Gaflet ile Hakk’ı buldum diyenler
Er yarın Hak divanında bell’olur.
Ahret tedarikin gördüm diyenler
Er yarın Hak divanında bell’olur.
Kimi sofi kiminin adı derviş
Derviş isen kardaş takvaya çalış
Gizli yollardan sen Mevlâ’ya eriş
Er yarın Hak divanında bell’olur.
Devletliyim deyu fakire gülme
Gülüp denlü denlü kem nazar kılma
Ölüm vardır yahu sen gafil olma
Er yarın Hak divanında bell’olur.
Derviş Yunus söyler Kâlû Belî’den
Mûcizat Nebî’den, mürvet Ali’den
Biz de bunu böyle duyduk uludan
Er yarın Hak divanında bell’olur.
(Yunus Emre)
Yunus Emre’nin bu ilahisi ona ait
yazma divanların hiçbirinde yer almıyor. İlahi Yunus’un mudur, Yunus isimli
başka bir dervişin midir; yoksa halk irfanı, adı sanı belirsiz bir Hak âşığının
mısralarını Yunus’a mı mal etmiştir, bilemiyoruz. Bildiğimiz; mevcut yazmalarda
bulunmadığı halde Yunus Emre’ye atfedilen böyle pek çok ilahi olduğudur.
Fakat bu önemli değil. Önemli
olan kim tarafından dile getirilirse getirilsin hakikatin kendisidir. Kaldı ki
gönlünü beytullah kılmış dervişler, kendilerinden sâdır olan sözlerin ilahî
ilhamla Allah tarafından söyletildiğinin farkındadırlar. Nitekim Yunus Emre,
“Ey sözlerin aslın bilen / Gel de bu söz nerden gelir?” sualiyle başladığı bir
şiirinin ilerleyen mısralarında şu cevabı verir: “Söz karadan aktan değil /
Yazıp okumaktan değil / Bu yürüyen halktan değil / Hâlik âvâzından gelir”.
Öyleyse biz söyleyene değil
söyletene bakalım ve hususen tasavvuf ehli dervişler için önemli ikazlar ihtiva
eden bu ilahide ne söylendiğini anlamaya çalışalım.
“Er” ifadesiyle kastedilen
dervişlerdir. Dervişler, dünya gurbetinden sılasına dönmek, Mevlâ’sını bulmak,
O yegâne “var”a kavuşmak için seyr u sülûk denilen bir sefere çıkmışlardır. Bu
meşakkatli yolculuk Elest Bezmi’ndeki ahitlerine sadakatin iktizasıdır. Ahde
sadakat da, Cemâl-i Mutlak olan Allah Tealâ’ya ulaşmak için dünyadan geçmek de
er kişilerin harcıdır. Fakat erlik yahut dervişlik laf ile, iddia ile, öyle
görünmek ile olmaz. Dervişlik taslamak başka, derviş olmak başkadır. Hakkıyla
derviş olmadığı halde kişi kendisini öyle zannetse, yahut başkaları onu öyle
bilse, bu bir fayda sağlamayacaktır. Zira hakikat hesap gününde ortaya çıkacak,
er yarın Hak divanında belli olacaktır. Gizli saklı hallerimizin de âşikar
edileceği o dehşetli günde mahcup olmamak için fırsat elde iken nefsi yenmenin,
kalıbımızdan evvel kalbimizi derviş eylemenin yoluna koyulmalıdır. Bu yolda
yürürken de er kişilere, gerçek dervişlere yakışmayan hallerden sakınmalıdır ki
ilahimizde böyle haller mevzu edilmiştir.
Bunlardan birincisi ve ilahide
işaret edilen diğer mezmum hallerin kaynağı, “Ben Hakk’ı buldum, erdim, oldum”
iddiasıdır. Gafletin, yani bir aldanma halinin eseridir. Başta İmam-ı Rabbânî
k.s. olmak üzere pek çok kâmil mürşidin dikkat çektiği bu tehlike, umumiyetle
sâlikin yaşadığı manevî hallerin sarhoşluğuyla bunları büyük makam zannedip
yetinmesinin ve daha ilerisi için gayret göstermemesinin neticesidir. Bilhassa
yolun henüz başında bulunanların yaşadıkları cezbe hali böyle bir tehlikeyi
barındırır. Bu tehlikeden kurtulmak, Mevlâ’ya giden yolu selâmetle kat etmek
için, kâmil ve mükemmil bir şeyhin murakabe ve talimatına tâbi olmak şarttır.
Peki, “Hakk’ı buldum, yolun
nihayetine vardım” iddiasının bir aldanma halinin ifadesi olduğu hükmüne nasıl
varabiliyoruz? Sâlik, kâmil bir mürşid rehberliğinde yolu tamamlayıp gerçekten
Cenâb-ı Mevlâ’ya ulaşmış olamaz mı? Elbette olur; olur ama, vuslat hali kâle
imkân vermez. Tasavvuf uluları, marifet iddiasının, marifet eksikliğinden
kaynaklanmıyorsa eğer, Allah’ın mekri olabileceği ihtimaline dikkat çekerler.
Yine bu sebepledir ki mesela İmam-ı Gazalî rh.a. gibi âlimler, “bütün hal ve
makamları geçip şühûd haline ve kurb makamına vasıl olarak Hakk’ı müşahede
ettiklerini” söyleyenlerin bir kısmının bu hal ve makamları aslında
yaşamadıklarını, sadece lafız olarak bildiklerini söylemişlerdir.
Böyle bir kuruntu kişiyi ahiret
hayatına dair ölçüsüz bir emniyete sevk edebilir. Nefsin ve şeytanın pusuda
beklediğini, ayağının sırat-ı müstakimden her an kayabileceğini unutturur. “Ahret
tedarikini gördüm” diyenlerin bu tehlikeli rahatlığı, “oldum, erdim”
iddiasından başka, bazen taat ve ibadetinin kendisini cennete sokmaya
yeteceğine inanmasından kaynaklanır. Bazen de ibadetlerini aksattığı halde sırf
istikamet sahibi kâmil bir mürşide, sağlam bir kapıya bağlanmakla kurtulacağı
vehmine kapılır. Havfın, yani korkunun eşlik etmediği bir ümit halidir ki çok
tehlikelidir. Kulluk vazifelerimizde laubaliliğe düşmeye ve yarın Hakk’ın
divanına yüzümüz kara varmaya sebeptir.
İlahide sakınılması gereken bu
türlü tehlikelere dikkat çekilirken bir yandan da ne yapılması gerektiğine
işaret ediliyor. Deniyor ki, sizin sofi veya derviş diye çağırılmanız, yahut
kendinizi böyle adlandırmanız yetmez. Derviş iseniz eğer takvaya ulaşmak, gizli
yollardan Mevlâ’ya kavuşmak için gayret etmeniz gerekir. Gizli yollardan maksat
nafileler ve zikirdir. Hadis-i kudsîde “Kulun Rabbine nafilelerle yaklaşacağı”
beyan buyurulmuştur. Kulun Hak Tealâ ile vuslat mekânı olan kalp ise ancak
zikirle tasfiye edildiğinde ilahî tecelliyata mazhar olabilmektedir. Nafile
ibadetlerin gizli yapılması ve zikrin hâfî olanı, hem riyadan alıkoyduğu hem de
yürüyüşü hızlandırdığı için daha makbul sayılmıştır.
“Devletliyim” böbürlenmesi,
“Hakk’ı buldum, ahret tedarikin gördüm” rahatlık veya emniyetinin sebep olduğu
kibir halini ifşa eder. “Ben ilim irfan sahibiyim; en yüksek makama eriştim,
ebedi saadeti kazandım, ulu devlet buldum” demektir. Böylelerinin nazarında,
kendilerinde vehmettikleri nailiyetlerden mahrumiyetleri sebebiyle herkes
maneviyat fukarası birer zavallıdır. Onlara kem nazarla tepeden bakar, istihza
ile “denlü densüz” güler. Eski Türkçede “yerli yersiz, olur olmaz yer ve
zamanda” manasına “denlü densüz” diye bir tabir var. İlahide “denlü denlü”
şekline dönüşmüş olmalı. Şifahî kültürde dilden dile nakledilirken böyle
değişikliklerin çokça meydana geldiği ehlinin malumudur. Her ne ise biz yine
ilahiye dönelim.
Fakire; yani iddiasız,
gösterişsiz, belki malumatı kıt, tevazu sahibi sofilere kem nazarla bakmak,
onları cahil, hor ve hakir görmektir. Onların hata ve kusurlarını bulmaya
çalışmak, tevazularını zillet zanneylemektir. Halbuki defineye mâlik nice
viraneler vardır ve “aba altında er yatar” sözü meşhur meseldir. Derviş, kapı
eşiğidir. Kimseyi kendi nefsinden daha aşağı görmemelidir. Ölüm vardır, ahiret
vardır, hesap vardır ve elbet yarın Hak divanında kimin gerçek er olduğu, kimin
olmadığı ortaya çıkacaktır.
Yunus’un veya bir başka Hak
âşığının bütün bunları “kâlû belî”den söylemesi, Elest Bezm’indeki mîsak
mucibince söylemesidir. Zira Rabbimizi yegâne ilah bileceğimize dair ahd ü
peymanımız “emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münker”i, yani iyiliği emir,
kötülükten sakındırma vazifemizi de ihtiva eder. Öte yandan teşvik edildiğimiz
her iyilik veya sakındırıldığımız her kötülük bir yerde Alem-i Ervâh’taki
sözümüzü hatırlayıp tutmaya vesiledir. Esasen kâinat yaratılalı beri cümle
enbiya ve evliyanın söylediği de emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münker’den
ibarettir ki Kâlû Belî’den beri söylenegelmektedir. “Biz de bunu böyle duyduk
uludan” mısraı biraz bunu, biraz da Mevlâ’ya ulaşma yolunda şahsî hislere
değil, yolun ulularına kulak vermek gerektiğini anlatır.
İlahinin bu son kıtasının
benzerine başka şairlerin şiirlerinde de rastlıyoruz. Mesela buradaki “Mucizat
Nebî’den, mürvet Ali’den” mısraı, başka şairlerde “İhsan Muhammed’den, mürvet
Ali’den” veya “Kerem Muhammed’den, mürvet Ali’den” gibi ifadelerle geçiyor. Bu
değişik ifadeler, Efendimiz s.a.v.’den şefaat talebini, Hz. Ali r.a.’dan da
er’lik öğrenilmesi tavsiyesini taşıyor. Mürvet, mürüvvet veya Arapçadaki
orijinal telaffuzuyla “mürûet” aslında “insanlık, erlik, adamlık” demek.
Adamlığın iktizası olan “yiğitlik, cömertlik, vakar” gibi haller, zamanla bu
kelime ile karşılanır olmuş. Hülasa, “mürvet Ali’den” ibaresi, er kişi olacaksanız
Hz. Ali r.a.’ı kendinize örnek alın manasına geliyor. Hz. Ali r.a., Rasulullah
s.a.v.’in adeta er kişi nasıl olur bilinsin diye bizzat yetiştirdiği model bir
şahsiyet.
Öyleyse tutulacak yol belli:
Yarın Hakk’ın divanında er kişiler arasına dahil olmak için “erdim, buldum”
iddialarından imtina ile Rasul-i Ekrem s.a.v.’in mirasçısı âlimlerin
terbiyesine girmek!