Muharrem ayına girdik gireli
içimde bir hüzün var. Bağlamı hüseynî mi bilmesem de, bilemesem de
sevinçli değilim çok şükür. İmam Hüseyin'in şehit edildiği ayda gülmekliği terk
etmek gerek; gülümsemek ise zarurettendir bu ayda, bilirim.
Gecenin bir yarısında şehr-i
Maraş'ın sokaklarına yağmur yağarken balkonda oturup eski günleri yâd ediyorum.
İçimde yine o garip hüzünle, gariplik hüznüyle... Her geçen gün ayrı bir telaş
ile tatlı tatlı gülümsüyor hatıralarımda. Batı adamınındır bunalım diyor Fethi
Gemuhluoğlu hüzün ise bize ait bir doğulu sadası. Madde arzusundan uzak ve
azade ruhi bir kabiliyet, hüzün.
Hangi anıya gittin de geldin
dersen dur sana anlatayım. Anlatmak bu hali ziyadeleştirir diye murat
ettiğimden anlatıyorum sana, bir dostummuşçasına senle konuşmak istiyorum hoş
gör beni.
Böyle bir eylül sonu yahut ekim
başıydı. Belki de kışın yağmurlu soğuk günlerinden biriydi. Mutadımız üzere
okuldan kaçıp Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi’ne gitmiş, Hasan Ejderha
hocamızın odasında, Ahmet abinin tabiri ile “Dergâh yayın bürosu”nda muhabbet
etmeye koyulmuştuk. Hocam her zamanki güler yüzünden ikram ediyordu bizlere.
Ardından Mehmet Yaşar abi geldi. Artık vakti geldi diyerek üç dosta dostluk
üzerine bir sohbet okuyacağını söyledi. Bilmiyorduk ancak heyecanlıydık
okunacak yazıdan ötürü. Dinlemeye koyulduk sessizce. Mehmet abinin konuşması
dahi bir şiir gibidir. Hele ki güzel bir yazı olsun, şiir olsun başladı mı
okumaya o sesin büyüsünden kurtulmaya imkân yoktur. Okuyacağım dediyse elbet
güzel bir yazıyla gönlümüzü besleyecektir ve besledi de.
Önce selam ile başladı yazı
evveli, ahiri, zahiri, batını selamlayarak. Sonra, dost ol kişidir ki diyerek
dostluğun ne idiğünü ve nasılını koyuverdi önümüze. Bu sırada üşüyen
ellerimizle dumanı tüten çay bardaklarını kavrıyorduk.
“Öldürülmesi muhakkak ve bu
mukadder olan gecede peygamber-i Ekber'in yatağında yatandır, Şah-ı Velayet'tir
dost.”
“Tıkanılması gereken son deliğe
koyacak parça kalmayınca ayağını yani kendini, gönlünü koyandır dost.”
Yazı uzadı gitti, vakit geçti de
geçti. Çaylar tükendi, bizde ise hoşnut bir sükût. Kulaklar Mehmet abide. Odayı
bir hava dolduruyor; keder değil, yas değil. Sevinçten, neşeden daha tatlı bir
şey...
Eski kitaplarda bahsedilen içi
dolduran o nesne. Hüzün... Dünyaya biraz ağlayabilmek için gelmiştik,
ağlayabildiğimiz kadar insan, ağlayabildiğimiz kadar da temiz değil miydik?
Dünyalık arzu ve isteklerden ötürü gelen timsah gözyaşı değil muradımız.
Günümüz öylece geçti, o günün
ardından daha nice günler geçtikçe geçti. Fazlı abi türkü söyledi ay ışığında
bir damın üstünde. Seher vakti çaldık yarın kapısını melül mahzun. Gönlümüz
dünya leşinin kokusuyla dolu olsa da açıverdi kapıyı, kabul etti, buyur etti
sofrasına.
Geçmiş güne bakıp gecenin zifiri
karanlığına dalıp gitmemek mümkün mü?
Bazı şeyler bir daha ele
geçmiyormuş anladım ve anlamaya da devam ediyorum hâlâ. Gece vakti
terliklerimin sesini boş odaların önünden geçerken duyuverdiğimde fark ettim
ömür denilen şeyi. "Ne var ki o seste?" demeden dinle bak taa
çocukluğumdan beri bana yoldaş olan bir sesti o ses. Bir süredir duymaz olmuş,
kaybetmiştim tak-taklarını...
Evet muharrem ayındayız. Vakt-i
Kerbela. Hüzün vakti. Evlad-ı Rasulün Rasulü Zişan'a kavuşma, Su'ya kanma vakti…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder