Mahallesini terk edip yeni inşa edilen mahallelere göç eden ama eski berberlerinden ayrılamayan insanları bir türlü anlayamadım.
Elektriklerin kesildiği akşam çocuklar yerde oturup sehpanın üzerindeki mumun ışığında gölge oyunları yaparken büyükler de muhabbete başladı. Bizim belki hayal bile edemeyeceğimiz günlerden, elektriğin olmadığı zamanlardan hatıralar saçılmaya başladı ortalığa. Karanlık bir yolda babaanneme bisiklet çarpmasından, akşam ezanını minarede okumak için nasıl yarıştıklarından, kamyonun farını yakıp komşuların bizim avluda nasıl kurban kestiklerinden bahsettiler.
Kelle emanet etmek kolay değildir elbet…
Herhalde çocukluğundan beri saçlarını anasından az, babasından çok okşayan berberini kaybetmek istemiyor insan.
İşte bizim Safa da bu her şeyi bırakıp kelle emanetçisini bırakamayanlardan. Bir akşamüstü kendi şahsi tıraşında eşlik etmem için beni evden aldı. Dostlar bilir, gece olmadığı sürece fakiri evden çıkarmak kolay değildir. Varın Safa’nın ısrarını, çabasını siz düşünün…
Şehrin bir ucundan (Üngüt’ten) bir ucuna (Batıpark’a) Safa’nın arabasında arabesk şarkılar dinleyerek tıraşa gittik. Araba dediğim de araba hani, beyaz olması aldatmasın siyah olanlarında genelde çakarlar yanıp sönüyor.
Safa arabayı Kulağı Kutlu Camii’nin az berisine park etti. Meğerse berberi Kulağı Kutlu Camii’nin Cuma cemaatindenmiş. Safa’ya Savaş Hocam’ın ekmeğinden, aylar sonra Tekbirlerle Bir Hocam’ı karşılamamızdan bahsederekten, dineldiğimiz yerleri göstererekten, Kulağı Kutlu’yu anlatmaya çalışıyordum. Safa ise dinliyor gibi yapıp berberi arabayı göremesin diye uğraşıyordu. Ben tabiri caizse bu kerahet vaktinde cezbe halindeyken Safa’nın beklenmedik bir sorusuyla karşı karşıya kaldım:
Edem yanında 15-20 lira var mı? Şimdi berbere 200 lira uzatırsam söver bana.
Safa’nın elindeki iki yüzlükleri cebine sokuşturmasını seyrederken çaresizce “Var.” dedim. Varsın son param dostun tıraşına gitsin.
Kulağı Kutlu’yu geçince yolun karşısındaki ilk değil ikinci berber. Eski, kubbemsi bir dükkân. Yanında demirci, önünde tabureler… Safa selam vermek için içeri girdi ben girmedim. Üç tabureden birinde yorgun hali tanıdık gelen bir adam oturuyordu. Yanına çöküverdim. Tabakamı çıkarınca dayının gözleri tabakama değdi. Bunu bekliyor olduğumdan tabakayı uzatır gibi yapıp:
Sarayım mı dayı? İçer misin?
Ben sararım. Deyip tabakayı aldığı gibi sarmaya başladı.
Tütünü yakar yakmaz dili çözüldü tabi. Önce tütünümü övdü epey bir. (Bilmeyenler için: tütün Mehmet Yaşar markadır.) Sonra gençliğinde ne çok içtiğinden, nemini ayarlasın diye torbaya yeşil fasulye koyduğundan bahsetti. Ardından kaçak sigara fiyatlarından dem vurmaya başladı. MM’yi Mardin’den 3 liraya alıyormuş halen. Bu arada yoldan geçen Suriyelilere sövdü ağzına geldiği gibi: “6-7 liraya satıyor bilmem ne çocukları. Her şeyin fiyatını bunlar arttırıyor…”
Bu arada Safa içeride tıraş sırasını almış ki gelip aramıza oturdu. Dayıyla sohbetimize devam ettik:
Dayı meslek ne senin?
Kamyoncuyum. Emekli oldum. Şimdi eski bir minibüs var servise çıkıyom.
Sırt kısmı dökülmüş kestane rengi deri ceketinden, cildindeki çatlaklara karışmış motor yağı kalıntılarından, tanıdık gelen yorgun kokusundan anlamıştım zaten de sorasım geldi işte.
Nereye çalışıyordun?
Her yere çalıştık yeğenim. Amma en çok İstanbul.
Buradan mı?
He.
Tencere tava mı tekstil mi?
Ne olursa. En çok tencere tava, tekstil çok sonra…
Şirkete çalıştın o zaman.
Öyle. Araban kötüyse almazlar. Mersedesse gel derler, iş verirler.
AS 900 vardı bizde de.
Çok eski o çok. Ben binmedim hiç
Ha oldu epey satalı.
Safa’nın da muhabbete giresi geldi bir an:
Dolmuşçulardan tanıdığın var mı dayı?
Dolmuşçuluktan geçtim zaten.
Hastane?
Hastanedeydim he.
Benim dedemi bilin sen.
73, 74, 75, 76 yılları.
Tamam işte Lastikçi Göğüş dedem.
Bildim bildim tamam.
Niyeyse dayının gülesi geldi o ara. Adının Fatih olduğunu da o ara öğrendik. Adından sonra Safa eskilerin hep lakapları olduğundan bahsetti. Deli Muratlar, Kara Muratlar, Ges Hacılar…
Dolmuş hatlarından, lakaplardan, dönen paralardan bahsediliyor ara ara yoldan geçen Suriyelilere söverekten muhabbet devam ediyordu. Ortada dolaşan bir meczup dikkatimi cezbetti. Akşam karanlığı çöküyordu. Gözünde kocaman bir güneş gözlüğüyle gelene gidene laf veriyor, yolun karşısındaki bakkaldan az az çerez alıp geliyordu. Berberin önünü mesken tuttuğu belliydi. Saçına da epey emek verilmişti. Maraş’ın Cezbeli Gülleri kitabında yer alamayacak kadar genç olan bu tomurcuk meczup bana büyük teyzemin büyük oğlu Muhammet Celal’i hatırlattı. Sadece Muhammet ya da sadece Celal değil: Muhammet Celal. Muhammet Celal yaşı bana en yakın, bana en çok benzeyen, en iyi anlaştığım akrabamdır. Hiçbir şeyi unutmaz ve oldukça hazırcevaptır.
O’nun böyle bir mahalle hayatı olmadı. Evde, çeşitli kurslarda, rehabilitasyon merkezlerinde topluma kazandırılmaya çalışıldı. Meczup değil hasta olarak anıldı. Kazandırılmaya çalışılması kayıp olduğunun ilanı gibiydi. Çatal ile kaşığı ayırt edebildiğinde, kendi başına üstünü değiştirebildiğinde ne çok sevinmiştik. Oysa şimdi bu mahallede gördüğüm kadarıyla “eskiden olsa Muhammet Celal hasta olmayacakmış.” dedim kendi kendime. Berbere gelse büyük bir coşkuyla tıraş olabileceğini, terziye gitse her bayram takım giyebileceğini ama sadece bayramlarda giyebileceğini, selamı karşılığında azar azar çerez yiyebileceğini, bir ihtiyacı olsa mahallesinin bu ihtiyacını göreceğini hissederdi. Bir akıl belirtisi olarak, çatala taktığı yemeği üzerine dökmeden ağzına götürmesiyle teselli olmak yerine canlı bir hayatın renkli bir parçası olduğunu görüyor olabilirdik Muhammet Celal’in.
Safa’nın sırası gelince Kulağı Kutlu’da bir vakit namazı kılayım diyerek camiye geçtim. İçeri girer girmez imam tarafından şaşkınlıkla karşılandım. Bir gencin namaza gelmesine alışık değildi anlaşılan.
Namaza mı geldin?
Evet hocam. Gılıcık de mi?
Gılıcık gılıcık. Abdestini al geç hadi.
Ezanı beklerken caminin içinde ayak üstü sohbet ettik. Bu mahalleden sanmış beni. Ondan şaşırdı herhalde. Cuma günleri yol kenarında dinelen ekipten olduğumu söyledim. Ufak bir kahkaha attı. “Ha şu ekip.”
Ezan bitene kadar üç kişi olduk. İki büklüm haliyle V.I.P. kısımda oturarak namazını eda edecek olan bir emmi, müezzinliği üstlenen ben, bir de hoca. Hoca biraz sevinsin diye sesimin rengini ortaya çıkaracak şekilde orta karar bir gamet getirdim. Felak-Nas ile farzı bitirdik ki imam efendi kalkıp bana doğru iki elini kaldırıverdi. Sevinçten sarılacak ya da yüzümü okşayacak sanmıştım. Aceleyle:
Benim işim var sen devam et. Diyerek koşar adım çıktı camiden. Gameti uzattığıma pişmanlık duymadan sünneti kılıp kaçtım tabi ben de.
Dedim ya oldum olası şu eski berberlerini terk edemeyenleri anlamam diye, yine anlamadığım bir şeyi daha da anlamayarak günü bitirmiş oldum.
***
BİR KAMYON HATIRA
Elektriklerin kesildiği akşam çocuklar yerde oturup sehpanın üzerindeki mumun ışığında gölge oyunları yaparken büyükler de muhabbete başladı. Bizim belki hayal bile edemeyeceğimiz günlerden, elektriğin olmadığı zamanlardan hatıralar saçılmaya başladı ortalığa. Karanlık bir yolda babaanneme bisiklet çarpmasından, akşam ezanını minarede okumak için nasıl yarıştıklarından, kamyonun farını yakıp komşuların bizim avluda nasıl kurban kestiklerinden bahsettiler.
Sonra kişiler, olaylar sataşmalar
birbirine tutuşturulup akıp gitti.
“Ne yaptı o?”
“Sağ mı daha? Adı batsın!”
“He askere gittiydi de geri dönmediydi
oğlu…”
“İki kızı da kocaya kaçmış amma yalan,
yokluktan düğün edecek halleri yok.”
“Demir-çelik yapılırken köydeki herkesi
fabrikaya çağırdılar da muavin gitti deden akıllılık edip gitmedi. Güya patron
ya kamyonunda…”
Başından beri sadece dinleyen, kamyon lafı
geçince kafasını öne eğen dedem bu sefer cevap verdi:
“Patrondum tabi. Koca kamyon...”
“Aman, patronmuş. Senden güccük adam
senden on yıl evvel emekli oldu.” dedi babaannem. Ortalık kızışacakken memur olan
amcam tatsız ama işime gelen bir müdahalede bulundu:
“Ana dur hele, keyfimizi kaçırma. Otantik
bir ortam bak, dışarıda yağmur, soba yanıyor, mum ışığındayız…”
Babaanneme böyle denir mi? Bunlar hep
rezillik ona oysa.
“O muavinle Suriye’ye mi gidiyodunuz ne
baba?”
“Ha ya. Az yol gitmedik onlan. Sonra
demir-çelikti, sigortaydı, maaştı deyip gittiydi. Allah razı olsun çok yükümüzü
çekti.”
Kamyoncunun hatırası bitmez. Hele bir de
bizimkiler gibi aile boyu kamyoncularsa; aynı kamyonla aynı yollarda ayrı ayrı
yük çektilerse birbirlerini kataraktan bir ton hatıra çıkarıverirler ortaya. O
sonu olmayan yolların sonuna varıp da geri dönerler de hatıra biter mi? Oraya
kadar götürüp getirirler valla. Getirmezlerse iş kötü. Suriye, Irak, İran bahsi
neyse de İstanbul’a varılınca mesele Türkan Şoray’a, Kadir İnanır’a, adamına
göre Müjde Ar’a geliyor. Her kamyoncuyu İstanbul’da Yeşilçam oyuncularından
biri karşılamış oluyor çünkü.
Kazalar, şirketler, yolun her türlüsü, yük
için girilen kuralar ve dedemin hakkı olmasına rağmen “ayıp olur, ihtiyacı
vardır, akrabadır” deyip kaptırdığı kıymetli yükler, yükü geciktirince yenilen
dayaklar… Derken babam geç kalıp dayak yememek için dilini nasıl ısırıp nasıl
dinç durduğunu anlatmaya başladı. Dilini mumun aydınlığına doğru çıkarıp
gösterdi. Dedem de torunlarına bakıp “eee” diyerek gösterince torunları olarak
gülüştük. Gerçekten de dilleri lime limeydi. Ha bir de demli çayın yanında
Gripin ağrı kesicisi. İki saat daha yolda götürürmüş uykusuz adamı.
Ben son kamyonumuza yetiştim. Hatta
küçükken yola gitmişliğim bile var. Dotç AS 900. Kırmızı.
Motor kaputunun yanlarında, ucunda birer top olan demirden süsleri vardı. Bir
metal yığınında ne kadar süs olabilirse işte.
Bu arada oğulları tonajıyla, yatağıyla,
yokuşuyla AS 900’ü övmekle bitiremezken dedem hiç konuşmadı. Satıldığı günü
tekrar yaşıyormuş gibi bir hali vardı. O ânı kimse görmemişti. Ben ise
balkondaydım. Evin önünden kamyonu alıp gittiklerinde dedem bir süre arkasından
bakmış sonra oldukça sert hareketlerle sığırlıktan peguat mobiletini çıkarıp
kamyonunun peşinden gitmişti. Çocukça korkularla ve terliklerimle ardından
koşmuştum. Değirmenin orada ana caddeye çıkmadan mobiletten inip, hareketsizce
kamyonunun gidişini seyretmişti dedem.
Yanına varamamıştım.
Seslenememiştim.
Öylece kalakalmıştım ben de.
Dedemin gözyaşları akmaya hazır beklerken
kamyonun hurdaya ne kadara verildiği konuşuluyordu. Dedemin iyice
hüzünlendiğini fark eden babam:
“Onun parasına da Toros mu aldıydık ne?”
Dedem titreyen sesiyle mücadeledeyken:
“Etmediydi bile!” diyerek başını bir yere
vurmuş gibi birden geriye çekilip burnunu çeke çeke göz yaşlarını sessizce
bıraktı.
Ramazanlık yaz mevsimine tekabül
etmişti. Teravih sonrası Eski Tokat; avlusunda eski bir Osmalı karakolu ile
meydan çayhanesini barındıran Takyeciler Camii cemaatinin, imamının ve şehir
vaizinin muhabbetine mekân oluyordu.
Henüz orta yaşlarındaki imam,
çayları ısmarlayacak olan yaşı en büyük ve en temiz giyimli emmiye muzipçe
sataştı:
"Hasan Efendi, bırak artık
şu sigarayı, namaz kılamayacak hâle geleceksin."
Hasan Efendi tütün tabakası,
köstekli saati, şalvarı ve topraktan aldığı tavırları ile bu ikazın yapılması
gereken son kişi olduğunu hissettirdi. Ardından bir nefes daha çekerek dumanla
karışık cevap verdi:
"Bu, benim elli beş yıllık
dostum. Hanımdan bile evvel..."
***
BANKA SİSTEMİ NASIL ÇÖKERTİLİR?
On beş kadar arkadaş, Türkî
cumhuriyetlerin bayrakları ile donattığımız ve adına “Otağ” dediğimiz çardağın
önünde tütün ve çay içiyorduk. Vatan, millet, dava mevzularını Otağ’ın içinde
bir süreliğine tatmin edecek kadar tartıştığımızdan şimdi sadece hoş sohbetler
ediyorduk. Çeşitli atışmaların nüktelerin arasında genç bir kadın ve bir genç
ortamıza giriverdi.
Genç, takım elbisesi, saf yüz
ifadesi ile gayet makul görünüyordu. Kadın ise açık saçık giyinişi, boyalı saçları,
tırnakları, sadece meslekî olarak yüzüne takındığı telkin edici ve kendinden
emin ifadesiyle gayet itici hatta korkunç görünüyordu. Hepimiz niyetlerini
anlamıştık anlamasına ama kadın sırıtan bir samimiyetle hemen söze girdi:
‒
Arkadaşlar merhaba. Biz, yaptığı anketler ve araştırmalar sonucu öğrencileri en
iyi anlayan, sizlere en çok destek çıkmaya çalışan, her zaman öncelik tanıyan …
Bankasından geliyoruz. Sadece sizin gibi genç, yakışıklı ve başarılı öğrenciler
için hazırlanan “… Genç Kart” ı size kısaca tanıtmamı ister misiniz?
Genç kadın beden dilini de etkili
kullanmaya çalışıyordu. Fakat hareket ettikçe açılan yerlerinden utananlar sağa
sola bakmaya başlamıştı. Bu da kadını daha hareketli anlatmaya teşvik etmiş
olmalıydı ki abartılı hareketleriyle bataklıkta çırpınıp daha da batan biri
gibi görünmeye başlamıştı.
İçimizden en toy görüneni
gözlerine kestirmişlerdi. Kadın, onay bekleyen haliyle tekrar sordu:
‒ İstemez
misin? … Genç Kart sana ayda 400 TL harcama imkânı sağlıyor.
‒ …
‒ Ayrıca
hediye sinema biletleri, çekilişler, indirimler…
‒ Yok abla
istemiyorum. Sağ ol.
Genç kadın reddedilmesinden çok
“abla” denmesine bozulmuştu. Kısa bir an için yüzüne yansıyan bozulma çok az
kişi tarafından fark edilebildi. Kendisine “abla” diyen birini nasıl
etkileyebilecekti ki? Tabi kadın vazgeçmedi, başka birini gözüne kestirdi:
‒ Mesela
senin, paraya sıkıştığın dönemler hiç olmuyor mu?
‒ E
oluyor.
‒ İşte o
zamanlarda … Genç Kart sana yardıma koşuyor…
Kadın cümleye devam edemeden
sakalları ve çakmak gözlü Ahmet müdahale etti:
‒ Buna
gerek yok ki. Ben gardaşıma yardımcı olurum.
Kadın duraksadı. Yutkundu ve
alaycı gülümsemelere aldırmadan devam etti:
‒ Peki,
öyleyse böyle yardım ettiğine göre senin de zor zamanların oluyordur.
‒ Kimin
olmuyor ki abla?
‒ Ben de
diyorum ki … Genç Kart ile…
‒ Ama bana
da mert gardaşım hep yardımcı oluyor sağ olsun.
Ortalık özellikle kredi kartı
mağdurlarımız için şenlik yerine dönmüştü.
‒ Mert sen
misin?
Mert ağabey bıyık altından
gülümseyerek cevap verdi:
‒ Evet
abla, benim.
‒ Senin
peki, hiç ihtiyacının olduğu olmuyor mu?
Birçoğumuz lafa karıştık:
‒ Olur mu
abla?
‒ O en
zenginimiz…
‒ Arabası
bile var…
Kadın bir süre gülen yüzlerimize
baktı. Yine bir umut Mert ağabeye hitaben konuşmaya başladı:
‒ Artık
tüm yakıtlar çok pahalı. Arkadaşlarına ne güzel bu kadar yardım ediyorsun.
Parya sıkışabilirsin. … Genç Kart sana tüm petrollerde indirim sağlayacaktır.
Bu sefer de ben söze girdim:
‒ İyi de
abla, Mert abi sıkışırsa aramızda toplayıp hallediyoruz. Benzin parasını da
çoğu zaman birlikte ödüyoruz zaten.
Genç kadın pes etmek üzereydi.
Arada bir yere boş boş bakıyor, yüksek topuklu ayakkabısının ucunu da kaldırıp
indirerek çıkar yol aradığını belli ediyordu. Son kez yüzlerimize şöyle bir
bakıp kurban aradı. Tam karşısında köylü olduğu yüzünden belli olan Osman’a
karşı harekete geçti:
‒ Sen
yakışıklı, ayda 400 TL oldukça düşük faizli kredi istemez misin?
Osman, kadına bakmadan, biraz
düşündü:
‒ Abla
valla, faiz haramdır. E kredi de haramdır. Hem anam da müsaade etmez.
Osman’ı tasdikleyen hatta
destekleyen birkaç yüksek sesli çıkışa kahkahalarımız karıştı. Bankacıların
omuzlarının düşmesi ve suratlarının ekşimesi bizi oldukça keyfe getirmişti.
Bankacılar, zoraki tebessümleri ile iyi günler dileyerek aramızdan ayrıldılar.
Bir süre güldükten sonra kaldığımız yerden muhabbetimize devam ettik.
BİLDİM SENİ UZUN SAÇLI
Şiirler saçlarını, saçların şiirleri süsledi
Bir Acem kızı
edasıyla
Sokakta
salınırken, nihavendi;
Her adımında
Delikanlının biri
şair oldu diğeri serseri.
Ama ben bildim
seni!
Sen kavuşulmaz
olansın.
Gözlerine türküler
yazıldı
Güftesini
bakışlarınla işledin
“Deli gönüller
saçlarına dolandı”
Abdurrahim Abi,
sahi:
Bizi hiç mi
düşünmedin?
Baksana uzun
saçlı,
Aşk olmayınca
güzelliğin on mısra etmedi.
Dedim ya, bildim
seni
Sen anaların gelin istemediğisin.
Sen anaların gelin istemediğisin.
CEZBELİ CEZBELİ
Rüzgâr estikçe Maraşlı oldum
Aklıma karşı muzaffer oldum.
Cezbeli sardı sekiz yanımı
Fethetti herbiri bin zannımı.
Cezbeli sardı sekiz yanımı
Fethetti herbiri bin zannımı.
Ve beton çölündeki
mecnuna:
"Tatlı su deryasına dokunma.
Evvel edep, var git öğren edep.
Sonra sükut eder misin acep?
"Tatlı su deryasına dokunma.
Evvel edep, var git öğren edep.
Sonra sükut eder misin acep?
Dokunma ki daha bir
pişesin
Sus ki sonra bir güzel ötesin.
Biz ileri dönük gericiyiz
Cafe yok bizde, bizden ötesin.
Sus ki sonra bir güzel ötesin.
Biz ileri dönük gericiyiz
Cafe yok bizde, bizden ötesin.
.
.
.
Büyük cihadın ayak sesleri
Ben savunmasız, düşman serseri.
Tozlanmış günahlarım alemdar.
Kaçamadım, âdemde âlem dar.
Derken sırtıma yek yük
yükledik
"Vazgeçmek yok, biz de hiç gülmedik.
Tuttum değil tutuldum olmalı
Gayrı bu sana derman olmalı."
"Vazgeçmek yok, biz de hiç gülmedik.
Tuttum değil tutuldum olmalı
Gayrı bu sana derman olmalı."
An geçmeden sırtım vav
olalı
Haykırdı, bir Osmanlı adamı;
"Koca sırtın çıbanı pek olur,
Dev vicdanın savaşı tek olur.
Ardımda kamburum heybetimdir
İşte bu dava, vasiyetimdir!"
Haykırdı, bir Osmanlı adamı;
"Koca sırtın çıbanı pek olur,
Dev vicdanın savaşı tek olur.
Ardımda kamburum heybetimdir
İşte bu dava, vasiyetimdir!"
Yazılacak kalmadı, diller
lâl
Çizildi duvara ilk üç hilâl.
Düşman, küfür ve tek. Elikanlı
Ben, efe tesbihli delikanlı.
Çizildi duvara ilk üç hilâl.
Düşman, küfür ve tek. Elikanlı
Ben, efe tesbihli delikanlı.
Olmayan kelimelere muhtacım tuğlasız parmaklıksız
Varlıktan bir mahpustayım.
Varlık;
Aşkının nuruna kadar duvar
Bu nasıl nurdur?
Ateşin bile gölgesi var.
Arza fezaya, varlığa selam olsun
Varlıktan bir mahpustayım.
Varlık;
Aşkının nuruna kadar duvar
Bu nasıl nurdur?
Ateşin bile gölgesi var.
Arza fezaya, varlığa selam olsun
Olsun amma;
Meded dolu her hu var
Uzakta bir ben varmışçasına
Meded dolu her hu var
Uzakta bir ben varmışçasına
Beni umutlandıramaz aciz
bir nefes olsun.
Bir yok tarifi
çabası
Ben bilmem ki neye muhtacım
Ben bilmem ki neye muhtacım
Zerresiz sedasız
Açık avuçlardan bir huzurdayım.
