun
Al sancağım gönderde dünya durdukça dursun
***
SAYILI GÜN
Nasibime gurbet düştü