Hücre
Soyut çemberin çepeçevre
sarmalayan ham kelimelerinden pişirilmiş hayat savruldu, yaralar aldı ateşten
acılarla. Ruhumuzun uçsuz bucaksız sahili sanayi artıkları yiyen insanların
istilasına uğradı ve ben kendi hücreme döndüm kendi benime, kendimin içine.
Kendi içimdeki hücrem karanlık ülkelerden daha geniş, cahil cümlelerle kurulan
şehirlere dönüşmüş. Uzak iklimlerin bağrında yanan gönül ateşi sönmüş kendi
kendimin iç dünyasını hücre evine dönüştürmüştüm. İkiyüzlü maske fabrikaları
üreten insanların ülkesinden kovuldum, dillerinden fitne salyaları akıtan
makamlarına mevkilerine gücüne secde eden kavmin karanlık dünyasından kovuldum.
Aldım bir yanımda etrafımda pervane gibi dönen göğü bir yanımda ayaklarıma bir
halı gibi serilen yeryüzünü. Aldım yanıma iğne uçlu suskun cümleleri sabır
tarlasına ektim, ateş yağmuru yağdı taşlaşmış kalplerin zalimliğini etkilemedi,
cahillik rüzgârı esti kuruttu ruhlarda yeşeren güzellik tohumlarını.
Maskelerle süslenmiş bir
dünyadan, maddenin gönüllere putlardan şehir kurulmuş insanlardan, hayallerin
gölgesinden tarumar olan hayatlardan, kaosun ibadethanelere döndüğü ve kişilik
kazandığı mekânlardan gökyüzünde kendi nağmelerini söyleyen ve vurulan kuş gibi
gittim yalnızlığın hücresine. Yaşadık ve yaralandık ikiyüzlülüğün ülkesinden
geçerken, yaşadık ve hüzünlendik mevkiler makamlar etiketler put haneye
döndürülürken. Yıkılmış viran olmuş ruhların yanından geçtim düşüncelere ibadet
eden ve sahte gülücüklerle kendi tanrılarına dualar devşiren. Tabutları
kişiliksizlik kabuğu bağlamış fakat taze ölü modunda hareket eden inançların
turizmini yapan grupların toplulukların yanından geçtim kalbim yaralara alarak.
İki yüzlü maske üreten ve hayatı gölge oyunlarıyla irade etmeye çalışan
fabrikalara savaş açtım Donkişot gibi. Yürüdükçe yaralandı ruhum maskeler
ülkesinde, yürüdükçe inançların belli şekiller altında pazarlandığını gördüm,
gördüm ve ürperdim parmak uçlarıma kadar. Gördüm ve gece karanlığından utandı
sessizce matem dolu ay ışığının altında. Ve suskunluğun, sessizliğin, Yusuf’un
kuyusundan bir parça koparılmış yalnızlığın, hirada okumanın ruhunu aldım,
hayat kelimelerini tesbih gibi dizdim, eflatunun mağarasından gölge oyunlarına
sırtımı döndüm ve gökten iner gibi indim indim hücreme. Sığındım. Kendi
kendimle buluşmanın vakti gelmişti, maskelerin içine sinmiş, saklanmış sinsi
dünyanın ucuz cesaretlerin, saçları taranılmaktan, secde etmekten koltukları aşınan
sanayi artıkları yiyen insanların arasında döndüm suskunluk hücresine. Yeryüzü
ikiyüzlülüğün dokunuşlarına teslim olmuş dokunmatik bir dünya kurulmuştu ibadethanelerin
cafcaflı binalarında. Aklımı cam bir fanus içine aldım tek hücreli yalnızlık
gibi duran sığındığım hücrede. Cam fanus kırılgan yeryüzünden yapılmış kendim
dahi anlayamadığım, yeryüzündeki bütün elementleri barındıran dünya şeklinde
kafatasım. İçinde bulunduğum etrafı kırılgan cam fanusla çevrili hücreme rüzgârı
sığdırmaya çalıştım, essin istedim kentin ikiyüzlü uğultusuna karşı. Sessizliği
hücremin duvarlarına boyamak istedim, şehrin devasa gürültüsüne karşı ve
suskunluğumu kendi hücremin göğü yapmak istedim, çok şey anlatsın hayatın
çıkmazlarına.
Yaramı sever gibi sevdim
yalnızlığımı. Dünya sadece tek hücreli yalnızlığım kadardı ve sığmıyordu. Yeryüzünün
derin düşleri bağımlılık yapıyordu hayatın ucuz taraflarına. Savruldukça
savruldum kendi nefslerinin üzerinde şehirler yükselten, koltuklara secde eden kavmin
son demlerinde. Kıyametin uğultusu yeryüzünü yavaş yavaş yiyordu. Ateşte
kızarmış kelimelerimi topladım savruk, ikiyüzlülükle kırılmış cümleleri bir
kenara attım ve yeniden doğmak için küllenmeyi bekliyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder