“Mısır,
Suriye ve diğer zalim idarelerin gölgesinde
zulme rıza gösteren âlim taifesine ithaf
olunur(!)”
Her dönemde örnekliğini görebileceğimiz Rabbani âlimler insanlık namına risk almış, talan edilen millet malının hesabını sormuş, zalim idarecilerin zulümlerine geçit vermemişlerdir. Ulema kirli ittifaklar içinde yer alanlara, küresel güçlerle birlikte hareket edenlere karşı ümmetten yana olmuş, bu uğurda kimi görevden azledilmiş, kimi kırbaç yemiş, kimi de şehit olmuştur. Ama hiçbir zaman Hakk’ın koyduğu kuralları kendi çıkarları için aşmamıştır. Tuğyan eden sultanları, adaletten sapan kadıyı, hakkına razı olmayan halkı âlimler ikaz etmiş, âlimler mütecavizleri itidale çağırmıştır. O âlimler, güçlülerin haklı olduğu düzene karşı koyup; haklıların güçlü olduğu bir içtimai ve siyasi düzenin tesisi için, lüzumu halinde kendi canlarından dahi vazgeçmişlerdir. Zorba siyasal iktidara karşı kılıf uydurmaktan Allah’a sığınıp, tüm idari mekanizmayı Hakk’a ve adalete davet eden bir hali kendilerine uygun görmüşlerdir. Zalim iktidarlara güç katan değil; zalimlerin zulmünü yüzlerine çarpan âlimler olmuşlardır. İktidarın desteğini almak için değil, yanlış yolda olan ya da yanlış yola girme tehlikesi olan idarecileri, yalnızca Allah rızası için tenkit etmişlerdir.
Rabbani âlimler küresel sömürgeci
güçlerle birlikte olan, millet malını şahsı için harcayan ya da adalete uygun
olmayan kararlar veren devlet adamlarını, yargıçları minberden ikaz etmiştir.
Hasbilik onlarda o derece ileri düzeydedir ki, bakışlarıyla olduğu gibi
sözleriyle de insanları etkilemiş, idarecilerin mağrur bakışları onların önünde
yere düşmüştür. Rabbani âlimler İmam İzz b. Abdüsselam gibi, zalim idarecilerin
türlü dünyalık tekliflerini bir kenara itip; “Dünya senin olsun, ben gidiyorum,
yarın Rabbim’in huzurunda görüşürüz.” demiştir. Kur’an’ın bütün zamanların
ortak hastalığı olarak dikkat çektiği; devlet adamlarının Firavunlaşması,
servet sahiplerinin Karunlaşması ve ulemanın belamlaşması temayülüne karşı agâh
olmaya çağırmışlardır. Rabbani âlimler; Daru’n Nedve’nin kapısında tekbir
getirdi, kırbaç yedi fakat insanların alın terini sömürenlere ‘yuh olsun’
demekten de geri durmadı. Allah Resulü ashabına haksızlık karşısında susmamayı
telkin etmiş, konuşması gereken yerde susanı da ‘dilsiz şeytan’ olarak
nitelemiştir.
Rabbani
Bir Âlim Örneği; İmam-ı Azam(ra)
İmam Âzam lâkabıyla bilinen, Ebû Hanife
künyesiyle meşhur Numân b. Sâbit b. Zevta mutlak müctehid ve fıkıhta Hanefi
mezhebinin imamıdır. Kufe’de Hicri 90’da(699) doğar. Ebu Hanife, küçük yaşta Kur'an'ı
ezberlemiş ve Arapça'nın o zaman tasnif edilmekte olan sarf, nahiv, şiir ve edebiyatını öğrenmiştir.
Gençlik yıllarında sahabeden Enes
bin Malik(ra)’i, Abdullah bin Ebi Evfa(ra)’yı, Vasile bin Eska(ra)’yı, Sehl bin Saide(ra)’yi ve en son
hicri 102’de Mekke’de
vefat eden Ebu’t Tufeyl Amir bin
Vasile(ra)’yi görmüş, bunlardan hadis dinlemiş
olduğundan tabiinden sayılır.
Numan b. Sabit ilme meraklı ama aynı
zamanda tüccarlıkta yapmaktadır. Çarşı-pazar dolaşır ve Kufe dışına da
seyahatler yapar. Bir gün Şa’bi kendisindeki cevherin farkında olarak onu
yanına çağırır ve ‘Böyle yapma, senin ilimle uğraşman ve âlimlerin yanından
ayrılmaman gerekir.’ der. Numan bu sözler karşısında adeta çarpılmış ve
ticaretten de tamamen kopmadan kendisini ilme vermiştir. Ticareti ise vekili
aracılığıyla idare eder. Kufe’nin tek büyük camisindeki derslere devam eder.
Hammad bin Ebi Süleyman’a yaklaşık yirmi yıl talebelik eden Numan b. Sabit,
Cafer-i Sadık’la iki yıl beraber kalır ve ona da iki yıl talebelik eder.
İmam-ı
Azam Ebu Hanife, sadece akaid ve fıkıhta değil; aynı zamanda devrindeki siyasî
çekişme ve baskılara karşı tavrıyla da öne çıkmış Nebevi doğruluğu kendisine
şiar edinmiş bir imamdır. Zulme boyun eğmeyecek derecede yüksek bir şahsiyeti
vardır. Zamanında meydana gelen siyasi çekişmeler ve çalkantılar karşısında,
ilminin ve kemâlatının gereği yiğitçe tavırlar sergilemiş, fikirlerini ve
düşüncelerini muarızlarına karşı çekinmeden savunmuştur.
İmam-ı Azam’ın zühdü, takvası ve ilmî
otoritesi yanında, insanları etkileyen bir başka yönü de mantık ve kıyastaki
gücüdür. Çok çabuk anlama ve analiz etme melekesi ile çözülmez sanılan
meselelere çözümler üreten İmam, döneminin âlimlerinin gıpta ile bakmasına
vesile olmuştur. Kelâm ilminin zirveye ulaştığı Basra’ya en az yirmi defa
gidip-gelerek oradaki Mutezile, Haricî ve diğer bid’at ehli gruplara karşı
Sünnet-i Muhammedî yolunu savunmuş, akıllara takılan suallere cevaplar vermiş,
müminleri ehl-i sünnet çizgisinin dışına çeken akımlara karşı set çekmiştir.
Devrin büyük âlimi Hammad(ra)’ın ders
halkasına katılarak İslâm Hukuku’nda derinleşen İmam, bu hocasından yaklaşık
yirmi yıl ders almıştır. Kırk yaşlarında zorlu bir eğitim devresi geçirmiş
olarak hocasının vefatıyla boşalan kürsüsünün vârisi olmuştur. Yaklaşık otuz
yıl boyunca bu kürsüden verdiği derslerle, sonraları kendi adına izafeten
“Hanefîlik” adı verilecek olan fıkıh ekolünün temellerini oluşturmuş, sekiz yüz
öğrenci yetiştirmiş, binlerce hukukî meseleyi çözüme kavuşturmuştur. Bu süre
içinde devlet makamlarından uzak durmayı kendine şiar edinen İmam, resmi
makamların dini şekillendirme ve egemenliklerine araç olarak kullanmalarına da
fırsat vermemiştir.
Zulme
Karşı Haklının Yanında
Emevi halifelerinin ve atadıkları
valilerin keyfi tutum ve uygulamalarını doğru bulmayan Büyük İmam, Hz.
Hüseyin’in Kerbela’da kurtulan tek oğlu İmam Zeyd’in halife Hişam b.
Abdülmelik’in tahrik ve küfürlerine karşı ayaklanması sırasında, “Eğer
insanların, Hz. Hüseyin’i terk etikleri gibi onu da yarı yolda
bırakmayacaklarını bilsem ona katılırdım. Çünkü hak imam odur!” diyerek tavrını
oradan yana koymuş ve İmam Zeyd’e on bin dirhem maddî yardımda bulunmuştu.
Gerçekten de İmam Zeyd, babası Hz.
Hüseyin gibi Kûfe’liler tarafından yalnız bırakılarak ihanete uğramıştır. Ebu
Hanife Hazretleri bu tavrıyla güvenilmeyecek insanlarla yola çıkılamayacağını
gösterdiği gibi, Ümeyyeoğulları’nın saltanatına da açık bir tavır koymuştur.
Emeviler’in son Irak Valisi Ömer İbn-i
Hübeyre bu ünlü hukukçuya şu teklifte bulundu:
“Hâkimler Meclisinin başına geç. İmza
koymadığın hiçbir kanun yürürlüğe konmayacak, sen izin vermeden devlet
hazinesinden kuruş çıkmayacak!” Bu, büyük ve itibarlı bir görevdi. Ama İmam bu
teklifi hiç tereddüt etmeden reddetti. Vali tarafından zindana atılarak
kırbaçlanmaya başlandı. Ulemadan bazı kişiler devreye girerek “Kendine yazık
etme, biz nasıl istemeyerek, kerhen kabul ettiysek, sen de öyle yap.” dedilerse
de onun verdiği cevap şu oldu:
“Eğer vali benden Vasıt Mescidi’nin
kapılarını saymak gibi sıradan bir iş istesin, yine kabul etmem. O bir insanın
katline hükmedecek, ben mühür basacağım ha? Allah’a yemin ederim ki bu mümkün
değil! Bu dünyada kırbaç yemek ahirette ceza görmekten daha iyidir. Valinin
beni öldürmeğe gücü yeter fakat tekliflerini kabul ettirmeğe asla!”
İmamı elde edemeyeceğini gören vali
tepkilerden çekinerek onu serbest bırakır ve İmam da Kûfe’yi terk ederek
Mekke’ye hicret eder.
Hakk’a
Tabi Olanların Yanında
İmam-ı Azam, çoğu insanı cezb edecek
dünyevî makam ve zenginlikleri işkencelere rağmen reddetmiştir. İsteseydi
emrine verilen imkânları ‘dava’sı için kullanabilirdi. O biliyordu ki, zalim
idarecilerin tekliflerini kabul ettiği an, fiili olarak haksızlıklara ortak
olacak, zalim idare meşruiyet kazanacak, hakikat ve adaletin yanında olan
muhalefet parçalanacak, diğer âlimler de o örnek gösterilerek susturulacaktı.
Böylece sistemin tefessüh etmiş kurumları bu hakikat insanının ismiyle yeniden
meşrulaştırılmaya çalışılacak, iktidarın ömrü uzayacaktı. Şöhreti dünyaya
yayılmış insan, şöhretinden faydalanılmasına izin vermemiş ve hicreti tercih
etmiştir. Onun hicretinden bir süre sonra da Emevi saltanatı tarihin tozlu
sayfalarında yerini almıştır.
Hilafetin tekrar Peygamber(sav) soyundan
olan Abbasiler’e geçmesi onu son derece sevindirmiştir. Bu konuda şunları
söylemiştir: “Bu iş (hilafet) Peygamberimiz(sav)’in yakınlarına geçerek hak
yerini buldu. Bu Allah’ın lütfü ve keremidir. Ey âlimler; bunlara yardım etmeye
en layık olan sizsiniz! Size istediğiniz kadar ikram ve ihsan var. Halifenize
biat ediniz. Biat ahirette sizin için emniyete kavuşmaya vesiledir. Allah’ın
huzuruna biatsız çıkarak hüccetsiz ve delilsiz kalmayınız.”
Yeni seçilen Halifeyi ziyarete gittiğinde
söylediği sözler onun takip edeceği çizginin ipuçlarını veriyordu: “Allah’a
hamdolsun ki, hakkı Nebi’nin yakınlarına verdi ve üzerimizdeki alçaltıcı zulmü
kaldırdı. Ve yine hamdolsun ki dilimize hakkı söyletti. Allah’ın emri üzere
sana biat ettik. İşine vefa gösterirsen kıyamete kadar ahdimizde vefâkarız.”
Büyük İmam’ın bu sözleri yeni idareye, hak ve adaletin yanında olmak şartıyla,
kendileriyle birlikte olduğunu söylüyordu. Kendilerine de Resulullah(sav)’ın
yakınları olduğu için saygı duymakta ve biat etmektedir. Lakin adalet ve
hakkaniyet çizgisinin dışına çıkarlarsa bu zulme ortak olmayacağını ifade
etmektedir. Ta ki Hazreti Resul(sav)’ün yakını olsalar dahi.
Büyük İmam’ın korktuğu kısa zamanda
başına gelmiştir. Saltanat sahipleri Emeviler’e karşı zulme girişerek geçmişin
intikamını alma sevdasına düştüler. Kendilerini durdurmaya çalışan ulemayı da
öldürmeye başladılar. Abbasiler’in bu hareketi karşısında İmam Muhammed ve
kardeşi İmam İbrahim ayaklandılar. Bu ayaklanmayı devrin meşhur âlimleri
desteklediler. Bu âlimlerin arasında İmam-ı Azam ve öğrencileri de bulunuyordu.
İmam-ı Azam zulme karşı direnen bu insanları maddi ve manevi açıdan
desteklediği gibi, hilafet orduları başkomutanı Hasan b. Kahtaba’yı İmam İbrahim’in
üzerine gitmekten caydırmıştır. Bu durum Abbasi Halifesi Mansur’un dikkatinin
İmam üzerinde yoğunlaşmasına sebep olur.
Halife doğrudan İmamı hedef almanın
riskli olduğunu bildiği için onu kazanmayı ve yanına çekmeyi teklif eder. Sık
sık hediyeler gönderir. İmam-ı Azam bu hediyelerin amacını sezdiği için bunları
münasip bir üslupla reddeder. Halife, hediyelerinin niçin kabul edilmediğini
sorduğunda, idarecilerin devlet malını bol keseden kullanmalarına tenkit
babında, şu cevabı alır: “Şahsi malınızdan bana hediye gelmedi ki onu kabul
edeyim. Siz bana milletin hazinesinden aldığınızı yolladınız. Oysa milletin
malında benim hakkım yok. Ben silah altında asker değilim. Fakir de değilim ki,
hazine ödeneğinden yararlanayım. Yolladığınız şeyleri bundan dolayı alamazdım.”
Şart
Allah’ın Olunca
Büyük İmam teklif edilen baş hâkimlik
makamını kabul etmemiştir. Neticede Musul halkının isyanını bahane ederek
isyancıların katli için fetva isteyen halifeye tarihe altın harflerle yazılan
şu cevabı verince, halife adeta çılgına ve şaşkına dönmüştür:
Bu konuşma şu şekildedir:
Halife:
“- Allah Resulü, ‘müminler verdikleri
söze sadıktırlar.’ demiyor mu? Musul halkı bana karşı gelmeyecekleri konusunda
söz verdikleri halde şimdi ayaklandılar. Üstelik vergi memuruma karşı koydular.
Onların kanı helaldir!”
İmam-ı
Azam:
“- Onlar sana, kendilerine bile helal
olmayan bir şeyi, yani kanlarını şart koşmuşlar. Hâlbuki İslâm bu hakkı ne
size, ne de onlara tanır. Mesela bir kadın kendi rızasıyla bir erkeğe kendini
teslim etse, o kadının namusu o erkeğe helal olur mu? Yine bunun gibi bir adam,
birisine ‘gel beni öldür’ dese ve diğeri onu katletse acaba bu caiz olur mu?
Bunu yaparsa diyet gerekir. Müslüman’ın kanı üç şekilde helal olur: Cana karşı
can, imandan sonra küfür, evlendikten sonra zina. Bunların hiçbiri bu işte
olmadığına göre, Musul halkını bırak. Onların kanını dökersen zulmetmiş
olursun. Allah’ın şartı, uyulmaya kullarınkinden daha layıktır.”
Zulüm
ve Adaletsizliğin Karşısında Bir Ömür
Büyük İmam, her hali ile zalim idarecilerin
tepkisini çekmesine rağmen; mal, evlat ve dünyalık kaygısı gütmeden, imanının
verdiği sorumluluğu yerine getirmekten bir adım geri durmamıştır. İdare, İmam’ı
çıkarların çarkına çomak sokan biri olarak görmüş ve onu ortadan kaldırılması
gereken bir unsur olarak değerlendirmiştir. En sinsi entrikalarla İmam’ın
üzerine gitmeye devam etmiş ve bu konuda kendine tabi olmuş ulemayı
kullanmaktan geri durmamıştır. Devrin Kadısı ve iktidara yakın diğer ulemanın
kıskançlıkları bazı bürokratların ihtirasları ile birleşince, İmam’a karşı
entrika cephesi büyümüştür. Sonuçta Halife Mansur, kabul etmeyeceği tekliflerle
onu sıkıştırmaya başladı. Yapılan bütün dünyalık cezb edici teklifleri
reddedince, İmam zindana kapatılarak kırbaçlanmaya başlanmıştır.
Kırbaç altında iken şöyle diyordu:
“Allah’ım beni kudretinle onların
zulmünden ve fıskından uzak kıl!”
On kırbaçla başlayan ceza katlanarak yüz
ona geldiğinde, Büyük İmam acılar içerisinde ruhunu teslim ederek şehit oldu.
Büyük İmam vasiyeti ile de zalimlere ve
cümle adaletsizliklere karşıdır:
“Beni gasp edilmemiş bir toprak parçasına
gömün!”
Zalimlerin karşısında ve mazlumların
yanında, sahip olduğu ilmin ticaretini yapmadan, hakikati her ne olursa olsun
ifade ederek, milletin içinde olarak ve zulme ortak olmadan bir şerefli ömür
süren Büyük İmam, Efendimiz(sav)’in “haksızlık karşısında susmamayı” telkin
eden, konuşması gereken yerde susanı da “dilsiz şeytan” olarak ifade eden
Hadis- Şerif’ini kendisine rehber edinmiştir.
***
Her devirde olmak kaydıyla asrımız
insanının en büyük çıkmazlarından biri de ahlaki çöküntü ve değerler
boşluğudur. Teknoloji bağımlısı insanların sanal ortamlarla sosyalleşme
çabaları aksi bir tablo sergilemekte ve bireyselleşme, yalnızlaşma eksenli bir
hayat doğmaktadır. Sanal ortamlarla yalnızlığına çare aramak için sosyalleşen,
yine sosyalleşen ve hep sosyalleşen insanların halleri; susamış ve tuzlu su ile
susuzluğunu giderme çabasına benzemektedir. Tuzlu su ne kadar susuzluğumuzu
giderebilirse, sanal ortamlar da yalnızlığımıza o kadar çare olacaktır.
En geniş manasıyla kıssa, değişik
maksatlarla çeşitli konulardaki haberleri ve olayları rivayet etmek, geçmiş
kavimlerin karşılaştıkları iyi veya kötü durumları nakletmek, zarif ve nükteli
fıkralar anlatmak ya da gerçekle hiç ilgisi olmayan asılsız masallar uydurmaktan
ibaret hikâye türü edebî ürünlerden biridir. Buna göre kıssa, tüm nesir
çeşitleriyle kıssa rivayet etmeyi ve kıssa diye adlandırılabilecek diğer
hikâye türlerini de ihtiva eder. Bir edebiyat terimi olarak kıssa, bir olayın
anlatıldığı her tür için kullanılır. Bu anlamda kıssa, kavramsal olarak kendi
dar anlamında kalmayıp “fıkra”, “öykü”, “masal”, “menkıbe” gibi kavramlara da
karşılık gelir.
İslam Medeniyetinde kıssa, genellikle
ahlâki öğütler veren, hikmetli konuları işleyen, bunlarla ilgili olayları
anlatan, öğretici nitelikte olmuş; bu kıssaları yazan ve anlatan kıssahanlar
yetişmiştir. Bu kıssa, edebiyatta romantik ve lirik hikâyenin doğmasına zemin
hazırladığı gibi, dini hikâyelere de ilgi çekici bir mevzu ve kuvvetli bir
motif olarak girmiştir.
Türk Milleti, asırlar boyunca, “ozan”, “âşık”,
“kıssahan” ve “meddahlar” vasıtasıyla hikâyecilik geleneğini devam ettirmiştir.
Bu hâl, Türk Milletinin şifahi bir kültüre dayandığını göstermesi bakımından
önemlidir. Türklerin İslamiyet’i kabulünden önce ve sonraki hayatlarında, okuma
ve yazmanın geç yayıldığı köy ve kasaba halkları için, hikâye anlatma
geleneğini devam ettiren “kıssahan”, “meddah”, “ozan”, “âşık” gibi
sanatkârların hafızaları adeta kitap vazifesi görmüştür. Onlar, türlü aşk
hikâyelerini bugüne kadar yayla, çadır ve köy muhitinde alâkanın canlılığı
nispetinde devam ettirmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm'de zikredilen kıssalar,
insan hayatını madde ve mâna planında bütün yönleriyle kapsamaktadır. Geçmişte
yaşanmış ve her devirde yaşayan insanların ders almaları için Allah Teâlâ
tarafından geçmişin derinliklerinden seçilen, bazen peygamberlerle sâlih
kişilerin örnek şahsiyetlerinde, bazen de inkârcıların ibretlik sonu şeklinde,
geçmişten geleceğe yansıyan gerçek hayat sahneleri olarak karşımıza çıkmaktadır.
Kur'ân-ı Kerîm'de çeşitli kıssaların nakledilmesinden maksat, Kur'ân'ın
indiriliş gayelerini gerçekleştirmektir.
Hz. Peygamber(sav), zaman zaman
müminlerin ibret ve öğüt almalarını sağlamak veya birtakım mücerret gerçeklerin
daha iyi anlaşılmasını temin etmek maksadıyla Kur'ân-ı Kerîm’in kıssa anlatım
hedeflerine paralel olarak, sohbetlerinde tarihî ve temsili kıssalara yer
vermiştir. Hadislerde yer alan kıssalar genellikle tarihî, temsili ve Hz.
Peygamber'in şahsıyla ilgili yaşanan hadiseler olarak yer almaktadır.
Nebevî kıssalarda, başta Allah inancı
olmak üzere itikadî konular önemli bir yer tutmaktadır. Hz. Peygamber'in
naklettiği kıssalarda Allah'ın varlık ve birliği, güç ve kudreti, af ve
mağfireti, sadece Allah'a güvenmenin gerekli olduğu, O'nun izni ve dilemesi
olmadan hiçbir şeyin meydana gelmeyeceği gibi doğrudan “Allah inancı” ve bu
inancın insan hayatındaki etkisi konu edilerek vurgulanmaktadır. Nebevî
kıssalarda meleklerin varlığı, peygamberlerin tevhid mücadelesi, Resûlullah(sav)'ın
peygamberler zincirinin son halkası olduğu gibi diğer inanç esaslarının da konu
edildiği görülmektedir. Diğer taraftan nebevî kıssalarda Allah'a tâzim, emr-i
bi'l-ma'rûf nehy-i ani'l-münker, günahlardan tevbe, intiharın haram kılındığı,
Allah adına yemin etmenin sorumluluğu, iffet, ahde vefa, borçluya kolaylık
göstermek ve tüm canlılara merhametli olma gibi İslâmî değerlerin ve ahlâkî
güzelliklerin eğitici-öğretici bir tarzda konu edildiği de görülmektedir. Hz.
Peygamber’in anlattığı kıssalarda, insan bir bütün olarak ele alınmakta, bir
taraftan beşerî zaafları ortaya konulurken, diğer taraftan onun hayır yönü ve
ahlâkî değerlere bağlılığı tarihî hakikatler olarak gözler önüne serilmektedir.
İslam Medeniyetinde sohbetin ve sohbetler
etrafında oluşan şifahi kültürün önemli bir yeri vardır. Belli bir ortak kültür
oluşturma noktasında sohbet odalarında, cami ve tekkelerde, kıraathanelerde
sohbetler yapılır ve buralarda kitaplar okunurdu. Bu tür yerlerde okunan
eserlere bakıldığında, bilhassa Osmanlı kültürünün dinî, millî, manevî ve
tasavvufî ahlâkının şekillenmesinde ne denli büyük katkı sağladığını görmek
mümkündür. “Muhammediyye”, “Envâru’l-Âşıkîn”, “Müzekki’n-Nüfs”, “Delailu’l-Hayrât
ve Şerhi”, “Kara Davud”, “Ahmediyye”, “Tenbihu’l-Gâfilîn”, “Şerhu
Şir’ati’l-İslâm”, “Tarikatu’l-Muhammediyye”, “Mârifetnâme” gibi eserler İslam
Medeniyetinde içtimai hayata dini, milli ve ahlâki katkıları olan eserlerden
başlıcalarıdır.
Bu eserlerin büyük çoğunluğunda işlenen
konuların, halkın ilgi ve ihtiyaç duyduğu dinî ve ahlâkî konular olması, ele
alınan her konunun, halkın anlayış, duyuş, düşünüşüne ve seviyesine göre
işlenmiş olması, her bir eserde temas edilen dinî, ahlâkî ve tasavvufî
konuların bolca kıssalarla desteklenmiş olması, halkın ve özellikle gençliğin
muhayyilesini süsleyen kahramanlık ruhu, cihad, Allah’ın isminin yüceltilmesi,
vatan ve millet sevgisi gibi milli duyguların taze tutulmasıyla alakalı duygu
ve düşüncelere de yer verilmiş olması gibi etkenler İslam toplumunda, bilhassa
Osmanlı’da bu eserlerin başucu kitabı olarak görülmesi, sevilmesi,
beğenilmesini sağlamıştır. Bu ilgi ve alakaya son olarak dinî ve ahlâkî konular
işlenirken derin edebî, bilimsel ve felsefî yaklaşımlarla değil de, daha ziyade
hayatın patriklerine daha yakın, çözümleyici,
daha kolay sonuca ulaştırıcı yaklaşımlarla ele alınmayı söyleyebiliriz.
Ahlaki çöküntü, değerler arayışı,
yalnızlığa çare gibi arayışlarımıza yine kendi değer köklerimizde ulaşmak
mümkündür. Geçmiş ile gelecek arasında kurulacak rabıtanın günümüz insanlığının
dertlerine bir nebze de olsa deva olacağı bilinmelidir. Bu rabıta ise kültür ve
medeniyetimizin temellerinden biri olan kıssa ile gerçekleşecektir. Her yaş,
eğitim ve kültürel seviyedeki insana hitap edebilecek yelpazede geniş bir tesir
etkisine sahip olan kıssa kültürü, insanlara bir çıkış yolu sunmaktadır. Son
zamanlarda mesaj iletimi, radyo ve TV gibi iletişim araçlarıyla aktarılan,
sanal ortamlarda sıkça beğen-paylaş yaptığımız ama derununa vâkıf olamadığımız
kıssaları yalnızca göz ile okumak, kulak ile dinlemek gibi vs. uygulamalarla
sınırlı kalmayıp; kıssalara içsel bir bakış ve derinlikli bir hissiyat ile
yaklaşmamız gerekmektedir. Ki ancak o zaman kıssaların sırrına vâkıf olabilir
ve susuzluğumuzu Medeniyet Pınarının serin, duru ve sadırlarımıza şifa olan
suyu ile testimiz ve hissemiz kadar giderebiliriz.
***
KENTLİ İNSANLAR -2
/Balkonda oturuyorlar/
Evlerimiz
mahremiyetin timsali olan yerlerdir. Bir milletin evlerinin mimari özelliği; o
milletin ahlak, karakter, komşuluk ve örf-adet anlayışlarının da
simgesidir. Bugünlerde gönüllerdeki daralmaların temel sebebi; evlerimizin
basık, ruhsuz, betonarme ve estetik yoksunu mimari dizaynından
kaynaklanmaktadır. Yüksek tavanlı ve genişçe olan evlerde yaşayan insanların
ruh dünyaları da elbette geniş olacaktır. Zira mekânın da bir ruhu vardır ve bu
ruh insan üzerinde çokça etkiye sahiptir.
Bir
zamanlar, avluyla kuşatılan evlerimiz genellikle tek veya çift katlı olur ve
bir tarafı genellikle caddeye-sokağa bakardı. Alt katta kışın oturulan bir oda,
mutfak, ambar ve fırın damı bulunurdu. Bu katın emniyet gereği dışarıya bakan
penceresi olmaz veya çok küçük bir penceresi bulunurdu. Alt kattan üst kata
geçiş evin içerisinden bir merdivenle sağlanır ve üst katta
divanhane, haremlik, selamlık ve bazı evlerde de yaz odası bulunurdu.
Merdivenle çıkılan ve odalara geçişi sağlayan bu geniş mekâna sofa
denmektedir…
İşte
bu odalardan birisinin sokağa bakan ve köşk adı verilen bir çıkması vardır.
Sokağa ayrı bir hava katan, estetik bir görünüm kazandıran bu çıkmalar, hane
halkının dışarıyı görebilmesi içindir. Üst katlardaki pencereler; cumbalı olup,
dışarıdan içerisi görünmeyecek şekilde kafeslidir. Hane halkı buradan, kapıya
gelenin kim olduğunu kendisi görünmeden görebilmektedir. Mahremiyetin toplum
hayatının her alanına sirayet etmesi, evlerde kendisini cumbalı ve avlulu evler
olarak göstermektedir.
Evlerimizin
yapımında kullanılan malzemeler bizim dünyaya olan bakışımızı da
göstermektedir. Ağaç, kireç, kerpiç gibi dayanıksız
malzemelerden yapılımış evler, her an göç edilecek şuurunu her
daim zihinlerde tutan insanların beytleridir. Bununla birlikte camiler,
vakıf eserleri ve yıkılmamasını temenni ettikleri devlete ait kurumlar,
sağlamlığın sembolü olan taş malzemeyle yapılmaktadır. Burada baki olanın
Allah(cc) olduğu ve kıyamete kadar devam etmesi gerekenin de devlet olması
gerektiği anlatılmak istenmiştir. Zira milletin mukaddesatının koruyucusu olan
devletin varlığı ve devamlılığı herşeyden önemli görülmektedir.
Milletin değerlerine yabancı olmayan, bilakis bu değerleri devletin genetik
kodları olarak gören bir devlet elbette ebed-müddet devam edecektir.
Genel
itibariyle, diğer tüm alanlarda, modernleşmeyle birlikte geçirilen
dönüşüm-bozulma-yozlaşma, mimari alanda da geçirilmiştir.
Modernleşme-Batılılaşma gelirken yalnız gelmemiş, beraberinde kendi
kent kültürünüde getirmiştir şehir kültürü olan bu medeniyete.
Mimarinin birer dış görüntüsü olan balkon, bizim hayatımıza modernleşme
süreciyle birlikte girmiştir. Balkon, Batılı ve modern mimarinin simge
unsurlarından yalnızca biridir. Bizim yapılarımızda evlerimizin ön kısımlarında
balkon değil cumba vardır. Zira balkon ifşa ederken, cumba gizlemeyi,
mahremiyeti temsil etmektedir.
Balkonlar;
basık, ruhsuz ve estetik yoksunu, betonarme evlerin bir nebze dahi olsa nefes
alabilmek için tasarlanmış apartman çıkmalarıdır. Balkonu kent insanlarına
dayatılan birer mimari tarz olarak da ifade edebiliriz. Sezai
Karakoç “Çocuk düşerse ölür çünkü balkon/Ölümün cesur körfezidir
evlerde” derken kent insanına dayatılan bu mimari tarzın eleştirisini
yapmaktadır. Şair, balkonlu evlerde çocukların öldüğünü
anlatmaktadır. Lakin bu ölüm bilinen manada bir ölüm değildir. Güvenlik, trafik
gibi kaygılar; yeterli mekânların olmayışı gibi nedenler ve çocukların
arkadaşlık kurabilecekleri, paylaşmayı öğrenebilecekleri ortamların olmaması
bu çocukları apartman hücrelerinde-dairelerinde diri diri
öldürmektedir. Anne-babanın ekonomik sebeplerden dolayı çalışıyor olması ise bu
ölümü daha acı bir hale sürüklemektedir. Kişilik ve kimlik gelişimini
sağlayamamış çocuklar da neticede birer ölü sayılırlar.
Çocukları
bu karanlık hücreye mahkum eden, aileleri birtakım gerekçelerle kent
hayatının şövalyeleri yapan modernlik mefhumundan
sıyrılıp asl’ımıza rücu etmedikçe bu cinayetler son
bulmayacaktır.
***
KENTLİ İNSANLAR-1
/Apartmanda yaşıyorlar/
Avluya
açılan evlerimiz vardı. Yüksek duvarlı, kapısında iki tokmağı olan, ahşap
kapının üzerinde insanları güneşten veya yağmurdan koruyan çatısı olan, cephesi
caddeye veya çıkmaz sokağa bakan evlerimiz… Evlerimizin mimari yapısında kıble,
merkezi referans kaynağıydı. İbadet ederken, yatarken, otururken, sokağa
çıkarken, hâsılı her an kıbleye göre belirlerdik hayatımızı. Adına beyt, hane,
menzil veya mesken derdik. Mesken derdik zira orada huzur ve sükûnet içerisinde
yaşardık. Avlu, bizim için dış dünya ile ev hayatında bir geçiş alanıydı.
Dışarının tüm yüklerini avluda bırakır ve öylece girerdik saadet ve huzur
kaynağı olan evlerimize.
Garblıların
gıptayla baktığı yerlerdi avlular. 1835'te İstanbul'a gelen İngiliz seyyah ve
romancı Miss Julia Pardoe, bu avlular için; "Keşke Shakespeare, Romeo ve
Juliet'in bahçe sahnesini yazmadan önce buraları görmüş olsaydı."
itirafında bulunmuştur. Özenilecek hallerden üzülünecek hallere düşmek, kültür
ve medeniyet köklerinden koparılmış milletlerin makûs talihi olsa gerek.
Tabiatın
yaşadığı bahçelerimiz vardı. Toprağı severdik. Topraktan geldiğimizi ve
neticede toprak olacağımızı tefekkür ederdik oralarda. Hoplaya-zıplaya koşardı
çocuklarımız bu bahçede. Zira koşması, oynaması gerekirdi. Toprağa basar,
böcekleri görür ve meyve-sebzelerin nasıl yetiştiğine şahit olurdu
çocuklarımız. Bilirdi ki meyve-sebze bakkallarda(artık bakkallarda kalmadı ya,
hayırlısı!) yetişmiyor. Bir meyvenin olgunlaşma safhalarına an be an şahit
olur, sabır ve tahammülü öğrenirdi çocuklarımız. Ve olgunlaşmak için emek
vermek, beklemek gerektiğini. Böylece hayatı yalnızca teorik malumatlardan
öğrenmez, bizzat hayatın kendisiyle iç içe olarak, yaşayarak öğrenirlerdi.
Dokunmak ve hissetmek… Herhalde bugün eksikliğine en çok muhtaç olduğumuz iki
kutlu mefhum…
Apartman,
birden fazla katı olan ve her katında bir veya birden fazla daireye sahip
konutu ifade eder. Apartmanlar için getirilecek yeni bir tanım ise; “para
hırsının kuşattığı imar faaliyetleri” tanımıdır. Çok daireli apartmanları,
barındırdığı aile sayısıyla orantılı olarak sokaklara da benzetebiliriz. Lakin
apartman kültürü ile geleneksel manada sokak kültürünü eşit tutamayız. Sokak
kültüründe var olan komşuluk ilişkisi güven, hoşgörü, vefa, kardeşlik gibi
kadim medeniyetimizin köklü kavramlarını beraberinde getirirken; apartman
hayatında bu gibi değerler yerini kuşku, güvensizlik, ilkeli olma gibi modern
kavramlara bırakmıştır.
Uzak
beldeleri sıla-i rahim amacıyla ziyarete çıktığımızda kapı komşumuza anahtarı
bırakırdık geçmiş zamanlarda. Arada bir evi kontrol etmesini, bir aksilik olup
olmadığına bakmasını isterdik. Ya da çocuklarımızı emanet ederdik komşularımıza
bir-iki saatliğine bakması için. Zira komşu; kardeş, ağabey, abla, amca, dayı,
teyze, hala, nine-dede demek, komşu her şey demekti. Apartmanda kaç kişiye
evimizin anahtarını veya daha da önemlisi çocuklarımızı emanet edebiliriz ki?
Apartmanı
çocukların hayatında bir dönüm noktası olarak değerlendirebiliriz. Fıtratı
itibariyle hareketli olmayı gerektiren çocuklar, eğer apartmanda çok hareketli
yaşıyorsa bu hal çok uzun sürmeyecektir. Zira on dakika sonra alt daire sakini
sizi güzel bir dille ikaz edecektir. Bu durum çocuğun fiziksel gelişimini
olumsuz etkilediği gibi, iç âleminde de birtakım olumsuzluklara sebebiyet
vermektedir. Aslında apartmanda yaşayan çocukları bu bağlamda birer “mahpus”
olarak da görebiliriz. Paketlenmiş, mahpus çocuklar… Çocuk denecek yaşta hapis
hayatı yaşamak, bu çocukların gelecek yaşantılarında onulmaz yaralara yol
açacaktır. Evet, iyileşemeyecek yara neredeyse yok denecek kadar azdır. Lakin
her yara derin olsun ya da olmasın elbette iz bırakacaktır.
***
TEKNOLOJİK MAKİNESANLAR
Yeni medya teknolojileri günümüz
insanının bir ve tek vazgeçilmezi olarak birinci sırada yerini almış
bulunmaktadır. Günlük hayatta sağladığı kolaylık, işlemlerin ivedilikle
halledilmesi, kolay ve anında erişim, medya takibi… gibi gerekçeler bizleri her
geçen gün daha da bu teknolojinin bağımlısı birer köle yapmaktadır. Peki bu ve
bunun gibi mantıklı gibi görünen gerekçelerle teknolojiye bu safhada
bağımlılığa cevaz verilebilir mi?
Buradan “teknoloji düşmanı biri olalım”
şeklinde bir yargıya da ulaşılmasın. Zira, eleştirmeye çalıştığımız mesele
teknoloji değil, teknolojinin aşırı ve düzensiz kullanılmasıdır. Aslında
teknoloji bağımlılığı bu bağlamda bir sebep değil sonuçtur. Bu sebepten dolayı
bir suçlu aranacaksa; bu suçlu teknoloji değil, insanları, bilhassa
gençleri, teknoloji bağımlısı yapan
anne-babalardır. Evladına ayıracak bir saati dahi olmayan anne-babaların
teknoloji bağımlılığından şikayette bulunmaları yersizdir. Tabi bu arada
kendileri bu hastalığın pençesine düşmedilerse.
YA
“AYFON” BENİ ALIR, YA BEN “AYFON”U
Hakikatin hayalini düşlemekten kendini
alıkoyamayan, bu hayallerle gözlerine uyku girmeyen, uyuduğunda bu hayalin
rüyasını gören insanlar vardı kadim medeniyetimizde. Ve ülkülerimiz de bu
doğrultuda olurdu. Ülkünüz ölçüsünde olurdu adamlığınız ve o ölçüde
ademliğiniz. Bugün hayallerimiz suya yazılan yazılar misali kısa süreli olmaya
başladı. Günü kurtarmaktan başka gayesi yok modern çağ insanının. İşte bu
mefkure yoksunluğu, günümüz insanını; zeka felci, mantık sefili, idrak yoksunu,
aklı tutuk ve en önemlisi hissiyatını kaybetmiş, ruhsuz hazır paket bir program
haline sürüklemiştir.
Telefonunun şarjı yada internet paketi
bittiğinde nefes borusuna bir şeyler kaçmış gibi olan, boğulduğunu zanneden; ruhsuz
ve kullandıkları teknolojik eşyalara benzeyen programlanmış beyinli bir nesil
için en güzel söylem elbette “ya ‘ayfon’ beni alır, ya ben ‘ayfon’u” olacaktır.
KABLOLU
NESİLLER
Daha hızlı işlemci, daha yüksek hafıza,
daha yoğun çözünürlükte kamera ve ekran derken gelişen mobil teknolojilerde
olduğu yerde sayan, gelişmeyen ya da geliştirilmeyen bir yön var ki bu,
cihazları diyaliz hastaları gibi sürekli fişe bağımlı hale getiriyor:
bataryalar. Bataryalar, kullanılan teknolojik aletin özelliklerine göre şarjı
daha fazla tüketmektedir. Ayrıcalığın çok özellikli olmakta gizlendiği bir
çağda yaşıyoruz ve modern insanların ayrıcalıklı, başka, özel olma gibi
kaygıları onları bu çok özellikli aletlere esir etmektedir.
Hastane veya evde cihaza bağlı olmak
zorunda olan hasta insanlar gibi, artık her gün ve hatta günde birkaç kez şarj
etmek zorunda bulunan ve ellerindeki cihazlara bağlı yaşayan kablolu nesiller
etrafımızı çepeçevre kuşatmış vaziyettedir. Bu nesillerin beden itibariyle
yanımızda olması, hakiki manada bizlerle birlikte olduğunu göstermemektedir. Beden
olarak burada olabilirler ama zihin ve ruh itibarıyla başka yerlerdedir. Ruhu
ve fikri olmayan beden yalnızca cesettir.
MAHREMLERDEN
MAHRUMLARIN YERİ; SOSYAL MEDYA
Sosyal medya, insan mahremiyetinin
gözetilmediği, tüm özellerin kamuya açık hale geldiği, mahremiyetlerin tecavüze
uğradığı kirli bir âlem olarak modern insanın imtihanlarından biridir. Gerçek
hayatta özelimize bu denli müdahalelere ne kadar net tavır koyabiliyorsak,
sanal âlemde bir o kadar müsamahakâr davranmaktayız. Modernizmin
bireyselleştirdiği insanların kendini önemli hissetmesi ve bu hissin tatmini
için paylaşımlara ve yorumlara beğeni beklemesi herhalde normal olsa gerektir.
İnternet hususunda bilinmesi gereken bir diğer husus ise şudur: İnternet
ortamında girip-çıktığımız her site ve yaptığımız her işlem internet âleminde
arşivlenmekte ve hakkımızda bir dosya oluşturulmaktadır. Yani hepimiz bu âlemde
iyi ya da kötü bir iz bırakıyoruz.
Hüviyet sahibi olmayan, kişilik
problemlerinin bulunduğu sosyal medya bağımlılarının tedavisi madde
bağımlılığından daha güçtür. Bu hastalığın tedavisi için; iç âlemimize
yönelmemiz, manevi zenginliklerimize sarılmamız ve kültürel dinamiklerimize
daha da açılmamız gerekmektedir. Yoksa dipsiz bir kuyu olan sosyal medya da
kaybolmamız içten bile değildir.
***
“SENİ ALLAH GÖNDERDİ”
“Ramazan ORHAN’a”
Anadolu coğrafyasında, günlerce üzerinde konuşulsa ve belki de ciltlerle kitaplar yazılsa açıklanamayacak bazı ifadeler vardır. Bu ifadeler, milletimizin kutlu geçmişinin tecrübelerinden süzülmüş olarak kelimelerle libasa bürünmüştür.
Bazen
içinden çıkılması güç meselelerde serdedilen bu güzel ifadeler, durumu
kurtarmak için kaçamak ve alakasızmış gibi görünebilir. Lakin mesele, hiçbir
şeyin göründüğü şekliyle olmadığı gibi, hiçte göründüğü gibi değildir. Bu
türden ifadeleri aslında reel akıl ve modern-seküler dünya, akla ve mantığa
aykırı olduğu için kabul etmek istemez. Çünkü salt akıl ve modern dünya için
kıstas, salt akıl ve görüntüden ibarettir. Halbuki aklın eremeyeceği ve sınırlı
görme melekesine sahip gözlerin göremeyeceği nice meseleler ve haller vardır.
Darda
kalmışların yardımına koştuğumuzda hemen hepimiz şöyle bir ifadeyle karşı
karşıya kalmışızdır: ‘Seni Allah gönderdi.’ Allah ile rabıtası her daim var
olan bir milletin vereceği cevap elbette bu olacaktır. Derin irfanımıza yaraşır
kutlu bir cevap. Evet, Allah tarafından gönderilmiş bir kul olmak kutlu bir
halin ifadesidir. Lakin bu halin de ötesinde bir hal var ki, o da şudur: Allah
bir kulunu vesile kılarak sana yardım ediyor. Gönderilenin arkasındaki Asıl
Gönderen’i basiret gözüyle görebilmenin kelam-ı kibarla ifadesi: ‘Seni Allah
gönderdi.’
Yesili
Erenlerin maya çaldığı bu mübarek topraklar ve bu mübarek topraklarda yüz tutan
güzel insanların hikmetli sözleri. Bu hikmetli sözlerin dillerden sadır olması,
serd edenlerin derunundaki tasavvuf terbiyesine götürmektedir bizleri. Ve tam
da şu zamanlarda gittiğimiz menfi yönler, millet olarak tasavvuf terbiyesinden
uzaklaşmamıza denk düşmektedir.
Artık,
milletimizin derin ve incelikli tecrübelerinden süzülen bu kelam-ı kibarların,
mana ve maksatlarını unutup, kuru bir söz halinde kullanmasından vazgeçmeli ve
kaybettiğimiz tasavvuf terbiyesini cümleye aziz kılmamız gerekmektedir. Hal
ortadayken, gereğinin yapılmaması; hastalık aşikâr olmuşken, tedavinin
reddedilmesi gibidir.
***
HÜZÜNLÜYÜM ÖYLEYSE VARIM
‘Hüznü olmayanın imanından Şüphe ederim!’
Dücane
CÜNDİOĞLU
Hüzünsüzlerin adam yerine konulduğu düzen/sizlik/den Allah’a
sığınırım!
Hüznü olmayan insandan Allah’a sığınırım!
Hüzünsüz bir insan olmaktan Allah’a sığınırım!
Ebediyet caddesinin, hüzün sokağına uğramayan yola çıkmaktan Allah’a
sığınırım!
Her türlü yeterlilik sınavını kazanıp, hüzün sınavını kaybetmekten
Allah’a sığınırım!
Hüzün nuruna gark olmadan Rabb-i Rahim’in huzuruna çıkma
edepsizliğinden Allah’a sığınırım!
Hüzünsüz bir halde boğazımdan geçecek bir lokma ekmek ve bir yudum
sudan Allah’a sığınırım!
Dünyada hüzünden bir nebze de olsa nasiplenmeden Havz-ı Kevser’den bir
yudum su içmeye Resulullah’tan utanırım!
***
KAPİTALİST SEMAYENİN ALDATMACALARI
“Yönüm ATM’ye, ATM bankaya;
niyet
ettim mabet tanrılarının semirmesi için
kredi
kartımı ATM’ye takmaya.(!)”
Modern insan tüketerek var olduğunu
zanneden bir insandır. ‘Tüketiyorum, o halde varım!’ Ama bu tüketim, insanın
asıl ihtiyacı olan eşyayı değil, insana asıl ihtiyaçmış gibi benimsetilen suni
eşyaların tüketilmesidir. Mesela toplum mühendislik bürolarının ürünleri olan reklamlar
size 'bende bir şeyler eksik' duygusunu vermezse başarısızdır. İnsanlar lüks
bir kol saati, pahalı bir akıllı telefon, marka bir eşarp sahibi olmadığı zaman
kendini bir ağa girememiş, elit bir grubun parçası olamamış, aşağılarda kalmış,
yarım kalmış hissediyor. Hal bu iken insanlara hiç bir gelir düzeyi yetmez hale
geliyor. İşte tüm bunlardan sonra gönüllü kölelik çağı denilen, tüketimden
semiren ve pastanın büyük dilimini kendisi götüren, yarı tanrılıklarını ilan
etmişlerin başlattığı ekonomik terör ile karşı karşıya kalıyoruz.
KREDİ KARTINDAN ÇEKİYORUZ
Dünyanın dört bir yanına adeta salgın
gibi yayılan ve cüzdanlarımızda ettiği küçük yerlere rağmen cüzdanlarımızda
olmayan paraları harcamamıza yarayan kredi kartları sayesinde bir şeylere sahip
olma iştihamızı olabildiğince az törpüleyerek yaşıyoruz bu hayatı. Evet, bu
sistem bize sahip olmadığımız paraları harcamayı vaat ediyor. Kazançlarımızdan
evvel cebimizdeki kredi kartlarını ve taksit sayılarını düşünerek olmadık anda
içimizden gelen her şeye sahip oluyoruz ya da onların bize sahip olmasına izin
veriyoruz.
Bu meseleyi her türlü alanda
eleştirmemize rağmen bir türlü bu salgından kurtulamıyoruz. Her türlü kredilere
artık bir kısa mesaj kadar yakınken, bu hastalıktan kurtulma reçetelerine
hiçbir zaman riayet etmiyoruz. Modern zamanın, insanların fikirlerinden ziyade
kullandıkları eşyaların etiketine göre değerlendirme aldatmacası bizi tedavisi
ancak medeniyetimizde olan bu vebanın hastalarından yapmıştır.
VİCDANLAR KANDIRILAMAZ
1994 yılında fotoğrafçı Kevin Carter’in
Sudan’da çektiği fotoğrafı görenler bilir. Açlıktan ve hastalıktan dolayı iki
yaşında gösteren ama on yaşlarında olan Sudan’lı bir çocuk emekleyerek birkaç
kilometre ilerideki yemek kampına gitmeye çalışıyor. Ve çocuğun hemen arkasında
bir akbaba çocuğun ölmesini bekliyor. Usta fotoğrafçı! Carter bu fırsatı
değerlendirip deklanşörüne bastığı gibi bu anı ölümsüzleştiriyor. Ve hemen
oradan ayrılıyor. Bu hadiseden sonra çocuğa ne olduğu bilinmez ama Carter üç ay
sonra depresyona giriyor ve intihar ediyor.
Esasında müthiş bir gerçekliği ifade eden
bu fotoğrafı ilk gördüğümüzde hepimizin içi burkuluyor. Birkaç saat kendi
içimizde ufak bir muhasebe yapıyoruz ve olası bir sonraki öğünümüzde aşırı
tüketimden kaçınıp sokakta gördüğümüz dilenciye de yardım ettikten sonra
gündelik hayatımıza keskin bir ‘U’ dönüşü yaparak şehrin ışıkları ve gürültüsü
eşliğinde bir şeyleri ve aynı zamanda kendimizi tüketmeye devam ediyoruz. Sırf
muhtelif yerlerindeki markaların hatırına satın aldığımız metalar kendimizi iyi
hissetmemizi sağlıyor. Çünkü yeni tanışan insanlar artık birbirinin
fikirlerinden ziyade eşyalarının markalarına bakıyorlar. Bu markalar üzerinden
tanımlamaya başlıyoruz birbirimizi.
YÖRESELDEN KÜRESELE GİDERKEN
Yöresel zevkler artık sınırlardan
bağımsız bir şekilde neredeyse dünyanın her yerinde, farklı farklı insanlar
tarafından ortak bir şekilde benimsenmektedir. Anadolu’nun herhangi bir
şehrinde İtalyan usulü makarnanızı yerken üzerine bir de Fransız tatlısı
söyleyebiliyorsunuz.
Evet, haz ve hız çağında, düşünmek için
durmamız gereken bu zamanlarda, durup düşünecek olursak, küreselleşme esasında
baş döndürüyor. Dönen başlarımızın selim bir şekilde düşünmediği ise mutlak bir
hakikattir. Bu mutlak hakikati bilmemize rağmen bu gibi aldatmacalara nasıl
olurda kayıtsız şartsız teslim olabiliriz?
REKLAMLARA DİKKAT
Herhangi bir firmanın reklam yapmaması
söz konusu değildir. Bir reklam, insanlara asıl ihtiyaçlarını sunuyor ve bunu
değerlere aykırı bir şekilde yapmıyorsa bu reklam uygundur denilebilir. Lakin
asıl ihtiyaçların da ötesine giderek lükse kaçan, itibar simgesi olarak ifade
edilen maddelerde muhatapların değerleriyle dalga geçiyorsunuz demektir.
Bir Müslüman'ın itibarı imanından,
takvasından, efendiliğinden yani etrafına faydalı bir insan olmasından gelir.
Eğer itibarı kişinin huy ve davranışlarına değil de, sahip olduğu eşyaya
bağlarsanız ve bunu saat başı televizyonlarınızdan ilan ederseniz, o toplumun
değer sistemi siz hiç farkında bile olmadan bir iki nesil içinde değişir. En
güvenli vasıtayı almak hakkımızdır, bu bir ihtiyaçtır. Ama itibarımızı
arttıracak bir vasıta olamaz. Çünkü herhangi bir madde mana veçhesi de olan
insana hiçbir değer katamaz. Kendimizi gerçekten çok güzel kandırıyoruz.
TÜKETE TÜKETE TÜKENİYORUZ
Bilgi ve teknolojinin baş döndürücü bir
hızla geliştiği günümüzde; haberleşme, ulaşım, şehirleşme, ticaret, sanayi,
turizm ve hemen diğer bütün sahalarda meydana gelen ilerlemeler, insanın ruhî
varlığından çok, bir şeye hizmet etmektedir: Tüketimin artması. Bilgi ve teknolojinin
gelişmesi, binlerce yeni ürünün piyasaya sürülmesi ile kendini göstermektedir.
Ardından, bu ürünlerin insanlar tarafından bir ihtiyaç olarak algılanması ve
tüketilmesi için reklam kampanyaları başlatılmaktadır.
Sanayi ve ticaretin gelişmesine bağlı
olarak, refah seviyesi giderek artan insanların ihtiyaçlarını karşılamanın
yanında, zaruri olmayan arzuların da ihtiyaçlar listesine dâhil edilmesiyle
artan çılgınca tüketim için her geçen gün çoğalan fabrikalar, enerji ve
hammadde temini adına bir yandan yeryüzü kaynaklarını hızlı bir şekilde
harcarken, bir yandan da üretmiş oldukları atıkları ile su, hava ve toprak
kaynakları ve üzerinde barındırdığı bitki ve hayvan türlerini zehirlemeye ve
yok etmeye başlamıştır.
Körü körüne ve kayıtsız şartsız tüketen
bir robot hâline getirilen toplumlarda, ekonomik problemlerin yanında içtimaî
ve ahlâkî problemler de çoğalmaktadır. Dünyada açlıktan ölen insanlar kadar
aşırı beslenmeden dolayı ölen insanların da var olması, ahlaki boyutun
derecesini gayet açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Dünya genelinde tüketim gerek besin,
gerekse hammadde ve enerji kaynakları açısından giderek artmaktadır. 1960 ile
2000 yılları arasında dünya nüfusu yaklaşık iki kat artmışken, aynı dönemde
aile seviyesinde yapılan harcamalar, dört kat artarak 20 trilyon dolara
ulaşmıştır. Dünyanın en zengin insanları, en fakir insanlarına göre 25 kat daha
fazla enerji tüketmektedir. Dünya nüfusunun % 5’ini teşkil eden ABD, tek başına
dünya petrol ve kömür tüketiminin % 25’ini, tabii gaz tüketiminin ise % 27’sini
gerçekleştirmektedir. Dünya genelinde 500 milyon araba mevcut olup, bunun 1/3’ü
ABD’de bulunmaktadır. Her yıl yaklaşık 11 milyon yeni otomobil trafiğe çıkmakta
ve sadece ABD’de kullanılan otomobillerden atmosfere bırakılan karbon nispeti,
Japonya’nın bütün sanayi faaliyetleri ile havaya göndermiş olduğu karbon
nispetine eşittir.
SON OLARAK:
Belki de tüm bunları okurken çokça
canımız sıkılmış olabilir ve hatta tüm bunları reel dünya ile özdeşleştirme
hususunda da bazı sorunları olan birer deli saçması olarak ifade ediyor
olabiliriz. Ruhumuzu sıkan bu gerçek bizi anlatıyor ve bundan dolayı canımız
daha çok sıkılıyor. Susuzluğumuzu gidermek için içilen tuzlu su misali. Aslında
lüks, konfor ve rahat zamanı olan modern çağda ‘sıkılmak güzeldir’ ifadesini
yanlış yolda gidenlerin yol haritası edinmesi gerekir. Yoksa toprağın
sıkıştırmasına nasıl tahammül edebiliriz ki?
***
İSLAM MEDENİYETİ VE YÖNETİM
‘Kendi
ahlakıyla bir millet ölür, yahut yaşar!’
Mehmet Akif ERSOY
GİRİŞ:
Bazı mefhumları anlayabilmek için birtakım
olaylarla karşılaşmış olmak veya birilerini tanıyor olmak gerekmektedir. Hz.
Ömer(ra)’in ismi ile adalet ve vakar mefhumlarının özdeşleşmesi örneğinde
olduğu gibi. Hatta bahsi geçen mefhumların idrakini bu kişi veya olaylara
bağlayabiliriz. Yönetim, idare, ticaret, aile, insan, ahlak, vicdan, merhamet,
adalet gibi mefhumlar İslam medeniyetiyle aslına rücu etmiştir. Hayatı,
değerler etrafındaki kaidelere göre şekillendiren ve Nebevi(sav) çözümler
dışında hareket etmemeyi kendisine şiar edinen, devlet politikalarını, gelişen
durumlara adapte ederek, değerler temelli politika amaçlayan bir devlet elbette
bu mefhumları kendi bünyesinde toplamıştır ve bu mefhumlara sadık bir şekilde
yaşayacaktır.
MEDENİYET
NEDİR?
Medeniyet, bazı kimselerin yanlış bir
yaklaşımla ileri sürdüğü gibi ilim, fen, sanat, icat, teknoloji, mimari ve
siyasi hayat programlarından oluşan bir olgu değildir. Bütün bunlar medeniyetin
hakikati değil; ancak onun meyve ve sonuçlarıdır. Mevdudi’ye göre herhangi bir
medeniyetten bahsederken ve onu değerlendirirken bir takım suallere verdiği
cevapları göz önünde bulundurmak gerekir.
MEDENİYETİN
YAPITAŞLARI OLAN SUALLER:
Bu temel suallerden ilki dünya görüşüyle
ilgilidir. İnsanın dünya hayatıyla ilgisi nedir ve dünyadan yararlanma isteği
hangi yöndedir? Onun dünya hayatı hakkındaki düşüncesi nedir, insanın
oluşturduğu medeniyetin yeri nedir? Dünya hayatının düşünülmesi sorunu, derece
ve insan fiilleriyle ilişkisi bakımından en önemli olanıdır. Çünkü bu
düşüncenin değişmesi, medeniyetin de değişmesi sonucunu doğuracaktır.
İkinci sorun hayatla ilgilidir. Hayat
nedir? İnsanın yaşama amacı ve bu hayattan beklentileri nelerdir? İnsanın
devamlı olarak arzuladığı ve bütün çalışmalarını üzerinde yoğunlaştırdığı temel
amaç nedir? Yaşamın amacı hakkında sorulan bu sualler, insanlığın kurtuluş ve
başarı yolunda ilerlemesi için zorunludur.
Üçüncü sorun ise; medeniyetin meydana
gelmesi için esas olan düşünce ve inançların neler olduğudur. İnsan aklına yön
verecek ölçü ve onun zihninde oluşacak düşüncelerin içeriği nedir? Belli bir
amaca ulaşmak için insanın takip ettiği yol ve onu harekete geçiren unsurlar
nelerdir? Şu bir gerçektir ki, insanın fiillerinin oluşması onun düşünce
yapısına bağlıdır. Tüm insanların davranışları ancak insanlardaki kalbi saran
esas düşüncelerden sonra oluşur. Bir inanç sistemi ve temel bir düşünce
yapısına sahip olmayan hangi medeniyet neyle kendini muhafaza edecek.
Dördüncü sorun ise; medeniyetin insanı
eğitme sorunudur. İnsana mutlu bir hayatı kazandıracak manevi terbiyenin ve
sağlam düşüncenin içeriği nedir? Bir eğitimden sonra hemcinslerine karşı durumu
ne olacak? İnsanın her yönüyle yetişmesi için nefsi özellikler ve huylar
nelerdir? Şüphesiz toplum hayatının oluşmasında medeniyetin amaç ve özünü
görmek mümkündür. Fertler medeniyetin oluşmasında, tıpkı bir binayı ören
tuğlalar gibidir. Medeniyetlerin de temel taşları fertler olduğuna göre,
medeniyetin sağlamlığı ve uzun ömürlü oluşu kendi düşünce sistemine göre
eğitilmiş fertlerden oluşup oluşmadığıyla ilgilidir.
Son olarak; toplumu oluşturan fertler ve
gruplar arası ilişkilerin düzenlenmesi sorunudur. Fertler arası ilişkiler hangi
temel üzerine kurulmalıdır ki, hayatta başarılı olunabilsin? Grupların
ilişkileri ne derecede olmalıdır? Bu
medeniyetin insanlar arasında uyguladığı nasıl bir hukuktur? İnsan
davranışlarının sınırı nedir? Bütün bu
sorular ahlaka, topluma, siyasi hayata ve hukuk düzenine ilişkin sorulardır.
İSLAM
MEDENİYETİ:
Bugün batıda, İslam Medeniyetinin
kendinden önceki medeniyetlerden esinlenerek oluştuğu yönünde yanlış ve sakat
bir düşünce hâkimdir. Bu sakat düşüncenin İslam toplumları içerisinde de
oluşması meselenin daha vahim olduğunu göstermesi açısından önemlidir.
Özellikle İslam Medeniyetinin Roma, Yunan
ve İran medeniyetlerinin maddi servetinden yararlanarak yeni bir oluşumla Arap
toplumu özelliklerine göre doğduğunu ispatlamaya çalışıyorlar.
Elbette bu düşünce sakattır ve
aldatmacadan başka bir mana içermemektedir. Medeniyetlerin birbirinden
etkilenme ve bu şekilde gelişme arz ettikleri hakikatini unutmamakla birlikte;
İslam Medeniyeti özü ve içeriğiyle yalnızca İslam’dır ve ona İslam dışı hiçbir
düşünce girmemiştir.
İSLAM
MEDENİYETİ VE YÖNETİM:
Cenab-ı Hak, Hz. İsa'yı idarî işlerle vazifelendirmemişti.
Bu sebeple İsevi’likte devlet idaresine dair hiçbir hüküm yoktu. Sadece imanî
ve ahlakî esaslar bulunuyordu.
Fakat papazlar İncil'de varmış gibi
göstererek, iktidarı ellerine almalarını sağlayacak hükümler uydurdular. Bunun
için de örflerden ve eski mukaddes kitaplardan sosyal kurallar ve siyasî
prensipler çıkararak İncil'e ilave ettiler. Yani Hz. İsa'nın tebliğ ettiği
dinde değişiklik yaptılar. Bundan sonra Hıristiyan halkı papazlar idare etmeye
başladılar. Böylece “papazlar devleti” ortaya çıktı. İşte bu idare şekli de
“teokrasi” olarak isimlendirildi.
Teokrasi idaresi “Ruhbanlara
(papazlara) kayıtsız şartsız teslimiyet ve körü körüne taklit” anlayışını
getirdi. Daha sonraları ise, “papazların ve ruhani reislerin riyaset ve
tahakkümleri (baskıları)” şekline döndü.
Görüldüğü gibi teokrasi, Ortaçağ
papazlarının idaresidir. İslâmiyet'te ise böyle bir idare şekli kesinlikle
yoktur. Onun tebliğ ettiği devlet ve idare şeklinde istibdadın, zulüm ve
baskının eserine bile rastlamak mümkün değildir. İslâm'ın kabul ve tatbik
ettiği idarî sistem “cumhuri”dir. Seçimle iş başına getirilen idarî bir heyet
ve teşekkül vardır. Asr-ı Saadet bunun en açık misalidir. Yalnız Asr-ı Saadetin
“Cumhuriyet” anlayışı, yalnız isim ve resimden ibaret değildi. Hakiki “Dindar
Cumhuriyetti”.
Zaten Peygamberimiz (asm.) Hz. İsa gibi
sadece ahiretle ilgili olan imanî ve ahlakî esasları değil, dünya ve ahiret
hayatını beraber tanzim eden imanî, ahlakî ve siyasî hükümleri birden tebliğ
buyurmuştur. Bu hususlarda en ince bir noktayı bile bildirmiş, bizzat tatbik
ederek de göstermiştir. Dolayısıyla, İslâm'da diğer dinlerde olduğu gibi, din
bir baskı unsuru olarak kullanılmamış, insanların her türlü maddi ve manevi
saadetine vesile olmuştur.
İslâm tarihi boyunca hiçbir hoca
veya hiçbir din âlimi, devlet idaresinde hak iddia etmemiştir. Sadece idarecilerin
icraatlarının İslâmiyet'e uygun olup olmadığı hususunda görüşlerini
bildirmişler, fikirlerini söylemişlerdir.
İSLAM
MEDENİYETİ VE YÖNETİCİ:
Kur'an-ı Kerîm'in ihtiva ettiği ayetler
ve İslamiyet'in mahiyeti, insanların birbirleri ile olan münasebetlerini ve
dünya hayatının da tanzimini gerekli kıldığından; Hz. Peygamber (asm), teşekkül
ettirdiği İslam cemiyetini yönetecek esasları koyarak bizzat tatbik etmiş ve
Medine'ye hicretten itibaren varlık kazanan İslam devletinin ilk başkanı
olmuştu. Hz. Peygamber (asm)'de mevcut yüksek idarecilik kabiliyet ve
özellikleri o andan itibaren daha açık bir şekilde ortaya çıkmıştır. Tabilerini
kendisine kayıtsız şartsız bağlama imkânına rağmen, Peygamber Efendimiz (asm)
devlet yönetiminde cahiliye döneminin aksine, tebaası üzerinde tahakküm kurma
cihetine gitmemiş; bu bakımdan, yönetimde ve yönetim anlayışında bir inkılâp
gerçekleştirmiştir.
Cahiliye döneminde Araplar kendilerini
temsil ve idare eden kabile reisine kayıtsız şartsız bağlanarak, haklı haksız
her hususta ona itaate mecbur tutulur ve reisin emir, fiil ve davranışlarına
itiraz hakkına sahip bulunmazlardı. Peygamber Efendimiz (asm) ise devlet
yönetiminin temel esası olarak istişareyi kabul etmiş, Cenab-ı Hakk'tan emir
almadığı her hususta mutlaka ashabıyla istişare ederek durumu onların
müzakeresine açmıştır.
İslâm'da idarecinin her sözüne kayıtsız
şartsız teslim olmak ve onu körü körüne taklit etmek yoktur. Müslümanlar
halifeye hesap sorabilirler, anlamadıkları hususların izahını isteyebilirlerdi.
Hz. Ömer'in bu hususta pek çok uygulaması vardır. Müslümanlar idarî bakımdan en
üst seviyede olan bu zata, “Hak ve hakikatten ayrılırsan, seni kılıcımızla
doğrulturuz.” diye ikazda bulunabilmişlerdir. Hz. Ömer ise bu çeşit
ikazlara memnun olmuş, onlara karşı minnettarlığını belirtmiştir.
Yönetici gurura kapılırsa, kötü idare
ederse, derhal ikaz edilirdi. İkaz eden belli bir şahıs veya kurum değil,
Allah’a kulluğun şuurunda olan her Müslümandı. O idareciler de hatalarında inat
etmezler, hemen vücutları Allah korkusundan titrer ve yanlışlarını kabul
ederlerdi.
MEDENİYETİMİZE
GÖRE YÖNETİCİDE BULUNMASI GEREKEN VASIFLAR:
- Akl-ı selim sahibi olmak: İdareci
iyiyi-kötüyü farkedip, insana hak ve hakikati takip eden ve takip ettiren
düşünceye sahip olmalıdır. Aklıselimin alameti, kişinin, Allah’ın razı
olacağı ameller yapması, Allah’ın gazap edeceği, gazabını celbedeceği
kötülüklerden sakınmasıdır.
- Kabiliyet: İdarecilik çok üstün
bir kabiliyet ister. Kabiliyeti olmayan kişilerin böyle bir işe talip olmaması
gerekir.
- İlim: Yöneticiler öncelikle
yapacağı işi, dini ilimleri, tarihi, toplumun örf ve adetlerini, fert ve toplum
psikolojisini, sosyolojiyi, içinde yaşadığı çağın siyasî, iktisadî, sosyal,
kültürel yapısını, dünyada meydana gelen olayları çok iyi bilmeli,
değerlendirebilmeli ve tam zamanında etkin tedbirler almalıdır.
- Adalet: Adil olmayanlar,
yöneticiliğe asla layık değillerdir. Adaletin icrasında ırk, akrabalık,
zenginlik, fakirlik gibi hususlar etkili olamaz. Hangi inançtan, hangi ırktan,
hangi kesimden olursa olsun haklı olanın hakkı, zalimden alınıp kendisine iade
olunmalıdır. İdareci hem adil olacak, hem de adaletin icra edilmesine yardımcı
olacak, bu hususta asla tavizkâr davranmayacaktır.
- Cesaret: Yönetici cesur olacaktır.
Gerektiğinde risk altına girmekten asla çekinmeyecektir. Ancak tehevvür, yani
aşırılıklar, taşkınlıklar cesaret ile karıştırılmamalıdır.
- Basiret-Feraset: Yöneticiler
basiret ve feraset sahibi olmalıdır. Yani hakikati kalbiyle hissedip
anlayabilmeli ve anlayışlı olmalı, bir meseleyi çabuk sezip çözüm
üretebilmelidir. Bön ve ahmaktan yönetici olmaz. İdareci, muhatabının beden
dilini çok iyi anlamalıdır. Kelimelerle ifade edilemeyen, ya da kelimelerin
arkasına gizlenen pek çok gerçekler, azaların sergilediği tavırlardan okunur ve
anlaşılır.
- Dürüstlük: Yalancı, sahtekâr,
insanlara karşı dürüst davranmayan, sürekli aldatan kişilerin iş başına
gelmesi, o millet için büyük bir felakettir. Doğruluk, dürüstlük; kalpte
niyetin, dilde sözün, azalarda amelin aynı olması demektir.
- Sabır-Sebat: Yöneticilik çok büyük
sabır isteyen bir iştir. Aceleci, istikrarsız kişiler, böyle ağır işlerin, ağır
yüklerin altından kalkamazlar. Sabır, bir kararlılık ve dayanıklılıktır.
Kararlı ve dayanıklı olmayan kişiler sabredemez, doğrular üzerinde, hak
üzerinde sebat gösteremez.
- Affetmek: Affetmek çok büyük bir
ahlaktır. O bakımdan yöneticiler gerektiği zaman affetmesini bilmelidirler.
Özellikle şahıslarına karşı yapılan bir hatayı, hakareti affetmesi, büyük bir
fazilet ve meziyettir.
- İstişare: Yöneticiler istişareye
ne kadar önem verirler ve ehli ile istişare ederlerse, yönetimlerinde,
kararlarında, icraatlarında o kadar isabetli olurlar.
YÖNETİMDE
İNSAN FAKTÖRÜ:
Başarının ve başarısızlığın temelinde
insan faktörü vardır. Mübarek Osmanlı’nın bugün hayırla yâd edilmesinde bu
insan faktörüne verdiği önem yatmaktadır. İnsana bir meta olarak değil,
yalnızca insan olduğu için değer veren devletler, geçmişten günümüze adını
hayırla beraber ifade ettirdikleri gibi, gelecekte de hayırla yaşatacaklardır.
Devletlerde; tek tipleştirme, dayatma, karşıdakini yok sayma ile tornadan
çıkmış insan tiplerinin türemesine uygun bir zeminin olması, bu sistemi
uygulayan devletlerin çokta uzun ömürlü olmayacağını göstermektedir. Tarihin tozlu sayfaları, bu gibi kısa ömürlü
devletlerle doludur.
İnsan, kendini hakikate adadığı, ruhunu
O(cc)’na açtığı ölçüde insandır. Bu ölçünün farkında olan ve yine bu ölçünün
yılmaz savunucusu olmayı kendisine şiar edinen İslam Medeniyetinin güzide
temsilcileri, adını tarihe altın harflerle yazdırmıştır. İnsanın bozulmaya yüz
tuttuğu bir toplumda, diğer bozulmalardan bahsetmek yersizdir. Çünkü insanı
bozulmuş bir devlet her türlü çabaya rağmen yıkılmaya ve yok olmaya mahkûmdur.
BİR
MANEVİ ZENGİNLİK ÖRNEĞİ; SOSYAL MÜESSESELER:
Bir devletin yönetim alanında başarılı
olabilmesi, sosyal kurumlar bakımından zengin olmasıyla doğru orantılıdır. Bu
durum Türk, İslam ve Türk-İslam devletlerinin tecrübelerini bir bütün olarak
bünyesinde toplayan Mübarek Osmanlı için zirve konumundadır.
Osmanlı döneminde, devletin siyasî ve
malî kudretinin inkişafına paralel olarak gelişip artan vakıfların, ilk
kurucusu Orhan Gazi'dir. Orhan Gazi, İznik'te ilk Osmanlı medresesini kurarken,
onun idaresi için, yeterince gelir getirecek gayrimenkul vakfetmiştir. Bu
vakıfları, çeşitli konularda kurulan diğer vakıflar izlemiştir.
Fakir, dul, öksüz ve borçlulara para
yardımı yapmak; halka meyve ve sebze dağıtmak, çalışamayacak derecede yaşlanan
kayıkçı ve hamalların bakımını sağlamak, çocukların emzirilmesini sağlamak,
evlenecek genç kızlara çeyiz hazırlamak, kâse ve bardak gibi kap kacak kıran
hizmetçileri, efendilerinin azarlamalarından korumak; kuşlara yem vermek,
çocuklara oyuncak almak, yolcuların ihtiyaçlarını karşılamak, yetimleri
büyütmek, talebelere burs, kalacak yer temin etmek, işsizlere iş bulmak, çırak
yetiştirmek, müflis ve borçlulara yardımcı olmak, bekârları evlendirmek,
hayvanları himaye etmek; cadde ve sokakların temiz tutulmasını sağlamak,
sokaklara atılan tükürük ve benzeri maddelerin üzerine kül döktürmek gayesiyle
görevliler tayin etmek; su kanalları, su kemerleri, çeşmeler, buzlu su veya
şerbet dağıtılan sebiller, kuyular, medrese, hanlar, hamamlar, camiler, yollar,
kaldırımlar, köprüler yapmak ve bunların finansmanını sağlamak maksadıyla çok
sayıda vakıf kurulmuştur.
Ayrıca hastaneler, vakıflar aracılığıyla
hizmet vermiş, doktorlar ücretlerini vakıflardan almışlardır. Vakıf
hastanelerinde her din ve ırktan insan tedavi ediliyor, gerekirse ücretsiz ilâç
veriliyor, doktor temin ediliyordu. İmaretlerde yoksullara, yolcu ve
misafirlere her gün bir-iki öğün yemek veriliyordu.
KORKU
VE TEHDİT DEVLETİ YERİNE MİLLET DEVLETİ:
Devletin asıl vazifesi, tebaasının; din,
dil, ırk, mezhep farkı gözetmeksizin hangi inanç değerlerini yaşadığını bilmesi
ve bu değerleri en rahat bir şekilde yaşaması için gereken düzenlemeleri
yapmasıdır. Milletin değerlerini yok sayan, milleti tehdit olarak algılayan
devlet, millet devleti değil; ancak korku ve tehdit devletidir.
İslâmî naslara ve Müslüman toplumlardaki
tatbikata bakarak şunu ifade etmek mümkündür ki, anlaşmalara riayet ettikleri,
fitne ve fesadın merkezi olarak kullanmadıkları müddetçe bütün gayri
müslimlerin mabetlerine saygı gösterilmesi ve korunması Müslüman idareciler
için bir vecibe sayılmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’in ve Sünnet-i Seniyye’nin
belirlemiş olduğu ana esaslar, hulefâ-i râşidîn başta olmak üzere İslâm’ın
ahkamını kendilerine rehber edinmiş bütün Müslüman idareciler tarafından tatbik
edilmiştir.
Emevîler, Abbâsîler, Fâtımîler,
Selçuklular, Osmanlılar vd. Müslüman devletler her daim kendi tebaası olmayı
kabul etmiş gayri müslimlerin mabetlerine ve dinî yaşantılarına saygı
göstermiş, dinî hürriyetlerini her türlü tecavüzden korumuşlardır. Hususen
Osmanlıların takip ettiği dînî müsamaha sayesinde bugün de pek çok Osmanlı
şehrinde cami, kilise ve havrayı bir arada görmek mümkündür. Tarihte yaşanan
bazı küçük ve istisnaî uygulamalar bir tarafa bırakılacak olursa, farklı din
mensuplarınca kutsal mekân olarak kabul edilen mabetler ve dinî mekânlar hep
korunmuş ve zarar görmelerine müsaade edilmemiştir.
Müslüman bir ülkede yaşayan gayri
müslimlere / zimmilere, din ve vicdan hürriyeti meşrû dairede tanınmış ve tatbik
edilmiştir. Osmanlı hukukunda zimmîlerin dinleri ile başbaşa bırakılmaları,
İslâm'dan alınan temel bir prensiptir. Fâtih'in Sırp Kralı Brankoviç'e Macar
Kralı'nın “Sırbistan'ın her tarafında Katolik kiliseleri tesis edeceğim,
Protestan kiliselerini yıkacağım” dediğini bile bile, "Eğer devletime
itâat ederseniz, her camiinin yanında bir kilise inşâ edilecek; buralarda
herkes kendi Hâlıkına ibâdet edecek” cevâbını vermiştir.
Bütün bu hoşgörüye rağmen gayri
müslimlerin ibadet özgürlüklerine kısmî kısıtlamaların getirildiği bazı konular
da vardır. Bu kısıtlamalar çoğunlukla ibadet zamanında çıkarılan seslerle
ilgiliydi ki bunların başında çan çalma yasağı gelmekteydi.
Çan çalmanın, Müslümanlar tarafından İslâm’ın üstünlüğüne bir saldırı olarak görüldüğü için yasaklandığı belirtilmektedir.
Çan çalmanın, Müslümanlar tarafından İslâm’ın üstünlüğüne bir saldırı olarak görüldüğü için yasaklandığı belirtilmektedir.
Bununla birlikte bu yasak, zimmilerin
hiçbir şekilde çan çalamayacakları anlamına gelmiyordu. Mabetlerinin içinde,
çevresindeki Müslümanları rahatsız etmeyecek bir ses tonuyla ve namaz
vakitlerinin dışında çan çalabiliyorlardı. Ayrıca çan yerine tahta çalma
geleneği de zaman zaman şikayet konusu oluyordu. Kayseri’deki Rumların çan
yerine tahta çalmalarından dolayı çıkan seslerden rahatsız olan Müslümanlar
şikayetçi olmuşlar, bunun üzerine Rumların tahta çalmaları yasaklanmıştı. Fakat
daha sonra tahta çalmaları konusunda Rumlara izin verildiği görülmektedir.
Ayrıca beratlarda gayri müslimlerin âyinleri esnasında çıkan seslerin yüksekliğini istismar ederek zimmilere gereksiz şekilde müdahale edilmemesi de özellikle vurgulanmaktaydı.
Ayrıca beratlarda gayri müslimlerin âyinleri esnasında çıkan seslerin yüksekliğini istismar ederek zimmilere gereksiz şekilde müdahale edilmemesi de özellikle vurgulanmaktaydı.
EN
İYİ YÖNETİM; HAKLILARIN GÜÇLÜ OLDUĞU YÖNETİMDİR!
Haklı-haksız ve güçlü-güçsüz
bağlantısında elzem olan, haklıların güçlü olduğu bir yönetim modelidir. Aksi
durumda ise; yani güçlünün haklı olduğu bir sistemde, yönetim modelinin adı her
ne olursa olsun; o yönetimde adalet, liyakat ve merhamet mekanizmaları tefessüh
etmiştir.
‘NASIL
OLURSANIZ, ÖYLE YÖNETİLİRSİNİZ!’
Yüce Allah: ‘Bir kavim kendini bozmadıkça
Allah onları bozmaz.’ (Rad) diyor. Eğer bir toplum sahip olduğu yüksek manevi
değerleri korursa Allah Teâlâ onları çöküşten korur. O halde yapılacak şey
Müslüman toplumun kimliğini oluşturan manevi değerleri geliştirmek ve
sağlamlaştırmaktır.
Acaba yöneticiler iyi ve dürüst olunca mı
toplum sağlıklı ve iyi olur, yoksa millet iyi ve dürüst olunca mı yöneticiler
adil ve ehliyetli olur? Bu sorunun cevabı yönetici millete göre, millet de
yöneticilerine göre olur. Her ikisi de birbirini olumlu ve olumsuz yönde
etkileyebilir.
İnsanlar her zaman layık oldukları
yönetim tarzıyla yönetilirler, kendileri iyi olurlarsa yöneticileri de iyi
olur, kötü olurlarsa yöneticiler de kötü olur. Zira yöneticiler halkın içinden
çıkarlar ve onların bir parçasıdırlar.
Yüce Allah: ‘Davranışları sebebiyle
zalimlerin bir kısmını diğer kısmına yönetici yaparız.’ (En’am) buyuruyor. Kötü
toplumun yöneticisi kötü olur.
Ahirette cehenneme gönderilecek olan
zalim ve kafir halk liderlerini, liderler de onları suçlayıp birbirlerini
lanetleyeceklerdir. (bk. A’raf, 7/39; Şuara, 26/99; Ahzab, 33/67)
Beyhaki, Ka’b’ın şöyle dediğini nakleder:
‘Allah her dönemin hükümdarını milletin kalbine göre gönderir. Onları düzeltmek
isterse, Salih birini; helak etmek isterse kötü birini hükümdar olarak
gönderir.’ (İsra)
Halkın kötü yöneticileri iş başına
getirmeleri Allah’ın onlara gazab etmekte olduğunun, iyi yöneticileri iş başına
getirmeleri ise onlardan razı olduğunun işaretidir.
Müslüman’ın görevi toplumları ayakta
tutan değerleri, özellikle ahlak kurallarını ve Allah korkusunu, hak ve hukuka
saygıyı tabana yaymaktır. Toplumu düzlüğe çıkarmanın yolu budur. Düzelen bir
toplumda ister istemez, yöneticiler de düzelecektir.
Toplumdaki kötülüklerin, haksızlıkların ve yolsuzlukların sorumlusu olarak sadece yöneticileri ve aydınları görmek yanlıştır. Kötü gidişattan herkes sorumludur. Zira bunda genel olarak herkesin az ya da çok payı vardır. İyileşmenin ve düzelmenin şerefi de hem yönetenlere, hem de yönetilenlere aittir. Zira toplum yöneteni ve yönetileni ile bir bütündür.
Toplumdaki kötülüklerin, haksızlıkların ve yolsuzlukların sorumlusu olarak sadece yöneticileri ve aydınları görmek yanlıştır. Kötü gidişattan herkes sorumludur. Zira bunda genel olarak herkesin az ya da çok payı vardır. İyileşmenin ve düzelmenin şerefi de hem yönetenlere, hem de yönetilenlere aittir. Zira toplum yöneteni ve yönetileni ile bir bütündür.
Mü’min, toplum ve onun durumu konusunda
iyimser olur. Geleceğin hayırlara vesile olacağını düşünür. Din bâkidir, diye
inanır. Din düşmanları ne kadar çok, ne kadar zalim ve gaddar olurlarsa
olsunlar zorbalıkla dini yok edemezler. Çünkü dinin sahibi ve koruyucusu Hak
Teâlâ’dır. Mü’min en kötü şartlarda bile Allah’tan ümit kesmez, karamsarlığa
düşmez.
SON
SÖZ:
Netice itibariyle lâyık olduğumuz üzere
yönetiliyoruz! Şu veya bu şekilde ülkeyi yönetenler gökten zembille inmiyor,
yönetilenlerin yani bu toplumun içinden çıkıyor! Toplum olarak adalet, kanaat,
dürüstlük ve merhamete layık bir kıvama erişemediğimiz müddetçe bizi yönetenlerden
de bu vasıfları bekleyemeyiz! Yani idarecilerimizden Hz. Ömer(ra) adaletini
bekliyorsak, öncelikle Hz. Ömer(ra) dönemindeki insanlar gibi olmamız gerekmektedir.
***
"BİTKİLERLE SOHBET"
Dünya hayatının cümle insanlık için gurbet olması Hakk’tan ayrılmayanları hüzne gark etmektedir. İşte bu hal, gurbette olmanın farkında olan Müslümana, asl’dan habersiz olmanın işareti olan gülmeyi ‘gaflette olma’ hali olarak ifade ettiği için, hiçbir zaman yakıştırılmamıştır. Bununla birlikte vakarı muhafaza ederek gülmek insanda var olan bir haldir. Yani gülme hali büsbütün yasaklanmamıştır.
Medeniyetimizde haddi aşmamak, alaya
sebebiyet vermemek, karşıdakini hafife alıp küçük görmemek ve uydurma şeylere
mahal vermemek kaydıyla mizaha ve şakaya izin verilmiştir.
Ali Yurtgezen Hocam ‘mizah’ mefhumunun
genel itibariyle amacını ve hangi ölçülerle yapılması gerektiğini şu şekilde
ifade buyurmuşlardır: ‘Ölçülerimize uygun mizahın sadece ve özellikle
“güldürmek” gibi bir hedefi de yoktur. Her şeyde olduğu gibi bunda da ulvî bir
fayda gözetilmelidir. Gergin bir ortamı yumuşatmak, muhatabı rahatlatmak,
mesajı bir nükteyle daha tesirli vermek, söylenmesi gereken ama söylenmesinden
çekinilen bir hakikati şakaya vurarak ifade etmek, zulme karşı bir direnişi
canlı tutmak.. asıl gayedir.’
Ve devamında ise nasıl bir mizah olması
gerektiği ile alakalı şöyle buyurmuşlardır: ‘Büyüklerimiz bu inceliği, bu
hassas ölçüyü anlatmak üzere bizim gibi laf kalabalığına tevessül etmemiş;
mizah, şaka, espri, nükte yerine “latife” diyerek meseleyi tek kelime ile
çözmüştür. Arkasından da belki bu kavram kargaşası içinde latifenin de ölçüsünü
kaçırabiliriz endişesiyle şu hükmü koymuşlardır: Latife latif gerek. Yani
yaptığımız şaka, mizah, espri.. ince ve derinlikli olmalı. Bir güzelliği ve
hoşluğu yansıtmalı. Bayağılığın, kabalığın, hayâsızlığın, müstehcenliğin
yakınından bile geçmemeli. Muhatabı kırıp incitmemeli, bilakis bir “lütuf”
taşımalı ona. Ve mutlaka gönülden kopup gelmeli.’
Mizah genel itibariyle meşrep ve maharet
meselesidir. Durdu Güneş; hikmet ve nükte yüklü, incelikli ve derinlikli ‘Bitkilerle
Sohbet’ adlı eserinde nebatatı konuşturmuş, mizah ile alakalı ne kadar mahir
olduğunu ve mizahın meşrebine uyumsuz olmadığını, medeniyetimizdeki mizah
anlayışıyla örtüştüğünü eseriyle ortaya koymuştur.
Durdu Güneş, ‘Bitkilerle Sohbet’ adlı
eserini yazma amacını eserinin önsözünde şöyle ifade etmiştir: ’Ben insanların
bitkilere verdiği anlamlardan yola çıkarak onları konuşturmak ve düşünce
dünyamıza küçük küçük pencereler açmak istiyorum. Böylelikle dünyamıza güzellik
katan çiçekler, hayata huzur katan orman, soframızı süsleyen meyve ve sebzeler
düşünce dünyamızda da konuşarak yeni roller alacaktır.’
Modern kentlerin betonarme yığınlarıyla
yeşile savaş açması, her şeyin sahtesinin üretildiği bu dönemde, çiçeklerin
dahi sahtesinin üretilmesi, insanlığın bitkilerle sohbetten mahrum kalmasına
sebep olmaktadır. Hâlbuki bitkilerde de tabiattaki her şeyde olduğu gibi bir
dil vardır ve yalnızca bu dili anlayabilenler o bitkilerle konuşabileceklerdir.
Hakiki manada işitme melekesini kaybetmemiş olanlar bu varlıkların
söylediklerini anlayacaklardır.
Yazar kitabın son sahifesinde biz okurlar
için de yer ayırmış ve bir bitkiyle de bizim sohbet etmemizi istemiştir. Acaba
nebatatın dilini biliyor muyuz? Son sahifede bunu hepimiz kendimiz adına
göreceğiz. Tabi konuşacak bir bitki bulabilirsek!
***UNUTTUK, AFFET ALLAH'IM
Taşrada, soğuk sokaklarda, sokak lambası
altında, dava türküleri dinleyerek afiş asıp, fikir teatisinde bulunduğumuz
günleri unutup; Ankara'da davanın kaymağını yemekle meşgul olduk. Affet Allah'ım!
Bir simidi beş kişiyle yiyip millet
olmanın heyecanını yaşadığımız samimi günleri unutup; fix menü yemekli programlarda tabaklarımızı
doldurmakla meşgul olduk. Affet Allah'ım!
Açlıktan kaynaklanan mide gurultularımızı
bastırsın diye dava türküleri söylediğimiz günleri unutup; hazımsızlık problemi
yaşadık. Affet Allah'ım!
Soğuk kış günlerinde dolmuşa binecek
parayı bulamayıp kilometrelerce yolu dava ve fikir için vecd ile yürüdüğümüz
günleri unutup; son model arabalarımızla mevkidaşlarımıza caka satmakla meşgul
olduk. Affet Allah'ım!
İki odalı, sobalı evlerimizde milletin
derdi ile dertlendiğimiz günleri unutup; kaloriferli, klimalı, dört artı bilmem
kaç odalı dairelerimizde, lüks villalarımızda millete çekeceğimiz nutukları
düşünmekle meşgul olduk. Affet Allah'ım!
Kutlu bir milletin ferdi olaraktan millet
ile birlikte olduğumuz günleri unutup; fildişi kulelerimizden fikir ve dava
adamlığı yaptık. Affet Allah'ım!
Millet hastanesinde doktor kuyruğunda
sıra beklediğimiz günleri unutup; uz. opr. doktorları ayağımıza getirdik. Affet
Allah'ım!
Ay sonunda faturaları ve mutfak
masraflarını denkleştirmenin çilesini çektiğimiz günleri unutup; modası geçmiş
yenilenecek ev eşyalarının, yeni yılda modelini yükseltmeyi düşündüğümüz
arabalarımızın ve yeni gayrimenkullerimizin peşinde koştuk. Affet Allah'ım!
Sigortalı, asgari ücretle helalinden
kazancın peşinde koşturduğumuz günleri unutup;
bilmem kaçıncı şirket ortaklıklarımızın kulu-kölesi olduk. Affet
Allah'ım!
İşçi ve memur ağabeylerin bağış ve
yardımlarıyla fikir ve dava ocaklarımızı tüttürmeye çalıştığımız günleri
unutup; ihale ve fuar peşinde yaltakçılık yaparak kucaklarda terledik. Affet
Allah'ım!
Dava ve fikir çerçevesinde, seküler ve
maddeperest dünyanın dayatmalarına karşı dik durma gayreti içerisinde olduğumuz
günleri unutup; fikir ve davanın yeri burası değil deyip seküler dünyada
gırtlağımıza kadar maddeye boğulduk. Affet Allah'ım!
Çocuklarımıza en iyi geleceğin iman,
ahlak ve karakter ile olacağını söylediğimiz günleri unutup; çocuklarımızın
geleceği adına ceplerimizi şişirmek ve banka hesaplarımızı kabartmakla meşgul
olduk. Affet Allah'ım!
Adamlığın temel kriterini karakter ve
şahsiyet olarak gördüğümüz günleri unutup; adamlığı para ve makamla eşdeğer gördük.
Affet Allah'ım!
Bir kalp kırmanın Kabe’yi yıkmaktan da
kötü olduğunu unutup; dostlarımızın kalbini kırdık, gönlünü paramparça ettik.
Affet Allah’ım!
Zamanında bize sunulan haram kazancı,
adam aldatmacayı, dolandırıcılık yapmayı, riyakarca davranmayı elimizin
tersiyle bir kenara itip Muhacir gibi, Sudanlı Zenci Musa gibi alın teri olan
hamallığı tercih ettiğimiz günleri unutup; nereden geldiğine bakmadan daha
fazla kazanmayı, çalıştırdığımız işçilerin hakkını gasp etmeyi vicdanımızı
bastıracak yöntemler kullanarak gavura bırakmadık. Affet Allah'ım!
“Nasıl yaşarsanız öyle ölür ve nasıl
ölürseniz öyle dirilirsiniz”
***
MODERNİZME BİR GEDİK; SÜKÛT
"Bu şiiri, hikâyeyi ben yazmalıydım ya da bu sözü ben söylemeliydim!" dediğimiz halleri belki de sıklıkla yaşıyoruzdur. Bunu adavet ve kin ile değil de, gıpta ve hayranlıkla ifade ediyoruz tabiî ki. Lakin bendenizin asıl meramı neden ben yazmadım ya da ben söylemedim değil. Sükût eden insanları gördüğümde hayranlıkla seyreder ve 'neden bende bu güzel insanlar gibi sükût edemiyorum' diye içten içe kendime kızarım.
MODERN ÇAĞ; VİTRİN ÇAĞI
Her şeyin görüntüye yani vitrine
göre değer kazandığı bir zamanda manayı ve içe doğru derinlik kazanmayı,
yücelmeyi esas alan sükût, ehli haricinde anlaşılamayacak ve kıymeti
bilinemeyecektir. Efendimiz (SAV)'in 'Ey iman edenler, ya hayır söyleyin ya da
susun' Hadis-i Şerif'ini 'Söylersen hak söyle, söylemezsen sükût eyle' şeklinde
ifade eden medeniyetimiz elbette sükûtu, boş ve malayani konuşmaya tercih
etmiştir. Lakin günümüzde bu durum tam tersi bir seyir takip etmektedir. Yalan
ve malayani olup olmamasına dikkat edilmeden karşıdakini konuşmasıyla etkileyen
insanlar toplumda maalesef kıymetli görülmekte ve tercih sıralamasında ilklerde
bulunmaktadır. Halbuki hakikat sırrına vakıf olmak, çok konuşmayla değil,
sükutu kendine şiar edinmekle olacaktır.
HAKİKAT OLMADAN SÜKÛT OLMAZ
Yaşadığımız hayat her şeyi tek
boyuta hapseden paradigmalar silsilesi haline büründürmüştür. Bu durum hakkı
esas alan düşünceden mahrum olmamızdan kaynaklanmaktadır. Önyargılar,
düşmanlıklar, basmakalıp bilgiler, putlaştırmalar... İşte bu ve benzeri haller
düşünceden mahrumiyetin tezahürleri olarak ortaya çıkmaktadır. Düşünceden
maksat salt aklı ve modern malumat yığınlarını esas almakta değildir. Hak olan
düşünce, eşyanın hakikat sırrına vakıf olmak ve hakiki tefekkür sancısının
neticesinde sadrımızın genişliğince düşünebilmektir. Eşyanın hakikatine mazhar
olan insanların mantık sakatlığından kurtularak hayret makamına yücelmesi,
tefekkür rahlesinden geçerek sükûtu kendisine şiar edinmesi kaçınılmaz
olacaktır.
YENİDEN 'BİZ' OLMAK İÇİN SÜKÛT
İçimizde küllenen hakikat ateşini yeniden
harlamak ve alevlendirmek için sükût etmeliyiz. Derunumuzdaki uykuya dalmış ve
unuttuğumuz hakikat aşkını uyandırmak ve hatırlamak için sükût etmeliyiz.
Modern aklın cerahatini, gönlümüzün saf ve temiz suyuyla tertemiz etmek için sükût
etmeliyiz. Malumat yığınlarının tıkıştırıldığı, adeta birer çöplük haline
getirdiğimiz beyinlerimizi modern cahiliyenin türlü afet-adetlerinden kurtarmak
ve hakikat pınarıyla pir-u pak eylemek için sükût etmeliyiz. Bu topraklarda
yeniden taşa ruh ve mekâna mana vermek için sükût etmeliyiz. Dünya sürgününde
bir nebze de olsa sükûn bulmak için sükût etmeliyiz. Kalbi inkılâp,
Muhammedi(SAV) ruh, hikmet ve merhamete 'Yeniden Bismillah' diyebilmek için sükût
etmeliyiz
Sükût ne de güzel yakışıyor insana,
Ve insanlğını kaybetmişlere tantana.
***
KAHRAMAN MASKELİ HAİNLER
Her devirde kahramanlar ve hainler olagelmiştir. Ve bulundukları dönem itibariyle kahramanların da hainlerin de savunucuları ve yolundan gidenleri her daim bulunmuştur. Lakin son devirde simaların hakikatinin izhar edilmesi noktasında izler karmaşası had safhaya ulaşmış ve hakiki manada kimin hain kimin kahraman olduğu tam olarak belirlenememiştir. Bu belirsizliğe sebep olan birtakım etkenler vardır.
ARŞİV KAYNAKLARININ YOK EDİLMESİ
Osmanlı Devleti arşiv kaynaklarının
tutulması ve muhafazası noktasında, dönemiyle ve dönemine kadarki devletlerle
kıyas edilecek olursa, en başta gelen devlettir diyebiliriz. Payitahta en uzak
mesafedeki uç noktalarda yapılan ya da yapılacak olan herhangi bir değişikliğin
merkeze kısa sürede bildirilmesi hadisesini ifade etmek bu geleneğin ne kadar
kuvvetli olduğunu belgelemiş olur. Bir veçhesiyle bu gelenekten korkan ve
günümüzde kahraman olarak bilinen ama asılda ihanetin zirvesinde bulunan
birtakım zevat işe ilk olarak İslam Harflerinin kaldırılmasıyla başlamıştır.
Çünkü kahramanlık maskesi altındaki hain simaların açığa çıkmaması için
ihanetin vesikası niteliğindeki belgelerin okunmaması gerekmekteydi. İslam
Harflerinin yasaklanması, arşiv kaynaklarının atık kağıt fiyatına yabancı
devletlere satılması, önemli belgelerin rutubetli depolarda küflenmeye terk
edilmesi, rejimin yanlışlarını beyan edenlerin ya idamı yada sürgünü...
GEÇMİŞE SÖVMEK, KENDİNİ KUTSAMAK
Her gelen yönetim, istisnaları olmak
kaydıyla, neredeyse sürekli olarak geçmiş dönemlerdeki yapıya ve yönetime ağır
eleştirilerde bulunmuş ve uzunca bir müddet varlıklarını bu şekilde devam
ettirmişlerdir. Çünkü önceki yapının sözde yanlışlıklarını izhar etmek, mevcut
yapıyı korumak demektir. Lakin burada şaşılası bir durum vardır ki; gözleri
görmeyen, kulakları duymayan, idrak kanallarına iltihap bulaşmış insanların
anlayamayacağı bir durumdur. Neredeyse bütün dünyaya asırlarca adaletle
hükmetmiş bir geleneğin onlara göre üç yılda tefessüh etmesi hali. Meseleye
hakikat penceresinden bakacak olan vicdan ve insaf sahibi ehil kimseler hiçte
böyle bir hadisenin zuhur etmediğini anlayacaktır. Tabi eğer kalpleri
mühürlenmemişse.
RABITASIZ NESİLLER; ON BEŞ MİLYON
GENÇ
Devleti
meydana getiren Milletin geleceğe atacağı sağlam adımlar, ancak geçmişin
tecrübelerinden istifade edilebildiği ölçüde olacaktır. Ama maalesef genç olan
ve tecrübe yoksunu bu yapı kendi iktidarını koruyabilmek adına bu meseleyi
görmezden gelmiş, milletin ve devletin geleceğini tehlikeye atarak, geleceği
çürük temeller üzerine bina etmeye çalışmıştır. Milletin varlığı noktasında
kayıp bir dönem olarak ifade edilmesinde herhangi bir beis görülmeyen
Cumhuriyet devri; dil, kültür, düşünce, mimari, edebiyat, sanat, medeniyet...
alanlarında izi hiçbir zaman giderilemeyecek yaralar açmıştır. Milletin
geleceği olan genç nesillerin programlanmış beyinler gibi yönetilmeye
çalışılması ve makineleşmeye gösterilen sözde yoğun alakayla, nesillerin de
birer malzeme olarak görülmeye çalışılması; kadim medeniyetin mukaddes
nesillerini mazisiyle rabıtasız, ahlakın ve fikrin tefessüh ettiği, Kelime-i
Tevhid'siz nesiller haline getirmiştir. Garbın kokuşmuş ve tefessüh etmiş
ahlaksızlığını Türk-İslam Kültür ve Medeniyetine tercih etmişlerdir.
DÖNEMİN HELVADAN PUTU; LAİKLİK
İlahi iradenin yok sayılaraktan,
vahyin rehberliğinden mahrum olmayı kendileri için daha kabul edilebilir gören
güruh; laikliği neredeyse din haline getirmiş, İslam'ın sancaktarlığını yapan
Millet-i İslam'a bu helvadan putu dayatmışlardır. Mana veçhesi de olan hayat
yalnızca maddeden ibaret değildir. Hayatı yaşayan insanların ve insanlar
tarafından oluşturulan kurumların da elbette mana yönü olacaktır. İnsanların bu
yönünü görmek istemeyen bahtsızlar, önce kendilerini ve devamında ise
sürülerini zalim ve adaletsiz düzenin orta yerinde yapayalnız ve çırılçıplak
bırakmışlardır. Ve adeta kurda kuşa yem olmuşlardır.
Millet-i İslam'ın geçmişle
rabıtasının koparılması adına dayatılan sözde devrimler Milletin sinesinde yer
bulamamış ve ters tepmiştir. Bu Millet; asılan ve sürülen binlerce alimin
suçlularını, frenk libaslarını zorla giydiren düzenin zorbalarını, İslam
Harfleri yerine Latin harflerini getirenleri, Ezanı yıllarca asliyetinden
koparanları, Ecdadına hain diyenleri, Dinine kast edenleri hiçbir zaman
unutmayacak ve layık olduğu yere gömecektir. Maskelerin düşeceği günler belki
yarından da yakın...
***
DÜNYAYA DİRİ DİRİ GÖMÜLEN NESİL
Kız çocuklarını diri diri toprağa gömmek, cahiliye devri adetlerinin en kötülerinden yalnızca birisidir. Onlar bunu, gelecek kaygısı güderekten, namuslarını korumak ve ar telakki ettikleri için, bazıları da sakat ve çirkin olarak doğduklarından yapıyorlardı.
Çocuklarımızın geleceğini kaygı ederek dengeyi
doğru kuramayıp onları dünyanın kulu-kölesi yapmaktayız. Acaba günümüzde de
toprağa diri diri gömülen çocuklar var mıdır? Okul, dershane, özel ders ve ev
arasında mekik dokuyan ve haricinde herhangi bir faaliyette bulunmayan
çocuklar... kitap okumayı zaman kaybı olarak nitelendiren, dini ve milli değerleri yanlızca test kitaplarından ibaret
zanneden, ahlaki karakter inşaasını etik kurallar bütünü olarak gören
çocuklar... kendisini toplumdam tecrit etmiş, sorulan sorulara test mantığından
kalma alışkanlıklarla şıklar sunulmasını bekleyen, haricinde düşünecek ve cevap
verecek melekelerden yoksun kalmış, zihinleri iğdiş edilmiş çocuklar... maddeci
bir neslin halen günümüzde mevcut bulunması aslında çocukları diri diri gömme
adetininin bugün, 'dun'yaya yani alçak, aşağılık bu düzene gömülmesi şekinde
görülüyor.
Hayatta mühim olan iyi bir üniversiteyi kazanmak,
iyi bir mesleki kariyer sahibi olmak, çok yüksek maaş ile çalışmak değildir.
Önemli olan şahsiyet sahibi olmaktır. Hayatta çok farklı roller, vazifeler
vardır. Herkes kendine uygun olanı yapmak mecburiyetindedir. Bu mecburiyet
ancak kişilerin şahsiyeti doğrultusunda yönlendirilmesi ile olacaktır. Herkesin
üniversite okumak ve memur olmak gibi zorunluluğu yoktur. Bu ülkenin mimara,
çiftçiye, esnafa, memura, sanatkara, bestekara ve diğer meslek dallarına bir
bütün olarak ihtiyacı vardır.
İnsanların farklı karakter ve kabiliyetlere sahip
olarak yaratılması, Allah'ın hikmet deryasından bir katredir. Kişilerin mesleki
kabiliyetlerinin farklılık arz etmesi insanın fıtratında var olan bir vakıadır.
Lakin milyonlarca kişinin girdiği ortak bir sınavdan aynı yüksek başarıyı
beklemek, temelde insanlığa ve devamında ise o sınava tabi tutulan kişilere
yapılan en büyük zulümdür. Orman sakinlerinin kendilerini insanlardan korumak
için; koşma, uçma, yüzme, tırmanma, kazma, vs. derslerden sınava tabi tutmaları
ve bu sınavların hepsinden yüksek başarı beklemeleri ne kadar ahmaklık ise;
farklı karakter ve kaabilyetlere sahip insanların aynı sınava tabi tutularak
onlardan yüksek başarı beklenmesi de bir o kadar ahmaklıktır.
İnsan hem maddi hem de manevi bir varlıktır. Önemli
olan bu dengeyi muhafaza edebilmektir. Makinelerin hayatımızın her alanına
sirayet etmesi, insanları makine gibi düşünmeye sevk etmektedir. Öğrencilerin
manevi yönlerinin bir kenara bırakılarak yapılan ders-hayat programları, onları
veya geleceğin anne-babalarını, ilerleyen zamanlarda tamamen maddeci bir yapıya
büründürür. Bu durum insanı, madde ile mana dengesini kaybetmiş, pusulası bozuk
birer yolcu durumuna düşürmüştür.
Eğer bir anne-baba çocuğunu; biraz daha uyusun,
dinlensin, büyüyünce yada sınavı kazanınca nasıl olsa kılar düşüncesiyle sabah
namazına kaldırmıyorsa... ibadetlerini, vakit namazlarını aksatmasına göz
yumup, günlük-haftalık ders programındaki en ufak aksaklığa göz yummuyorsa, o
ana-baba çocuğunun geleceği için samimiyetsiz davranmaktadır. Çünkü inanan
insanlar için hayat bu dünyadan ibaret değildir. Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden
başka bir şey değildir. Ahiret yurdu, takva sahipleri için elbette daha hayırlıdır.
Hâlâ akıl etmez misiniz?
Anne-babaların sürekli şikayet ettiği bu sorumsuz
neslin en büyük müsebbiblerinden biri de, Asım'ın Neslini 'onuncu yıl nesli'
haline getiren yine anne-babaların bizzat kendisidir. İşbu sebepten, ilk önce
her ailenin kendi çocuğunun kabiliyetlerini iyi tesbit etmesi ve bu doğrultuda
yönlendirmesi ve yardımcı olması gerekmektedir. Devamında ise yarınların
büyükleri olan çocukları kabiliyetleri doğrusunda bir eğitim müessesesine veya
mesleki müesseselere vermek nesillerin asıl geleceği için verilecek en önemli
karardır. Cahiliye adetlerinden biri olan çocukları diri diri gömmek zulmünden
kurtuluş merkeze dünyayı değil, ancak İslam'ı almakla olacaktır.
***
MADDEYE RAM OLMAK
Hayatta birtakım
kolay- lıklar sağlayacağını düşüne- rekten hayatımıza dahil etti- ğimiz ve daha
sonrasında bizden bir parçaymışçasına mua- melede bulunduğumuz metaların
etrafımızı çepeçevre kuşatmışlığıyla karşı karşıya- yız.
KOLAYLIK AMA ESİR
OLMADAN
Makineler insanların
zamandan tasarruf edebilmesi ve bazı ağır işlerden kurtulabilmesi için icad
edilmiş ve devamında ise çok ciddi oranda gelişme kaydetmiş önemli bir ürün
niteliğinde hayatımızda bulunmaktadır. Lakin makineleri hayatımıza sağladığı
kolaylıklar olan yerinden alıp, hayatımızın ana gayesi haline getirecek olursak
bu hem makine için, hem de insanlık için zulüm olur. Çevremizde(belki de
kendimiz böyleyiz) bazı insanlar araçlara binerken, bazı araçlar da insanlara
binmektedir. Araç burada sadece sembolik bir mana ifade etmektedir. Araç yerine
mobilya, elbise, telefon, bilgisayar, televizyon vs. konulabilir. Buradan bu gibi makine veya maddelere karşı
olduğumuz manası da çıkarılmamalıdır. Karşı olduğumuz ve hatta düşmanlık
beslediğimiz asıl şey mana cephesi de olan insan için var olan yada üretilen
herhangi birşeyin insanı esir almasıdır. Ne yazık ki insan bu esarete kendi
isteğiyle boyun eğmektedir.
MADDENİN HAYATIMIZDAKİ ASIL FONKSİYONU
MADDENİN HAYATIMIZDAKİ ASIL FONKSİYONU
Yukarıda da ifade
ettiğimiz üzere makineler zaman kazandırmak, işi kolaylaştırmak ve insan gücüne
daha az ihtiyaç duymak için insan hayatında bulunmaktadır. Zamandan tasarruf ederek ilim, ibadet ve
hayra daha fazla zaman ayırabilmek bir Müslümanın hayatında çok önemlidir.
Lakin insan bu kalan zamanı Efendimiz(sav)'in 'İnsana bir vadi dolusu altın
verseniz, bir vadi dolusu daha ister' Hadis-i Şerif'i mucibince gözlerini
bürüyen mal-meta hırsıyla daha fazla kazanmaya ve daha fazla biriktirmeye
ayırmaktadır. Eski zamanlarda Alimlerin zamanın yetmezliği ile ilgili
serzenişleri kitaplarda geçmektedir. Zamanın az ama Alimin çok olduğu o
günlerden, zamanın çok ama Alimin neredeyse yok denecek hale geldiği bu günleri
yaşıyoruz. Sırtında yük taşımaktan omzu nasır tutan Halife Efendimiz bugün
arabası olan ama hayrını yanlız kendi gören müslümanları görse acaba ne derdi.
Yada biz onların yüzüne yarın mahşer meydanında nasıl bakacağız.
ALLAH İÇİN VERİLEN
MAL
Geleceğimizi rahat
bir şekilde yaşamak için biriktirmeye başladığımız ve önünü alamadığımız mal
biriktirme müptelası sinsi bir hastalık gibi neredeyse tüm müslümanları pençesi
altına almıştır. Bu mal-mülk biriktirme müptelası, milletimizin genetiği olan
medeniyetimizde olduğu gibi infak etmek ve Allah için dağıtmak için değil;
aksine, daha çok biriktirip, kurulan zenginlik hayallerini yaşamak içindir.
Halbuki Efendimiz(sav) 'Allah için verilen mal eksilmez' buyurmaktadır. Burada 'Tüm dünyalıkları bırakıp sadece
ahiret ile ilgilenelim ve dünyalık işleri de gayr-i müslimler yapsın. Biz de
onlara muhtaç mı olalım?' sorusu akıllara gelebilir. Efendimiz(sav) din ve
dünyanın ayakta tutulabilmesi için insanlara para-pul gerektiğini söylemiştir.
Bizim için zararlı olan şey mal ve paraya olan esarettir.
FANİ DÜNYADA BAKİ HAYAT OLUR MU?
İnanç ve irade sahibi Müslümanların mal ve parayı gelecek kaygısı güderekten biriktirmeleri, ebedi dünya gerçekliğinden haberdar olmadıklarının vesikası niteliğindedir. Eğer bir müslüman sırf kendi için, insanlığa ve Ümmeti Muhammede fayda sağlamayacak herhangi birşeyin peşinde ömür tüketmiş, yaşamak için değil de yemek için yaşamışsa fani dünyada bırakılan mal ve mülk hiçbir önem arz etmemektedir.
FANİ DÜNYADA BAKİ HAYAT OLUR MU?
İnanç ve irade sahibi Müslümanların mal ve parayı gelecek kaygısı güderekten biriktirmeleri, ebedi dünya gerçekliğinden haberdar olmadıklarının vesikası niteliğindedir. Eğer bir müslüman sırf kendi için, insanlığa ve Ümmeti Muhammede fayda sağlamayacak herhangi birşeyin peşinde ömür tüketmiş, yaşamak için değil de yemek için yaşamışsa fani dünyada bırakılan mal ve mülk hiçbir önem arz etmemektedir.
İNSAN ÇUKURU
Seküler ve maddeci
bir zihniyet elinde bulunan çağ, insanın değerini bilmemekte ve insanı
çukurlara yuvarlamaktadır. Gözün mana alemine perdeli olduğu bilinmektedir.
Buna rağmen gözleri akıllara kilitleyip, herşeyi salt akıl ile maddiyatta
çözmeye çalışanlar hakikat menbaından
bir katre nasiplenemezler. Yaşadığımız çağ bize gösteriyor ki; her modern birey
bir yaşam koçuna muhtaçtır. Bu yaşam koçlarının sözleri neredeyse Hadis-i Şerif
ve Ayet-i Kerime'lerin önünde-üzerinde tutulmaktadır. İşte bu çukurlara
yuvarlanmış modern bireylerin Millet-i İslam'ın birer ferdi olma yolundaki ilk
adımı Muhammedi(asm) terbiyeyi kendine rehber edinmekle olacaktır.
TOPRAK; OLDUĞUMUZ VE
OLACAĞIMIZ ŞEY
Topraktan yaratılmış
olan insan sonunda tekrar toprak olacak ve kıyamet koptuğunda herşey harap
olacaktır. Tüm bunların olacağını bile bile dünyaya bel bağlamak akl-ı selim
bir insanın, inanç ve irade sahibi bir Müslümanın yapabileceği birşey değidir.
İnsanları asıl hayattan koparan ve salt, seküler akıl ile yönlendirmeye çalışan
bir projenin İlahi Derrgah'tan habersiz olduğu gün gibi aşikardır. Herkesin
hesap yaptığı bu günlerde bütün hesaplarında üstünde bir hesap yapıcıdan
haberdar olması elzem bir durumdur. Bu
hakikatlere gözlerini kapatanlar yanlızca kendilerine karanlık yaparlar.
EBEDİ HAYAT İÇİN
Öncelikle bilinmesi
gereken şey; hayatın uzunluğu-kısalığı değil, nasıl yaşandığıdır. İnsan dünyaya
zevk-ü sefa içerisinde yaşamak ve dünyalıklara köle olmak için
gönderilmemiştir. İnsan dünyaya cümle varlığı tanımak ve temelde bu kusursuz
kainatın Sahibine layık bir kullukta bulunmak için gönderilmiştir. Tüm bunlara
rağmen insan nasıl olur da sorumsuzca davranabilir?
Misafir olarak
gidilen bir evdeki eşyaları benimseyip kendimizin zannetmek ne kadar ahmaklık
ise; yine misafir olarak geldiğimiz bu dünyaya ve onun türlü oyuncaklarına
bağlanmakta bir o kadar ahmaklıktır. Fani dünyada baki hayatı yaşama arzusunun
doruklarında olan insanların, asıl hayatın hayat-ı fanide değil, hayat-ı
ebediyede olduğunu idrak etmeleri, asıl yöne doğru azim, gayret ve sabırla
ilerlemeleri gerekmektedir. Aslında fani dünyada ebediyet isteyenler, rahat
olmaktan rahatsız olmalıdırlar ki o zaman ebediyetin kapısını aralayabilsin. Bu
rahatsızlığın meyveleri zamanı aşan hizmetleri yapabilmekle, Cenab-ı Muhabbete
ulaşmakla alınacaktır.
Kurtuluşa erecek
olanlar, Allah'ın kendilerine yetecek kadar verdiği rızka kanaat edenlerdir.
***
DÜŞÜNCE DÜNYASININ YEGÂNE YILDIZI:
CEMİL MERİÇ -1
"Bir adamı tanımak için düşüncelerini, acılarını, heyecanlarını bilmeniz lazım.
Hayatın maddi olaylarıyla ancak kronoloji yapılabilir. Kronoloji aptalların tarihi."
Cemil Meriç
“Kimi başında taçla doğar, kimi elinde kılıçla.. Ben kalemle doğmuşum” diyordu Hüseyin Cemil Meriç kendi doğumu için. Çocuk denecek yaşta kitapların büyülü dünyasında kendine inşa ettiği kuleden uzun bir müddet çıkmaması aslında kendi tercihi de değildi. “İnsanlar kıyıcıydılar, kitaplara kaçtım” diyordu. “Kasabanın çocukları hep korkunç. Bol bol dayak yiyor, hep hakarete uğruyorum. Şikâyet edeceğim kimse yok. Mektep bahçesinde çocuklar oynuyor.. Ben yine yalnızım ve yabancıyım, yabancı yani düşman. Dilim başka ve gözlüklerim var… Kendimden utanıyorum.”
Cemil Meriç
hayatının ilk döneminden itibaren cemiyette üvey avlat muamelesi görmüştür.
Kısa pantolon ve dört derece miyop gözlükler, poturlu kasaba çocukları olan,
arkadaşları arasında farklı ve öteki olması için zahirde verilecek örneklerden
yalnızca birkaçıdır. Arkadaşları top koştururken, ip atlarken, seksek oynarken
kendisi düşüncenin farklı âlemlerinde gezinmesi arkadaşlarından iç âlem olarak
da farklı kılmaktadır Meriç’i. Ona “Her büyük adam kucağında yaşadığı cemiyetin
üvey evladıdır.” sözünü söyleten şey de küçüklükten itibaren yalnız olması ve
bu yalnızlığı bir ömür yaşamış olmasıdır. Bu yalnızlık Cemil Meriç’e ötelere
kanat açmaya ve yarınlarda gelecek nesillere yol göstermeye olanak sağlamıştır.
Yine bu yalnızlık Meriç’i sığınak ve mevzi olarak kitaplara, kütüphanesine
yönlendirmiştir.“12 Aralıkta doğan çocuk itilmiş kakılmış, düşman bir dünyada
dostsuz büyümüş. Daima başka, daima yabancı… Hasta bir gurur, pencerelerini dış
dünyaya kapayan bir ruh…
…
Düşman bir çevrede ister istemez kitaplara kaçıyorum. Yani düşünceye ve
edebiyata hür bir tercih sonunda yönelmiyorum. Yaşamak için kendime bir dünya
inşa etmek zorundayım. Böyle bir kaçışı kolaylaştıran tesadüflerde var: Babam
akşamları aileyi toplayıp kitap okuyor, ablam fenn-i terbiye ve ruhiyat gibi
konularda uğraşmaktadır. Amcam Hamit Bey’in kitapları genç tecessüsümü alevlendiren
bir hazine. Anlıyorum ki, zalim ve kıyıcı bir gerçekten kurtulmanın tek çaresi,
reel dünyadan kitaplar dünyasına sığınmak.”
Çocukluk
dönemindeki arkadaşları ile anlaşamaması, ötekileştirilmesi kitapların ve
kelimelerin dünyasına sığındırmıştır Cemil Meriç’i. Tabi ki bu itilme ve
sonucunda meydana gelen cemiyetten uzaklaşma yine cemiyetin kendisi içindir.
Çünkü O, insanlardaki düşmanlıkların ebedi dostluğa çevrilebilmesi için
çabalamış ve bu uğurda gözlerinden dahi vazgeçebilme cüretkârlığını gösterebilmiştir.
İleride vereceği büyük eserlerin doğum sancısını çocuk denecek yaşta yaşamaya
başlamıştır. “Büyük eserler, uzun doğum sancılarının mahsulüdür. İnsanlığa
yepyeni dünyalar kazandıran yaratıcıların zaferinde, vefanın ve sabrın hissesi
pek büyüktür… Yeni ahenkler veya hakikatler müjdeleyen mücahit… kinin
kargalaştırdığı alınlarda aşkı çiçeklendirmekte senin vazifen. Unutma ki tavan
arasında yaratacağın büyük sanat eseri, milyonların şuurundaki zinciri
kırabilir… Uykusuz geceler, iftira, sefalet, doğum sancıları… İşte dünyamızda
hakiki sanatkârı bekleyen akıbet.” İnsanların çıkarları için birbirlerine
gösterdiği düşmanlığı daha çocukluk devrinde idrak eden Meriç “Kelimelerle
munisleştirmek istedim düşman bir dünyayı” demiştir.
Sonraki
dönemlerde kavramların içinin boşaltılaraktan beyinlerin iğdiş edilme
faaliyetinde bulunulması, Üstad’ınkavramlara-kelimelere niçin bu kadar önem
verdiğini daha iyi anlamamızı sağlamıştır. Diline sahip çıkamayan milletlerin
Dini olmayacağı gibi kendisi olarak kalabilmesi de neredeyse imkânsızdır.
“Kamus bir milletin hafızası, yani kendisi; heyecanıyla hassasiyetiyle,
şuuruyla. Kamusa uzanan el namusa uzanmıştır. Her mukaddesi yıkan Fransız
İhtilali, tek mukaddese saygı göstermiş: Kamusa.”
Hüseyin
Cemil’i kendi döneminin fikir ve edebiyat alanında bulunan şahsiyetlerine
nazaran farklı ve şanslı kılan önemli bir özellik vardır ki, o da doğduğu
yerdir. Hatay ve çevresi henüz Cemil Meriç doğduğunda Türkiye sınırları
içerisinde değildi. Fransız mandası altında bir ülkenin, Suriye’nin toprağıydı.
Antakya’nın bir özelliği hala Osmanlıcanın ve Osmanlı Edebiyatının okutulduğu
nadir köşelerden birisi olmasıdır o tarihlerde. Çocukluk ve ilk gençlik
dönemini Cumhuriyet baskısına maruz kalmadan, fikirleri iğdişe maruz kalmadan
geçiren Meriç kendi dönemindeki şahsiyetlere nazaran hür düşünme yetisine daha
fazla sahip olabilmiştir. Tam Osmanlı gibi değil ama Türkiye ile
kıyaslandığında Osmanlı kültürünün son nefes aldığı deliklerden, onu en son
devam ettiren kalelerden birinde, böylesine benzersiz bir toprakta düşünenlerin
düşüneceği Cemil Meriç dünyaya gözlerini açıyor.
Normalde
eğitim, çocukların belli bir beceri kazanması için, içtimai istidatların neşv-ü
nema bulması için yapılması gerekirken; Cumhuriyetin ilk kurulduğu günlerden bu
zamana eğitim sisteminde tam tersi bir durum söz konusudur. Çocukların
becerilerinin bir kenara bırakılaraktan rejimin kutsallarına tapınan ve bu
kutsalları yüceltmekten başka gayesi olmayan ufuksuz ve mefkûreden yoksun, ders
kitaplarını ezberleyen, haricinde okuma ve düşünme kaygısı gütmeyen milyonlarca
papağan…Eğer Hüseyin Cemil Cumhuriyet döneminin ilk onlu yıllarındaki bu torna
tezgâhından geçmiş olsaydı; gözlerini, hayatını, hakikat uğruna feda ederek
nesl-i ati destanlarına bir zafer ve fedakârlık numunesi olacak hakiki bir
insan olarak değil de; Reyhaniye kahvelerinde ömür çürüten, vaktiyle lisede
okuyan ve çalışan fakat istidadı olmadığı için vazgeçen,
basit, adi bir genç olarak yaşayıp gidecekti.Tıpkı doğduğunda mücevherden de
kıymetli olan ama istidadı mucibince yönlendirilmeyen ve sonunda keşfedilmeden
giden nice insanlar gibi.
“Türkçem
zengindi, çok okumuştum. Bu temrinler yazı kabiliyetimi bir kat daha
geliştirdi. Şiir ezberlemekten hoşlanmazdım, gramere ısınamadım. Ama liseyi bitirene
kadar kompozisyondan hep birinciydim. Lisem üniversitemdir” diyor Meriç.
Dönemin şartları itibarıyla ders kitaplarının bulunmaması dersi takip edebilmek
için not alınmasını zorunlu kılmaktadır. Aslında bu zorunluluk küçük Cemil’in
fikir hayatına daha sistemli bir çalışmayla o yaşlarda vesile olmuştur. Çünkü
bazı zorluklar insanların belini kırmadığı müddetçe onu kuvvetlendirir. İşte
Cemil Meriç bu zorluktan da ileride de çıkacağı gibi başarıyla çıkmıştır.
Hatay’ın
Fransız mandası altında olması münasebetiyle “Türkçe, Arapça tarih dışında
bütün dersler Fransızca okutuluyordu. On, on bir, on ikinci sınıflarda tarih de
Fransızca okutulmağa başladı. Memleketin kayıtsız şartsız efendisi
Fransızlardı. Fransızca bildiniz mi önünüzde bütün kapılar açık demekti.”
Cemil
Meriç’in entelektüel hayatı üzerinde etki yapan hocalarından bahsetmeden geçmek
elbette olmaz: “Lise üç’teBazantay Fransızca hocamız oldu. Bazantay, edebiyat
fakültesi mezunu ve edebiyat doktoru idi. Bir ara müdür de oldu liseye. Yazı
hayatımda ilk gurur darbesini ondan yedim. Tarihle ilgili bir kompozisyon söz
konusuydu, konuyu çok iyi hatırlamıyorum. Kendimden emin on beş yirmi sayfa
karalayıp takdim ettim. Kâğıtlar geri verildi, yine de en iyi numarayı ben
almıştım: Yirmi üzerine yedi. Yazdıklarımın dörtte üçü silinmiş, kenarına
‘gevezelik, konu ile alakası yok, uyuyor musunuz’ gibi iltifatlar döktürülmüştü.
Dayak yemekten daha ağır bir hakaretti bu. Ama ilk ciddi yazı dersi idi.
Anladım ki aklına geleni yazmak yazı yazmak değil.”
“Sanıyorum
ki Mesut Bey’den(onuncu sınıf edebiyat hocası) tek öğrendiğim bu bibliyografya
zenginliği ve her filozofun hakikati kendine göre ele aldığının şuuruna
varıştır.”
“Kitap
bir limandı benim için. Kitaplarda yaşadım ve kitaplardaki insanları
sokaktakilerden daha çok sevdim. Kitap benim has bahçemdi. Hayat yolculuğumun
sınır taşları kitaplardı. Bir kanat darbesiyle Olemp, bir kanat darbesiyle
Himalaya. Ayrı bir dil konuşuyordum çağdaşlarımla. Gurbetteydim. Benim vatanım
Don Kişot’un İspanya’sıydı, EmmaBovari’nin yaşadığı şehir. Balzac çıktı
karşıma, Balzac’ta bütün bir asır yaşadım, zaman zaman Votren oldum, Rastinyak
oldum. Dört bin kahramanda dört bin kere yaşamak.” Ve has bahçem dediği
kitaplar: “Entelektüel hayatım üzerinde etki yapan bazı kitaplardan da söz
edelim. Önce senelerce sürecek bir merakı tutuşturan Rıza Tevfik’in Kamus-u
Felsefi’si.
Sonra
Selim Sırrı’nın Terbiye-i Bedeniye Nazariyatı. Bu kitap yalnızca tecessüsümü
alevlendirmekle kalmadı, sağlam bir kafanın sağlam bir vücutta olabileceğini
telkin ederek, jimnastik yapmağa da zorladı beni.
Kaderimi
tayin eden bir başka kitapta İbrahim Ethem’in Terbiye-i İrade başlıklı
eseridir. Disiplin içinde çalışmayı bu kitaptan öğrendim.”
“Fransızcanın…
karanlık dehlizinde ışığına güvendiğim tek fener Şemsettin Sami’nin Kamus’u
idi.”
***
MAARİF DAVASINDA NEREDE DURMALIYIZ?
“Yazılarından istifade ettiğim
Ali YURTGEZEN Hocam’a
ve YEDİKITA Dergisine
Selam ve Hürmetle”
GİRİŞ:
Bir
insanın kendisini karşısındakine en iyi şekilde anlatabilmesi, konuşma
esnasında kullanılacak kavramların tam olarak anlaşılmasıyla olacaktır. Bu da
kavramlarda mutabık kalınmayla olacak bir iştir ki, kurulan diyalog sağlıklı
bir şekilde ilerlesin. Bu sebepten dolayı, mevzu ile alakalı temel kelimeleri
açıklayaraktan yazıya başlamak doğru ve yerinde olacaktır.
TEMEL
EĞİTİM AİLEDE BAŞLAR:
İnsan toplum içerisinde önce bir
ailede gözlerini dünyaya açtığından, devletten önce ailenin eğitim çevresinde
bulur kendini. Eğitimin ilk basamağını böylece aile eğitimi oluşturur. Çocuğun
kişiliğinin oluşmasında, toplumun değerlerinin çocuk tarafından benimsenmesinde
aile eğitiminin bu büyük rolü hiçbir zaman inkâr edilemez. Çünkü yapılan
araştırmalar çocuğun zihinsel gelişiminin ve kişilik-kimlik oluşumunun 6 yaşına
kadarki sürede büyük oranda gerçekleştiğini söylemektedir. Ve bu eğitim çocuk
doğduğunda değil, anne karnında başlamaktadır. Bu süreçte anne babaların şu
hususlara dikkat etmeleri gerekir ki, hem dünya he de ahiret saadeti oluşsun:
Eve haram sokmamak ve haram lokma yememek. Dili gıybetten, gözü namahremden,
kulağı kötü söz işitmekten ve tüm azaları kötülüklerden uzak tutmak gerekir.
Esasında çocuk eğitiminde temel mesele, anne-babanın müspet dairede yaşam
sürmeleridir.
MİLLİ
EĞ(R)İTİM SİSTEMİ YA DA TORNA TEZGÂHI:
Mevzu
eğitim olduğunda, eğitimi gören ve gösteren kişilere de değinmek gerekir.
Günümüzde bu eğitimi veren kişilere öğretmen, eğitim gören kişilere ise öğrenci
demekteyiz. Ama kavramların asliyetini kaybetmesi, bu kavramlarla anılan
kişilerin de ne iş yapacağında bir takım karmaşalara sebep olmuştur. Öğretmen,
eğitim ve öğretim işleriyle uğraşan kimse demektir. Öğrenci ise, öğrenim görmek
amacıyla bir okulda okuyan kimse demektir. Hâlbuki öğretmen yerine kullanılması
gereken “Hoca-Muallim” ve öğrenci kelimesinin yerine kullanılması gereken “Talebe
“ kelimelerini çoktan unutmuş durumdayız. Bu durumu, kamusu namus olarak ifade
eden Cemil Meriç şu kelimelerle ifade etmiştir: "Hoca öğretmen oldu,
talebe öğrenci. Öğretmen ne demek? Ne soğuk, ne haysiyetsiz, ne çirkin kelime…
Hoca öğretmez, yetiştirir, aydınlatır, yaratır. Öğrenci ne demek? Talebe
isteyendir; isteyen, arayan, susayan."
Bugün
eğitim denilen devre büyük bir keşmekeş görünümü arz etmektedir. Bugünün eğitim
sistemi neyi, niçin ve nasıl öğrettiğini bilmeyeni milyonlarca gencin en
değerli zamanlarını eriten, yok eden ve Allah’ın bin bir renk ve kabiliyette
yarattığı yavruları hepsi birbirine benzeyen(adeta torna tezgâhından çıkmış
profiller gibi) okumaz, yazmaz, düşünmez, rahat yaşamaktan başka tasa taşımayan
kitleler olarak yetiştiren bir yapıdadır. Modern eğitim sisteminde, temel hedef
sınavları kazanmak olduğu için, öğrenmekten ve öğretmekten başka kaygı gütmeyen
öğretmen-öğrenci taifesi ilmin izzetini ayaklar altına düşürmüş vaziyettedir.
Ne öğreniyoruz, ne öğretiyoruz? Malumat yığınına gömülmüş milyonlarca insan
var. Gençliğe ve geleceğe yazık ediliyor! Yarış atı misali hedefe odaklanmış ve
at gözlükleri sebebiyle çevreyi göremeyenlerin, dünyalık hedeflere ulaşması
sonucu, derununda büyük sarsıntılar olması kaçınılmazdır. Zira günümüzde Türk
Milli Eğitim Sistemi değerler adına herhangi bir dava gütmemektedir.
Düşmanla
savaş yöntemi olarak sadece meydan muharebeleri ile yetinmeye çalışan
milletlerin varlığının çokta uzun ömürlü olmadığını tarih bize birer ibret
vesikası olarak göstermektedir. Bu hususa Moğolları örnek olarak verebiliriz.
Kısa sürede geniş toprakları ele geçiren ve her gittiği ülkeyi yerle bir eden
bu milletin bugün adı sadece tarih kitaplarında vardır. O da barbar ve zorba
bir millet olarak geçmektedir. Hâlbuki kendisini askeri alanda olduğu gibi,
ilmi ve siyasi alanlarda da geliştiren milletler bugün hâlâ kendileri olarak
hayat sürmektedir.
Nizamülmülk’ün
adından dolayı Nizamiye Medresesi adını alan Nizamiye Medreseleri, İslam
dünyası için ciddi tehlike oluşturan Rafızî-Batıni düşünceyle siyasi ve askeri
sahada olduğu gibi ilmi sahada da mücadele etmek ve devlet görevlileri
yetiştirmek amacıyla kurulmuş müesseselerdir. Ayrıca okumaya imkânı olmayan
fakir öğrencilerin de okumalarını sağlamak için kurulmuştur. Hocaların ve
talebelerin ders okuma, yeme-içme ve barınma ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde
planlanan medrese için Dicle Nehri’nin doğu yakasında uygun bir arazi seçilir
ve üzerindeki meskenler istimlâk edilir. Bu kadar imkâna rağmen, günümüz eğitim
kurumlarının inşaatının geç bitmesi durumunu da göz önünde bulundurursak,
Nizamiye Medresesi’nin iki yılda bitmesi takdire şayandır.
Nizamülmülk ve çocukları zamanında,
hocaların ve yardımcıların vezirin emri ile atanmaları esastı. Bu atama işlemi
keyfiyet esası üzere değil, tamamen ehliyet ve liyakat üzere yapılmaktadır.
Tayin edilen hoca, ilk dersi yüksek dereceli memurların, hocaların, âlimlerin
ve şairlerin huzurunda, bazen halifenin de katıldığı bir merasimle
verirdi. Nizamiye Medresesi’ne hoca
olmak kolay bir şey değildi. Buraya girebilmek için yüksek bir ilmi seviyeye
sahip olmak gerekiyordu. Medresenin hocaları meşhur âlimlerdi ve Bağdat’ın
siyasi ve içtimai hayatı üzerinde büyük tesirleri vardı. Medresede genellikle
dini ilimler okutulmaktaydı. Kur’an-ı Kerim ve ilimleri, Hadis, Şafii fıkhı ve
usulü, Eş’ari kelamı, Arap dili ve edebiyatı, vaaz, matematik ve İslam miras
hukuku bu derslerden yalnızca birkaçıdır. Bugün Nizamiye Medreselerinin
adındanhâlâ şerefle bahsedilmesi, bu derslerin tamamen ilme yönelik olmasından
ve hocaların liyakat ehli olmasından gelmektedir.
OSMANLI’DA
MAARİFİN GENEL ÇERÇEVESİ:
Osmanlı
medreselerinde yıllar boyu Tefsir, Hadis, Fıkıh gibi ilimlerle birlikte
matematik, tıp, astronomi gibi fenler at başı gitmiştir. Bazı zamanlarda dini
ilimlere ilginin azalması sonucu içtimai yapıda birtakım aksaklıklar çıksa da,
tez elden gerekli tedbirler alınmak suretiyle tekrardan halin düzeltilmesi
yoluna gidilmiştir. Osmanlı devleti yıkılıncaya kadar medreseler tedrisata
devam etmiştir. Osmanlı’da aşağı yukarı kuruluş yıllarından itibaren hemen her
köy ve mahallede sıbyan mektepleri bulunuyordu. Bu mekteplerde eğitim ve
öğretimin esası din ve ahlaktı. Buralarda Kur’an-ı Kerim, İlmihal bilgileri ve
Kitabet öğretilirdi. Zamanla sıbyan mekteplerinde Türkçe dersi de verilmeye
başlamıştı.
Tanzimat’a kadar sıbyan mekteplerine
kız-erkek hemen her Osmanlı çocuğu devam eder, bu müessesedeki eğitimini
tamamlayıp tahsile devam edecek olanlar medreseye geçerlerdi. Medrese
haricinde, hususi eğitimle yetişenler olduğu gibi, Enderun Mektebi’nde ilim
tahsil edenler, askeriye mensubu olup ilim öğrenenler, mesleki yoldan
yetişenler de mevcuttu. Talebenin hangi alanda marifet sahibi olduğu küçük
yaşlarda belirlenir ve o doğrultuda bir yönlendirmeye tabi tutulurdu.
Tanzimat sonrasında modern tarzda
mektepler açılmaya başladığında sıbyan mektepleri iptidai mekteplere,
idadilerle birlikte rüştiyeler, idadi-sultaniler, darulmualliminler, ziraat ve
sanayi mektepleri açıldı. Bilhassa Sultan İkinci Abdülhamid Han döneminde
Osmanlı ülkesinde tam bir eğitim seferberliği yaşandı. Maalesef o seferberlikte
yetişen kişiler daha sonra Hünkâr’ı beğenmeyerek Sultan’ı tahttan indirme
edepsizliğimde bulunmuşlardır. Yaptıkları yanlışın farkına daha sonraları
kendileri de varmış olmalarına rağmen vakit çok geçmiş oluyordu. Koca Sultan
ahirete irtihal eylemiş ve ülke artık son demlerini yaşar olmuştu. O talihsiz
neslin hissesine Padişah Efendimiz’in arkasından gözyaşı dökmekten başka
yapacak bir şeyleri kalmamıştı.
Maksadımız bir devri göklere
çıkarmak değil; yanlış bilgilerle dolu zihinleri geçmişin ışığı doğrultusunda
aydınlatmaktır. Daima yerin dibine sokulmak için gayret sarf edilen,
tarihimizin karanlık ve örümcek ağlarıyla dolu bir dönemi olarak tarif edilen
Osmanlı devri hakkında doğru bilgiler vermeye çalışmaktır. Hele hele bu bilgi
geleceğe dair önemli bir konumu olan eğitim mevzuunu içermesi münasebetiyle
daha bir önem arz etmektedir.
Atalarımız boş adamlar değillerdi. İlim ve terakki yolunda inanılmaz gayretler sarf
etmişlerdi. İçlerinden nice büyük âlimler, ilim ve fen adamları çıkmıştı.
Pozitif bilimlere büyük değer verirlerdi. Yeni nesillerin bunları bilmesi icap
etmektedir. 1928 yılında yapılan Harf İnkılabı ile Osmanlı devrinin
basılmış-basılmamış muazzam külliyatına tabiri caizse bir nisyan perdesi
çekilmiştir. Türkçemizi mahveden uydurukça dil faaliyeti de meselenin tuzu
biberi olmuştur. Yanlış bilgilerin ve peşin hükümlerin temel sebebini burada
aramak gerekir.
Osmanlı mekteplerinde en çok
ehemmiyet verilen derslerden biri Türkçe idi. Bu dersin, bir senede altı farklı
ders halinde işlendiği bile vakidir. Mesela bir mektep karnesinde Kıraat, İmla,
Sarf ve Nahiv, Tahrir, Ezber ve İnşad, Yazı dersleri görülmektedir ki bunların
tamamı hakikatte Türkçe dersinin konularıdır. Bugünkü Türkçe dersi olarak
gösterilen dersin ne kadar yetersiz ve hatta gereksiz olduğunu tüm bunları
görünce daha iyi anlıyoruz.
Açılan bahis üzerinde tartışarak
ders işleme usulü, medreselerde öteden beri uygulanan en yaygın metotlardan
biridir. Bu metodun talebede öğrenilmiş bilgileri kullanabilme, ayrıntılara
dikkat etme, söz söyleme inceliklerine riayet kabiliyetleri ile mantık ve
muhakemenin gelişmesini sağladığı bir vakıadır. Modern eğitimle yetişen
nesillerin eskilerdeki mantık selasetine ulaşamamış olması böyle bir yöntemi
tanımamalarındandır. 19. yüzyılda dünya çapında, hazerfen bir ilim adamı olarak
sadece Ahmet Cevdet Paşa’nın varlığı dahi, modern eğitim kurumları hâlâ bu
kıratta bir adam çıkaramadığına göre, medreselerin verimlilik ve kalitesi için
yeterli bir ölçüdür. Klasik medrese tahsiliyle yetişen Ahmet Cevdet Paşa,
bugünün YÖK üniversitelerindeki hukukçu, tarihçi ve sosyologlarla kıyas kabul
etmez ölçüde ‘yüksek’ bir ilim erbabıdır.
Din derslerine Osmanlı mekteplerinde
büyük ehemmiyet verilirdi. İlk mekteplerde derslerin ağırlığını dini dersler
teşkil ederdi. Eğer bir talebe bir İslam âlimi olarak yetişmek arzusundaysa
zaten iptidaiden veya rüştiyeden sonra medreseye geçerdi. Orta ve lisede de
dini eğitime ağırlık veriliyordu. Bütün Osmanlı devri karnelerinde din dersinin
ilk sırada bulunması bu ehemmiyetin bir göstergesidir. Zaman zaman yapılan
düzenlemelerde din derslerinin saatinin artırıldığı da görülmektedir. Bu gün
din derslerinin tek ders olarak var olması, liyakatten yoksun, seküler
ilahiyatçı tiplerin öğretmenlik yapmaları, öğrenci taifesinin umursamaz bir hal
sergilemesi, ailelerin dini yaşantıyı camiye ve kılıfa hapsetmeleri ve
devletin, milletin değerleri ile barışmaması günümüz neslinin halinin normal
olduğunu göstermektedir.
Arapça
ve Farsça da mekteplerde çok ehemmiyet verilen derslerdendi. Zira Osmanlı Türk-İslam
kültürü, Müslüman Arap ve Fars kültürüyle harmanlandığı gibi bu iki dilden
Türkçeye çok sayıda kelime de girmişti. Mekteplerde Arapçanın öğretilmesi
klasik medrese tahsilinde olduğu gibi Emsile, Bina, Maksud, Avamil ve İzhar
okutularak yapıldığı gibi modern tarzda yazılan kitapların tedrisiyle de icra
ediliyordu. Yabancı dil olarak o devirlerde bütün dünyada diplomasi dili olması
itibariyle Fransızca öğretiliyordu. Mantık ve felsefe, aynen tarih ve coğrafya
gibi eski ilimlerden olup mekteplerde de okutulduğunu görüyoruz. Ruhiyat ve
içtimaiyat ilmine de Osmanlı’nın son devirlerinde ehemmiyet verilmiştir. Bu,
bahsi geçen ilimlerin sonradan keşfedilmesiyle alakalı bir durum değildir
elbette. Çünkü ‘Namaz kılan bir toplumun psikolojiye, zekât veren bir toplumun
sosyolojiye ihtiyacı yoktur.’ Biz ne zaman Millet olarak asli vazifelerimizden
uzaklaştık ise, o zaman taun ve felaketler yakamızı bırakmamıştır.
Osmanlı devrinde okutulan fen ve
teknik derslerin ilmi seviyesi, bugünkü seviye ile elbette ki aynı değildir.
Bugünkü uçaklarla o devirdeki uçakların, bugünkü son model arabalarla o devir
arabalarının aynı olmadığı gibi. Fakat bazı dersler ise bugüne birkaç gömlek
büyük gelebilir; mesela en basitinden Türkçe dersi. Bugünkü gibi katliama maruz
kalmış, kısırlaştırılmış bir Türkçe yoktu o zamanlar; 1000 yıllık bir kültür ve
medeniyetin izlerini taşıyan koca bir dünya dili vardı.
Osmanlı
devrinde mekteplerde okutulmak üzere basılmış binlerce kitabın tamamına ismen
ulaşmak isteyenlere Seyfettin Özge’nin beş ciltlik kataloguna veya Eski Harfli
Türkçe Basma Eserler Bibliyografyası’na müracaat etmelerini âcizane tavsiye
ederiz.
OSMANLI’NIN
İNSANLARA OLAN HASSASİYETİ:
Osmanlı
sağır ve dilsiz çocukları da unutmamış, içtimai hayatta bulunması gerektiğini
düşünerek, onlar için de mektep açmıştır. Osmanlı Devletinde sağır ve dilsiz
çocuklara “bi-zeban” deniliyordu. Dilsiz mektebi kurulana kadar bu çocuklar
için bir mektep yoktu. Bunların bir bölümü sarayda istihdam edilerek çeşitli
görevleri yerine getiriyordu. Mesela; konuşulan sözler, alınan kararlar
dışarıda söylenmesin diye dilsizlerin bir kısmı da Babıâli’de istihdam
ediliyordu. Bu mektepten mezun olanlar ise genellikle okula muallim olurlardı.
Osmanlı’nın nezaket ve zarafetine bir örnek vermek gerekirse “bi-zeban”ın elbiselerini
söylemek çok yerinde olacaktır. Çünkü Osmanlı bu çocukların dışarıda tehlikeyle
içi içe olmaları münasebetiyle, giyim kuşamlarını da halkın şefkat ve merhamet
nazarını üzerine çekecek şekilde hazırlamıştır ki duymamaktan kaynaklanan bir
kaza olmasın. Kırmızı çuhadan ceketle siyah fakat kalın ve kırmızı şeritli
pantolon bu talebelerin kıyafetini teşkil ediyordu. Halk sokakta bu kıyafetteki
çocuklara rastlayınca ya kör, ya sağır olduğunu derhal anlar ve bir tehlikeye
maruz kalmasınlar diye ellerinden gelen yardımı esirgemezlerdi.
OSMANLI’NIN
MAARİF DAVASINDA YEMEN ÖRNEĞİ:
Mübarek
Osmanlı, Batılı devletler gibi sömürü düşüncesi ile hareket etmemiştir. Batılı
devletler kendi dininden olanlara dahi sömürü anlayışı ile yaklaşırken, Osmanlı
Müslüman olmayan milletlere dahi hoşgörü ile yaklaşmıştır. Gittiği yeri
sömürmekten ziyade oralara hizmet etmiş ve insana insan olmanın değerini
vermiştir.
İşte
yemen örneği bunlardan yalnızca biridir.
Yemen’deki ilkokullarda Kur’an-ı Kerim, Tecvid, İlmihal, Türkçe, Hesap,
İmla, Ahlak, Hüsn-i Hat, Sarf ve Esma-i Türkiyye verilmesi kararlaştırılmıştır.
Hatta Yemenli bazı çocuklar daha iyi bir eğitim için İstanbul’a gönderiliyorlardı.
Bu meseleye çok büyük ehemmiyet veren ve bunu teşvik eden Sultan İkinci
Abdülhamid Han, bu konuyla yakından alakadar oluyordu. Nitekim 1903’te, Sultan
Abdülhamid Han’ın talebi ile Yemen’den 83 talebe adayı İstanbul’a gelmişti.
Sağlık kontrolleri yapılan bu talebelerin 33’ünün yüksek mekteplerde, 16’sının
ilkokullarda, 28’inin sanayi mekteplerinde tahsilleri uygun görülmüştü.
Hastalığı tespit edilen 6’sı ise Hamidiye Etfal Hastanesi’ne sevk edildiler.
Eğitim ve öğretim sisteminin, bir
toplumun yükselmesinde yahut geri kalmasında önemli bir rol oynadığı gerçeğinin
gayet farkında olan Osmanlı Devleti, memleketin bu en uzak köşesi Yemen’de
bile, sistemli bir programın takip etmiştir. Takip edilen sistemin de çağa ayak
uydurabilmesi ve toplumun ihtiyaçlarına cevap verebilmesi için çok büyük gayret
ve fedakârlıklar göstermiştir.
AHMET
CEVDET PAŞA’NIN MAARİF RAPORU:
Bize
anlatıla geldiğine göre Osmanlı, son dönemlerinde fen ve matematiğe önem
vermediği için geri kalmıştır. Hatta bazılarına göre bu, yıkılma sebebidir.
İşte bu tür anlatıların maksadı ‘Osmanlı fen ve matematiğe önem vermeyip,
sadece dini ilimlerle uğraştığı için yıkıldı’ intibaını vererek insanları dini
ilimlerden uzaklaştırmak, sadece fen ve matematiğe yani maddiyata
yönlendirmektir.
Ahmet
Cevdet Paşa ahirete irtihal etmeden iki sene evvel Maarif meseleleriyle ilgili
bir rapor hazırlamıştır. Bu raporda klasik Osmanlı tarih bilgilerini alt üst
eden bilgiler mevcuttur. Yıllarca çığırtkanlığı yapıldı ki; Osmanlı fen ve
teknik dersleri aksattığı için geriledi. Hâlbuki Cevdet Paşa işin aslının hiçte
böyle olmadığını, eğitim sistemindeki eksikliklerden dolayı (bu eksiklik
sonucunda, dini ilimlerin ders programlarında azalması ve yerine fen ve felsefe
derslerinin almasıdır) itikadı bozuk talebelerin yetişmeye başladığını,
Devlet-i Aliye, esasını din üzere kurmuş olduğundan, mevcut durumun ilerisi
için pek vahim görünmekte olduğunu ifade etmiştir. Ahmet Cevdet Paşa’nın
raporda sunduklarını bugüne uyarlayacak olursak, eğitim insanlara sağlam bir inanç
ve itikat vermelidir. Bunu vermeyen eğitim ‘başa bela’ olacak nesillerin
yetişmesine zımnen destek olmuş demektir. ‘Başa bela’ nesil deyince o günün
neslini dahi fevkalade edepli bulan bizler, acaba şimdiki nesle nasıl
bakmalıyız.
SON
SÖZ YERİNE:
Muallimlere,
gelecek nesil sizin eseriniz olacak diyenlere buradan seslenmek isterim: ‘Neslinizi
gördük ve görmeye devam ediyoruz. Siz bir de Asım’ın Neslini görün! Namusunu
çiğnetmeyen, değerlerinden verilecek tavizi ölmeye tercih eden o kutlu nesil.
O
Kutlu Nesle selam olsun!
***
ZULM İLE ÂBÂD OLAN AVRUPA’NIN ÂHİRİ HAKKINDA BİRKAÇ KELAM
"Ömründe çukolata yememiş;
kakao işçisi Afrikalı çocuklara"
Ayet-i Celile de mealen; ‘Allah’ın laneti zalimlerin üzerine olsun’(A’raf-44) buyurulur. Burada zalim; zulüm eden, haksızlık eden manasındadır. Peki, zulümden maksat nedir? Zulüm, lügatlerde; haksızlık, eziyet, işkence olarak yer bulmaktadır. Bir de millet tarafından pek bilinmeyen manası vardır ki bu; bir hakkı kendi yerinden başka bir yere koymaktır. Bu husus ile alakalı Ali Yurtgezen Hocam şu ifadelerde bulunmaktadır: “İnsan eğer dünyayı fani ve değersiz olan mevkiinden alıp baki ve değerli bir mevkie koyuyorsa zulmediyor, zalimlerden oluyor demektir.” Allah’ın kullarına zulmetmeyeceği Ayet-i Kerime’de(Enfal-51) geçmektedir. O zaman biz zulmü kendi kendimize etmekteyiz. Ne zaman ki batıl olanı Hak olana tercih ettik, işte o zaman zulüm edenlerden ve aynı zamanda zulme uğrayanlardan olduk.
Avrupa Birliğinin temelinde Avrupa devletlerini bir araya toplayan temel değerin,her ne kadar şekil olarak da olsa, Din olduğunu bilmeyen kalmamıştır. Aslında bu bilinenin ardında bir de bilinmeyen ya da daha az bilinen bir şey daha var ki, kendileri için Din faktöründen daha fazla önem arz etmektedir. Kıymetli madenler, insan gücü, köle ticareti ve iç karışıklıklar yoluyla Avrupalı silah tüccarlarının gücüne güç katma düşüncesi bunlardan yalnızca birkaçıdır. Zira madde üzerine kurulan Batı medeniyeti, ruh ve manayı yok saymakta ve Dini halk için arada bir rahatlama alanı olarak değerlendirmektedir.
Peki, bizim için Din ne manaya gelmektedir? Değerlerimizin hayatımızdaki manası bizim ne olduğumuzu ve ne olacağımızı belirleyecek tek unsurdur. Tarihteki örneklerden hareketle, yeryüzünde ve Arş-ı Ala’da hangi isimlerle çağırılacağımızı belirleyecek olan şey; medeniyet eksenli bir tavrı kendimize şiar edinebilmekten geçmektedir. Manevi değerlerini kaybeden toplum, medeni yaşama hakkını da kaybeder. Dinin büyük ölçüde içtimai hayatımızdan çıkarılmasıyla, toplumumuzda yabancılaşma hızlanmıştır. Çünkü yabancılaşmanın önündeki en büyük engel İslamiyet’tir. Bu bağlamda dinin toplum hayatının dışına itilmesiyle, dine dayanan diğer kavramlar da(vakıf ve zekât gibi) sosyal hayatımızdan çekilmiş oldu. Rahmetsiz kalan toprak çölleşir. İslam ahlakı, topluma rahmettir. Kimyasallarla kirlenen ırmakta balık; ahlaken kirlenen atmosferde insanlık tehlikededir. Ahlaki kirlilik, idraki körleştiriyor.
Bir toplumun varlığının ve devamının ‘bizzat kendisi’ olarak ilerleyebilmesi için dilin de önemli bir fonksiyonu bulunmaktadır. Dil; aynı din gibi, bir milletin yegâne varlık sebebini oluşturur. Diline layıkıyla ehemmiyet göstermeyen milletlerin dinine de sadık kalmayacakları, örnekleriyle önümüzde birer ibret vesikası olarak durmaktadır. Bu husus ile alakalı Teoman Duralı şu tespitte bulunmuştur ki, dilin hayatımızda ne kadar önemli bir yere sahip olduğunu bir kez daha anlayabilelim: ‘Bir kültürün ve düşünce dünyasının kemalâtı dille bağlantılıdır. Özgün düşünceler ancak dilin özgünlüğüyle ortaya çıkar. Bugün düşünce ve felsefe hayatımızdaki yozluk, dilimizi kaybettiğimizden dolayıdır. Yabancı kelimeleri sorgusuz sualsiz kullanmak düşünme tembelliğine neden olacaktır.’
Avrupalı halkların gözünde Müslümanları terörist ilan edebilmek için birtakım senaryolar(11 Eylül gibi) düzenlenmiştir. Bu teröristlere! karşı müdahale edebilmek, bu senaryoları bahane ederek, yeryüzündeki statükolarının devamlılığı ve bölgedeki kıymetli madenlere sahip olabilmek, sömürge bölgelerindeki hegemonyalarının ve tabi ki yeryüzünde de hakim olabilmesi için önemli bir yere sahiptir. Bu bazen direkt olarak orada bulunma ve müdahale etme şeklinde olduğu gibi, bazen de Avrupalı devletlerin piyonları olan zalim diktatörler aracılığıyla gerçekleşmektedir. Maşa varken ateşi el ile tutmaya ne gerek var.
Merhum Seyyid Ahmed Arvasi Hocanın Avrupalı devletlerin sömürgeci tavırlarıyla alakalı şu harikulade tespitini ifade etmemek ve bu tespiti bilmemek önemli bir eksiklik olacaktır: “Bugün yeryüzünde sömürgeci iki blok vardır. Bunlardan biri kara renkli ‘kapitalist emperyalizm’, diğeri ise bütün fraksiyonu ile ‘kızıl emperyalizm.’ Birincisi ‘çok uluslu şirketlerin’ paravanasında, ‘az gelişmiş veya gelişmekte olan halklara yardım etmek, özgürlük ve uygarlık götürmek’ maskesi altında, ikincisi de ‘ezilen, sömürülen halklara bağımsızlık, özgürlük ve adalet götürmek’ maskesi altında ‘sınıfsal savaş’ sloganı ile ‘iç savaşlar’ çıkartmakta ve ‘dünya proleterlerinin dayanışması’ adı altında işgalini gerçekleştirmektedir.”
Birleşik Afrika davasının fikir babası sayılan Edward Wilmot Blyden yola Hıristiyan misyoneri olarak çıkmıştı. Afrika’nın kurtuluşunu Hıristiyanlığın yayılmasında görüyordu. Zamanla Müslüman âlimlerden etkilenerek, misyonerliğin aslında Afrika’nın kurtuluşuna değil de köleliğine hizmet ettiğini düşünmeye başladı. Ve sonunda kiliseye bağlı olmadığını ifade etti. Bunun devamında ise Afrika’da halklar Hıristiyanlaştırılamayınca etnik temizlik operasyonuna başlanmıştır. Aslında Avrupalı devletlerin Hıristiyanlığı yaymak gibi bir gayesi de bulunmamaktadır. Kenya kurucu devlet başkanı olan Jomo Kenyatta Avrupalı devletlerin samimiyetlerinin de arızalı olduğunu şu sözlerle ifade etmiştir: ‘Avrupalılar geldiklerinde onların elinde İncil, bizim elimizde ise topraklarımız vardı. Bize gözlerimizi kapatıp dua etmeyi öğrettiler. Gözlerimizi açtığımızda baktık ki İncil bizim elimizdeydi. Topraklarımız ise beyazların olmuştu.’
Afrika’nın zenginliklerinin yağmalanmasını engellemeye çalışmak lazım. Frenklerin davası, değerli madenler ve tabii ki petrol. Afrikalıların kendi topraklarında acımasızca her türlü zulüm ve baskıya maruz kalması unutulmaması ve kulaklara küpe yapılması gereken mevzulardan sadece birkaçıdır.Avrupa ve Amerika 500 senedir Afrika’da köle ticareti ve sömürgecilik yapmıştır. Bu coğrafyada sadece maddi olarak yıkım, sömürü ve yozlaştırmayla yetinmeyen sömürü çeteleri, toplumsal ahlakı da parçalamışlardır.
İslam ülkelerinin Afrika’da zulüm ve sömürüye maruz kalan mazlum milletlere romantik bir üzüntüden başka herhangi bir destekte bulunmaması içler acısı bir hali göstermektedir. Adında bolca ‘hak’, özgürlük’ ‘hukuk’, ‘adalet’ vs. geçen uluslararası toplulukların Afrika ve diğer mazlum milletlerin gördüğü zulme seyirci kalması bu toplulukların yalnızca birer ‘tabela topluluğu’ olduğunun en açık göstergesidir. Avrupalı bir Hıristiyan’ın burnunun kanamasıyla her yeri kan gölüne çeviren bu ‘tabela toplulukları’, geçmişten günümüze kadar milyonlarca ve hatta milyarlarca Müslümanın hesapsızca katledilmesine kör ve sağır olmuşlardır. Dhoruba Bin Wahad çözüm ve kurtuluşun reçetesi olarak şu önerilerde bulunmuştur: ‘Anlamalıyız ki ümmet olarak birleşmeden bu sistemden özgürleşmemiz mümkün değildir. Diğer zulüm altındaki milletlerin kurtulmasını da ümmet olarak ayağa kalmamız sağlayacaktır. Kuran'ın emrettiği doğrultuda sesimizi yükseltmemiz gerekmektedir!’
Bilal-i Habeşi Hazretleri(ra)’nin torunları Afrikalı kardeşlerimiz, aynı ocaktan ısınıyoruz, sizin kanınız bizim kanımızdır.Tüm İslam âleminin, Bilal-i Habeşi Hazretlerinin torunlarına yapılan zulme karşı birlik olması, Afrikalı bir şairin de dediği gibi Afrika’nın sapanına taş olması, ülkelerini ve halklarını batılı emperyalistlere peşkeş çeken devlet yöneticilerine, batının uşaklarına, zalim yöneticilere dur diyebilmesi gerekmektedir. Dayanışma ruhunu hiçbir zaman kaybetmeden, batılıların ‘böl-parçala-yönet’ siyasetini ayaklar altına alıp, tüm İslam âleminin bir ve beraber olması gerekir. Batı günbatımına ya da güçlü bir dalga gelene kadar yaşayacak. Aksini düşünenler Firavun, Roma ve Moğolların neden yok olduklarını cevaplasın. Ali Ferzat ‘Allah’ın ve halklara bahşettiği iradesinin karşısında kimse duramaz’ der. Ve inanıyoruz ki Allah(cc), Müslüman milletlere Hakim-i Millet ve Hadim-i Millet olmayı bahşetmiştir.Zafer inananlarındır.
Sonsözü Avrupa’nın göbeğinde zulme ve soykırıma maruz kalan milletin yılmaz savunucusu olan Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç söylesin:‘Müslümanların bütün İslam dünyasında kontrolü ele almaya karar verdiklerini ve bu dünyayı kendi düşüncelerine göre tanzim edeceklerini dost ve düşmanlarımıza ilan ediyoruz.’
***ÇAĞIN AFYONU: TELEVİZYON
Televizyon;
bizi etkileyen, tesir etkisi hayli yüksek bir iletişim aracı olarak günümüz
insanının vazgeçilmezi niteliğinde başköşeye kurulmuş bir vaziyettedir. Bugün
evlerimizin hemen hepsinde var olan televizyon, temel ihtiyaçlar dizesi
içerisinde birinci sırayı almış durumdadır. Eskiden odalarımızı kıbleye göre
düzenlerken, artık günümüzde oda düzenleri televizyona göre ayarlanır oldu!
Artık evlere misafirliğe gidildiğinde sohbetlerin yerini; televizyonda
sergilenen dizi-filmler, Türkiye’yi ve dünyayı kurtarma çabası içerisinde olan
tartışma programları, kültür ve medeniyetimizle yakından uzaktan hiçbir alakası
bulunmayan ve hatta mübarek aile müessesemizin temeline dinamit koyan izdivaç
programları, irfandan yoksun ve hafızaya çakıl taşı gibi saplanan genel kültür
programları… almıştır. Ajansları takip ederken, ‘Asıl haberden haberimiz var mı?’ diye kendimize sürekli soralım ki,
işte o zaman aslımıza rücu etmiş olalım. Çünkü ecdat o kutlu zamanlarda dünyada
olan-biten her şeyi takip ederken, asıl takipçisi olduğu gerçekliğin her zaman
farkında oldu ve bu farkındalıkla ismini tarihe altın harflerle yazdırdı. Cemil
Meriç televizyon için şu ifadeleri kullanmıştır: ‘Televizyon; aylak, şuuru iğdiş edilmiş, hiçbir zaman okumak ve düşünmek
alışkanlığı kazanmamış sokaktaki adam için icad edilmiş bir nevi afyondur.’
Televizyonlarda
gördüğümüz hayat bu milletin
hayatını yansıtmamaktadır. En basitinden; renkli ekranlarda gördüğümüz
insanların giyim-kuşamı, aile ilişkileri, hal ve hareketleri, ağızlarından
çıkan kelimeler ve o kelimelerin manasızlığı bu insanların biz olmadığını çok
açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Acaba kaç kişi kendisine ‘İşte tam benim hayatımı veya bizim
hayatımızı canlandırıyor demiştir?’ Cevap kocaman bir hiç olacaktır. Bununla
birlikte insanlık için büyük bir nimet sayılan televizyon; insanlığa yararlı
olacak işlerde, güzel amaçlar doğrultusunda ve bilinçli olarak kullanıldığında,
hem büyüklerin hem de çocukların ahlaki değerlerine ve kültürel yapısına çok
büyük katkıda bulunacağı söylenebilir. Ve bu potansiyel günümüze kadar
geliştirilen teknolojik aletlerden yalnızca televizyonda mevcuttur.
Ancak tüm bu
olumlu yönlerinin yanında Türkiye ve dünyada televizyonun yol açtığı ahlaki
çöküntü ve yozlaşma çok büyük seviyelere ulaşmıştır. Büyüğünden küçüğüne,
gencinden yaşlısına herkesin ama özellikle çocukların televizyon müptelasından
elden geldiğince uzak tutulması gerekmektedir. Ya da seçiciliği son kerteye
çıkarmak en doğrusu olacaktır. Bilhassa çocuklarda bu hususa daha çok riayet
edilmesi gerekir ki; herhangi bir kire bulaşmamış, saf ve duru zihinlerin
fuzuli şeylerle doldurulması, ileride çocuğun kişiliğinde bazı sarsıntılara yol
açacaktır. Ve devamında idrakten yoksun, değerlerine yabancı, büyüklerin
sürekli şikâyet ettiği neslin gelmesi kaçınılmaz olacaktır. Çocuklar kimi örnek
alacak? Hangi değer yargılarına sahip olacak? Çocukları saatlerce TV karşısında
bıraktıktan sonra onlar için ‘bizim
çocuğumuz’ demek belki genetik olarak doğru olabilir. Ama fikir ve ruh
bakımından televizyonun olduğunu kabullenmemiz gerekmektedir.
Aslında
bilinçli kullanıldığında zarar derecesini en aza indirgeyeceğimiz televizyonun
elbette faydalı yönleri de yok değildir. Lakin kullanımın bilinç dışı olması
hem zihinlere hem de zamana en büyük zararı vermektedir. Normal şartlar altında
bir insanın günde ortalama üç saatini TV karşısında geçirdiğini düşünecek
olursak bu, yılda 1080 saate yani 45 güne tekabül eder. Günde sekiz saat uykuyu
da buna ilave edecek olursak bir insanın ömrünün neredeyse yarısı TV karşısında
ve uykuda geçmektedir. Tüm bunları görünce insanın aklına ister istemez şöyle
bir sual gelmektedir: ‘Acaba biz dünyaya
TV izlemek ve uyumak için mi geldik?’
Çocuk
yetiştirmekten yoksun annelerin sözde eğitici televizyon programlarını
çocuklarına izlettirmesi, kurda kuzuyu teslim etmekten farksızdır. Film
sektörünün neredeyse merkezi olan Amerika’da Amerikan Pediyatri Akademisi’nin
araştırmasına göre iki yaşın altındaki çocuklara ‘kesinlikle’ televizyon izlettirilmemeli. Gel gelelim bu ifadeleri
açıklayanlar, çocuklar için çizgi film yapmaktan da geri kalmamaktadırlar.
Galiba bu durum çok büyük bir sanat icra eden bu kişilerin sanattaki
karaktersizliğini ortaya koymaya yeter, artar da.
Televizyonun insanlarda alışkanlık yaptığı yapılan araştırmalarca ortaya
konulmuştur. Bağlanma, bunların en başında gelen alışkanlıktır. İnsan kiminle
uzun bir süre vakit geçirirse, onun bakış açısı ile hayata bakmaya başlar ve
hayatı da o doğrultuda biçimlenir. ‘Bana
arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim’ sözü burada ifade edilmesi
gereken, kulaklara aşina sözlerden sadece birisidir.
Burada vazife
yine anne ve babalara düşmektedir ki, yapılması gereken temel şeylerin başında
geleni aile sohbetini tesis etmek olacaktır. Aile içi iletişimin olmadığı bir
toplumdan kişilik ve kimlik olarak sağlıklı bireylerin çıkmayacağı gün gibi
aşikârken, günümüzde bu sohbete ender rastlanması halimizin çokta iç açıcı
olmadığını göstermektedir. Esasında çocuk ve gençlerden ziyade anne-babaların
televizyon bağımlılığından tez elden kurtulması gerekir ki; bu hususla alakalı
Bediüzzaman Said Nursi(ra) ‘Sizin
ailenizdeki masum evlatlarınızla masumane sohbet yüzer sinemadan daha ziyade
zevklidir.’ demiştir. Eğer biz karakutunun kapatma düğmesine basıp dünyadan
ailemize dönemiyorsak asıl sorun bizde demektir.
Mübarek
Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde İslam’a sancaktarlık yapıp, cihan hâkimiyetini
tek başına elinde bulunduran o kutlu nesil, aileye layık olduğu değeri
vererekten tüm bunları başarmıştır. Başarılmışların tekrardan başarılması çokta
zor olmayacaktır. Koltuktan kalkıp kapatma
düğmesine basmak kaydıyla.
Kanal’izasyon çukurundan kurtulmanın vakti geldi,
geçiyor bile.
***
DİLSİZ BİR MİLLET YOK OLMAYA MAHKÛMDUR
Dil,
sözlükte insanların duygu ve düşüncelerini sözler aracılığı ile anlatma aracı
olarak ifade edilir. Bu ifadeden hareketle, dili olmayan bir insanın duygu ve
düşüncelerini sözlü olarak aktarmasının da (el ve yüz işaretleri ile
anlaşanları müstesna tutmak kaydıyla) neredeyse imkânsız olacağı sonucuna
ulaşabiliriz. Dil, insanlarda anlaşma aracı olduğu gibi milletler arasında da
anlaşma aracı olarak yerini muhafaza etmektedir. Bu sebepten dili, içtimai bir müessese olarak nitelemek
yerinde ve doğru bir ifade olacaktır. Yani bir milletin dilini inceleyerek
tarihi macerasını, temaslarını, ekonomik ve sosyal faaliyetlerini, ahlak ve
tefekkürünü yakalayabilirsiniz. Dili kuşlardaki kanatlara benzetebiliriz ki;
kanatsız bir kuş kuş olmaktan çıktığı gibi, dilsiz bir insan ya da millet de
kendi özelliğini kaybetmiş olur.
Dil,
bir milletin kültürel değerlerinin başında gelir. Bundan dolayı ona büyük
ehemmiyet vermek gerekir. Cemil Meriç bu hali ifade etmek için; ‘Kamus bir milletin hafızası, yani kendisi;
heyecanıyla, hassasiyetiyle, şuuruyla. Kamusa uzanan el namusa uzanmıştır.’
diyerek milletlerin lügatlerine-sözlüklerine gereken ehemmiyeti göstermesi
gerektiğini söylemiştir. Aynı dili konuşan insanlar ‘millet’ denilen sosyal varlığın temelini oluştururlar. Dil, duygu
ve düşünceyi insana aktaran bir vasıta olduğu için, insan topluluklarını bir
yığın veya kitle olmaktan kurtararak, aralarında duygu ve düşünce birliği olan
bir cemiyet, yani ‘millet’ haline getirir. Bu sözlerden maksadın anlaşmak için
sadece aynı dilin konuşulması gerektiği de değildir. Hazreti Mevlana(ra); ‘Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguları
paylaşanlar anlaşabilirler’ diyerek anlaşma noktasında aynı duyguların
paylaşılması gerektiğini ifade etmişlerdir. Millet olmak aynı dili konuşmakla
birlikte, aynı duyguları taşımayı da gerektirir. Bir dilin kelimeleri, o dili
konuşan insanların düşleri, hatıraları ve özlemleridir.
Kişi dili doğduğunda hazır bulur. Dil
cemiyetin ferde bağışladığı en büyük mirastır. Cumhuriyet kadrosu dilde
bazı yeniliklere! giderek birtakım değişiklikler yapmıştır. Bunların başında
harf inkılâbı gelmektedir. Milletin okuma-yazma oranının düşük olduğu bahane
edilerek; milletin bin küsür yıldır kullandığı harflerin yok sayılması ve bunun
yerine kültür ve medeniyetimizle alakası bulunmayan Latin alfabesinin
getirilmesi o dönem kadrosunun akıl sağlığının hiçte yerinde olmadığını
göstermektedir. Harf inkılâbının ve diğer değişikliklerin yapılmasının temel
sebebi; milletin geçmiş ile bağlarının koparılması ve kendilerinin inşâ edeceği
bir toplum meydana getirme düşüncesidir. İdeoloji,
çağımızın anahtar kelimelerinden biri, vuzuhu kilitleyen bir anahtar.
İlimden uzak ve tamamen ideolojik düşüncelerle yapılan harf inkılâbı ve akabinde
arşiv kaynaklarımızın yurt dışına atık kâğıt fiyatına satılması, Osmanlıca
okuyan ve öğretenlerin idam edilmesi, devlet arşivlerinin rutubetli depolara
küflenmek üzere terk edilmesi gafletten ziyade ihanetin vesikası niteliği
taşımaktadır.
Daha
sonraki süreçlerde ‘kraldan çok kralcı’
geçinen güruh ise dil ile uğraşmayı marifet zannedip halka yardımcı olup,
bilime katkı sağladığını zannederek dilde birtakım
sadeleştirmeye-öztürkçeleşmeye gitmiştir. Akıl
kelimesi Türkçeye Arapçadan geçmiştir ama akıl ile alakalı yirmi kadar deyimi
Türkler vücuda getirmiştir. Şimdi ‘akıl’ kelimesi Arapçadır diye onu dilden
çıkarmak, Türkçedir diye ‘us’
kelimesini diriltmeye çalışarak, yirmiden fazla deyimi yok etmek akıl karı
mıdır? Böyle bir davranış ilme ve milli kültür anlayışına uyar mı? Milli dil kendi tarihi rotasında gelişirken
elbette edebi-akademik çalışmalarla desteklenmeli ve zenginleştirilmelidir.
Ancak dilde uydurmacılık ve sadeleştirme yoluna gidilmesi içtimai bir mesele
olmaktan çok marazi bir psikolojik sapmadır. Bu kişilerin hekim gözetiminde
bulunması gerekmektedir.
Günümüze
geldiğimizde ise, Genç nesillerin Türkçe namına kullandığı dilin yarı İngilizce(tarzanca) ve yarı Türkçe
karışımı bir dil olması hepimizi derinden üzmekte ve gelecek nesillere ne hesap
vereceğimizi düşündürmektedir. Burada gençleri tek suçlu olarak görmemek
gerekir ki; onları anaokulundan başlayarak İngilizce öğreteceğiz diye kandırıp
Türkçeyi dahi bilmez duruma getirenlerin bunda hiç günahı yok mu? Dükkân tabelaları ilk bakışta bizleri
yabancı bir ülkede bulunuyormuş havasına sokmaktadır. Edebiyat ve sanat camiasında kullanılması gereken edebi kelimelerin
yerini, gündelik hayatta kullanılan 300-500 kelimenin biraz fazlasının alması
mevzunun vahametini daha da ortaya sermektedir. Akademik kadronun Türkçe ile
yakından uzaktan alakası olmayan bir ‘akademik
dil-üslup’ kullanması ise tüm bunlara tuz-biber olmaktadır. Bu akademik
çalışmaların dili-üslubu, halk tarafından anlaşılmaması için özel bir gayret
gösteriliyormuş intibaını uyandırmaktadır. Yoksa hiçbir şey yapamadıklarının
açığa çıkmasından mı çekiniyorlar ki böyle üstü kapalı ve anlaşılmaz bir
dil-üslup kullanıyorlar? Yazı ve dil bir
milletin dünü, bugünü ve yarını arasında irtibat sağlayan bir ‘kültür köprüsü’
niteliği taşımaktadır. Nesilleri birbirinden, milleti geçmiş ve
geleceğinden koparan bir dil politikası, başarılı olduğu nispette tehlikeli
olmaktadır.
Kendi
milletinin tarih ve kültürünü öğrenmek ve incelemek isteyen her Türk, eski
eserleri anlamak ve onlardan zevk almak için bu dili, daha doğrusu bu alfabeyi,
bilmek zorundadır. Yabancı kültür ve eserlerden istifade etmek için yabancı
dili okullarımızda öğretmek maksadıyla bunca emek ve para harcanırken, kendi
kültür kaynaklarımıza sırt çevirmeyi ve hatta orayı düşman safları olarak
görmeyi mazur görmek ve göstermek anlaması güç bir durum ortaya çıkarmaktadır.
Bunun adına gaflet, cehalet, delalet ve ihanet denir. Bununla birlikte kişinin önce kendi dilini tüm
derinliklerine kadar öğrenmesi ve daha sonra başka dilleri öğrenmeye çalışması
gerekmektedir.
Ne
gariptir ki, tamamen bize ait olan ve günümüzde artık Osmanlıca olarak tabir edilen tarihi Türkiye Türkçesini bir yazı
dili olmaktan öte, ayrı bir lisan zannedenlerimizin sayısı maalesef hiçte az
değildir. Günümüz gençliğinin hissesine dedelerinin bin küsür yıl önceki kültür
mirasını rahatlıkla okuyup anlayabilen diğer milletlere imrenmek mi düşüyor?
Bir İngiliz 400 yıl önce yaşayan ve yazan edebiyatçılarını okuyor ve anlıyor,
biz ise Türkçede giriştiğimiz katliam nedeniyle değil 400 yıl önceki
yazarlarımızı okumak ve anlamak, 40-50 yıl önce yazılmış eserleri dahi okumakta
ve anlamakta güçlük çekmekteyiz. Neden biz de kendi çocuğumuza araştırdığı
herhangi bir mevzuda, ecdadının birikimine birinci elden uzanabile imkânını tanımayalım
ki?
Çok boyutlu bir altyapıya sahip ve tarihine
yabancı kalmamış, büyüklerine sevgisini ve saygısını kaybetmemiş, diline sahip
çıkmayı kendine görev addetmiş bir nesil, geleceğe daha ümitle bakmamızın
teminatıdır. Gelecek diline sahip çıkan milletlerin olacaktır.
***
İKİ HARABAT EHLİ İLE BİR GECE YARISI
‘Büyüklerin
de yalnız kalmaya ihtiyacı var’ demişti ayrılırken Yunus Ağabey. ‘Tabi, yaş
olarak büyüklükten bahsediyorum’ dedi devamında. Kendisinden ayrılmayı
istemiyordum, çünkü yaşantım onlar gibi değildi ve onlarla birlikte olursam
istifade eder ve eksikliklerimi gideririm düşüncesi içerisindeydim. ‘Zira gül
bahçesinde gezen gül olmasa da, gül kokar.’ Gül’e hasret bir ömür yaşamaktayız
ki, o da hal-i pür melalimizi ifade beyanında, nerelere düştüğümüzü gayet iyi
gösteriyor. Gül bahçelerimiz talan edilmiş maalesef. Gül Medeniyetinin
torunları, Gül kokan nesiller olması gerekirken ithal parfümlerle hayatını heba
etmektedir.
Can’ı otobüs durağından son araba
olan on bir arabasına bindirmek için yola düştüğümüzde gönlümün diğer yarısını
geride bırakmıştım. İsteyerek bir bırakma da değildi bu. Büyüklerin emrine
muhalif olunmaması gerektiği düşüncesi ile mecburi bir hâl idi. Durağa
geldiğimizde bir miktar çerez alalım ki sigara altılık olsun dedim içimden.
Akşamdan bu yana içtiğimiz çay ve sigara mideme hafif bir bulantı vermişti ve
onun geçmesini istemiştim. Bir avuç çerezi birlikte yerken otobüs geldi ve
gönlümün diğer yarısını da otobüs ile evine yolcu etmiş oldum istemeyerekten.
‘Gitme, kal!’ demek isterdim Aziz
Dost. ‘Sen gidersen buralarda yalnız başıma ne yaparım?’ Olması gerektiği gibi
oldu ve gitti. Bir an kalabalıklar içerisinde yalnız olduğumu hissettim. Yalnız
ve aç. Açlıktan ziyade muhabbet edecek bir dostun olmayışıydı beni
hüzünlendiren. Muhabbetten maksat konuşmak da değildi. Yüzüne bakacağım,
sıcaklığını hissedeceğim, birlikte çay ve sigara içebileceğim bir dost
arıyordum sadece. Ama yoktu işte. Şehrin en işlek caddesinde dildaş ve gönüldaş
birisinin olmayışı beni daha da hüzne boğmaktaydı.
Bir ihtimal yetişirim düşüncesi ile
tekrar Yunus Ağabey’in arkasından yürümeye başladım. Yetişemeyeceğimi
biliyordum ama içimin ateşini yürümekten başka bir şeyin de söndüremeyeceğini
içten içe hissediyordum. ‘Yüreğiniz yanınızda mı?’ diyordu Ahmet Ağabey. Evet
Ağabey, yüreğimi yanıma almış şehrin ışıklı ve kalabalık caddelerinde yürürken,
bir dostun muhabbeti ile yanıp yakılmaktaydım. Evini bilmiş olsam yürek
yangınımı bir nebze de olsa dindirmek için Yunus Ağabey’in kapısına kadar gider
ve kendini göremesem de kapısında beklerim diye düşünüyordum. Ama maalesef
bilmiyordum. Ve bilmemek hiç bu kadar zor olmamıştı.
Ulu Camii’ne doğru ağır adımlarla
ilerlerken niye gittiğimi bende bilmiyordum. Beni oraya çeken bir şeyler vardı.
Yüreğimin sesini dinleyen ayaklarım, yüreğimi sarıp sarmalayan her ne ise, O’na
tâbi olmuştu. Taş Mescidin yanına vardığımda boş banklardan birine oturdum ve
hızla giden arabaları seyre koyuldum. Bir an mescidin yanındaki mezarlarda
yatanlar geldi aklıma. ‘Sonunda buraya geleceksek bu telaş niye?’ dedim kendi
kendime. Şehrin yoğun ışıklarına rağmen ağaçların arasından yıldızlar
seçilebiliyordu. Şehir hayatı yıldızlarımızı da çalmıştı, diğer değerlerimizi
çaldığı gibi. Yeni anne olmuş bir kadının çocuğunun çalınmasının hüznünü
yaşıyoruz, çalınan değerlerimiz karşısında. Belki yıldızlar da insanoğlunun bu
telaşını görüyor ve hayret içerisinde bizi izliyordur. Yıldızların yalnız
olmadığını düşündüm bir ara. Kendi aralarındaki sohbeti kıskanmadım desem yalan
olur. ‘Sohbetinize dâhil olabilir miyim?’ sualine, ‘Elbette’ cevabını aldım.
Dünyayı verseler bu kadar sevinmezdim. Dünyanın, gerçek dostluklar karşısında
herhangi bir kıymet-i harbiyesi yoktur çünkü. Ol sebepten yıldızların
dostluğunu, dünyaya tercih ederim. Onları kendime dost edindim yüksek
müsaadeleri ile.
Onlarla muhabbete başlamış iken
mescidin köşesinden dönmüş, sallana sallana gelen birini gördüm. Sarhoş olduğu
her halinden belliydi. Yanımdaki bankta oturanlarla bir şeyler konuştu.
Adamların yok işaretini anlayınca sigara istediğini tahmin ettim ve bana doğru
samimi bir edâ ile geldiğini görünce hemen çantama sarıldım. ’Sigaran var mı?’
sorusuna gerek duymadan, Uzun Tekel 2000’i uzattım ve ‘Buyur iç dedim.’
Sigarasını kendim yaktım ve rüzgâra dulda olsun diye ellerimin üzerine şemsiye
olmuştu, soğuk gecede sıcacık elleri. Bir an ellerimin ne kadar üşüdüğünü fark
ettim. Oturabileceğini söyleyip içmekte olduğum sigaradan derin bir nefes
çektim. Sigaramın dumanını ciğerlerime kadar çekerek karanlık ve soğuk gecede,
yıldızlardan sonra, ihtiyacım olan dostu bulmanın sevincini yaşıyordum. Tam
muhabbete başlayacakken aynı taraftan yine sallanaraktan birinin daha geldiğini
gördüm. İçimden sevinç çığlıkları atıyordum. Çünkü ben bir göz istemişken,
Rabbim iki göz birden veriyordu.
Her sarhoş gibi onunda sigarası
yoktu. Büyük ihtimal tüm sigarasını tüketmiş ve insanlardan sigara istiyordu.
İnsanlar ise bulaşmak istemediği için yüzüne dahi bakmadan yok deyip
karanlıklara karışıyordu. Kalplerin karanlığı, bedenlerin karanlığını bastırır
olmuştu. Bir sigara da ona ikram ettim ve bankta bir kişilik daha yer açaraktan
oturması için buyur ettim. Onun sigarasını da kendi ellerimle yaktım. Önce ilk
gelen sarhoş adımı sordu. Derviş dedim ikisinin duyabileceği yüksek bir sesle.
Derin bir sükûttan sonra diğeri de adımı sordu, duymamış gibi. Ona da adımı
söyledikten sonra kendilerinin ismini sordum. İlk gelen, kafası biraz ayık
olan, Adem dedi. Diğeri ise Ahmet dedi ciğerinden gelen bir inleme ile. Belli
ki derdi çoktu ve kendini içkiye vurmuştu.
İsimlerinin çok güzel olduğunu
söyledim. Birinin adı ilk Peygamber olan Adem(as)’ın diğerinin ise son
Peygamber olan Efendimiz(sav) olduğunu söyledim. Bana ‘Senin de adın güzel’
dediler, belki de nezakete karşılık vermek için. Efendimiz(sav)’den sonra gelen
ilk Halife olduğunu söyledim. Sükûtlarında ikrar vardı. Çünkü sükût istisnaları
olmak kaydıyla ikrardandı. Bir müddet sonra, sonradan gelen Ahmet, ‘Sigaranı
aldıysan yavaş yavaş ikile bakalım’ dedi Adem’e. Ben onları arkadaş
zannederken, onların arkadaş olmadığını sonradan öğrenmiş oluyordum. ‘Arkadaşım
ile muhabbet edeceğiz’ dedi. Olayın farklı yerlere gideceğini düşünerekten
ikisinin arasına oturdum ve Adem’e kaş-göz işareti yaparaktan idare et, boş
ver, dedim. Kafası biraz daha ayık olması ve birazda yaşının ileri olması münasebetiyle
‘Tamam arkadaş sen ağasın, sen paşasın’ gibi idare edici sözler söyledi
Ahmet’e. Birbirlerini derin derin süzerlerken kavga çıkacağını tahmin ettim ve
aradaki sürtüşmeye son vermek için hepimizin kardeş olduğunu ve kardeşlerin
kavga etmesinin doğru olmayacağını söyledim uygun bir üslupla. ‘Günümüzde
yaşanan sorunların temelinde, İslam Dünyasındaki kardeşlik ruhunun yerini,
düşmanlığa bırakması vardır.’ Daha fazla sarhoş olan Ahmet, gözlerini açamasa
da Adem’e laf atmaktan geri kalmıyordu. Evinin Pınarbaşı’nda olduğunu öğrendim
ve ‘Hadi seni yukarıya kadar götüreyim’ deyip koluna girdim. Adem’e de
beklemesi için işaret yaptım. Bırakıp geleceğimi söyledim.
Bekâr olduğunu ve İstanbul’da çelik
çaydanlık işi yaptığını öğrendim Ahmet’in. Bayrama yakın olması münasebetiyle
tatil için memleketine gelmişti. Kanlı derenin altındaki parka oturduk ve birer
sigara daha yaktık. İçkiyi arada bir aldığını söyledi sorum üzerine. Alkolün
sıkıntıları giderme noktasında bir işe yaramadığını ve asıl kurtuluşun şişede
olmadığını, bizlerin Sahibine layıkıyla yaşamak ile kurtuluşa ve huzura
erebileceğimizi dilimin döndüğünce anlatmaya çalıştım. Aslında halinden kendisi
de memnun değildir. Tövbe kapısının her daim açık olduğunu ve Mevlana Hazretlerinin
‘Gel, gel, ne olursan ol yine gel. İster kâfir, ister Mecusi, ister puta tapan
ol yine gel. Bizim dergâhımız, ümitsizlik dergâhı değildir. Yüz kere tövbeni
bozmuş olsan da yine gel…’ sözünü hatırlattım. Adıyaman-Menzil’i daha önce
duyup duymadığını sordum. ‘Adıyaman-Menzil’ dedi ve bilmiyorum manasında dudak
büküp, kafa salladı. Kurtuluşun orada olduğunu ve eğer imkânı olursa kesinlikle
gitmesi gerektiğini söyledim. Elleri omzumda Adıyaman-Menzil kelimelerini
tekrar ederken müsaade istedim. ‘Gitme biraz daha oturalım’ dedi. Belli ki
yalnız kalmak istemiyordu. Sözünü dinledim ve kırmayaraktan bir müddet daha
oturduk. Bir emrinin ve isteğinin olup olmadığını soraraktan tekrar müsaade
istedim ve ayaklandım. Ayağa kalkamıyordu ve bankta öylece oturuyordu. Elini
uzattı ve yardımım ile kalkaraktan beni gayet samimi bir eda ile kucakladı. Bir
sigara daha istedi. Paketten üç dal sigara uzataraktan birini yaktım. Bin bir
duayı bir ederekten ve dilinde Adıyaman-Menzil kelimelerini tekrar ederekten
Kanlı Dere’nin sokak lambaları ile aydınlanmış kaldırımlarında birbiri ardınca
zikzaklar çizerekten karanlığa doğru yol aldı. O giderken Rabbime dua ve niyaz
etmekteydim arkasından bakaraktan. ‘Ne olur Ya Rab, Sen ona hidayeti nasip et!’
Döndüğümde Adem yoldan geçen birinden
sigara istiyordu. Beni görünce yüzünde eski bir dostu görmenin sevinci vardı.
Nerede kaldın, arkanızdan geldim ama yetişemedim, çok geç kaldın dedi. Yukarı
parkta biraz oturduk ve oradan evine gönderdim gitti dedim biraz yürek sancısı
ile. İspiyon olmasın ama şurada iki kız iki erkek gecenin bu saatinde esrar
içiyorlardı. Bende polisi aradım dedi. Bunların ailesi yok mu arkadaş bu saatte
geziyorlar dedi. Yok ağabey maalesef bunların ailesi yok dedim içim
ezilerekten.
Tekrardan banka oturduk ve birer
sigara daha yaktık. Adımı unutmuş olmalı ki tekrardan sorma gereği hissetti.
Adımı ve öğrenci olduğumu söyledim. Kendisi inşaatlarda çalışıyormuş. Ama şu an
iş olmadığı için boştaymış. Elinin sıcaklığı hala duruyordu. Galiba yüreğindeki
sıcaklığı dışına vuruyordu. Hâlbuki benim ellerim buz gibiydi. Aslen nereli
olduğumu, nerede oturduğumu vs. sorduktan sonra derin bir muhabbetin ve
dostluğun kapısını aralamış oluyorduk.
Bir an önümüzdeki mescidin yanındaki
kabirlerin bulunduğu odayı tahayyül edip hepimizin çıkış olarak tek bir
kapısının olduğunu söyledim. Dünya iki kapılı bir hana benzer. Bu hanın dört beş tane de penceresi var
elbette. Ama pencereler dikenli tel örgülerle çevrili. Eğer o handan sağ salim
çıkmak istiyorsak kapıya, yani kapının sahibinin yanına gitmemiz gerekir ki,
hem bu dünyada hem de öbür dünyada rahat edelim. Yok, pencerelerden çıkmak
istersek üstümüzün başımızın kan revan içinde kalmaması ihtimal dâhilinde
değildir. Onun için hanın kapısının sahibinin yanına varalım. Bu zamanda O Kutlu
Kapıya gitmek Adıyaman- Menzil’e gitmek ve oradaki Mübarekten tövbe almak
gerektiğini yine dilim döndüğünce anlatmaya çalıştım. Hayli muhabbet ettikten
sonra vaktin geç olduğunu ifade ederekten ayrılmam gerektiğini söyledim ve
müsaade isteyerekten ayağa kalktım.
Tam ayrılmak üzereyken aç olup
olmadığını sordum. Benimki de sual ya! Gecenin bu vaktinde gidecek bir yeri
olmayan birinin karnının tok olduğu nerede görülmüş? Hemen koluna girip Ulu
Camii’nin altındaki sürekli paça içtiğimiz yere oturduk. Dostlar ile sürekli
orada oturup paça içerdik. Lakin bizim paça içmekten muradımız karnımızı
doyurmak da değildi. Amacımız dostlarla birlikte olmak ve muhabbeti
derinleştirmekti. Yemek esnasında da muhabbetimize devam ettik. Çaylarımızı
içerken bir grup genç geldi ve tüm hoppalıklarını sergileyerekten bizi ve
etrafı rahatsız etmekten geri kalmadı. Tüm bunlara rağmen içtimai ahlak
hususundaki hassasiyetini ortaya koymak isteyen Adem, gözlerimin içine manalı
bir eda ile bakarak, ‘Bunlar da bizim gençliğimiz’ dedi. Maalesef bu gençlik
bizimdi. Bu nesil her şeyine rağmen bizim eserimizdi. Tüm bunlardan sorumlu
olan bizlerdik. Onun için suç onlarda değil bizdeydi. Suçumu gönlüme itiraf
ediyorum ve kesilen cezaya gönül rahatlığıyla ‘Eyvallah’ diyorum. Gençlerin tüm
hoppalıklarına göz yumaraktan çaylarımızı bitirdik ve ayrılık vaktinin gelip
çattığını ikimiz de fark ettik.
İkimizin de gözlerinde mahzun bir
bakış vardı. Sanki kırk yıllık dostluğumuz vardı ve bir daha görüşememek üzere
ayrılıyorduk. Bundan sonra görüşüp görüşemeyeceğimiz meçhul olmakla birlikte,
onu yalnız başına bırakmanın da hüznünü yaşamaktaydım. Öyle ya; ‘Olmazları
olduran ve olurları olmaz kılan tek ve bir Rab O değil mi?’ Karanlık ve soğuk
gecelerde yalnız ve kimsesiz kalmanın ne olduğunu kitaplarda bulamazsınız.
Soğuk kış gecelerinde, sokakları kendisine dost ve yâr edinenlerin halinden,
soba ve kalorifer yanında Millet nutku atanlar ne bilsin? Yıkılsın tüm ‘Fildişi
kuleler!’ Soğuk elimi sıcacık ellerine alaraktan, ağlamaklı bir göz ile bana
bakıp ‘Allah yapılan hiçbir iyiliği karşılıksız bırakmaz’ dedi. Hâlbuki
yaptığım şeyi bir karşılık bekleyerekten de yapmamıştım. Ayrılırken sigarası
olmadığı aklıma geldi ve paketten bir dal kendisine uzattım, bir dal da kendim
yaktım. Paketi kendine vermeyi de ihmal etmedim, zira gece uzun ve hava soğuktu. Uzun ve soğuk gecelerde sigara gibi dost olamazdı.
Paçacının önünde derin bir muhabbet ve hüzün ile sarılaraktan ayrıldık. Gidecek
bir yeri olmayan birini, götürecek bir yerimin olmaması beni derinden yaraladı
ve gidecek bir yerim olmasından utandım. Eve vardığımda yatağı kendime düşman
olarak görüyordum ve sabaha kadar yatağa girmeye ar ettim.
Belki de halimizi beğenmeyerekten
sürekli şikâyet üzere yaşamamızın ne kadar yersiz olduğunu şimdi daha iyi idrak
etmiş oluruz. Sıcak yatağımızda karnımız
tok bir şekilde yatarken, soğuk gecelerde dışarılarda birilerinin var olduğunu
unutmamamız gerekmektedir. Komşumuz aç ve biz hâlâ tok yatabiliyor muyuz? Yoksa
biz O’ndan değil miyiz?
***
BİZE DAİR
Hacı
Ahmet ERALP’e
Adanmışlar ve aldanmışlar
Biz önce adanmayı seçtik hayatta
Belki aldanmış da olabiliriz
Lakin hiçbir zaman
Aldatmayı kendimize yakıştıramadık
Ve ol sebepten hiç kimseyi aldatmadık
Batıl ile kazanmak ve Hak ile aldanmak
Arasında bir tercih hakkımız olduğunda
Tereddütsüz Hak ile beraber olduk
Sonunda aldanıp kaybetmek olsa dahi
Ya adanan ol ya da aldanan
Kesinlikle aldatan olma
Çünkü aldatanlar bizden değildirler
***
SENSİN
Damlamadı kelimelere mana
Çün kelimede mana sensin
Kelimelerden müberra bir hayat
var karşımda
Hayatıma mana katan sensin
Sana adanmış bir ömür yaşamaktır
gayem
Niyazım adağımın kabul
olunmasıdır
Kapına geldim, gelen sensin
Gelen sen, sen…
***
KAVRAMLARI DEĞERLENDİRİRKEN
‘Bir çağı bütünüyle eleştirmek, bütünüyle yüceltmek kadar yanlıştır’
der Cemil Meriç. Esasında burada çağ kavramını sembolik manada
değerlendirebiliriz. Yani çağ yerine herhangi bir kavramı, olayı veya kişiyi koyup
yine aynı yoldan hareket edebiliriz. Demokrasi kavramını bu meyanda
değerlendirecek olursak köktenci bakış açısından uzak, eskilerin ‘Yiğidi öldür, hakkını yeme’ düsturu ile
hareket etmek en doğrusu olacaktır. Lakin yanlışlarını da belirtmek gerekmektedir
ki o zaman amacımız tam manasıyla yerine ulaşmış olsun.
Bu kavramı veya diğer kavramları değerlendirirken meydana çıktığı şartları göz önünde bulundurup, ona göre bir yorum getirmemiz gerekmektedir. Tarihi şartları içerisinde gerekli olan ve olması gereken bir durum veyahut olay, üzerinden belli bir zaman geçtikten sonra gereksiz ve hatta muzır bir yapıya bürünebilir. Kavramın doğuşunda faydası bulunan etkenleri ve olumlu manada etkisi bulunan kişileri de göz ardı etmemek gerekmektedir. Bununla birlikte o dönemde ve sonraki süreçlerde yapılan eleştirileri de bilmekte fayda vardır.
Yine kavramların değerlendirilmesinde düşülen yanlışlardan biri de kavramın meydana çıktığı ülkenin kültürel, siyasal, ekonomik ve toplumsal yapısı ile uyuşup uyuşmadığına dikkat etmeden, temsili olarak, ‘Avrupa’da uygulandı ve çok ciddi fayda sağladı. Eğer biz de aynı şekilde uygularsak bizde de aynı sonuçlar olur’ ifadesinde bulunmaktır. Bu husus ile alakalı Cemil Meriç şu ifadede bulunmaktadır: ‘Biz ekonomiko-sosyal bakımdan ve üst-yapı müesseseleri bakımından Avrupa’dan çok farklıyız. Avrupa bizim şamarlarımızla düşünceye itildi.’ Bu ifadeler hayatımıza uyumsuzca yerleştirilen kavramların adeta bizi ifade beyanında savunulması, durumun vahametini ortaya koymaktadır. Batı’nın meyvelerini kendi ağacımıza asarsak, efendisinin ilacını yutan uşak gibi oluruz. Ve Tazimattan bu yana aydınlarımız Batı’lı efendilerinin ilaçlarını aşırıp, onları kullanaraktan iyi olacağını zannetmektedirler.
Orta Çağ Avrupa’sında feodaliteye karşı gösterilen özgürlük mücadelesi burjuvazinin başarısı ile sonuçlanmıştır. Lakin perdenin arkasında bırakılıp görülemeyen bir durum vardı ki, o da geçmişte ‘feodalite-kilise evliliğinin’ artık ‘burjuva-kilise evliliğine’ dönüşmüş olmasıdır. Tabi bu süreçte kilisenin, burjuvanın çıkarları doğrultusunda, sekülerleşmesini de unutmamak gerekmektedir. Değişen araçlarda ufak birtakım değişiklikler olmakla birlikte amaç yine aynı olarak durmaktadır: Kilisenin egemenliği ve halkın yine ezilen-sömürülen sınıf olarak kalması. Feodal dönem ile devrim sonrası dönem arasında fark yok mu sorusu belki de akıllara gelen ilk soru olacaktır. Evet, fark vardır. Bu fark feodal dönemde halkın isteği olmadan yani zorla sömürü iken, devrim sonrası dönemde halka verilen sözde haklar ile hegemonyanın devamlılığı için sömürü yapılmaktadır. Yani isteyerekten sömürtme.
İdeolojiler idrakimize giydirilen deli gömlekleridirler, itibarları menşelerindendir. Tüm ideolojiler Batı menşelidir. Tanzimat döneminden sonra sonu gelmez bir Avrupa hayranlığı başlamıştır bizde. Dünyaya Batı’nın tuttuğu aynadan bakma hastalığı. Bu doğrultuda Batı’dan gelen her şeyi doğru kabul edip herhangi bir sorgulamaya gerek görmeden uygulamaya çalışmışız. O dönemden sonra hayat şeklimizde ve zihin yapımızda ciddi manada tezatlar ortaya çıkmıştır. Yaşama şeklimiz ve devletin bürokratik kanadının çoğunluğu Avrupalı gibi olsa da, zihin yapısı olarak özde Asyalı olarak kalmaya devem ettik. Yani tam manası ile Avrupalı olmayı başaramazken, Doğulu olarak da kalamadık. Cumhuriyet döneminde yapılan inkılâplar Batılı olma projesini hızlandırma çalışmaları olarak değerlendirilebilir. Milletin değerleriyle uzaktan-yakından alakası bulunmayan bu sözde devrimler ve devrimbazlar, beklenen ilgiyi görmemiş ve ‘kendileri çalıp, kendileri oynadıktan sonra’ yer ile yeksan olmaya mahkûm olmuşlardır.
Ayette ‘Onların işleri aralarında şura iledir’ buyrulmaktadır. Aslında bu ayet bizim için bir uyarı niteliğindedir. Verilecek herhangi bir kararda istişareye başvurulması gerektiği ve bununla karlı çıkanın yine biz olacağı söylenmektedir. Cumhuriyet döneminde, ilk meclisin başkan koltuğunun hemen arkasında, üst tarafta yazılı olan ‘onların işleri aralarında şura iledir’ ayetinin daha sonraları kaybolması ve yerine egemenliğin millete ait olduğunu vurgulayan ifadelerin olması, uzun yıllar çok partili hayata müsait olmadığı bahane edilerek, ülkenin tek parti diktası tarafından yönetilmesi yönetimdeki kadronun demokrasideki samimiyetsizliklerini ortaya koymaktadır. Esasında ülkede egemen sınıf halk değil elit kadroydu. Sultan ikinci Abdülhamit dönemini istibdat dönemi olarak ifade edenler, asıl istibdadı İstiklal Mahkemeleri, Takrir-i Sükûn kanunu ve buna benzer uygulamalarla paranteze alınması gereken Cumhuriyet döneminde ortaya koymuşlardır.
Fikir akımlarının ülke ve millete faydası veya zararının, milletin değerlerinin temel alınarak tartışılması, eleştirilmesi gerekmektedir. Aydın kesimine bu hususta büyük görev düşmektedir. Aydın kesiminin konudan çıkardığı yorumlarla ileriye yönelik birtakım çalışmalarda bulunması ve bu şekilde millete yol göstermesi gerekmektedir. Diğer bir deyişle; millet, ayağında pranga olarak gördüğü her türlü tahakkümden kurtularak, en iyi olduğu varsayılan kararları yine aydınların yol göstermesi ile alacak, milletin değerleri ile ilgisi olmayan ve zararı olan, ilmi herhangi bir dayanağı da bulunmayan bilgi ve teorileri bir kenara bırakacaktır. Aydın kucağında yaşadığı toplumun üvey evladıdır. O dünün, ya da yarının çocuğudur. Vereceği kararlar bugüne endeksli değil, dünün ışığı çerçevesinde yarınlara yönelik olmalıdır. Peki, aydın olarak kabul edilecek kişilerin vasıfları ne olmalıdır? Öncelikle milletin değerlerinden habersiz yaşayan kişilerin aydın olarak kabul edilmesi abesle iştigaldir. Bundan dolayı bu kişilerin milletin değerlerini çok iyi bilmesi ve bu değerleri özümsemiş olması gerekmektedir. Aydınlarımız öncelikle insan olacaklardır. İnsanlık vasfını taşımayan kişilerin toplumda zararlı bir konumu olacaktır. Bu durum toplumun kilometre taşı olan aydınlarda daha da kötü bir durum arz edecektir. Çünkü onlar toplumda ön planda olan kişilerdir. Yaptıkları ufak bir hata millet nezdinde çok büyük olarak görülebilir.
Kendi ülke ve milletlerinin değerlerine ve şartlarına göre birtakım çalışmalarda bulunan bazı fikir adamlarını ve ortaya attığı fikirleri bizim için de kabul edilebilir bulmak yanlış olarak nitelendirilebilir. Başta da ifade ettiğimiz gibi ülkelerin ve milletlerin şartları farklılık arz ettiği için aynısını uygulamak doğru olmayacaktır. Bu sebepten ötürü bizim rehber edineceğimiz kişiler Montesquieu, J.J. Rousseau, T. Hobbes, Machiavelli gibi kişiler değil; İbn Haldun, Farabi, İbn Rüşt, Gazali, Yusuf Has Hacip, Nizam-ül Mülk gibi medeniyetimizin temel taşları olmalıdır. Bu sözlerden maksat diğerlerini tanımayacağımız ve bilmeyeceğimiz manasına gelmemelidir. Onları da bilip geleceğe o şekilde atılımlarda bulunmamız bizim için en doğrusu olacaktır.
Bu kavramı veya diğer kavramları değerlendirirken meydana çıktığı şartları göz önünde bulundurup, ona göre bir yorum getirmemiz gerekmektedir. Tarihi şartları içerisinde gerekli olan ve olması gereken bir durum veyahut olay, üzerinden belli bir zaman geçtikten sonra gereksiz ve hatta muzır bir yapıya bürünebilir. Kavramın doğuşunda faydası bulunan etkenleri ve olumlu manada etkisi bulunan kişileri de göz ardı etmemek gerekmektedir. Bununla birlikte o dönemde ve sonraki süreçlerde yapılan eleştirileri de bilmekte fayda vardır.
Yine kavramların değerlendirilmesinde düşülen yanlışlardan biri de kavramın meydana çıktığı ülkenin kültürel, siyasal, ekonomik ve toplumsal yapısı ile uyuşup uyuşmadığına dikkat etmeden, temsili olarak, ‘Avrupa’da uygulandı ve çok ciddi fayda sağladı. Eğer biz de aynı şekilde uygularsak bizde de aynı sonuçlar olur’ ifadesinde bulunmaktır. Bu husus ile alakalı Cemil Meriç şu ifadede bulunmaktadır: ‘Biz ekonomiko-sosyal bakımdan ve üst-yapı müesseseleri bakımından Avrupa’dan çok farklıyız. Avrupa bizim şamarlarımızla düşünceye itildi.’ Bu ifadeler hayatımıza uyumsuzca yerleştirilen kavramların adeta bizi ifade beyanında savunulması, durumun vahametini ortaya koymaktadır. Batı’nın meyvelerini kendi ağacımıza asarsak, efendisinin ilacını yutan uşak gibi oluruz. Ve Tazimattan bu yana aydınlarımız Batı’lı efendilerinin ilaçlarını aşırıp, onları kullanaraktan iyi olacağını zannetmektedirler.
Orta Çağ Avrupa’sında feodaliteye karşı gösterilen özgürlük mücadelesi burjuvazinin başarısı ile sonuçlanmıştır. Lakin perdenin arkasında bırakılıp görülemeyen bir durum vardı ki, o da geçmişte ‘feodalite-kilise evliliğinin’ artık ‘burjuva-kilise evliliğine’ dönüşmüş olmasıdır. Tabi bu süreçte kilisenin, burjuvanın çıkarları doğrultusunda, sekülerleşmesini de unutmamak gerekmektedir. Değişen araçlarda ufak birtakım değişiklikler olmakla birlikte amaç yine aynı olarak durmaktadır: Kilisenin egemenliği ve halkın yine ezilen-sömürülen sınıf olarak kalması. Feodal dönem ile devrim sonrası dönem arasında fark yok mu sorusu belki de akıllara gelen ilk soru olacaktır. Evet, fark vardır. Bu fark feodal dönemde halkın isteği olmadan yani zorla sömürü iken, devrim sonrası dönemde halka verilen sözde haklar ile hegemonyanın devamlılığı için sömürü yapılmaktadır. Yani isteyerekten sömürtme.
İdeolojiler idrakimize giydirilen deli gömlekleridirler, itibarları menşelerindendir. Tüm ideolojiler Batı menşelidir. Tanzimat döneminden sonra sonu gelmez bir Avrupa hayranlığı başlamıştır bizde. Dünyaya Batı’nın tuttuğu aynadan bakma hastalığı. Bu doğrultuda Batı’dan gelen her şeyi doğru kabul edip herhangi bir sorgulamaya gerek görmeden uygulamaya çalışmışız. O dönemden sonra hayat şeklimizde ve zihin yapımızda ciddi manada tezatlar ortaya çıkmıştır. Yaşama şeklimiz ve devletin bürokratik kanadının çoğunluğu Avrupalı gibi olsa da, zihin yapısı olarak özde Asyalı olarak kalmaya devem ettik. Yani tam manası ile Avrupalı olmayı başaramazken, Doğulu olarak da kalamadık. Cumhuriyet döneminde yapılan inkılâplar Batılı olma projesini hızlandırma çalışmaları olarak değerlendirilebilir. Milletin değerleriyle uzaktan-yakından alakası bulunmayan bu sözde devrimler ve devrimbazlar, beklenen ilgiyi görmemiş ve ‘kendileri çalıp, kendileri oynadıktan sonra’ yer ile yeksan olmaya mahkûm olmuşlardır.
Ayette ‘Onların işleri aralarında şura iledir’ buyrulmaktadır. Aslında bu ayet bizim için bir uyarı niteliğindedir. Verilecek herhangi bir kararda istişareye başvurulması gerektiği ve bununla karlı çıkanın yine biz olacağı söylenmektedir. Cumhuriyet döneminde, ilk meclisin başkan koltuğunun hemen arkasında, üst tarafta yazılı olan ‘onların işleri aralarında şura iledir’ ayetinin daha sonraları kaybolması ve yerine egemenliğin millete ait olduğunu vurgulayan ifadelerin olması, uzun yıllar çok partili hayata müsait olmadığı bahane edilerek, ülkenin tek parti diktası tarafından yönetilmesi yönetimdeki kadronun demokrasideki samimiyetsizliklerini ortaya koymaktadır. Esasında ülkede egemen sınıf halk değil elit kadroydu. Sultan ikinci Abdülhamit dönemini istibdat dönemi olarak ifade edenler, asıl istibdadı İstiklal Mahkemeleri, Takrir-i Sükûn kanunu ve buna benzer uygulamalarla paranteze alınması gereken Cumhuriyet döneminde ortaya koymuşlardır.
Fikir akımlarının ülke ve millete faydası veya zararının, milletin değerlerinin temel alınarak tartışılması, eleştirilmesi gerekmektedir. Aydın kesimine bu hususta büyük görev düşmektedir. Aydın kesiminin konudan çıkardığı yorumlarla ileriye yönelik birtakım çalışmalarda bulunması ve bu şekilde millete yol göstermesi gerekmektedir. Diğer bir deyişle; millet, ayağında pranga olarak gördüğü her türlü tahakkümden kurtularak, en iyi olduğu varsayılan kararları yine aydınların yol göstermesi ile alacak, milletin değerleri ile ilgisi olmayan ve zararı olan, ilmi herhangi bir dayanağı da bulunmayan bilgi ve teorileri bir kenara bırakacaktır. Aydın kucağında yaşadığı toplumun üvey evladıdır. O dünün, ya da yarının çocuğudur. Vereceği kararlar bugüne endeksli değil, dünün ışığı çerçevesinde yarınlara yönelik olmalıdır. Peki, aydın olarak kabul edilecek kişilerin vasıfları ne olmalıdır? Öncelikle milletin değerlerinden habersiz yaşayan kişilerin aydın olarak kabul edilmesi abesle iştigaldir. Bundan dolayı bu kişilerin milletin değerlerini çok iyi bilmesi ve bu değerleri özümsemiş olması gerekmektedir. Aydınlarımız öncelikle insan olacaklardır. İnsanlık vasfını taşımayan kişilerin toplumda zararlı bir konumu olacaktır. Bu durum toplumun kilometre taşı olan aydınlarda daha da kötü bir durum arz edecektir. Çünkü onlar toplumda ön planda olan kişilerdir. Yaptıkları ufak bir hata millet nezdinde çok büyük olarak görülebilir.
Kendi ülke ve milletlerinin değerlerine ve şartlarına göre birtakım çalışmalarda bulunan bazı fikir adamlarını ve ortaya attığı fikirleri bizim için de kabul edilebilir bulmak yanlış olarak nitelendirilebilir. Başta da ifade ettiğimiz gibi ülkelerin ve milletlerin şartları farklılık arz ettiği için aynısını uygulamak doğru olmayacaktır. Bu sebepten ötürü bizim rehber edineceğimiz kişiler Montesquieu, J.J. Rousseau, T. Hobbes, Machiavelli gibi kişiler değil; İbn Haldun, Farabi, İbn Rüşt, Gazali, Yusuf Has Hacip, Nizam-ül Mülk gibi medeniyetimizin temel taşları olmalıdır. Bu sözlerden maksat diğerlerini tanımayacağımız ve bilmeyeceğimiz manasına gelmemelidir. Onları da bilip geleceğe o şekilde atılımlarda bulunmamız bizim için en doğrusu olacaktır.
***
EY SEVGİLİ VE HATTA EN SEVGİLİ
‘Yar deyince kalem elden düşüyor
Gözlerim görmüyor, aklım şaşıyor’
Diyen Şair’e selam
olsun…
Dilimden ismini düşürecek kadar uzaklarda olma ki gönlümdeki ateşin sönmesi yokluğuma yol açmasın Ey Sevgili. Bilirim ki Sen bana şah damarımdan daha yakın iken dünyalık mesafelerin bir önemi yoktur. Ama Sen de bilirsin ki bizler her daim gaflet uçurumunda gezeriz. Ne olur Ya Rab bizi senden ayrı bırakma. Gafletimize mağfiret eyle.
Leyla’yı
sevmeyenler Mevla’yı sevmez derler. İsm-i
Celil’i kendine Yar edinen Gerçek Sevgiliyi bulmuştur. O zaman
yaratılanlara Yaratan’dan öte bir sevda beslemenin ne gereği vardır ki, sahte
kapılar da vakit geçirip gönül eğlendire. Mübarek Yunus bizim yaratılmışa olan
sevgimizin Yaratan’dan ötürü olduğunu nice seneler evvel söylemiştir.
Gerçek âşık, Hakiki Maşuk’una aşkını
söyleyebilendir. Bu aşk kalpte başlar, dilde ve eylemlerde kendini ortaya
çıkarır. O’nu o kadar çok sevmelisin ve kendini O’na o kadar çok adamalısın ki,
dışarından bakanlar sende O’nu görmeliler ve sana deli demeliler. Sevgisi ile kendine deli dedirtemeyenin
sevdasında hile vardır. Ne mutlu bu kutlu sevda yolunda deli olan gönül
erlerine.
Gönlün
yaşadığının ispatı O’nu anınca yüreğin kıpır kıpır etmesidir. Kalpler ancak Allah’ı anmakla mutmain olur.
Bize dünyalık huzur ve rahatın gereği yoktur. Huzuru O’nun kapısında O’nu
anarak bulamayanlar Huzur-u İlahi’de görülecek hesaba hazırlanmalıdırlar.
Göz herkese bakar ama Bir Kişi’yi görür.
Aslında göz Sevgili’yi görebilmek için vardır. Gördüğünü zannettiği şeyler ise
sadece hayalden ibarettir. Dünya
hayatının oyun ve eğlencesine aldananlar Gerçek Sevgiliyi göremezler. Kazananlar
sabredenler olacaktır. Hakk’ın yanında kaybetmek ise batılın yanında
kazanmaktan evladır.
Kelimeler Seni anınca mana kazanıyor.
Sensiz, kelimeler sadece yığın olarak kalıyor. Hayatın mana kazanması ise
Sen’li günler geçirmekle olacak iştir. Er Kişi ne güzel buyurmuştur bu hali
ifade beyanında: ‘‘O’nu tanıyan ve itaat
eden zindanda dahi olsa bahtiyardır. O’nu unutan saraylarda da olsa
zindandadır, bedbahttır.’’ Doğru ve güzel sözün üstüne söz söylemek
edepsizliktir. Bizlere susmak düşer…
Bülbüllerin
yanında karga gibi ötmek niye ey gönül! Yoksa sen konuşurken onların susmasıyla
kendini bir şey mi sanırsın? Bilmez
misin ki kargalar öterken bülbüller susar da karga ben susturdum sanır.
Sükût ehline selam olsun…
***
AHLÂKI PARÇALAYAN DİNAMİT: DANS/Bekir BÜYÜKKURT
Teknolojinin son onlu yıllarda ciddi
gelişim sağlaması insanların hayatında bazı kolaylıklar sağlamakla
birlikte birtakım sıkıntıları da beraberinde getirmiştir. Dönem itibariyle her şeyi internet ve televizyondan öğreniyoruz. Öğrenmenin yeri, zamanı, yaşı ve cinsiyeti olmamakla birlikte kaynakların güvenilir olması gerekmektedir.
Yalan yanlış her türlü malumat yığınının ortalıkta cirit attığı bu
zamanlarda internet ve medyanın söylediği her şeye inanmamamız
gerekmektedir.
Elle tutulur, gözle görülür örnekler insanların zihninde her zaman daha kalıcı olmaktadır.
Bu sebepten dolayı tarihçesi çok eski olmamakla birlikte temel olarak
yine Avrupa’ya dayandırılabilecek dansı ele alacak olursak; dans ilk
defa Sultan Süleyman döneminde Fransa’da meydana çıkmıştır. O zamanlarda
Osmanlı’nın sınırları Avrupa’nın ortalarına kadar gitmektedir ve
Fransa’ya dayanmaktadır. Bu dans denen melun şeyin yapıldığını duyan
Kanuni, zamanın Fransa kralı Françesko’ya şu mektubu yazmıştır:
“Ben
ki Sultân-ı salâtîn-i zamân burhân-ı havâkîn-i âvân tâc-bahş-i
husrevân-i cihân, zıll-ul lâh-i’l-melik-i’l-mennân Akdeniz’in ve
Karadeniz’in ve Rumeli’nin ve Anadolu’nun ve Şâm ve Haleb ve Karamân ve
Rûm’un ve vilâyet-i Dulkadîriyye'nin ve Diyâr-ı bekir'in veÂzerbaycân ve
Vân’ın ve Budin ve Tameşvar vilâyetlerinin ve Mısır’ın ve Mekke’nin ve
Medîne’nin ve Kudüs’ün ve Halîl-ü’r Rahmân’ın, küllîyen diyâr-ı Arab’ın
ve Yemen’in ve Bağdâd ve Basra ve Cezâyir vilâyetlerinin ve dahi nice
memleketlerin ki âbâ-i kirâm ve ecdâd-ı i’zâmım –enarallâh ü
berâhinehüm- kuvvet-i kahîre ile fetheyledikleri ve cenâb-ı
celâlet-meâbım dahi tîğ-i âteş-bâr şemşîr-i zafer-nigârım ile
fetheylediğim nice diyârın sultânı ve pâdişâhı hazret-i Sultân Bâyezîd
oğlu Sultân Selîm Hân oğlu Sultân Süleymân Şâh Hân’ım; sen ki Frençe
vilâyetinin kralı Françesko’sun; sefîrimden aldığım mazharda,
memleketinizde, dans nâmı altında, kadın erkek birbirine sarılmak
su’retiyle, alâmeleinnas icrâ’-i luğbîyât yapılmakta olduğu mesmu’-ı
şahânem olmuştur.
Hem hudûd olmaklığımız i’tibâriyle, işbu
rezâletin memleketime de sirâyeti ihtimâli muvâcehesinde nâme-i
hümâyûnumun yed'ine vüsûlünden i’tibâren işbu rezâlete hatîme
verilmediği takdîrde ordu-yı hümâyûnumla bizzat gelüb işbu rezâleti
men’e muktedirim.”
Rivayet odur ki bu mektuptan sonra
Fransa’da dans müptelası yüz yıl yasaklanmıştır. Esasen Avrupa’da
sözlerine itimat olunan hekimler ve içtimaiyat âlimleri dansın zararını
ispat için diyorlar ki: “Yakinen
tahakkuk etmiştir ki dans fertlerin seciyesini, ahlakını, sıhhatini
tahrip edip musallat olduğu cemiyetlerin manevi bünyesini kemirdikten
başka fuhşu artırıp münakehatı azaltarak nüfus buhranı denilen felaketi
ihdas etmek suretiyle milletin maddeten sönmesini çabuklaştırıyor.”
Maksadımız Avrupa’yı kendimize bir ispat metodu olarak görmek değildir.
Lakin var olan bir yanlışın çıktığı ülkede ne gibi tepkiye yol açtığını
da bilmek gerekir.
Milletlerin şahsiyeti o toplulukta yaşayan fertlerin şahsiyetiyle paralel bir durum arz etmektedir.
Pompei kavmi bu hususta verilecek örneklerin başındadır. Ahlaksızlığın
zirvelere ulaştığı dönemde Allah’ın gazabı kendilerini bulmuştur.
Değerlerin yaşanması noktasında gösterilen gayretlerin hiçbir zaman boş
olmadığını ise ahlaka sımsıkı sarılan milletlerin adil yönetimle dünyaya
nizam verdiğine tarih şahitlik etmektedir. O dönemlerin adil yönetimini arayan insanların öncelikle tekrar öyle bir millet olmaları gerekmektedir. Bunun yolu ise tekrar milli-manevi ahlak ve karakter inşasına yönelme ile olacaktır.
Peygamber Efendimiz’in(SAV) vefatından
nice seneler sonra gençler, yani Efendimizin son zamanlarına yetişenler
veyahut da tabiinden olanlar, Hz Aişe Validemize sordular:
‘Ey annemiz, Peygamber Efendimiz’in ahlâkından bize bir şeyler anlatır mısın?’ Hz Aişe Validemiz de buyurdu ki: ‘Siz hiç Kur’an okumuyor musunuz? O’nun ahlakı Kur’an ahlakıydı.’ Esasında bu cevap bugün bizlere verilen bir cevap niteliği taşımaktadır.
‘Ey annemiz, Peygamber Efendimiz’in ahlâkından bize bir şeyler anlatır mısın?’ Hz Aişe Validemiz de buyurdu ki: ‘Siz hiç Kur’an okumuyor musunuz? O’nun ahlakı Kur’an ahlakıydı.’ Esasında bu cevap bugün bizlere verilen bir cevap niteliği taşımaktadır.
Sözümüzün başında medya ve internetin
karmaşık yapısına kısmen de olsa değinmiştik. Günümüz insanı her hangi
bir tutarlılığı olmayan ve bizi ifade beyanında kültür ve
medeniyetimizle ilgisi bulunmayan birtakım mevzuları sanki
bizimmişçesine savunan ve sunan art niyetli çevrelerin oyunlarına kurban
gitmektedirler. Gündemdeki Kanuni Sultan Süleyman’ı ve o dönemin
yapısını anlattığını zanneden malum diziyi bu meyanda
değerlendirebiliriz. Esasında onlara da suç bulmamak gerekir ki; onlar
kendi ecdadını anlatmaktadırlar. Fakat
asıl sorun şu ki; Anadolu insanına tarih ve medeniyetimizin zirve
yaptığı dönem sadece harem olarak gösterilmektedir. Dizinin yapımında
bulunan kişilerin tarihe oryantalist bir bakış ile yaklaştığı, malum
dizinin adından da anlaşılacaktır. Biz Sultan Süleyman için Kanuni
unvanını kullanırken, Batılılar daha çok Muhteşem unvanını
kullanmaktadırlar. Bu da diziyi organize edenlerin Batılı bir zihin
yapısına sahip olduklarını göstermektedir.
Kırk
altı yıllık hükümdarlık döneminin sadece bir buçuk yılını payitahtta
geçiren koca Sultan’ı sadece harem ile ifade etmek ve millete öyle
tanıtmaya çalışmak ihanetin en büyüğüdür ve bir gaflet halidir.
Velev ki öyle bir şey olacak olsa dahi; Ali Cemali Efendi (Zembilli) ve
Ebussuud Efendi gibi, sadece Osmanlı tarihinin değil, dünya hukuk
tarihinin de takdir ettiği dirayetli ve kifayetli iki cevher ismin
şeyhülislamlık yaptığı bir devirde, dini inançlara aykırı davranışlarda
bulunmak, Sultan Süleyman gibi son derece güçlü bir padişahın bile haddi
değildir.
Hayata doğru pencereden bakmak milletlerin
her zaman faydasına olan bir durum olarak değerlendirilir. Tarih
yanılmadan insanlara ibret alınması gereken bir kaynak olduğunu tekrar
tekrar göstermektedir. Tabi ibret mevzuu da diğer durumlarda olduğu gibi
yine anlayana bir şeyler anlatmaktadır.
‘Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az.’
***
YÜREĞİ YEMENDE KALANLAR
"Ahmet Doğan İlbey Ağabey' e selam ve Hürmetle"
Bizler savaşla beraber doğan bir milletin
torunları olarak dedelerimizden savaşı miras olarak aldık. Ve
çocuklarımıza da savaşı miras olarak bırakacağız. Yemen, bin üç yüz yıl
önce görülen rüyanın, kendisini küçük cihad ile göstermesinin adıdır. O
rüyadır ki bizi biz yapan değerler hep onda saklıdır. O rüya, bizde
görev şuuru uyandırdığı için hesap yapmamıza engel olmaktadır. Hayata o
rüya ile uyandık biz. Ve dost-düşman bizi hep o rüya ile tanıdı, tıpkı
bizim dost ve düşmanı o rüya ile tanıdığımız gibi. Rüyamızda görülen
ebedi mutluluğun mücadelesinin verilme yeridir Yemen. Yegâne varlık
sebebini islamın yüceler yücesine ulaşması için küfre ve fitneye karşı
verilen mücadele ile kodlayan bir milletin yürek sızısıdır Yemen. Kadın
ve kızlarımızın namuslarının çiğnenmemesi, şanlı bayrağımızın yerlerde
sürünmemesi için verilen mücadelenin adıdır Yemen. Savaş ilan
olunduğunda hiçbir şekilde geriye dönmeyen fedakâr vatan evlatlarının
yazdığı destandır Yemen. Mesafelerin uzaklığının hiçbir mana ifade
etmediği, Mübarek Vatan topraklarının son hudutlarına gidenlerin yazdığı
destandır Yemen. Gidenlerin gelmediği, gelenlerin ise kendinden bir
parçayı oralarda bıraktığı yerdir Yemen. Torunları: ‘Dedemiz Yemen’de kalmış, orası da bizim vatanımız’ desinler diye oralarda kalanların gösterdiği fedakârlığın adıdır Yemen. Ve
Yemen’de mücadele verenler Milletimizin en talihsiz döneminde mücadele
veren; İnce elbise ve yırtık potinle, pek çoğu çarıklı Yemen neslidir.
Yemen çölü bunca şehidin kanıyla; anaların, gelinlerin ve yetimlerin bir
köşecikte akıttıkları gözyaşlarıyla yeşermeyen yerdir. Öyle
ki; o kan ve gözyaşları yağmur olup yağsaydı, Yemen çöllerinin
bağrından ormanlar fışkırırdı. Yemen çölleri göz alabildiğine uzanan bir
büyük Türk şehitliğidir. Gün ağarırken kendilerini rüzgârın ve kuşların
dünyasına bırakanlar o şehitlerin seslerini duyacaklardır. Dikkatlerini
biraz daha artıranlar Muş’lu Sabahaddin’in güzel sesinden Yemen
Türküsü’nü dinleyebilirler:
‘Kışlanın önünde redif sesi var
Bakın çantasına acep nesi var
Bir çift kundurayla bir de fesi var
Adı Yemen’dir, gülü çemendir
Giden gelmiyor, acep nedendir.’
Gerçekte Diyar-ı Yemen’de ne olup
bittiğini resmi bir tarihin ve milli eğitim kitaplarının kuru
sayfalarında göremezsiniz. O diyarlardan yabancı bir eda ile bahsedilir
ve hemen üstü kapatılmaya çalışılır korun ateşe dönüşmesinden korkulduğu
için. O gün Yemen’i bırakanlar, daha sonraları Anadolu’yu hatta
İstanbul’u bırakmaya çalışanlardır. Büyük bir acı ve yürek yangınıyla
söylenmiş Yemen Türküsü, geçmişte yaşanan acıları, resmi tarihin
yasakladığı tarihi gerçekleri yüreklice dile getiren türkünün adıdır.
Mehmet ve Memişlerin gözü yaşlı analarının, nice yaşmaklı gelinlerin bir
ağıt uzunluğunca da olsa, yüreğinin sükûn bulması için yakılan ağıttır
Yemen Türküsü.
Hele
bir de bugün kalbi Yemen’le atanlar yok mu! Yemen ve Yemen Türküsünün
adının geçtiği bir yerde O Aziz Dost’tan bahsetmemek vefasızlığın ve
yanlışın en büyüğüdür. Yemen adını duyunca kalp atışları hızlanan,
gözleri çakmak çakmak olup, dışına akıtamadığı gözyaşlarını yürek
yangınını söndürsün diye derununa akıtan Yemen Dostu. Yüreğinin
yangınını bir fırt çektiği sigarasının dumanında görürsünüz O Dostun.
Ağzından çıkan Yemen sözünün yüreğinde-yüreklerde de Yemen yankısı
yapması, yürekten gelen Yemen sevdasının delilidir. Esasında söz konusu
Yemen olduğunda O Dostun yanında delil aramak da edepsizliktir. Çayında
Yemen, sigarasında Yemen, sözünde Yemen, özünde Yemen; hâsılı O’nda
Yemen’i, Yemen’de de O’nu görürsünüz. Yemen Türküsü yürek yangınını kat
be kat artırmaya yetiyor artıyor da. Aslında artmasının sebeb-i hikmeti
yüreklerimizin hafifliğinden kaynaklanmaktadır, Yemen’in ağırlığından
değil. Dünyanın zevk ve safa âlemine dalmışların Yemen’den nasipleri
yoktur. Bundan yüz küsür yıl önceki neslin fedakârlığını göze
alamayanların Yemen adını duyunca yüreğinin burkulup, burnunun direğinin
sızlamaması normaldir. Millet ve devletin bekası için gözünü kırpmadan
canını verenlerin torunları acep bugün aynı gaye için kılını kıpırdatır
mı bilinmez ama her dönemde, beden farklı olsa da ruh ve fikir
itibarıyla aynı değerler peşinde koşan insanlar olacaktır. Tıpkı Bedir,
Uhut ve Hendek gazvelerinde gösterilen fedakârlığın; Malazgirt,
İstanbul, Çanakkale, Yemen ve diğer kutlu gazvelerde gösterildiği gibi.
Tarihi
sadece okunup geçilesi bir zaman dilimi olarak gören milletlerin
gelecekte aynı akıbete uğraması hiçte ihtimal dışında değildir. Tarihi
birer ibret vesikası olarak görmek geleceğe atılacak adımların en
doğrusu olsa gerektir. Bu sebepten dolayı bizlere düşen nesl-i ati’ye,
mazide olduğu gibi, sağlam inanç değerleri bırakmak için vazifemizin
farkında olmak ve bu uğurda herhangi bir fedakârlıktan kaçınmamaktır.
Zafer, bizim ecdadımıza layık olmamızla gerçekleşecektir. Yolu bu gün
Yemen’e düşenler o kum yığınlarının altında ana baba yavrularının
yattığını hiçbir zaman unutmamalıdırlar. O dönemde yoksul kalmış, baba
sevgisini tadamamış çocukların yerine gözyaşı döküp onların sızısını
yüreğinde duyması gerekmektedir. Sözümüzü Kuşçubaşı Eşref Bey’in İngiliz
ajanı Lawrence’a verdiği cevap ile bitirelim: ‘Buralar ne sizin ne de
sizin olacak. Milletlerarası şartlardan dolayı maddi varlık olarak
buralardan uzaklaşabiliriz; ama unutmayın ki bizim serverimiz, önderimiz
Hazreti Muhammed’dir. O iki cihan güneşi adına hiçbir millet
evlatlarını bizim kadar cömertçe harcamadı. Memleketinden, doğup
büyüdüğü, yaşadığı yerlerden çok uzaklara itilsek bile O yüreğimizdedir.
Yüreğimizdeki sevdayı kimse söküp alamaz. Biz o sevda ile bir gün güneş
olur, bora olur, yıldırım olur yine buralara geliriz. Dünya pek büyük
rüzgârlara gebe; kısa bir süre sonra sizi buradan savurup atacaktır.’
Her
metre kare toprağında şehitlerimizin kanı olan Yemen topraklarından
hiçbir zaman vazgeçmeyeceğimizi dost ve düşman bilmelidir. Ve İngiliz
son sözü sana Sudan’lı Zenci Musa söylesin; ‘Seninle hesabım daha
bitmedi.’
***
AMA ÜSTADIM CEMİL MERİÇ/ Bekir BÜYÜKKURT
Çocukluk devri insan kaderinin çizildiği dönemdir. Herkes top koştururken, ip atlarken, seksek oynarken gözlüklerinden dolayı dışlanmak. Bir başına kalmak. Kitapların dünyasında bir başına. Dört yaşında dört derece miyop.
Düşman
dünyada dostsuz büyümesi onu ister istemez kitapların dünyasına,
kütüphaneye, has bahçesine kaçırmıştır. Kitapların arasından her asırda
düşünen birkaç kişiden biri çıkmıştır. Kaknus kuşu. Ve o kişi ki
kültürümüzün mihenk taşlarından birisi olmuştur. Nasıl ki zamanı
gösteren bir saate ihtiyaç vardır, ve yine nasıl ki yön tayininde
bulunmamıza yarayan bir pusulaya ihtiyaç vardır; işte bundan daha öte
insana düşünmeyi öğreten, deli gömleklerinden kurtulunması gerektiğini
ifade eden, temsil ettiği değerleri lekelememek için açlıktan kıvranmaya
razı olan, ömrünü talebelerine ve kitaplara vakfeden birine daha çok
ihtiyaç vardır. Çünkü düşünceye olan ihtiyaç diğerlerine göre günümüzde
daha çok kendisini hissettirmektedir.
Cemil
Meriç, yaşandığı dönemde kadr-ü kıymeti bilinmeyen, zihin sıkleti çağa
ağır gelen, kalabalıklar içinde yalnızlığı ruhunun derinliklerine kadar
hisseden bir fikir adamı idi. Aç ve yalnız. Açlıktan çok yalnızlıktı onu
isyana sürükleyen. Kalabalıklar içinde yalnız kalmak.
Konu
hazırlık sürecinde yüzlerce kaynakla karşılaşma imkânım olmakla
birlikte esasında ne kadar büyük bir fikir adamının hayatını ve can
damarı konularından sadece birkaçı olan batı ve aydın kavramlarının
kendine has üslubuyla harikulade bir şekilde ifade edildiğini küçücük
havsalam ile görmeye çalıştım. Bu süreçte kendimi çoğu zaman Ummanların
ortasında kaybolmuş bir halde buldum. Bazen tam kendimi bulduğum anda
kendimi kaybettiğimi fark ettim. Varlık ile yokluk arasında bir süreç
yaşadığımı hiç inkâr edemem. Kâh en yüksek dağların zirvelerinde
gezindim, kâh okyanusların derinliklerinde boğuldum; bir kelimede Paris
sokaklarında gezinirken, diğer bir kelimede Hint bilgeleriyle birlikte
oturdum; İstanbul sokaklarını adım adım, sokak sokak birlikte gezdik.
Birlikte sürgün edildik, soğuk kış gecelerinde birlikte üşüdük. Ve
gözlerini dünyaya kapatması ama gönül gözünü her daim açık tutması.
Gözlerini kaybettiğinde gözlerimden utandım. Görmek hiç bu kadar zor
gelmemişti. Lakin esasında gözleri olmayan bizdik. Bakıyor ama
göremiyorduk.
Aydınlarımız
önce insan olmayı unutmuşlardı. Kendi mukaddeslerinden habersiz yaşayan
şuursuz bir yığından öteye gidemediler. Ve hiçbir zaman düşünmediler.
Hep maruz kaldılar. İdrakleri sıkı sıkıya sarmalanmış ve her şeyi anne
kuştan bekleyen yavru kuş misali hep Batı’nın ağzına baktılar. Batı’nın
kusmuğunu içtiler. Sorgulama yoktu. Milletin değerlerini nass olarak
ifade edip buna karşı olanlar kendi nasslarını ürettiler. Düşüncenin
cezası urgan. Hangi düşünce. Zihnimiz iğdiş edilmiş. Benliğimizi
unutmuşuz. Hepimiz birer mankurtuz. Hafızasız
nesiller amalgamı. Ne Batı’lı olabildik, ne Doğu’lu kalabildik. Arafta
bir ömür geçiriyoruz. Uçurumun kenarındayız, ha düştü ha düşecek…
Batı’yı tanımadan onu eleştirmek sadece küfürle olur. Tüm damarlarına
kadar tanıyıp ondan sonra eleştirmemiz gerekmektedir. Şu hiçbir zaman
unutulmamalıdır ki; bütün camileri yıksak, bütün Kur’an’ları yaksak
Batılının gözünde biz İslam olarak kalacağız. İslam, yani Doğu.
* * *
MÜSLÜMAN’IN MODA İLE İMTİHANI
İslam’dan kopmak istemeyen ama aynı
zamanda modern bir hayatı da yaşamak isteyen muhafazakâr kesimin modayı
takip etme isteği ve bunu savunma gayreti içerisine girmesi yapılan
yanlışın başını çekmektedir.
Aslında
moda özü itibariyle bir harcama, tüketme kültürü olduğu için dindar
birinin modaya kolay kolay teslim olmaması gerekmektedir. Bir kat
elbiseyi hanımıyla birlikte giyen Sahabe Efendimiz, cübbesinde yüz yama
bulunan Halife Hz. Ömer Efendimiz ve hanımının mutfakta yiyecek bir şey
kalmadığını söylemesi üzerine şükredip evinin Peygamber evine
benzediğini ifade eden Mevlana Hazretleri bizlerin önünde birer kutup
yıldızı misali dururlarken acaba örnek almamız gereken kişiler
televizyon, gazete ve dergilerde gördüğümüz kişiler mi olmalıdır?
Tüketim virüsüne müptela olmuş, tüketerekten huzura kavuşacağını
zanneden, ârafta geçen hayatlarının huzursuzluğunun giderilmesi için
tüketimin kucağına kaçan, Doğu’lu kalamayıp Batı’lı olmayı da yüzüne gözüne bulaştıran insan tiplerinin yegâne kurtuluş reçetesi kendimiz olarak kalmaktır.
Belki alışveriş yaptıkça daha mutlu olduğumuzu zannediyoruz; ama
temelde sürekli daha fazla tüketiyor ve moda bağımlısı, internetten her
gün indirimleri takip eden bir toplum olma yolunda emin adımlarla(!)
ilerliyoruz.
Öğrencinin
teki neden sürekli aynı elbiseyi giydiğini bir diğer talebeye
sorduğunda verilen cevap yerinde ve halimizi ifade bayanında önemlidir:
‘Sizler ‘Bir lokma bir hırka’ düsturunu
bilmeyecek kadar bu medeniyete yabancı biri misiniz ki bana böyle bir
soru yöneltebiliyorsunuz?’ Maalesef bugün halimiz bu cevaptan farklı
değildir. İslamiyet noktasında söz ile mangalda kül bırakmayan bizler
acaba İslamiyetten ve Müslümanlıktan ne anlıyoruz? ‘Komşusu açken tok yatan bizden değildir’ diyen
Hazreti Peygamber(SAV)’in ümmeti acaba bizler mi oluyoruz? Müslüman’ın
hayat çerçevesi yemek, içmek, yatmak ve bedeni ihtiyaçların giderilmesi
ise bizim hayvandan farkımız nedir? Modernizmin bizi bu kadar etkisi
altına alacağını eminim modernizmin kendisi de tahmin edememiştir. Ve bu
duruma kendisi de şaşırıyordur. Eskiden utanılan bir durum olan mal ile
övünme bu günlerde övünç kaynağı olmuş durumdadır.
Şekil
itibariyle ne yapılırsa yapılsın öz olarak yapılan şey sürekli
tüketmeye zemin hazırlıyorsa din merkezli hiçbir yaklaşım tüketim
çılgınlığını meşru gösteremez. Dindar bayanların tesettür modasına
esir olması ve bunun sonucunda onlarca çeşit başörtüsü, pardösü,
etek-pantolon ve yüksek topuklu ayakkabı alma ihtiyacı(!) ve bunun bazı
dindar yayın kanallarıyla meşrulaştırılmaya çalışılması ahval-i
şeraitimizin hiçte iyi olmadığının belgesidir. Bu durum aynı şekliyle
dindar erkeklerde de hiçbir eksikliğe mahal bırakmadan kendini
göstermektedir.
Medyatik ve sanal tüm tüketim bombardımanına rağmen yapılması gereken şey iktisat-tasarruf eksenli bir hayat sürmekten geçmektedir. İsraf
konusunda biraz daha temkinli davranıp temel ihtiyaçların iyi
belirlenmesi gerekmektedir. Alışverişte kişinin kendisine sorması
gereken ilk ve son soru şu olmalıdır: ‘Acaba bu benim için gerçek bir ihtiyaç mı, yoksa yapay-suni bir ihtiyaç mı?’
Nihayetinde
hayat pergelinin sivri ucunu İslam merkezine saplamış Hazreti
Mevlana’dan bir alıntı ile sözümüzü noktalamış olalım. Kendilerine; Şems
gelmeden önce de namaz kılar, ibadetini yapar ve çevredekilere yardım
ederdin, Şems geldikten sonra da aynı şekilde namaz kılıyor, ibadetini
yapıyor ve çevredekilere yardım ediyorsun deyip değişenin ne olduğunu
soranlara, verilen cevabın mana âleminden gelen bir cevap olduğu
anlaşılacaktır: ‘Şems
gelmeden önce üşüdüğümde ısınırdım, Şems geldikten sonra dünyada bir
Müslüman dahi üşüyorsa, ısınmaya hakkım olmadığını anladım.’
Evet, moda ve tüketim çılgınlığını bir kenara itip, Mevlana
Hazretlerinin bu sözünü kendimize rehber edinmemiz ve yeryüzünde açlara
ve ihtiyaç sahiplerine gereken ehemmiyeti vermemiz, açlıktan ölen bir
insanın varlığıyla hüzünlenmemiz ve mesuliyet duygusu içerisinde olmamız
gerekmektedir.
Fırat’ın kenarında bir kuzu zâyî olsa, bu sebeple Allâh’ın beni hesaba çekmesinden korkarım. (Hz. Ömer)
***
KİME BENZİYORUZ?
Şuurun kovuklarında
akla dil çıkaran batıl inançlar yaşar diyor Hüseyin Cemil Meriç. Çürük
diş gibi çıkarıp atılması güç inançlar. Bu inançları zihnimizden ve
hayatımızdan çıkarmak oldukça zor…
Tüm
bunlarla birlikte bu inançların bizim değerlerimizdeki yeri nedir?
Birileri tarafından bizim zihnimize uyumsuzca yerleştirilmesi ve bu
durumdan hiçbir şikâyette bulunmayıp, bizi ifade beyanında, kabulümüz
olması ne kadar doğru? Fikirlerimiz ve fikirlerimizin yansıması olan
hayatımız birer frankeştayn olmuş.
On
üç sayısını buna örnek olarak verebiliriz. Batı için uğursuzluğun ve
felaketin simgesi olan bu sayı acaba bizim için de aynı konumda mıdır?
Âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz(SAV)’in, miladi takvime
göre, doğum tarihinin yıl olarak rakamlarının toplamı (5+7+1=13) on üç
sayısını vermektedir. Bu durum onlar için elbette uğursuzluk ve felaket
olacaktır. Çünkü Peygamberimiz(SAV)’in dünyaya teşrifinden sonra zulüm
ortadan kalkmış ve zalimler zulmüyle boğulmuşlardır. Bu da zulmün ve
zalimlerin sonunu getirmiştir… Yine aynı şekilde İstanbul’un fethinin,
miladi takvime göre, tarih rakamları toplamı da (1+4+5+3=13) on üç
sayısını vermektedir. Medeniyetlerin beşiği olan İstanbul’un küffarın
elinden çıkması onlar için elbet uğursuzluk ve felaket olacaktır. Lakin
bunlar bizim şeref levhalarımız olması gerekmektedir. Müslüman bir insanın Batı’lı bir kafa yapısıyla düşünmesi ve hayatına bu doğrultuda yön vermesi abesle iştigaldir.
Hayatımızda
uğursuzluk olarak düşündüğümüz bazı durumların, neye ve kime göre
uğursuzluk olduğunu tam manasıyla tetkik etmeden kabul etmemiz hiçte
doğru bir şey değildir. Kültür ve medeniyet olarak nereye bağlı
olduğumuzu her daim aklımızda diri tutmamız gerekmektedir. Hz.
Mevlana’nın pergel benzetmesi kulaklara küpe olası bir benzetmedir.
Pergelimizin sivri ucunun değerlerimizde olması ve diğer ucunun tüm
dünyayı dolaşması aslolandır. Bir milletin yücelmesi değerlerine olan
bağlılığıyla olduğu gibi, yıkılması da değerlerinden uzaklaşması ile
olacaktır. Benzemeye çalıştığımız kavmi iyi seçmemiz gerekmektedir ki
aslında böyle bir şeye ihtiyaç olmadığını tarih göstermektedir.
Tekerrür eden tarih değil yanlışlardır. Ve tarih ibret alınmak için vardır….
***
İLİM VE ÂLİMLERİN ADABI
Evvel emirde ilk ayeti ‘Seni Yaratan
Rabbi’nin adıyla oku!’ olan bir Kitap’ın mensubuyuz. Efendimiz(sav)
‘İlim öğrenmek her müslüman kadın ve erkeğe farzdır.’ ‘İlim Çin’de de
olsa gidiniz alınız.’ ‘İlim müslümanın yitiğidir, onu nerede bulursa
alsın.’ Şeklinde buyurmuşlardır. Tasavvuf terbiyesine girenlere ilkin
‘İlimden kaçma! Cahilliğe razı olma. Zamanın çocuğu ol!(ibnül vakt).
Çünkü cahil olan bir mürit, şeytanın maskarası olur, unutma!’ tavsiyesi
yapılır. Hz Ali(ra) ‘Asıl
yetimler anadan babadan değil; ilim ve ahlaktan yoksun olanlardır.’ der.
Yavuz Sultan Selim Mısır seferine çıkarken iki katır yüklü kitap
götürmüştür. Mehmet Akif Ersoy ‘Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?
Olmaz ya… Tabi?... Biri insan biri hayvan.’ Şeklinde
ifade ederek bilmeyenleri hayvan nazarında görmektedir. Üstad Cemil
Meriç ki okuyaraktan dünyevi gözünü kaybetmesine rağmen gönül gözünü her
daim açık tutan mütefekkirlerimizdendir. Kendileri bu hususla alakalı
‘Okumak, iki ruh arasında âşıkane bir mülakattır.’ Sözünü söylemiştir. İşte
bunlar ve sayamadığımız diğer bütün ifadeler, olaylar ve kişiler bizim
kültür ve medeniyet olarak ilim ve kitap medeniyeti olduğumuzu
göstermektedir. Bütün bunlara rağmen olumsuz bir şeyden kaçıyormuşçasına
ilimden uzaklaşmamız hiçte anlaşılır bir şey değildir. Kitaptan
uzaklaşmamız bir dert olarak durmaktayken, onu bir daha hiç bulamayacak
bir şekilde ortadan kaldırıp, yerine hiçbir zaman yerini tutmayacak TV
vs. şeylerin konulması bambaşka bir dert olarak görünmemektedir. Bugün
evlerimizin %90’ı kütüphanesiz ve kitapsızdır. Maalesef bu oran TV ile
ters orantılıdır. Hatta fazlası vardır, eksiği yoktur. Evlerimizde
kitaplar haricinde her şeye yer bulunmaktadır. Anadolu’da binlerce düğün
olmaktadır. Bu düğünlerde kız evinden giden iki kamyon çeyizin
içerisinde kitaba rastlamak mucizedir. Kur’an-ı Kerim ise maalesef
kılıfına hapsedilip duvarlara asılmıştır. Medeniyetimiz son iki yüz yıl
içerisinde çok ciddi darbelere maruz kalmıştır. Bunlardan en dikkat
önemlisi geçmiş ile olan bağın koparılması adına harf inkılâbının
yapılmasıdır. Harf inkılâbına geçişle birlikte yüz binlerce kitap
raflara kaldırılmıştır. Bununla birlikte eskimez harflerin okunmasının
yasaklanması ve çevirilerin yapılmaması belki de o dönemin en büyük
engellerinden biri olmuştur. Sözlü aktarımın önüne geçilmek için
binlerce âlim darağaçlarında sallandırılmıştır. Tüm bunlara rağmen proje
tutmamış ve millet karşısında olanlarla yanında olanları hiçbir zaman
unutmamıştır.
Bugün
hemen hemen her kesimde eskiye karşı bir özlem vardır. Kültür ve
medeniyetimizin zirve olduğu dönemler kitapların ve buna bağlı olarak
ilmin baş tacı edildiği dönemlerdir. Osmanlı’nın ayakta dipdiri
durabilmesinin sebebi buna örnek olarak gösterilebilir. Ol sebepten
dolayı medeniyetimizi tekrar inşa etmek istiyorsak ilme ve kitaba
gereken ehemmiyeti vermemiz gerekmektedir. Bu da içtimai hayatta ulemaya
gereken değeri vermekle olacaktır. Avam tarafından ulemaya hürmet
gösterilirken, ulemanın da dikkat etmesi gereken bir takım halleri söz
konusudur.
Âlimler toplumda örnek teşkil etmeleri
hasebiyle diğer insanlar gibi değildirler. Bundan dolayı onların ahlak
ve adab olarak belli bir seviyede olmaları evladır. Sıradan insanlar
tarafından yapılan davranışlar hoş karşılanırken; bu kişilerin aynı
davranışları sergilemesi aynı seviyede hoş karşılanmayacaktır. Yazının
bundan sonraki seyri âlimlerin adabı ile ilgili olacaktır.
İmam-ı Gazali Hz. Âlimlerin adabını şu şekilde açıklamıştır:
—İlme ısrarla devam etmek.
İlim
yoluna girmiş bir âlimin yapması gereken şeylerin başında ısrar ve
devamlılık gelir ki bu ilim yolunda ilerlemenin temeli sayılmaktadır. Bu
hususta İmam-ı Azam Hz. ‘İlim öyle bir şeydir ki, sen ona tam gücünü
vermedikçe o sana yarısıyla bile gelmez.’ Şeklinde ifade buyurmuşlardır
ki bu ilimde olması gereken ısrarı ve tam manasıyla kendini vermişliği
ifade etmektedir. Âlim zamanın bilincine sahip olup zorunlu ihtiyaçları
haricinde vaktini ilim ve amelle geçirmelidir.
—İlmiyle amel etmek.
Ziya
Paşa ‘Ayinesi iştir kişinin lafına bakılmaz, şahsın görünür rütbe-i
aklı eserinde.’ demiştir. Sözün karşıya tesirli olmasında ilim sahibince
hayatına tatbik edilmesi başta gelmektedir. Günümüzde yapılan
araştırmalar da göstermiştir ki; söylenen bir sözün etki derecesi,
söyleyen kişinin söylediği sözü hayatında tatbik edip etmemesine göre
artıp azalmaktadır. Âlim bildikleriyle amel etmelidir ki söylediklerini
yaptıkları yalanlamasın. Bu hususta Hz. Ali(ra) şöyle
buyurmuşlardır: ‘Benim belimi iki kişi kırmıştır: (Bildikleriyle amel
etmeyen) utanmaz âlim ile zahid cahil. Cahil zühdüyle insanları
aldatırken, âlim utanmazlığı ile onları kendinden soğutur.’
—Sürekli vakur, ağır başlı olmak.
Âlim,
ilmin izzet ve şerefini ayaklar altına alacak davranışları
sergilemekten kaçınmalıdır. Çok gülmek ve insanlarla gereksiz yere ve
haddinden fazla şakalaşmalar yapmak bunların başında gelir.
—Kibirli olmamak, insanları kibirli olmaya sevk etmemek.
Meyvesi bol olan ağacın dalları hep
aşağı sarkıktır ve meyvesi olmayan ağaçlar yukarı doğru bakarlar. Cemil
Meriç bu konuda ‘İlimler tevazu ile başlar.’ demiştir. Bunun için âlim
kendini sürekli kontrol etmeli, söz ve davranışlarıyla gurur ve kibir
gibi ilmi insanlardan uzaklaştıracak fiillerden uzak durmalıdır.
—Talebeye yumuşak davranmak.
İlmin
öğrenilmesinden sonra âlim ilmini başkalarına da öğretmekle yükümlüdür.
Bu hususta ilk öğrenecek kişi olan talebeye karşı davranışların yumuşak
olması gerekir ki; muallimin talebe tarafından sevilmesi, talebenin
ilme karşı daha sıcak olmasını sağlamaktadır.
—Kibirli olanlara karşı ihtiyatlı olmak, acele karar vermeyip akıllıca hareket etmek.
Toplum
içerisinde bazı çekememezliklere karşı sürekli tedbirli olunmalıdır.
Verilecek kararlarda ani hareket edilmemeli konuyu tam manasıyla düşünüp
öyle karar verilmelidir.
—Anlama zorluğu çekenlere meseleleri güzelce ve anlaşılır bir şekilde anlatmak.
Hz. Mevlana’nın ‘Ne kadar bilirsen bil, söylediklerin karşındakinin anlayabildiği kadardır.’ Sözünden hareketle insanların seviyelerine göre konuşmalı, konuyu karşıdakinin anlayabileceği şekilde ifade etmek gerekmektedir.
—Bilmediği bir mesele hakkında ‘bilmiyorum demekten çekinmemek.
Bazı
ortamlarda âlimin sorulan soru karşısında ‘bilmiyorum’ ifadesini
kullanmak nefsine zul gelmektedir. Âlim bundan kaçınmalı ve İmam-ı Azam
Ebu Hanife Hz.’nin ’bilmediklerimi ayağımın altına alsaydım, başım göğe
değerdi.’ Sözünü her daim zihninde bulundurmalıdır.
—Samimiyetle soru soran kimseye, konuyu özetleyecek bir şekilde kısa ve öz cevap vermeye gayret etmek.
Âlim
soru soran kişinin niyetinin ne olduğunu(samimi-ard niyetli)
anlayabilmeli ve söz kalabalığına girmeden karşıdakinin anlayacağı
şekilde kısa cevaplar vermelidir.
—Yapmacık tavırlardan sakınmak, samimi olmak.
Âlim
söz ve davranışlarında samimiyetten ayrılmamalıdır. İlim meclislerinde
samimiyetten uzak, resmi bir havanın olması ilme ve öğrenmeye karşı bir
soğukluk meydana getirecektir.
—Hasmının ileri sürdüğü delili dinleyip dikkate almak.
Karşıdaki
kişi neyi ileri sürerse sürsün onu dikkatlice dinlemek gerekmektedir.
Bu hususa Mimar Sinan’ın bir çocuğun minarenin eğri olduğunu ifade
etmesi halinde, hemen halatla minareyi doğrultmaya çalışması ve yine
düzeldiğini kontrol etmesi için aynı çocuğun fikrine başvurması örnek
olarak gösterilebilir.
KELİMELER NEYİ İFADE EDER?
Bazı fikir adamlarının hayatını
araştırdığınızda karşınıza o kişi ile alakalı başat bazı mevzular
çıkacaktır. Bunlar; hayatını hasrettiği konulardan, hayatında önem
verdiği bazı mevzulara kadar götürülebilir... Onlar hayatı farklı
pencerelerden seyretmiş, avama da hayatın farklı pencerelerinin var
olduğunu söyleyerekten, onları tek bir pencereye körü körüne bağlı
kalınmaması gerektiği hususunda uyarmışlardır.(Tabi bu uyarıları anlamak
için onların dünyasında nefes almış olmak gerekir ki; bu da sürekli bir
okuma ve ilim meclislerine iştirak etme ile olacaktır)
İşte Cemil Meriç ismi zihinlerde tam da
böyle bir şimşek çaktıracaktır. Hatta isminin ilk duyulması halinde,
tanıyanlar için, zihinlerde bir değil, birden çok başat mevzu
canlanacaktır. Hayatı çok farklı pencerelerden seyretmiş ve sonunda
bütünü görebilmiş münzevi ve mütecessis bir fikir abidesidir Meriç.
Aslında O bulunduğu çağa ağır gelen, o asır içerisinde (gidişat bundan
sonraki asırlar için de geçerli olacak gibi görünmektedir) düşünenlerin
düşündüğü bir kilometre taşıdır. Kendilerinin fikir hayatına adım atar
atmaz karşılaşılan ilk farklılık, kavramların manasının bizim
zihnimizdeki manayı ihtiva etmediği olacaktır. Bu da Mustafa Armağan’ın
tabiriyle adeta başınıza tuğla düşmüş bir hale sokacaktır sizi.
Kavramların içinin boşaltılıp, asıl manadan uzak bir şekilde tekrardan
kodlanması, bugün zihin felci yaşayan fikir adamlarımızın ve fikir
hayatının neden bu halde olduğunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Orta Çağ kavramını bu minval üzere tetkik
edecek olursak; Avrupa’nın karanlık, despot, insanlık dışı dönemini
ifade eden bu kavram bir Batılı için elbet hatırlanması istenmeyen bir
zamanı ifade edecektir. Lakin biz, tarihi geçmişimize göre düşünecek
olursak, mevzunun hiçte öyle olmadığı, aksine daha farklı bir mana ifade
ettiği ortaya çıkacaktır.
Neye göre, kime göre?
Batı Roma İmparatorluğunun
yıkılışından(476) İstanbul’un fethine(1453) kadar süren zamanı orta çağ
olarak ifade eden batılılar için bu ifade gayet yerinde ve normaldir.
Normal olmayan bir durum söz konusu ki o da; Altın Çağ olarak ifade
ettiğimiz Peygamber Efendimiz(SAV)’in yaşadığı zamanın, orta çağ olarak
bilinen zaman dilimi içinde bulunmasıdır. O(SAV)’nun yaşadığı döneme
orta çağ tabirinin kullanılması, Müslümanların ilimde zirve döneminin
orta çağ olarak ifade edilmesi vuzuhu kilitli insanların yapacağı bir
yanlıştır. Bu durum modern dünyanın ve batılıların ortaya attığı bir
kavramlaştırmadır. Cemil Meriç ‘Kamus namustur’ der. Dil
bir milletin yegâne varlık sebebidir. Kelimelerin manalarının aslına
rücu etmesi noktasında yapılması gereken ilk şey; öztürkçeleştirme
safsataları ile dilin aslının bozulmasının önüne geçilmesi olması
gerekmektedir. İfade ettiğimiz kavramların kültür ve medeniyetimizdeki
manasını karşılaması en doğru olandır.
Unutulmaması gerekir ki gelecek;
tarihine, diline, kültür ve medeniyetine sahip çıkan milletlerin
olacaktır. Ecdadımızın: ‘Mukaddes dilimizi bu hale sokan hangi delidir?’
sorusuna verecek yerinde bir cevabınız yoksa kelimeleri asıl manasıyla
kullanmanın, dilimize sahip çıkmanın ve batılı zihin yapısıyla
düşünmekten kurtulmanın zamanı geldi de geçiyor bile. Tarihin
karanlık ve tozlu sayfalarında yerimiz olmasın istiyorsak, başka bir
alternatifimizin olmadığı kulaklarımıza küpe olması gerekmektedir.
Bekir Büyükkat gidiyor. Güzel bir yürüyüş bu. Ahmet Doğan İlbey tarafına doğru yürüyor; yani fikrin o tarafına. Hocamın "Bir Ustaya Çırak Olmak" yazısını düşününce, Bekir Büyükkurt'ın gittiği yöne doğru adresinin ne kadar da isabetli olduğu görülüyor. Zihnine sağlık, kalemine kuvvet.
YanıtlaSil