Açık avuçlardan bir huzurdayım.
Dua;
Kıpırdayamayan dudaklarıma kadar
Yankımdan gayrı bir huzur var.
Kıpırdayamayan dudaklarıma kadar
Yankımdan gayrı bir huzur var.
Bu nasıl bir
huzurdur?
Sönen küllerim bile ümitvar
Sönen küllerim bile ümitvar
Ruhta vicdanda, yoğun
selamı olsun
Olsun çünkü medetlerde,
Bir dolu "hu" var.
Olsun çünkü medetlerde,
Bir dolu "hu" var.
Demem o ki:
Yokluk; varın üstüne sinsin
Yokluk; varın üstüne sinsin
Gerekirse varlık sırtıma
binsin
Yeter ki
Biri bana nefes almayı öğretsin.
Biri bana nefes almayı öğretsin.
***
KAĞIT TOPLAYICI
Bir daha belediye parklarında dalıp gitmeyeyim
yeter.
Oturma odasının ışıklarını açtım.
Odada kendimi en çok yakıştırdığım yere yerleştirecektim ki bu genelde ruh
halime göre değişen bir şeydi. Her yerde kâğıtlar, kitaplar, defterler ve
buruşuk kâğıtlar, buruşuk kitaplar, buruşuk defterler varken hiçbir yer çekici
gelmedi. Hele genelde oturduğum koltuğum ve genelde yazdığım masam şu an bana
öyle uzak, öyle samimiyetsiz ve öyle yapmacık geliyordu ki kendimi oralara
yakıştırdığım anlar yüzünden pişman hissediyordum. Yine de masama usulca
yaklaşıp temiz üç beş kâğıt, kâğıtların altına koymak için bir dergi ve bir
kalem alıp rastgele bir yere, gerçekten yere, oturup bağdaş kurdum.
Yakınlarında yaslanabileceğim herhangi bir destek noktası yoktu. Sırt ağrım şu
an umurumda değil. Dergiyi ve kâğıtları yere koyup üzerine eğildim. Bir iki
cümle denemesi ve içten edilen üç beş küfür…
Sayfanın bir kısmı karalanmıştı artık.
Etrafıma binbir duygu yüklü bakışla bakıp tekrar kâğıda
eğildim. Önce ikinci tekil şahıs olarak başladığım metni, tekrar birinci tekil
şahıs olarak düzeltip, yazdım. Anlatacağım kahramanım ile bütünleşmeli; hatta o
tam olarak “ben” olmalıydım. Kararımı verip, yazmaya devam ettim.:
Gururumdan çöp tenekesinin yanına
oturamadığım için köpeklerin olmadığı veya köpeklerinin korkak olduğu bir park
arıyordum. Gerçi en uslu köpek bile beni görünce bir kurt kesiliyordu ama
onları da korkutması kolay oluyordu işte... Üç dört sokaktır yorulduğumu iyice
hisseder olmuştum. Tüm bedenim, bu işi senelerdir yapan kendi değilmiş gibi
bendine saygısızlık edercesine direniyordu. Başımı öne eğmiş yürürken kollarım
kasılmış, sırtım ise üst kısmından itibaren sertçe ağrımaya başlamıştı.
Bedenime, ruhumun arta kalan kısımlarıyla sabrediyor, ancak gururum da bu işi
artık kendisine yakıştıramıyordu. Nefes almak her anlamda zorlaştığında, bir
sonraki parkta oturup tütünümü tüttürmeye karar verdim.
Aklıma gelmişken, yeni tütün almıştım. Nerde bu
çakmak?
Köpeklerden korkmuyordum hayır.
Sadece, köpek havlamalarıyla parktaki insanların bakışlarına maruz kalmaktan
nefret ediyordum. İnsanların o lanet bakışlarına ve mesleğini yanlış tabir
etmelerine dayanamıyordum. Köpekleri toplamayan belediyeye durmadan park
yaptığı için müteşekkir olamıyordum. Sonuçta ben de oy kullanan bir vatandaştım.
Gerçi içimde bir yerlerdeki bir duygu, köpeklerin çok da toplanmasını
istemiyordu, arada bir varlıklarının fark edilmesi hoşuma gidiyordu çünkü. Sadaka
vermek istedikleri zamanlar hariç. Sadaka almak... Benim gibi eli ekmek tutan
birisi için ne kadar da zor ve tarif edilememesi nasıl iğrenç bir duyguydu.
Son üç sokaktır sadece alışkanlık
olarak tenekelerin yanlarındaki koli parçalarını almıştım. Tenekelerin içine
bakmamıştım bile. Zaten ne halim ne de zamanım vardı. Tütünümü tüttürmeliydim
artık!
Sahi
nerde bu çakmak? Arka cebimde mi?
İleride sakin bir park görünce sağ
tarafındaki tenekeyi es geçip parka doğru hızlanmadan devam ettim. Şimdilik
havlama hırlama yoktu. 2Hayret. Gecenin bu saatinde nasıl olmaz?' diye düşünmek
yerine hiç umursamadan yarısından çoğu kâğıt dolu, dört çuval ve tahta
parçalarından bozma arabamı parkın bir yerindeki çöp tenekesinin yanına bırakıp,
arabamı görebileceğim ikinci banka oturdum. Genelde böyle yapardım kâğıt arabamın
sahibi olduğum anlaşılmasın diye; ama zaten bu sefer en yakın ilk bankta birisi
oturduğu yerde sızmıştı. Bu daha iyiydi tabi. Gömleğimin cebindeki şeffaf
poşetten, sarılmış kalitesiz tütünlerimden rastgele bir tane seçip yaktım..."
İşte bu...
Kilosuna yüz liradan fazla verince gerçekten
kaliteli oluyormuş.
Sağ ön çaprazımdaki sızmış adamın
garip halleri dikkatimi çekmişti. İkinciyi yaktığımda o adamla konuşma isteği
oluşuverdi içimde. Köpeklerin olmamasından mı, bir yakınlık veya yalnızlık
hissettiğimden mi bilmiyordum; ama tütünün yarısına gelmeden gidip, adamın
yanına oturmuştum bile... Bir dal iyi sarılmışından uzatıp garip herifin
kılığına kıyafetine baktım bir. Adamın şaşkın sayılabilecek bakışlarıyla
karşılaşınca öylesine bir cümle savurdum:
'Ne iş yaparsın?'
Cevap gelmedi.
Biraz bekledikten sonra tekrar davrandım:
'Ben kâğıt toplarım; sen ne iş yaparsın?'
Garip herifle tekrar göz göze gelince onu daha da
bir şaşırmış gördüm kendimce. Sonra herif önüne dönüp kısık sesle cevap verdi:
'Ben de kâğıt toplarım.'
Sıradan zamanlarda böylelerini bu bölgede rakip
olarak görürdüm ama bu sefer kılık kıyafet ve duruşuyla benden daha sefil biri
vardı. Konuşmaktan vazgeçtim. Yaşam şartlarının verdiği sertlikle herifin
avcuna cebimden çıkardığım bozuklukları tutuşturdum. Gururumun kibrimin
okşanması ile yardım edebilmenin ferahlığı arasında gidip gelirken arabama
doğru yöneldim. Arabamı sırtladığımda garip herifin, elindeki paraya baktığını
gördüm. Onun sevindiğini görmek daha bir hoşuma gitmişti şimdi. Sonra az öncekinden
daha güçlü adımlarla parktan uzaklaştım.
***
Garip herif, biraz daha kendine
gelince aldığı parayla dolmuşa binip evine yöneldi. Oturma odasına kadar
karanlıkta yürüdü ve ışıkları açıp elinde kâğıt kalemle, her tarafı karalanmış kâğıt
olan, odasında yere oturdu. Az önceki kendisini kullanarak, kendi bencil
duygularını yücelten adamdan intikamını almalıydı. Basit bir kâğıt
toplayıcısının hatta çöpçünün kendisi gibi bir yazara yaptığı bu saygısızlığın
altında kalamazdı. Onu yeren ve küçük gösteren bir şeyler yapmalı, yazmalıydı.
Saati umursamadan hikâyesine başladı..."
İçime
su serpildi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder