Profesyonel tarhanacılık icat
oldu olalı, tarhanalık yoğurdun kaçtan gittiğini de unuttuk Emmi. Hatta bu
tarhana üretimi öyle bir hal aldı ki; köylerde bile sabah erken kalkan tarhana
yapıp, firik satmaya başladı. Geçenlerde belediye otobüsü ile şehre gelirken,
-bu cümleyi istersen bir daha oku Emmi- “belediye otobüsü ile şehre gelirken” Bizim
Ahmet’le; koridorun sağ tarafındaki koltukta o, sol tarafındaki koltukta ben
olmak üzere, yan yana oturarak geldik Maraş’a. “Oturarak” da önemli, çünkü
otobüslerde oturacak yer bulmak herkese nasip olacak türden bir şans değil.
Uzun lafın kısası Bizim Ahmet de evde
tarhana yapıp satıyormuş. “Bizim Ahmet” kim mi? Adı Ahmet olduktan sonra ne
fark eder, bütün Ahmet’ler bizim değil mi?
“Tarhanalık Yoğurtlar Kaçtan
Gidiyor Ehmede” –Ahmet Abi- dedim: Köyde 2,25 TL (YalnızİkiTürkLirasıYirmibeşKuruş),
şehirde ise 1,75 TL (YalnızBirTürkLirasıYetmişBeşKuruş) olduğunu söyledi. Köyde
normal yoğurt 2,50 TL (YalnızİkiTürkLirasıElliKuruş)’tan alıcı buluyormuş. 50
kg döğmeden, 47 kg tarhana çıkıyormuş. Ha, sen götürür adama 50 kg döğme,
istediğin kadar yoğurt, istediğin kadar kekik teslim edip, “al bunları bana
tarhana yap” dediğin zaman, Ahmet senden 300 TL (YalnızÜçYüzTürkLirası) para
istiyormuş. Şimdi diyeceksin ki; ne gereği var bu kadar rakamın, hesap bilgisinin?
Var… Hem de çok gereği var Emmi. Hani “Dünya dua üstüne” derler ya, aynı
zamanda dünya rakamlar üstünedir de. Dünya 1 (Bir) sarı öküzün boynuzları
üstünde durmuyor mu?
Dünyanın sarı öküzün boynuzlarının
üstünde durduğu zamanlardı Emmi. Köyde kesilen kurbanların ve binde bir de olsa,
kurban dışındaki küçükbaş hayvanların derileri yüzülürken çok aşırı özen
gösterilirdi. Deride en ufak bir delik olmaması gerekirdi. Deriler, hayvanın
boğazından kasığına karnı yarılarak değil de komple tulum çıkartılırdı.
Hayvanın derisi, etinden daha değerliydi senin anlayacağın.
-“Kalkın… Kalkın… Üstünüze gün
gelir şimdi.” Anamın sesini duymamla üstümden yorganı atmam bir oldu Emmi.
Gözlerimi açtığımda ortalık hala karanlıktı, koyakları aydınlatan ne bir ay ve
ne de güneş ortalıkta yoktu. Esasen anam ne kendisinin ne de bizim üstümüzde
hiçbir zaman güneş görmemişti. Onun için güneşin ayaklarımızdan mı, başımızdan
mı geleceğini bile bilmez. Ama bu sabah erken kalkmamız gerektiği için, biraz
daha erkence davranmıştı. Bizim evler genelde bir katlıydı, yerden yapma senin
anlayacağın, çullarımız direkt toprağın üzerinde seriliydi Emmi. Kışın;
akrepler, yılanlar, omarcıklar –tarantula- ve fareler bir şekilde bir yerlere
gider kaybolurdu ama yaz geldi mi, yılanlar toprak damı havada tutan ağaç ve
çapkıların -ağaçların üzerine konan ortalarından yarılmış odun parçaları-
arasında fare arar; kerpiç duvarların ve toprak zeminin hemen her yerinden bir
zehirli böcek çıkar; çoğu zaman bir fareye saldıran yılan hedefi şaşırtıp yere,
çulların üstüne düşerdi.
Ben akşam dedemgilin çardağında
uyumuş, sabah yine dedemgilin samanlık damının üstünde uyanmıştım. Yaz boyu
anam yataklarımızı oraya sererdi, nerede uyursak uyuyalım kucaklayıp yatağımıza
getirirdi. Samanlık damı, yüksek bir yer olmamasına rağmen bizim evin içinden
daha güvenliydi çünkü.
Çorba leğeninin başına oturup
tahta kaşıklarımızı elimize aldığımızda babam eşekleri yemlemiş, yaylaya
götürülecek eşyaları ve içi yoğurt dolu yannıkları, hayvanlara yüklenmek üzere
hazır etmişti bile. Güneş?.. Güneş hala ortada yok Emmi. Anam bizi uyandırırken
hep “şimdi güneş doğar” derdi fakat güneş hep biz kalktıktan sonra doğardı. Her
gün güneş bizden çok uyurdu. Birkaç gün önce ayı yutan evren, –büyük yılan- kim
bilir bugün de güneşi mi yutmuştu? O zamanlar ay tutulduğunda ay’ı bir evrenin
yuttuğu söylenir, büyükler evlerdeki dolu silahları havaya doğru sıkar, biz
çocuklar ise, boş tenekelere değneklerle vurarak gürültü yapardık. Bizim gürültümüzü
duyan evren korkup, ay’ı bırakıp kaçardı... Öyle…
“Yannık” dedim de Emmi o laf
yarım kaldı. Bin bir özenle elde edilen hayvan derileri önce tuzlanır,
üzerindeki kılların kolay çıkması için birkaç gün bekletilir. Artık ne zaman
elle yolunacak duruma gelirse, derinin yüzeyini kaplayan kıllar bir güzel
temizlenir ve daha sonra; çul, çuval, çorap, kolan, örme –sırtta yük taşımaya
yarayan kalın ip- gibi eşyaların yapımı için saklanır. Derinin temizleme işi
bittikten sonra ayakları ve kıç tarafı; bal mumuyla mumlanmış köşker ipi ile,
biz –deriyi delmeye yarayan ucu sivri demir- ve özel olarak yapılmış olan
yannık iğnesi ile dikilir. Dikilmiş olan ayaklar geriye doğru katlanarak tekrar
dikilir veya sağlam bir şekilde bağlanır. Bu şekilde yapılıp sadece boğaz kısmı
açık kalan deri, kimi köylünün yannık, kiminin tulum, kiminin tuluk dediği,
senin “kırba” diye bildiğin içinde sıvı muhafaza edilen kaplar haline
getirilir.
Bahar gelip keçilerin sütleri
çoğalmaya başladığı zaman, herkes adeta evdekilerin boğazından keserek, yapmış
oldukları yoğurdun büyük bir bölümünü bu tuluklarda biriktirirdi. Yannık ya da
tuluğa yoğurt koymak da öyle kolay bir iş değildir Emmi: Evvela kurumuş olan
tuluğun ağız kısmı suyla ıslatılır. Sonra sıkıca bağlanmış olan ipi çözülür,
tuluğun içindeki havanın bir anda çıkıp, içerideki yoğurdu dışarı atmaması için
bir elle ip çözülürken, öbür elle dışarı çıkacak hava miktarı ayarlanır. Hava
çıktıktan sonra yoğurdun yüzünde birikmiş olan su, yoğurt bulandırmadan dışarı
akıtılır, tuluk sol kolun altına alınıp, köylünün boğazlağa dediği, huni
tuluğun ağzına yerleştirilir. Evdeki en küçük tasla o gün evden artan yoğurt
tuluğun içine boşaltılır ve tekrar şişirilip havası kaçırılmadan ağzı bağlanıp
yerine yatırılır. Böylece hemen her gün suyu alınarak yoğunlaştırılan yoğurdun
hem bozulması önlenmiş olur ve hem de küçük bir kapta daha çok biriktirilmiş
olur.
Yaylaya gidecek herkes toplandı.
Babam içi yoğurt dolu dört yannığı iki eşeğe, yiyecekleri ve yaylada yayılacak
ayranların konacağı boş yannıkları da bir eşeğe yükledi. Kalan son eşeğe bibim
bindi. Yahya’yı ve Elifi de kucağına aldı. Eşekler önde biz arkada, günü henüz
ışımamış bir sabah vaktinde yaylanın yolunu tuttuk. Hep güneşten şikâyet
ediyorum da Emmi; bizim köyde güneş ışıklarını batıdan gönderir üzerimize.
Güneşin ilk ışıklarını karşı dağlar alır, sonra dağın tepesinden ta aşağıya
Ceyhan Nehri’ne kadar iner. Oradan tekrar bizim köye yukarı çıkar.
Biz; Orta Belen’i geçip,
Belen’deki Konak Taşı’nı geçinceye kadar, karanlık dağılmaya başladı ve yolumuz
da iyice seçilir duruma geldi.
Dikkat edince bir şeyi daha
seçtim Emmi; büyükler birbirine fark ettirmeden, bir bahane ile dönüp tekrar
Konak Taşı’na baktılar...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder