Tesbih
atölyesine girdiğinde atölyeye yayılan “Seher
yeli” türküsü, Raci’nin kalbine öyle bir değdi ki bu, Aynalı Dede’yle
beraber dinledikçe ezberledikleri bir yakarıştı. Bu sesin eşliğinde tesbih
ustası Ahmed Suphi Usta’ya selam verdi. Ahmed Suphi Usta muhabbetle selamı
aldı, yüzüne baktıkça huzur veren bu gencin.
Aynı anda
dengelendi iki insanın kefesi.
Raci,
tespih ustasının gösterdiği sağ köşedeki sandalyeye oturdu. Bu köşe tespih
ustası için en değerli köşeydi…
Sağ, kutsaldı…
Sağ, emekti…
Sağ, bereketliydi…
Sağdan
başlamak hep bu güzel sebeplerle güzeldi ve solda ise kalbimiz vardı; bu yüzden
onun üzerine de hiç ama hiç basmamalıydık. Çünkü o hayatımızın dengesini
sağlayıp bize yön veren bir pusula gibiydi… Ama onu da tercihlerimize göre ya
koruyoruz ya da kaybetmek üzereyiz. Raci, Seher yeli türküsünün sözlerine öyle
bir daldı ki buraya neden geldiğini dahi unutur gibi oldu. Aynalı dede onu sıkı
sıkıya tembihlemişti. “Firuze taşlı yüzük sana istediğin hayatın dengesini
verecek, Zümrüd-ü Ankayı bul ve bu yüzüğü ona ver. Bu yüzüğü kendine verilmiş
bir emanet gibi görme. Çünkü hayatın dengesi emanet değil, cennet hükmündedir.”
Demişti.
Tespih
ustasıyla Aynalı dede arasında kuvvetli bir bağ vardı. Ahmed Suphi Usta belli
aralıklarla Aynalı dedenin mekanına giderdi. Onunla konuşmadan sessiz geçen
sürükleyici sohbetleri vardı. Aralarında geçen sesleri kimse duymazdı, hep
sessizdi. Aynalı dede, tespih ustasına bir gün sesli bir şekilde demişti ki:
“Sana bir
taş göndereceğim ona olması gereken şekli ver, olur mu? Taşlar nasıl şekil
alacağını bilmezler. Sadece zamanla kalpten öğrenirler.”
Tespih ustasıyla hasbihal ettikten sonra
Raci’nin gözleri atölyedeki taşlara kaydı. Gözleri bir anda ince ipliklerle
işlenmiş kesenin içindeki turkuaz taşlarına kaydı. Bu taş Aynalı dedenin
kendisine verdiği otuz üçlük firuze taşının tıpkısının aynısıydı. O da son
zamanlarda otuz üçlük taşını otuz iki diye sayar olmuştu. Diğer tek taşı elinde
Firuze taşlı yüzük olmuştu. Bu taşını da Zümrüd-ü Anka’ya vermesi gerekiyordu.
Raci’nin kalbinden geçen bu gibi niyetlere hakim olan tespih ustası ona niçin
geldiğini hiçbir zaman sormadı. Ahmed Suphi Ustayla muhabbet koyulaştıkça
Raci’nin dudaklarından birkaç cümle döküldü.
“Ahmed
Ustam, üniversiteyi bitireli yıllar oldu. Kendi alanımda bir iş kuramadım ama
hep Aynalı dedemin yanında oldum. Taş işlemeciliğini, tespih işçiliğini siz
değerli büyüklerimden öğrendim. Usta hiçbir zaman olamam ama ömrüm ne kadar
olur onu da bilemem. Yaşamak için öğrenmeye ihtiyacım var, ölene kadar…”
Tespih
ustası gülümsedi Raci’ye. Bir insan bu kadar naif bu kadar düşünceli cümleler
kurar mı? Evet, kurardı. Bir insan her ne konuşursa konuşsun her şeyin
temelleri konuştuğu ilk anda kalpte başlayıp dile gelirdi. Tespih ustası ondaki
bu hüznü anlamış olmalı ki, daha çok onu üzmek ister gibi olmasa da Raci’den
eksik saydığı Firuze taşlarını istedi.
Raci, hiç tereddüt etmeden cebindeki kesesiz otuz ikilik taşlarını Ahmed
Suphi Ustaya verdi. Bunun adı teslimiyetti. Raci’nin taşlarına baktı onları da
masanın üzerindeki Turkuaz taşlarla dolu kesenin içine bıraktı ve kesede tam
yüz otuz tane taş oldu bir anda.
Atölyenin
duvarlarına çarpan ses “Seher Yeli”
türküsünü söylüyordu ve Raci’nin kalbindeki çınarın yaprakları bu sözlerden
düştü düşecek gibiydi ki Ahmed Suphi Usta radyonun sesini biraz kıstı. Raci,
bugün kendi taşlarını kaybettim derken Ahmed Suphi Usta elinde yıllarca çektiği
otuz üçlük sabır tespihini şükür tesbihi çektiği gün Raci’ye uzatmıştı.
“Bu sana
benim hediyem olsun Raci. Onu her zaman ki gibi tam say, biliyorum taşlarından
bir tanesi eksik ama sen buna rağmen o tek taşın için hayalden de olsa bir sayı
daha ekledin, sessizce…”diyerek gülümsedi Ahmed Suphi Usta.
Raci, elindeki
akik taşlı otuz üçlük tesbihine bakarken;
“Bu nasıl
bir alış veriş olur Allah’ım!” dedi sessizce.
Raci’nin
yumuşak bir tabiatı olsa da heybetli, vakarlı bir duruşu vardı. Şimdi radyodan
“Mihrali” türküsü sırayı almıştı. Raci ne desin, Ahmed Suphi Usta ne desin ki
ikisi de en sevdikleri ikinci türküyü dinlemeye başladı. Türkü bitince,
Raci’nin birden gözleri doldu dolacaktı ki kalbi dile geldi.
“Ustam,
dilerseniz bir de Drama Köprüsünü dinleyelim ne dersiniz?”
“Hay, Hay
Racim!” dedi Ahmed Suphi Usta…
İkisi de
sessiz bir şekilde sıra sıra dizilmiş türküleri dinlerken atölyenin kapısı
hafifçe tıklandı. Ahmed Suphi Ustanın buyrun demesiyle kapı açıldı. Atölyeye,
Tespih ustasının manevi kızı başörtüsü omuzları hizasında olan Dürre-i Beyza
tesbihli talebesi Mihrimah Sultan gelmişti.
Radyodaki
sıradaki ses “Altın yüzüğüm kırıldı…” türküsünü söylüyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder