Çocukluk yıllarımda ailem
hayvancılıkla uğraşırdı. Biz kış ve ilkbahar mevsimlerinde Döngel Köyünde
otururduk. Davarlarımız Yeşil Göz yakınlarındaki Kurt Yurdu mevkiinde kışla
adını verdiğimiz sabit barınakta kalırdı. Yaz ve sonbahar mevsiminde Keş dağı
yöresindeki yaylalara göçerdik. Mart ayı gelip keçiler doğurduğu zaman anam da
davarların yanına gider, ben ve kardeşlerim okula gittiğimiz için köyde nenemin
(baba anne) yanında kalırdık. Ortaokul ikinci sınıfta okuduğum sene mart ayının
ortasında anam kışlaya davarların yanına gitmişti. Ben Tekir köyünde okurdum.
Yeşil Gözdeki kışlamızla, Döngeldeki evimiz Tekir’e aynı mesafedeydi. Ben havanın
güneşli olduğu zaman cuma günleri bazen kışlaya anamın yanına giderdim.
Yağmurlu günlerde yol çok fazla çamur olduğu için kışlaya gitme şansım olmazdı.
Mayıs ayının ilk haftası cuma günü okuldan doğruca kışlaya anamın yanına
gitmiştim. Babam akşam yemeğini yedikten sonra bana “Teyfik oğlum, yarın davarı
sen güt de çoban istirahat etsin” dedi. Ben de “baş üstüne babacığım” dedim.
Sabah erkenden gün doğmadan evvel
kalktım. Anam, yengem, amcamın kızları keçilerin sütünü sağıp, oğlaklar anasını
emdikten sonra davar sürümüzü Keş dağı istikametine hareket ettirdim. Azık
bezini belime bağlayıp, sürünün peşi sıra yürüdüm. Davarı hareket ettirdikten
üç-dört yüz metre sonra hedefine saplanmış bir hançer gibi ardıç ormanlarının
içine daldık. Ormanların sıklığından elli metre geriden bakan bir insan üç yüz
başlık sürüden bir tanesini bile görmezdi. Ancak keçilerin boğazındaki çanların
sesini duyabilirdi. Ardıç ormanların arasındaki tesbi, kara çalı gibi bodur
ağaçların yaprakları hayvanların iştahını kabartıyordu. Mevsimin ilkbahar olması
nedeniyle ormanların arasındaki boşluklarda yetişen otlar yeşilin renk
kartelesi gibiydi. Ağaçtan ağaca uçan ardıç kuşları cik, cik, cik diye koro
halinde çıkarttıkları seslerle insanların sabah neşesine ayrı bir renk
katıyordu. Hayvanlar ormanların içinden ilerlese de ben yaylalara giden patika
yolda normal bir hızla yürüyordum. Arada bir hey hey hey! diye ses çıkartarak
hayvanlara asayişin berkemal olduğu mesajını veriyordum. Böyle güzel bir
atmosfer içinde hareketimizden on beş dakika sonra Ekicilikteki Küçük Osman’ın
çadırına ulaştık. Osman amcanın hanımı Fatma teyze ekmek sahibi, cömert bir
insandı. Ben çadıra bir kurşun atımı mesafeden geçerken çadırın önündeki
tümseğin üzerine çıkarak:
“Teyfik, kuzum bir çayımı içmeden
gidemezsin” diye bağırdı.
Ben de ”geliyorum Fatma Teyze”
dedim ve hemen çadıra doğru yürüdüm.
Çadıra vardığımda gördüğüm
manzarayı kısaca anlatmak istiyorum. Fatma Teyze çadırın önüne çamurdan kemer
bir ocak yaptırmış, kemer ocağın içine meşe odunlarıyla ateşi yakmış, meşe
közünün üzerinde mavi renkli bir çaydanlıkla çayı demlemiş, ocağın bir
tarafında sacın üzerinde kızları tarafından çökelek börekleri yapılıyordu.
Çadırın arka tarafındaki yüklükte yorganlar, döşekler yastıklar bir plan
dahilinde düzgünce dizilmiş, kaplık adını verdiğimiz rafta tabaklar, kaşıklar
tencereler temiz bir vaziyette yerini almıştı. O dağın başında, o temizliği, tertibi, düzeni
görünce hatırıma "Aslan yattığı yerden belli olur.” Ata sözümüz geldi. Çadırın
içi yağ döksen yalanacak kadar temizdi. Fatma teyze bana bir bardak çay ile bir
çökelek böreği ikram etti. İçtiğim çayın da yediğim böreğin de tadı damağımda
kaldı. Fatma teyzenin ısrarına rağmen davarları kaybederim korkusuyla ikinci
bardak çayı içemedim. Fatma teyzeye teşekkür ederek yoluma devam ettim.
Ekiciliğin arka tarafındaki Yassı
Mağara bütün ihtişamıyla Tekir ovasına el sallıyordu. Binlerce yıldan beri
insanlara ve diğer canlılara sahiplik etmenin gururunu yaşıyordu. Ekicilikten
Başlamışa doğru giderken hem kıvrım kıvrım yollardan ağır ağır ilerliyor hem de
davarımızın nerede olduğunu kontrol ediyordum. Gittiğimiz yolun dik ve yokuş
olması zaman zaman benim nefesimi kesiyordu. Kendileri görülmese de yüksek
kayaların başından öten kekliklerin sesi kulağıma bir ninni gibi geliyordu.
Gittiğim yolun karşısındaki Ağılkaya ve Nedirli Pınarı yurtlarındaki çobanların
söylediği Karacaoğlan türküleri ruhumu dinlendiriyordu. Benim yakınlarımdaki
duyduğum çoban sesleri o korkunç coğrafyadaki cesaretime cesaret katıyordu.
Ağaçların arasındaki, yaban lalelerinin, nevruzların, sümbüllerin, çiğdemlerin,
kekiklerin kokularının güzelliğini kelimelerle anlatma imkânı yoktu. Gittiğim
yoldan yavaş ilerleyerek usta çobanların mola yeri olan Oturak Ardıcına
kavuştum. Oturak Ardıcı civarındaki çiçekli bitkilere konan bal arıları vız,
vız, vız diye sesler çıkartarak Yüce Mevla’yı zikrediyordu. Oturak Ardıcından
kıbleye doğru baktığımızda Yeşil Göz çayının çıktığı yer bir bardak su gibi
görünüyordu. Kahramanmaraş- Kayseri kara yolundan, aşağıdan yukarıya- yukarıdan
aşağıya geçen bütün araçların sesleri duyuluyordu. Yeşil Göz köyünün bütün
evleri ayağımın altında kalmış gibiydi. Oturak Ardıcında biraz soluklanıp
nefesimi topladıktan sonra, oturduğum yerden yavaşça kalkarak hareket ettim.
Gökyüzünde uçan şahinler, kartallar, atmacalar yakın bir yerde ölen hayvan
leşinin habercisiydi. Başlamışın başına çıktığımda çobanlık yapan Adnan ve
Hüseyin isimli iki arkadaşımla karşılaştım. Ben o kadar rampa yolu çıkıncıya
kadar aşırı şekilde susamıştım. Başlamıştaki yaz pınarından doya doya su içtim.
Arkadaşlarımla ayak üstü biraz muhabbet ettikten sonra yola revan olduk. Şaş
Oğlanın mağarasının önünden, Göv Boyunun altından geçip, Aşağı Eşmenin Yazısına
ulaştık. (Bizim yörede düz olan yerlere yazı denir.)
Aşağı Eşme; yaklaşık yüz dönüm
genişliğinde düz bir alan olup çevresi dağlar çevrilidir. Bu düzlükte ağaç
bulunmayıp, her tarafı kenger ve geven denen bitkilerle kaplıdır. Aşağı Eşmenin
ortasında küçük bir dere bulunmaktadır. Derenin sol tarafından Keş Dağı
istikametine giden patika yol devam etmektedir. Biz Aşağı Eşmedeki patika yolda
en önde Adnan’ın köpeği, onun akasında Hüseyin, Hüseyin’in arkasında Adnan ve
en arkada ben olmak üzere sohbet ederek yürüyorduk. Bu arada kuşluk vakti
olmuş, hava epeyce ısınmıştı. Önümüzde yürüyen köpek havlayarak bize doğru
koşmaya başladı. İleri doğru bakınca, bir de ne göreyim; patika yoldan kocaman
bir kara yılan başını kazma sapı kadar kaldırmış uçarak bizim üzerimize doğru
geliyordu. Tam benim baktığım anda, yılan köpeği yakalayarak üzerine atladı.
Köpeğin beline sarıldı. Bu sırada köpek kıvrak bir hareketle kendini derenin
içine attı. Yılan kengerlerin üzerinden sıçrayamadığı için köpeğe hamle yapmakta
geç kaldı. Ben yılanı gördüğümde korkudan dizimin bağı çözüldü. Adnan’ın
“yılan” diye bağırmasıyla yaşadığım şoku atlatarak, geriye dönüp kaçmaya
başladım. Elli metre kadar koşup geriye döndüğümde Adnan’ın da kaçtığını,
Hüseyin’in kaçmadığını olduğu yerde donuk bir vaziyette beklediğini gördüm.
Hüseyin’in anlattığına göre köpek derenin içinde karşı atağa geçerek yılanı
başından yakalayarak boğup öldürmeye çalışmış, yılan bir fırsat bularak başını
köpeğin ağzından kurtarmış. Benim döndüğümde köpek ile yılan arasındaki
mücadele şiddetli bir şekilde devam ediyordu. Köpek derenin içindeki kumsal
alanda ayaklarıyla kendine mevzilenecek çukur kazmaya çalışıyor, yılan ise
köpeğin beline hareket yapmak istiyordu. Köpeğin ilk hamlede yılanı başından
yaralaması, yılanı korkutmuş gibiydi. Köpek havladıkça yılan geri çekiliyordu.
Yılan ile köpek arasındaki mücadele beş dakika kadar sürdü. Bu arada üzerindeki
korkuyu atan Adnan elindeki av tüfeğiyle boş bir alana, içi saçma dolu bir
mermi sıktı. Silahın sesini duyan yılan, bir fırsat bularak gerisin geriye
kaçmaya başladı. Yılan ”S” çizerek kaçarken, silah sesiyle kendine gelen, üzerindeki
heyecanı atan Hüseyin yılanı taşlamaya başladı. Yılan canını kurtarmak için
kaçarken, o küçücük köpeğin havlama sesi dağları yankılandırıyordu. Ben ve
Adnan’da Hüseyin’le birlikte taş atarak yılanı kovalamaya başladık. Yılan kürek
sapı kalınlığında, üç metre uzunluğunda vardı. Yılan kendi kendini kurtarmak
için bir çağılın içine girdi.
Ben:” gidelim yılanı öldürmeyelim
“dedim.
Adnan:” bu yılan yaralandı,
öldürmezsek, buradan geçen başka insanlara hayvanlara zarar verir” dedi.
Benden üç dört yaş büyük olduğu
için Adnan'a itiraz etme şansım yoktu. Bunun üzerine çevreden bir ster kadar
ardıç odunu toplayarak, çağılın üzerine ateş yaktık. Ateşin etkisiyle çağıldaki
taşlar ısınmaya başlayınca yılan girdiği delikten geri geri çıkmaya başladı.
Adnan yılanın çıkan kısmına iki tane ucu sivri sopa geçirerek yılanı öldürdü.
Hüseyin’de yılanı sürükleyerek patika yolun kenarına uzattı. Biz yoldan
geçenlerin bizi görmeyeceği bir kayanın gölgesinde azığımızı yemeye başladık.
Biz azığımızı yerken çobanlık yapan iki arkadaşımızın yılanın ölüsünden
korkarak kaçtığını gördük. O günkü çocuk aklımızla, arkadaşlarımızın yılanın
ölüsünden korkarak kaçmasından mutlu olduk ve dakikalarca güldük. Azığımızı
yedikten sonra koşar adımlarla giderek Keş Dağı yaylasında sürülerimize
yetiştik. Şükürler olsun ki, biz yılanla uğraşırken ayı, kurt gibi vahşi
hayvanlar sürümüze zarar vermemişti. Sürüyü Keş Dağından çevirip Karlık ve
Mağaralı yaylaları üzerinden eksiksiz olarak evimize götürdüm.
Yaşadığımız olayı akşam anama ve
babama anlattım. Anam” oğlum iyi ki yılan seni sokup öldürmemiş, bir fakire
sadaka verelim” dedi. Babam da başımıza bir iş gelmediği için sevindi. Bir gün
sonra, bizim öldürdüğümüz yılanı görmek için Aşağı Eşmeye onlarca insanın
gittiğini öğrendim. Yılanın boyu üç metre kalınlığı kürek sapı kadar olduğu
halde, yılanın haberi komşu köylerde boyu on metre, kalınlığı soba borusu kadar
olarak gitmişti. Pazartesi günü Tekir’e okula gittiğimde insanların yılanla
ilgili değişik yorumlar yaptığını duydum. Öldürdüğümüz yılanın hikayesi bir
efsane gibi senelerce dilden dile dolaştı. Aradan kırk yıl geçti. Bizim yörede halen
yılan üzerine bir muhabbet olsa “Teyfik hocanın öldürdüğü yılan kadar vardı”
diyerek mukayese yapılır. Ben ise zaman zaman bu abartılı konuşmaları kendi
kulağımla duyduğum halde, itiraz etmeden içten içe gülerim. Yılandan aşırı derecede
korkarım ama o yılanın öldürülmesine yardım ettiğim için aradan kırk yıl
geçmesine rağmen hâlâ üzülürüm.
Yılanda olsa, akrepte olsa,
kaplumbağa da olsa her canlının yaşama hakkı vardır. Size zarar vermediği
sürece hiçbir canlıyı öldürmeyin. Yaptığınız bir hatadan dolayı benim gibi,
ömür boyu üzülmeyin.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder