Kıymetli ağabeyim öncelikle selam eder
ellerinizden öperim. Bu mektup; cumartesi günü gidilen balıktan ve Savaş Hocam’a
kıpırdamadan yattığı hastane yatağında ettiklerinden dolayı Dr. Hunu’nun başına
gelen küçük ama anlayabilenler için büyük havadisleri içermektedir.
Cumartesi günü; tanıdığım ve dost
edindiğim için şükrettiğim Yunus ağabey, Tayfun ağabey, Dr. Hunu, Mehmet Yaşar
ve adaşınız Ahmet Eralp ile her zaman ki Dükkân yolculuğunda olduğu gibi
türküler ve zarflaşmalar eşliğinde balığa gittik. Onların işi balık talimi
yapmak, benimki de böcek talimi yapmaktı. Barajın su seviyesi yüksek olduğu
için; Mübarek Hocam’ın (beraber gittiğimiz son balıkta gittiğimiz yeri
beğenmeyerek) “gene de bizim sadık yârimiz karşı taraf” diyerek işaret ettği,
her zamanki gittiğimiz yere gittik, oraya vardığımızda her yer yemyeşil olmuş
su seviyesi bizim gördüğümüz en yüksek seviyenin de üzerine çıkmış ve cennet
köşesinden bir köşe olmuştu. Uzun zamandır buraya gelmeyen balıkçılar burayı
görünce balığı da unutmuş, gurbetten gelen gurbetçi gibi vatanına, Hocam’ın
deyişiyle “sadık yârine” kavuşmanın cuş-u huruşu içinde cezbeye kapılıp olta
takımlarını bir kenara atarak uzun bir süre manzaranın büyüsüne kapıldılar.
Daha sonra aklı başına gelen oltasını attı göle, sezonu yeni açan balıkçılar
gibi ‘vira bismillah’ diyerek…
Mübarek Hocam yoktu. Yolculuğun
başlamasından dönüşe kadar hep yokluğunu hissettik, bir ara ben Hocam’ın
yokluğundan duygulanarak; “Hocam yoksa türküleri de mi yok” diyerek Mübarek Hocam’ın
sevdiği türküleri çaldım ama yine de çok bir şey değişmedi.
Ben birkaç tane böcek yakaladım Tayfun
abi ve Mehmet Yaşar’ın yardımıyla, ancak onlar hiç balık tutamadılar fakat iki
balık oltaya takıldı, sudan çıkmasına rağmen geri kaçtı. İki balıkta Mehmet
Yaşar’ın oltasına takıldı. İlkini kendisi çekti ve toprağa doğru fırlattı ama
zat-ı âlinizin disklerine iyi gelmeyen yetmiş derecelik eğimi unutmuş balık
yuvarlanarak tekrar göle düşmüştü, olta ikinci kez sallandığında Mehmet Yaşar
uzakta olduğu için Ahmet Eralp yetişti ve çekmeye başladı oltayı, balık
direniyordu, Ahmet direniyordu, birkaç dakika süren bu mücadelede olta bir yay
şeklini almış kırılmak üzereydi, Ahmet
heyecanına kapılmış sabredememiş ve balığın yarısından fazlası sudan çıkınca
hızla çekmiş ve balık birden oltadan kurtulan balığın boyu yaklaşık yarım
metreydi… Olan olmuştu ama uzaktan cezbe ve iştahla koşarak gelen Mehmet
Yaşar’ın yüreğine Nemrud’un yaktırdığı gibi kocaman bir ateş düşmüştü, ve onun
yüreği artık bir yangın yeriydi. Yangının acısıyla Ahmet’in acemiliğinden ve
telaşçılığından dolayı uzun bir süre ona fırça attı, benimle birlikte orada
bulunanlar bu duruma gülerken aramızda bulunanlardan birinin bu durum çok işine
geliyordu. Yunus ağabey. Kendisi hakkında konuşmak haddim değil ama her zaman
olduğu gibi yine balık tutamamıştı. Bu arada kimsenin balık tutamamasına ve kaçan balıklara çok seviniyordu. Yalnız
orada bulunanların; kaçan balıkların neden kaçtığını analiz ederken gözden
kaçırdıkları bir durum vardı, suçlu ne Mehmet Yaşar ne de Ahmet Eralp’ti. Benim
tahminim Balıklar sudan çıkınca Mübarek Hocam’ı görememiş ve “O’nun olmadığı
bir kara parçasında bizim ne işimiz var” diyerek kendilerini kılavuzlunun serin
sularına salmışlardı.
Dr. Hunu’ nun başına gelen ibretlik olay…
Türküler, olaylar, közde pişen yemekler
derken güneş dağları aşmış bir günün daha sonuna gelinmiş akşam ezanının
okunmasına birkaç dakika kalmıştı. Eşyalar toplanmış tek sıra halinde arabaya
doğru gidiliyordu… Tam Mübarek Hocam’ın “Dere-i İsmailiyye-i Göktürkiyye”
ismini verdiği İsmail Hocam’ın deresinden geçilirken olanlar oldu: Derenin
baraja yakın kısmından geçerken Dr. Hunu; herkesin dere ortasındaki taşa
basarak geçtiği dereyi bir hamlede geçmeye çalışmasıyla, önce sağ ayağını
yaklaşık bir buçuk metre eninde olan derenin öbür tarafına attı, sonra sol
ayağını da sağ ayağının yanına getirir getirmez vücudun ağırlık merkezi arkada
kaldı ve birden bir ses yükseldi dereden: “Calllpppp!” Dr. Hunu sırtüstü dereye
düşmüştü, etrafta akşam yemeği telaşında olan ve durmadan vıraklayan kurbağalar
bir anda susmuş olayı çözmeye çalışıyorlardı. Yaklaşık 25 - 30 derece eğim ile
yukarıdan aşağı akan İsmail Hocam’ın deresi bir anlık durmuş birkaç santim
yukarı akmış tekrar normale dönmüştü. Gölde bir dalga oluşurken balıklar
bölgeyi terk etmişti. Yukarıdaki ağaca yuva yapmış bir kuş sesle birlikte,
akşam akşam gözü görmemesine rağmen birden uçuvermiş ve büyük hayallerle
kurduğu ilk yuvasındaki yumurtaları düşüvermişti. Bu arada Dr. Hunu’ nun ayak tabanları gökyüzüyle
hasret gidermiş ve sırtındaki çantasıyla birlikte arka kısmı komple ıslanmıştı.
Şükür ki kendisinde bir şey yoktu. Biz de olayın şokunu atlatmıştık. Bu arada
belki de biz gülmeyelim diye Yunus ağabey konuya farklı bir boyut kazandırıp,
Dr. Hunu’nun keramet gösterdiğini ve suya batmadığını söyledi. Oysa derenin
derinliği zaten bir karıştı, ben de kendimi tutamayıp bir miktar güldüm
çaktırmadan. Arabaya binince Dr. Hunu: “ben Halep’teyken kırk arşın atlardım”
demesiyle ben daha da gülmeye başladım ve “Halep ordaysa İsmail Hocam’ın deresi
burda ağabey” dedim ve herkes güldü. Sonra Dr. Hunu: Kurt kocayınca… Dedi. Buna
da en çok gülen yine ben oldum… En
sonunda Dr. Hunu’nun evine gelmiştik arabadan indiğinde koltuk hiç yaş değildi…
Sözü biraz uzattım ama sonuç itibariyle
yerinden kımıldamadan yatan Savaş Hocam’ın baş ucuna ananas, Hindistan cevizi,
kivi ve muz koyan Dr. Hunu’nun sırtı yere, ayakları havaya gelmişti. Bence
Savaş Hocam’ın âhını en hafif şekilde atlatmış ve anlayanlar için de çok büyük
ders olmuştu. Ancak ortaya kocaman bir soru işareti çıktı: Şimdi
sırada kim var?
Not: bu olaydan ders çıkaracak kişiler
arasında “Bir Hocam” yoktur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder