Ah gurbet!
Boğazımdaki düğüm, göz çukurlarımdaki kan
Lokman Hekim gelse sarılmayacak yaram
Onulmaz hastalığım, gönlümdeki gam.
Ah gurbet!
Yalnızlığın orta yeri
Nereye baksan yalnızlık,
Ne yana dönsen kimse yok.
Yaşlar gözlerden firar edince;
Silecek kimse yok.
Temmuz ortası ellerin üşüyünce;
Saracak kimse yok.
Hastalandığında ilaç hani diyecek,
Bir yudum su verecek,
Kimse
Yok!
Sahi neresi gurbet?
Bir gün dönmek üzere yuvandan ayrılıp gittiğin yer mi?
Ananın olmadığı, babanın olmadığı
Yoksa yârin olmadığı her yer mi gurbet?
Ne kadar baksan da sılanın görünmediği yer mi gurbet?
Şimdi neresi sıla neresi gurbet?
Perişan etmez perperişan eder
Gün saydırmaz adama gurbet;
Dakika saydırır.
Peki, yine suçu felek mi üstlenecek?
Yâre bulutlar mı turnalar mı selam götürecek?
Yârin kokusunu yine rüzgâr mı getirecek?
***
SÜLEYMAN
Süleyman..
Hz. Davud'un oğlu…
O ki sırlarla dolu bir peygamber…
Babasının vefatının ardından sınırları Mısır'dan
Fırat'a değin uzanan bir krallığı devralırken Yüce Allah O'na:
-'Arzu ettiğin her şeyi sana vereceğim' buyurmuştu.
Tevrat'ta yazılana göre; ne uzun ömür, ne saltanat
ne de başka bir şey arzu etmişti Süleyman. Sadece doğruyu yanlıştan ayırabilme
gücü istemişti. Bu isteği hoş karşıladı yüce Rabb. O'nu gani gani nimet ve
hikmetle ödüllendirdi. Cinleri, hayvanları, rüzgârları... O'nun emrine verdi.
Kuşların dilini öğretti O'na.
Büyük sultandı Süleyman peygamber. Mescid-i
Aksa'nın binasını yapandı. İnşa tamamlandığında o muhteşem ordusuyla gitmişti
Beytullah'ı tavafa. Ve her peygamber gibi, o Son Peygamber'in, Allah'ın
Habibi'nin müjdesini vermişti orada. Dönüş yolunda San'a'da durdu Süleyman;
namazını eda etmek için. Sadık emiri Hüdhüd ise çırptı kanatlarını yükseldi,
yükseldi, yükseldi... Bir başka hüdhüdü gördü sonra uçsuz bucaksız bir bahçede
ve usul usul indi.
Sordu Hüdhüd:
-Sen kimsin?
Dedi Hüdhüd:
-Ben Süleyman peygamberin -O ki insanlara, cinlere,
hayvanlara, şu esen rüzgârlara... Hükmeder- ordusunda görevli bir erim. Peki ya
sen kimsin?
-'Ben' dedi Hüdhüd. 'Bu durduğun yemyeşil bahçenin,
tüm bu Yemen'in sahibi Melike'nin kuluyum.'
Oldukça meraklanmıştı Hüdhüd. 'Kimdi bu Melike?
Hal böyleyken Süleyman onu aramaktaydı. Ama
merakının peşinden gitmişti Hüdhüd ve Süleyman'ın gazabı gitgide artmaktaydı.
Akbaba ve sair bütün kuşlar onu bulmaya çabaladı. Buldu sonra kuşların efendisi
Ukab ve arz etti Süleyman'a:
-Efendim, emrinizle Hüdhüd'ü size getirdim.
Süleyman öfkeli…
Hüdhüd korkmakta…
Atıldı Hüdhüd heyecanla:
-Ey peygamber!
'Senin kuşatamadığın (öğrenemediğin) şeyi, ben
kuşattım ve sana Saba'dan kesin bir haber getirdim. Gerçekten ben, onlara
hükmetmekte olan bir kadın buldum ki, ona her şeyden (bolca) verilmiştir ve
büyük bir tahtı var. Onu ve kavmini Allah'ı bırakıp da güneşe secde ederken
buldum. Şeytan onlara yaptıklarını süslemiştir, böylece onları (doğru) yoldan
alıkoymuştur; bundan dolayı onlar hidayet bulmuyorlar. (Neml Suresi 22-24)'
İşittikleri bastırdı Süleyman'ın gitgide kabaran
öfkesini. Bu kez büyük bir merakın esiri oldu. Derhal mektup yazmaya koyuldu
'Belkıs' denilen o Melike'ye. Adetullah üzre Rahman ve Rahim olanın adıyla
başladı sözlerine… O'nu ve tebaasını İslam'a davet etti. Sözcüklerle bir köprü
kurdu Süleyman, Belkıs'la arasında. Harf harf, hece hece uzanan bir yol açtı.
Bir mektup yazdı. Ve ömrünün bir parçasını da bıraktı zarfın içine. Hüdhüd'e
emanet etti mektubu:
-Bunu Belkıs'a götür ve izle O'nu..
Belkıs…
Güneşin kızı.
Bembeyaz teni, uzuun siyah saçlarıyla güzellik
abidesi…
Kitab-ı Mukaddes'te bahsi geçen tek kadın yönetici.
Adaletiyle övgüye layık… 'İslamiyet'e göre kadın yönetici olabilir mi?'
sorusunun da en güzel cevabı.
Uyumuş, uzanıyorken o dillere destan tahtında.
Hüdhüd girdi içeri ve bıraktı mektubu başucuna. Sonra çekildi pencerenin ardına
ve emrolunduğu üzre beklemeye koyuldu.
Nihayet açtı gözlerini güzel. Hüdhüd'ün bıraktığı
emaneti görünce ise daha bir açıldı gözleri. Okumaya koyuldu derhal, Besmele'yi
görünce oldu hoş-hal. Okuduğu mektup değil de, yazanının yüreğiydi aslında.
Ancak her kapıda muhafızlar beklemekteyken nasıl olurdu bu? Bütün sarayı
huzuruna çağırdı sonra…
İleri gelen adamlarına sordu:
-Çok şerefli bir mektup geldi bana, Süleyman
Peygamber'den. Bizleri kendi dinine davet eylemekte… Şimdi siz söyleyin ki ne
yapmalı?
Dediler:
-Biz güçlü kuvvetli kimseleriz, zorlu savaş
erbabıyız; buyruk ise senindir!
Bunun üzerine Belkıs elçileriyle Süleyman'a,
tonlarca altın, birbirinden kıymetli taşlarla bezeli hediyelik eşyalar, gerdanı
süslü kurbanlıklar gönderdi. Zekiydi Belkıs. Niyeti Süleyman'ı sınamaktı. Eğer
kabul ederse tüm bu hediyeleri yalnızca bir dünya padişahıydı O. Yok eğer kabul
etmezse inanacaktı peygamber olduğuna ve iman edecekti.
...
Süleyman hiç bir kıymet vermedi o dünya
nimetlerine. Elçiler bunu gelip söyleyince, o büyük ordusunu topladı o büyük
Melike.
-'Hazırlanın!' dedi. 'O büyük peygamberin yanına gidiyoruz.'
...
Ve eşyanın kanunudur; leylalar gidip mecnunları bulacak!*
Haberi alınca Süleyman gayet ziynetli bir köşk
yaptırdı o yerde. Altından suların aktığı, bin bir türlü balığın yüzdüğü,
camdan bir köşk… Ve Belkıs'ın tahtını getirmelerini istedi cinlerinden. Gayesi,
onlara bir mucize göstermekti. Melike'yi ilahi irşadı kabule hazırlamaktı.
Nihayet geldi Belkıs, ardında dev bir orduyla.
Girdi avludan içeri; su zannetti yeri. Topladı eteğini ve çekildi geri.
Süleyman buyurdu:
-Ey Belkıs, şeffaf bir avlu bu, billurdan üzeri. Su
değil, gir içeri.
Belkıs gördüklerine meftun oldu o an. Duyduğu
hayranlık aslında saraya değil, Süleyman'ın aklına idi.
Ve sonra, tahtını gördü Belkıs. Pek muhkem bir
yerde kilitli olan, kapısında onlarca muhafızın göz kırpmadan nöbet tuttuğu bu
taht nasıl olur da aylarca süren bir yoldan ondan habersiz getirilirdi.
Süleyman'ın peygamber olduğuna inancı daha çok arttı o an.
Belkıs, başka bir ülkenin hükümdarı olmasına,
hudutsuz bir servete sahip olmasına karşın Süleyman'ın yaşadığı mekândan ve
O'nun zenginliğinden etkilenmişti. Çünkü tüm bu görkem aslında müslümanların
ruhlarındaki zenginliğin bir yansımasıydı. Sarayın her köşesinde yeniden
görülen zevk, estetik, akıl, mükemmellik yalnızca servetle elde edilebilecek
bir görünüm değildi. Belkıs işte bu akla ve o aklı yaradana teslim olmuştu.
Süleyman, Rabb'ine karşı son derece mütevazi bir
peygamberdi. Ve Rabb'inin kendine bahşettiği bu zenginliği O'nun rızası için,
O'nun dinini tebliğ etmekte kullanmıştı. Nitekim bir çok peygamber; Mısır
hazinesinin başına geçen Hz. Yusuf, kendisine koskoca bir mülk verilen Hz.
İbrahim, fakir iken zengin kılınan peygamberimiz Hz. Muhammed de böyle
yapmıştı..
Ve o Rabb ki: Kalpleri birbirine ısındıran ancak
O'ydu.(Enfal 63)
Kuşların dilini bilen Süleyman'ın dili çözülmüştü
Belkıs'ın karşısında, mührünün hiç bir hükmü kalmamıştı. Belkıs 'Rabbim,
gerçekten ben kendime zulmettim; (artık) ben Süleyman'la birlikte âlemlerin
Rabbi olan Allah'a teslim oldum.' dedi. Nikahına girip bu yüce peygamberin,
yüksek derecesiyle şereflendi cennetin.
Süleyman…
Muhteşem sıfatı yalnızca O'nun isminde bu kadar
ihtişamlı duruyor, en fazla O'na yakışıyordu.
Belkıs…
Hani şu Saba Melikesi…
Bir de O'nun adı bu denli yakışmıştı Süleyman'ın
yanına..
*Hüseyin
Bayçöl Leyla ile Mecnun
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder