o eski merdivenlerin orada
bir daha söylenmedi kimseye
küflü nefesini
çekerken yıllar öncesine
o saçları bir bahar yamacı gibi kınalı
büyük kadın
güzel at
işte karanlığı içerken
bir akşamın sürahisinden
dönüp bakmadı gölgesizliğine
zeytinlerin
koşuyor biliyorum
hâlâ hışırtısında
sımsıcak yüreği
beyaz ev
uzun badanalar
ah bir zakkumun renginde bütün sular
akıyor göğsünün büyük günlerine
çağırıyor eski evlerini
büyük kadın
güzel at
korkuyor kirazların görünmesinden
bir daha söylenmedi kimseye
küflü nefesini
çekerken yıllar öncesine
o saçları bir bahar yamacı gibi kınalı
büyük kadın
güzel at
işte karanlığı içerken
bir akşamın sürahisinden
dönüp bakmadı gölgesizliğine
zeytinlerin
koşuyor biliyorum
hâlâ hışırtısında
sımsıcak yüreği
beyaz ev
uzun badanalar
ah bir zakkumun renginde bütün sular
akıyor göğsünün büyük günlerine
çağırıyor eski evlerini
büyük kadın
güzel at
korkuyor kirazların görünmesinden
***
MEKTUBUMUZDUR
Sana ilk gelişimi hatırlatıyorum. Bir Kurban Bayramı, yağmurlu bir bahar gününde kan henüz akıyorken ve eller üşüyorken ve gözler uykudan ayrılmamışken arabanın terli sıcaklığında akıyor içimin nehirleri. Bir yokuşu seyreder gibi senin yüksekliğini seyrediyorum.
Dipdirisin. Göğsümü kavrayabilecek ve içini bir çuval gibi karıştırıp atabilecek kadar çevik ellerin var. Bindörtyüzyıl önce kendi kanının kokusuyla belki bir öğle sıcağında hızla giden bir tren penceresinden arada görünen sakin köyler gibi kendini seyretsen, kolların bıraksalar denize uzanıp üzerine örtecek, anlamsız bir şefkatle vurduğu düşmanın.
Sakinsin. Cennetinin, yalnızca Sevgiliye komşu olmak anlamına gelen cennetinin bir fotoğrafını göndermiş gibisin yeryüzüne. Öyle akıyor sular taşlar öyle duruyor, ağaçlar öyle huzurlu.
Sen benim Ukkaşe Ağabeyimsin, sabahları çocukların gözünü kırpmadan Nurdağlarını okşar
Sen ihtiyar arkadaşımızsın. Senden söz ederiz, özleriz bizi herkesten çok sevenlerimiz gibi. Kebapların en güzeli senindir, çünkü ihtiyar arkadaşımızsın, baş köşemizde gözler, düzeltirsin eteklerimizi. Sırtımızda hiç atmadığın bir yumruğun, hiç sallamadığın bir kılıcın gölgesi durur.
Çünkü hakkımız var, çünkü helalleşmek için seni gözlerinden öpüyoruz.
Şimdi bir oğlum var, huzurlu bir kurban yağmuru gibi gözler nasip etti ona Yaradan. Sana getireceğim onu da erkeklik etmeyi öğrensin kollarından, çevik ellerinle karıştır onun göğsünü de açmamış çiçeklerin kokusunu harmanla, bu büyük uykusunda zamanın, onun sırtında da dursun yumruğunun gölgesi, onun eteklerini de gözle ve düzelt yepyeni ekinler gibi.
Çünkü hakkımız var, gözlerinden öpüyoruz.
***
BAHÇELER İÇİNDE
BAHÇELER İÇİNDE
bir gün çekiliyor aramızdan
bizler güneşin yorgun bir at gibi geçtiği şehirlerde
yağmurdan söz ediyoruz
uzun duvarlarında bir akşam evinin
gözlerimiz
neye dokunsak nereye otursak
büyük ve tuzlu bir deniz
çevirmiş dört yanını
sırtında üşüyen boynuzları gece hayvanlarının
ama üzülmeyen bir şeyler var
kan var
yeşil bir nehrin boşluklarına
akıyor yaralı balıkların üstünden
sevgimizin üstünden
akşama güzel bir karanlık var
sen soğuyan bir elma gibi duruyorsun orada
güneşi yorulan ömürlerin ışığında
bizler güneşin yorgun bir at gibi geçtiği şehirlerde
yağmurdan söz ediyoruz
uzun duvarlarında bir akşam evinin
gözlerimiz
neye dokunsak nereye otursak
büyük ve tuzlu bir deniz
çevirmiş dört yanını
sırtında üşüyen boynuzları gece hayvanlarının
ama üzülmeyen bir şeyler var
kan var
yeşil bir nehrin boşluklarına
akıyor yaralı balıkların üstünden
sevgimizin üstünden
akşama güzel bir karanlık var
sen soğuyan bir elma gibi duruyorsun orada
güneşi yorulan ömürlerin ışığında
***
İNANMAK
İNANMAK
bir anlık dalgınız
korkusuz bir rüyanın dümeninde
dağ başında güneş doğmadan önce
seslerin incelip doğuya
ve soğuyan bir odaya benzediği günde
yavaşça giriyorsun kapının ağır uykusunu bölüyor gövden
sabahı zeytinlerle karıyor ellerin
ötede daha güzel günleri var
bahçe havuzlarının pırıltısında
büyük gölgelerinin uğultusunda
uzak ormanların
şimdiden nefesini alıyorum
yazıları özlemle koklayan
bir ceylanın
hep dalgınız
geçip gittiğimiz
duraklarında gökyüzünün
korkusuz bir rüyanın dümeninde
dağ başında güneş doğmadan önce
seslerin incelip doğuya
ve soğuyan bir odaya benzediği günde
yavaşça giriyorsun kapının ağır uykusunu bölüyor gövden
sabahı zeytinlerle karıyor ellerin
ötede daha güzel günleri var
bahçe havuzlarının pırıltısında
büyük gölgelerinin uğultusunda
uzak ormanların
şimdiden nefesini alıyorum
yazıları özlemle koklayan
bir ceylanın
hep dalgınız
geçip gittiğimiz
duraklarında gökyüzünün
***
Yeşil ve Yemyeşil
hatırla
camlarda uykusuz bir serçe gibi
bilemeden ağaçların en güzel yerlerini
dolanıp durdu denizin karartısı
hazirandı
parlayan tüyleriyle henüz ısınmış bir at
birden sessizdi herşeyimiz
hatırla
yeni bir yokuştan aşağı
koşmuyor da uçuyordu bütün çocuklar
ayak sesleri sırtımızda
yaşamaktan daha fazla
bir şey vardı
uykumuzda
camlarda uykusuz bir serçe gibi
bilemeden ağaçların en güzel yerlerini
dolanıp durdu denizin karartısı
hazirandı
parlayan tüyleriyle henüz ısınmış bir at
birden sessizdi herşeyimiz
hatırla
yeni bir yokuştan aşağı
koşmuyor da uçuyordu bütün çocuklar
ayak sesleri sırtımızda
yaşamaktan daha fazla
bir şey vardı
uykumuzda
***
doğudan sonra
doğudan sonra
güneşin orada
yeşil kahkasıyla boyanan
çocukların
şehir senin kalbin değilse nedir
yine akşam tartılıyor
denizden dipdiri bir gözle
dünyayı selamlıyor balıklar
yani hepimiz
ortasında şaşkın
bu kızaran eriklerin
seviyoruz bir yandan
hiç kimseden
sorulmamayı
yeşil kahkasıyla boyanan
çocukların
şehir senin kalbin değilse nedir
yine akşam tartılıyor
denizden dipdiri bir gözle
dünyayı selamlıyor balıklar
yani hepimiz
ortasında şaşkın
bu kızaran eriklerin
seviyoruz bir yandan
hiç kimseden
sorulmamayı
***
YENİ BİR DUVAR
YENİ BİR DUVAR
o akşama doğru
üşümek vardı günlerin altında
yeşil bir barikattan belki
tüllerle uçuşan aynasında kaderin
elimize bir çocuk gibi baktılar da
bilmedi hiç kimse sesimizin yeniliğini
hepimiz karanfil içindeyiz
bu akşam turnası endişeyle sarkan pencereden
canından bezmiş anneler büyük adamlar ellerinde büyüklüğün işareti
haziran karpuzları ve ışıkların yanmasını bekleyen
yorgun çocukları
hepimiz
bir su akıyor o saatlerde
ev musluklarından
dutlu çeşmelerden
biraz da inanmanın ferahlığıyla
mutlaka bir günün daha olacağına
uyanınca
bilerek unutulan bir şey gibi akşamüstü gitmelerinde
hepimiz bilmekteyiz
üşümek vardı günlerin altında
yeşil bir barikattan belki
tüllerle uçuşan aynasında kaderin
elimize bir çocuk gibi baktılar da
bilmedi hiç kimse sesimizin yeniliğini
hepimiz karanfil içindeyiz
bu akşam turnası endişeyle sarkan pencereden
canından bezmiş anneler büyük adamlar ellerinde büyüklüğün işareti
haziran karpuzları ve ışıkların yanmasını bekleyen
yorgun çocukları
hepimiz
bir su akıyor o saatlerde
ev musluklarından
dutlu çeşmelerden
biraz da inanmanın ferahlığıyla
mutlaka bir günün daha olacağına
uyanınca
bilerek unutulan bir şey gibi akşamüstü gitmelerinde
hepimiz bilmekteyiz
***
BALIK GÜNLERİ
BALIK GÜNLERİ
unutulması çok zor olan
heybetli ve bir o kadar akşamları
elleri göğsünde
bir dağdan bakmıştık
sisli ve soğuk sulardı aşağısı
bizden de yukarda
hani ara sıra hızlı bir bulut gibi gözlerinden
ülkeler gezmiş
yorgun
nehirler geçeni bu hikâyenin
ayrılırken mutlaka geriye dönüp bakardın
bir gökyüzünü doğruyorlar gibi
ekmeklere, sulara, balıklara
en çok da balıklara
bilmesem bu kadar uzak olduklarını
yağmurların
heybetli ve bir o kadar akşamları
elleri göğsünde
bir dağdan bakmıştık
sisli ve soğuk sulardı aşağısı
bizden de yukarda
hani ara sıra hızlı bir bulut gibi gözlerinden
ülkeler gezmiş
yorgun
nehirler geçeni bu hikâyenin
ayrılırken mutlaka geriye dönüp bakardın
bir gökyüzünü doğruyorlar gibi
ekmeklere, sulara, balıklara
en çok da balıklara
bilmesem bu kadar uzak olduklarını
yağmurların
***
YEMİN
sana günlerimden çıkardığım bu çiçeği
acısı yerleşmeyen bir ölüm gibi
takıp saçlarının rüzgarında
dinlendir istiyorum
hepimiz için
yoksa kımıldar dudaklarında hecesi
geriye dönmemişlerin
hakikatli bir sitem, eskimiş bir kin
çürüyor akşamın kundağında
sana doğru havalanıyor ciğerimin demiri
kanla susturulmuş ağzımda
kelimelerin en irisi
batıp çıkıyor sokağa
evlerin öldürdüğü bir eşikte kederi
hiç gitmemişlerin
YENİ BİR GÜNDE
bitecek olan
bu büyük denge
yani balıklarla konuşulanlar
tertemiz sabah terazilerinde
uysal bir tebessüm gibi durup duran
bu büyük yalnızlık
bitecek olan
şimdi ne desek
karanlığa karşı
herkes en azından
bir kez kapılarda
yetişilmemiş ağaçlar gibi
sallanır su
ve herşey en azından bir kez
doğrusu korkudan
sonsuz bir gününde yaşamanın
dönüp bakmam kimsenin yüzüne
tellerle oynarım yalnız
ılık bir akşamı düşünürüm
kadınları düşünürüm
bir şey olmaz
belki çağrılan sularız
uykular boyu
yani balıklarla konuşulanlar
tertemiz sabah terazilerinde
uysal bir tebessüm gibi durup duran
bu büyük yalnızlık
bitecek olan
şimdi ne desek
karanlığa karşı
herkes en azından
bir kez kapılarda
yetişilmemiş ağaçlar gibi
sallanır su
ve herşey en azından bir kez
doğrusu korkudan
sonsuz bir gününde yaşamanın
dönüp bakmam kimsenin yüzüne
tellerle oynarım yalnız
ılık bir akşamı düşünürüm
kadınları düşünürüm
bir şey olmaz
belki çağrılan sularız
uykular boyu
***
AN
Bu soğuk ve demir dünyadan, yalnız camların önünde akan yeşilliklerin ve dağın renginin arada bir bakıldığında hafiflettiği ağırlıktan yavaş, süvari adımlarla iniyor. Kırmızı bir naylon torba var koltuğunun altında, henüz dinmiş yağmurun küçük göller bıraktığı değersiz istasyonun sarılığına katılan ve uzak bir dağa kadar serilmiş ekin tarlalarına bakıyor bir süre. Yanından geçen ihtiyar kadının sepeti sürünüyor ayaklarına; onun çiçekli elbisesinin canlılığına ve kadına karşı gelen çocuğun ıslak telaşına kapılıp bir sevinç dalgası geçiriyor yüzünden. Tanışlık böyle bir şey.
Burası, gurbetle sılanın arasında bir yer. Hayatın ve işte bir belirti olarak
nefes alıp vermenin, o nefese bir sigara karıştırmanın en güzel olduğu yer.
Daha duraklar kalsa da trenin o demirden hızı, gövdeleri ağırlaştıran fakat
hızı, tatlı bir serum gibi damarlarına pompalayan ve akıp giden dünyayı
durdurmuşçasına heyecanlar getiren hızı, onu üzerinde birikmiş olan bütün
yalnızlıktan ve sahipsizlikten, birdenbire yıldızlı bir gece gökyüzüne bakıvermenin
ve şaşırmanın güzelliğine kavuşturacak. Emin; bir sigara daha yakıyor yağmurun
henüz kalkmamış serinliğine karşılık.
Evde beyazlık hâkim. Beyazlık özlemine kirecin yakıcı kimyasını daldırıyor
insan. Sonra yine kahkahalarla gülen bir çocuğun gözlerinde kımıldayan gölgeler
gibi etrafa dağılmış karanfillerin, güllerin, ortancaların alacalı renkleri.
Anne beyaz bir örtüden ibaret, yalnız düzeltmek için kaldırdığında hafifçe
kınanın karıştığı bir kızıllık olarak nadir anlarda saçının varlığı.
Korunmak için değil de evler, o akşamın bulanık ve pürüzsüz gövdesinde kayan
kavuşmak acemiliğine bir örtü olmak belki de sadece karışmak için.
UZAKTAN UZAĞA
içime doğru ufaladım ben bu günleri
nerden baksan uzaksız bir yaşamak kaldı
çünkü sen oradasın
ellerin mavi bir çiçeği diriltir
tam seçemediğim
ama eğilip geri geldiğim
mavi bir çiçeğin toprağını düzeltir
bu akrepler yaman savaşır
güne karşı ve sapsarı kesilmiş bir yüzün üstünde
her temmuzun bir kesiğe denk geldiği yüzlerde
içini havuzlara bölmüş insan
yürüdüğünü sanır
bakmak değil seninki bir yandan
kırıp dökmek suların serinliğini
dağın sertliğini
değişmek akşamın güzelliğiyle
bin türlü yeniliği
öyle baygın gözlerle şuradan
atlarımızın soluğudur soğuyan
çünkü sen oradasın
ellerin mavi bir çiçeği diriltir
tam seçemediğim
ama eğilip geri geldiğim
mavi bir çiçeğin toprağını düzeltir
bu akrepler yaman savaşır
güne karşı ve sapsarı kesilmiş bir yüzün üstünde
her temmuzun bir kesiğe denk geldiği yüzlerde
içini havuzlara bölmüş insan
yürüdüğünü sanır
bakmak değil seninki bir yandan
kırıp dökmek suların serinliğini
dağın sertliğini
değişmek akşamın güzelliğiyle
bin türlü yeniliği
öyle baygın gözlerle şuradan
atlarımızın soluğudur soğuyan
dünyanın içinde
bizde sevmek
evimiz gibidir
dallar uzanır penceresinden
içimiz dışımız karanfil kokar
akşamları
çok severiz böyleliği
yani bir evin ilk aydınlanan yeri
çok sevdiklerimiz için
en sevdiğimiz için
karanfilleri
hiç tutmayız
ama çeker dünya günlerce elimizden
bir çocuk kadar olamayız
evimiz gibidir
dallar uzanır penceresinden
içimiz dışımız karanfil kokar
akşamları
çok severiz böyleliği
yani bir evin ilk aydınlanan yeri
çok sevdiklerimiz için
en sevdiğimiz için
karanfilleri
hiç tutmayız
ama çeker dünya günlerce elimizden
bir çocuk kadar olamayız
***
uyurken güzel
yine de kirazlarla gece arasında
bir şey var sakin suların üstünde akıyor
biraz hışırtısından içinin biraz ayın ışığından
uyur gibi yapıyorsun her şeye karşı
ben
bitmek üzere bir nehrin son çağıltısında
uzanıp balıkları seviyorum
tuzlu rüyalar gibi kayıyor ellerimden
büyük bir dağ
sonra hep birlikteyiz
göğsünde gezdirdiğin
ve kimsenin sevinmediği bir papatya tarlasında
gördükçe gülümseyerek
ama unutarak beyazlığını köpüklerin
çünkü yeşil kalıyor bütün renklerin ardından
dağları bu yüzden seviyorum
biraz hışırtısından içinin biraz ayın ışığından
uyur gibi yapıyorsun her şeye karşı
ben
bitmek üzere bir nehrin son çağıltısında
uzanıp balıkları seviyorum
tuzlu rüyalar gibi kayıyor ellerimden
büyük bir dağ
sonra hep birlikteyiz
göğsünde gezdirdiğin
ve kimsenin sevinmediği bir papatya tarlasında
gördükçe gülümseyerek
ama unutarak beyazlığını köpüklerin
çünkü yeşil kalıyor bütün renklerin ardından
dağları bu yüzden seviyorum
***
ÖLÜMÜN YARIMADASINDA
ben oradaydım
çeşmelerden havalandığında huysuz sinekleri
tanrının
sahip olduklarını silkelediğinde
ve denediğinde uykusuzluklarla
çenemin altında
üşüyordu bir gündüzün gecesi
öyle bir alınıyordu gözlerim
bin türlü kuşun can vermesi
tutmuyordu
bir kulun dağlarla çarpışmasını
ben oradaydım
yemenli bir beyazlık örtüldüğünde binalarına
köpeklerin
okşayarak kendi kalbinin ipeğini
ölürken korkusuz çocuklar
saymıyordum
bir şarkıyla dudaklarını kanatan
ve inanmak uğruna
başkaldıran menekşelerin
yatağını havalandıran rengini
kendimden
ben oradaydım
elimden gitmeyen kokusunu
sürerek duvarlarına gecenin
ZEYTİN AĞACI
gün geliyor
ellerin uykumun içinde
bir zeytin ağacıyla
oynuyor
sonra geçmiş zamanların teri
bileklerimde
o güzel saçlarını
sen
geceleri
kendinle
sabahlar boyu
kaç annedir çıkardığım
kaç omuzdur
yerine
dizimi serip
sabahlar boyu
ellerin uyanmamın içinde
bir zeytin ağacıyla
oynuyor
sonra geçmiş zamanların teri
bileklerimde
o güzel saçlarını
sen
geceleri
kendinle
sabahlar boyu
kaç annedir çıkardığım
kaç omuzdur
yerine
dizimi serip
sabahlar boyu
ellerin uyanmamın içinde
***
YALVARIŞ
gökyüzüne doğru ayılan
şu göğsümdür yar onu
camıyla parçala günümü
soğuk dudaklarının
bir suya tut aklımı
pınarında tutuştuğum
ben dalını kurutan ağacım
canını veremeyen incirlere
bu talihimdir benim
seni gecede yitirdim
yolunarak perçemimden
bir menekşeye benzetildim
kendinle sağla hikayemi
parıltılı hevesinle kes
duyma daha fazla ne olur
eline dolanan sesimi
***
bahçelerin ölümü
kalbinde katılaşan aynanın içinde
soluyor güvenliği bahçelerin
bir köpek soluyor duvarını
bir çiçek bölüyor uykusunu
sen de salındın bu gecelerde
ismin bağırıldı nehirlerde
taşkın kahkahası parçalıyor günü
sızıyor kanla benzerliği sözlerinin
resmimize
bir de denizden bakıyoruz
sınavı bileklerinden olan
sıkıyor yumruğunu sulara
***
KÖPRÜDEN GEÇEN
Dur diyemedim ki. Yalınayak çıkıp kapıdan ayakkabılarını betonda giyişin geliyor aklıma ve onların soluk kahverengisi.
Gözlüğün evde kalmış, son anda fark edip sesleniyorum
ardından; yoksun, çoktan ağaçların ördüğü mağarasında sokağın. Uzağı
göremezdin gözlüğün olmadan. Bu kadar uzağı görebileceğini nereden bilebilirdim
ki?
Uğultular arasında gece, delice bildiğimiz bir ormanda
kaybolmuşuz gibi. Öyle tuhaf bir serinlik akıyor temmuzun aralıklarından
sokağa.
Sonra çağrı da geliyor gerçek sahiplerine ve taliplerine
toprağın. Dost çağırıyor, evlerin büyük oğlu, akşam siparişlerini
yetiştirmekten memnun babası, gömleği terli ve tertemiz, eşikten selamla giren
babası çağırıyor.
Bir damla gibi karışıverdin pınarına çağrının. Bense gözlüğünü
unutmandayım hala.
Gece, hiç girmediğimiz bir ormanın uğultusu gibi çoğaltıyor
ihaneti. Yılanın uykulu ıslığında parlayan ihaneti.
Sabaha karşı yoksun, sabaha rağmen yoksun. Dönen lambalar ve
soğuk arabaların dinmeyen sirenleri harlıyor bu tuhaf sabahın kırmızısını.
Sonra haberin geliyor, kahverengi ayakkabın, kanlı gömleğin ve
hatıran. Değmeye kıyamıyorum.
Ben köprüden geçip gelin olmuştum uzak bir yaylasında
memleketin, sen köprüden geçip şehit.
***
YER GÜNLERİ
akşamdı
suların kestiği
son aydınlığında toprağın
geldiler
çiçeklere güvenenler
ben buruşuk bir yüzdüm güneşe doğru
yitirmiş tarihini, sakallarını dinlendirmiş
bir bayrak açıyoruz dediler
en güzel rengini şu papatya verecek
henüz kırılmış bir yürek gibi
eskimiş ve kaydedilmiş papatya
ben korkusuzdum geceye karşı
bütün hayvanların dirildiği geceye karşı
mayısı çağırdılar
ellerinde imanla ölmenin tuhaf çeliği
atlara ve türlü koşulara
ben yanmakta olandım
evvel sesi boğularak
camdan bir kimya oturttular
çelimsiz tanrıları
sabaha dek
sokağa
yalvarmış gibi
bilmediler
ben çamurla doğrultulmuştum
böyle kazanmıştım bu yeteneği
kendime bir yol açıyorum
tırnaklarımdan bil
seherin karanlığı
hançerleyen
ve ölmemiş gibi hiç kimse
o soğuk cami avlusunda
taranan saçlarını düşün
imanlı kimselerin
onlar fırlattı benim
yüreğimi bu ıssızlığa
iki elim yakalarında
bil
çılgın ışıklı
bültenlerinde akşam
bir sofra sonrası
yemişidir
uslu ve akışkan
vakit
borazanlarını saklar
onları gördüğünde
çekiçlerini gezdirir
kımıltısız mazlumların
ciğerinde
zulmü
kıpkırmızı bir gülü
çiğneyerek seyreden
mazlumların
(kızıl güller dizlere iyi
gelir)
çünkü vasıfsız
çiçeklere
çekilmiş bir fiyattır
kahkahası
dindar kardeşlerimin
verilmiş bir hesaptır
kulaklarında çürüyen
dudakları
gerçek dünyaya
muhterem sabahların
çeşmesinde
kaynar kaderleri muhteşem
oyuncaklar için
hicretsiz bir gömleğin
ütüsünde
ihtişamlı tarihleri
hakkımı helal etmiyorum
bil
çünkü boğulan
bebeklerin
parmak izlerinde
meleklerin gazabı
çünkü inanıyorlar nasıl da
ebu lehebe
ve ona söz verilenlere
müslüman kardeşlerim
dokunurken balkondaki
domateslere
kalbim kaldırmıyor böyle
şeyleri
çok şükür onlardan değilim
biliyorum haksızlık diyeceksin
dudaklarının kenarına
yerleşecek
o buğulu savaşı
dalgalarla gemilerin
dağlarla ve nehirlerle
boğuşan
hasretleriyle kızışan
o hayret sabahlarını
getirmeden
vazgeçmeyeceğim
***
TEREDDÜT GÜNÜ
bir yerde durdu o rüzgar
içimin çeşmeleri durdu
pirinçli öylesine öğlen duvarlarında
azalmış sabunlar gibi
tereddütler doğurdu bu duruş
sevindikçe belki böyle oldu
insan çaresiz yeryüzünde
domatesler alır bakar kırmızılığına
sular götürür evine besler tavanın orda olmasını
erken uyuyanını sever kendinin
deniz bir uzak oldu
dağ bir yakın oldu
çünkü sırtımdan aşağı
ne aslanlar kovuldu
ne ceylan ürktü soğumamdan
insan bölük bölük yüreğin derdinde
bir kapı açılsın diye bir kapı kapansın
sabah olunca
yer yerinde kalsın
daha da çok günler olur
ikindiler gelir sofrana
***
SULARDA YIKANAN
artık bitiyor güneşin kaygısı
yorgun olmaya başlıyor
kime seslensek
yalnız
yeni bir ağaç gibi kımıldıyor
sonra biz hep birlikte vardık sabaha
ve sofranın serinliği vardı
tutup çocukların ellerinden
böylece kimse korkmadı ölümden
kalbi değirmenlerde ve büyük evlerde sıkışan
herkes gökyüzünü düşündü
geride ay ışığında terleyen
bir hayvan gibi kaldı korkumuz
bizi bir dağ başıyla yıkadılar
menekşeler ve topraklar getirdiler
başkaldırmamız için
yine de sürünüyor arada
tüyleri sımsıcak ve yalandan uykularda
tertemiz bir yelken gibi
ansızın rüzgârda
atılıyor kalbimiz
yoksa biz hepimiz
aya karşı savunmasız
güneşe karşı dosdoğru
kime seslensek
yalnız
yeni bir ağaç gibi kımıldıyor
sonra biz hep birlikte vardık sabaha
ve sofranın serinliği vardı
tutup çocukların ellerinden
böylece kimse korkmadı ölümden
kalbi değirmenlerde ve büyük evlerde sıkışan
herkes gökyüzünü düşündü
geride ay ışığında terleyen
bir hayvan gibi kaldı korkumuz
bizi bir dağ başıyla yıkadılar
menekşeler ve topraklar getirdiler
başkaldırmamız için
yine de sürünüyor arada
tüyleri sımsıcak ve yalandan uykularda
tertemiz bir yelken gibi
ansızın rüzgârda
atılıyor kalbimiz
yoksa biz hepimiz
aya karşı savunmasız
güneşe karşı dosdoğru
***
KOŞARKEN YIKILAN İÇİN
ben uzak bir bıçağım size
kararmış ağaçlarda bilenirim
yeşil oluncaya kadar yüreğimin rengi
sonra her şey güzel ölmek filan boğazında bilmem kimin soğanıyla her pazartesi
o çocuk vardır kapayın perdelerinizi
dallardan bakmıştır
denizlerden bakmıştır
doya doya boyunuza posunuza
atlar hep bir uçuruma doğru
kış yağmurlarında daha çok koşar
bitmesin isterim bu koşunun teri
sonsuz matemler gibi yerine hiç kimse konulamayan kimseler gibi
atlar koşar uçurumlardan başkaldıran ağaçlar için
bu rüzgâr değiştiriyor yerini
alıyor aklımdan
başka bir ağaç olmanın güzelliğini
çok çocuk olmaktan mıdır nedir
ellerim yoruluyor her şeyden önce
***
HUZURLU GÜNLERDEN
denize karşı
saçlarını ve göğsünü
varılacak en son yer olarak tutan
sımsıkı bir yürekle sağlamlaştırdığı
besbelli oyuncaklar bırakarak çocuğa
ve kadına gülen gözlerinin ışığını
bir adam denize karşı duruyor
huzurlanıyor içimizin gemileri
ağır bir çatırtıyla ilerliyor
ey güzel ölüm, ey çalılardan alınan serçemiz
biz inanmak için geliriz
bir an komşular dallarda
ağaran ve geri dönmeyen sabah
avuçlarımızda terleyen şekerler gibi
duruluyor
o adam ilerde duruyor
hepimizin mağarasında
aşkın ve yakarışın ufalandığı sabah gözlerini öpüyor
ve bir dağı müthiş özlüyoruz
hani son ışığında simsiyah bir orman hışırdayan
o dağ bizimledir
yürür ve yorulur olsa da yerindedir
bu denizle avunuyor yine dünya
bir çekip kavruluyor uzak ateşler
bir soğuyası geliyor yüreğinin
varılacak en son yer olarak tutan
sımsıkı bir yürekle sağlamlaştırdığı
besbelli oyuncaklar bırakarak çocuğa
ve kadına gülen gözlerinin ışığını
bir adam denize karşı duruyor
huzurlanıyor içimizin gemileri
ağır bir çatırtıyla ilerliyor
ey güzel ölüm, ey çalılardan alınan serçemiz
biz inanmak için geliriz
bir an komşular dallarda
ağaran ve geri dönmeyen sabah
avuçlarımızda terleyen şekerler gibi
duruluyor
o adam ilerde duruyor
hepimizin mağarasında
aşkın ve yakarışın ufalandığı sabah gözlerini öpüyor
ve bir dağı müthiş özlüyoruz
hani son ışığında simsiyah bir orman hışırdayan
o dağ bizimledir
yürür ve yorulur olsa da yerindedir
bu denizle avunuyor yine dünya
bir çekip kavruluyor uzak ateşler
bir soğuyası geliyor yüreğinin
***
BÜYÜYEN ORMAN
yeterince insan değilim bak gelip geçiyor uzaktan yolların
sabah aynasında yok yüzümün ırmağı
akan başka bir şey doğrulduğumda
bu sarsılan ben değilim
bulutlar kurtarmıyor artık
gökyüzü daha da ötede biliyorum
keşke bir menekşeyi tutuyor olsaydım
yamaçlar boyunca
ama bir çiçek görmekten ölesiye korkuyorum
içimde direnen bir ciğer var
kül ve çocuk yüzleri arasında
bütün gayretim
yenilip düşüyor toprağa
canlanıp yürüyor sonra
bir ateş yatağı
bir mevsim uçurtmasına
şaşırmıyorum
karanlık bir yer biçiyor
aralıklarımızdan
bahçe olduğumuz günler geçiyor
sen kuşlarla haberli
duruyorsun yokluğunda
akan başka bir şey doğrulduğumda
bu sarsılan ben değilim
bulutlar kurtarmıyor artık
gökyüzü daha da ötede biliyorum
keşke bir menekşeyi tutuyor olsaydım
yamaçlar boyunca
ama bir çiçek görmekten ölesiye korkuyorum
içimde direnen bir ciğer var
kül ve çocuk yüzleri arasında
bütün gayretim
yenilip düşüyor toprağa
canlanıp yürüyor sonra
bir ateş yatağı
bir mevsim uçurtmasına
şaşırmıyorum
karanlık bir yer biçiyor
aralıklarımızdan
bahçe olduğumuz günler geçiyor
sen kuşlarla haberli
duruyorsun yokluğunda
***
GELİŞİ GÜZEL
artık kanım serin bir nehir kıyısında
akıyor elmaların gölgesine karşı
dilimin kıvranışında adının bütün renkleri
gezdirmekten usanmıyorum
çünkü çiçeklerden birini seçmemiz gerekirdi
sorulduğunda varlığının sıcaklığı bizden
bu yüzden güldük sabahının gelişine
yıkarken kollarımızı nehir kıyıları
her şey bir dağ oldu yeryüzünde
dayandığın her şey yıkıldı aydınlığına
geceye doğru seslenen kadınlar
karanlıkta bir bahçe buldular
seni sevmekten ne akşamlar çıkardı
bu yaralı dünya bu korkusuzluk seli
***
SABAHIN ŞİİRİ
Zor günlere geldik. bir dereyi besleyen pınarlara bakarken. o derenin dibinde güneşe karşı salınan yosunlara bakarken. içimizle yosunlar arasında dehşetli bir uyum oluşurken.
sıcaklarda çokça duran ve bedenini yoklayan adamlar oluyor, kadınlar oluyor.
sorgusuz yaklaşıyorlar birbirlerine, serin evlerde kararmış gözlerini
açıyorlar.
biliyorum, şapkasını çıkarıp göğe doğru bakanlara benziyor bu akşama
doluşmalarımız. öyle tertemiz sürahilerden öyle ışıl ışıl bardaklara akan
biziz.
böyle zamanlarda bir çiçeğimiz olsun istiyorum. ay ışığında ne yapacağını
bilemez, şaşkın bir çiçeğimiz olsun, küçük konuşmalarımız için.
sokaktan geçerken tükenmiş emekleriyle genç genç adamlar, kapının kulağında
simsiyah elleri, ekmekle sularlar hani yaşanan her yeri.
beyaz elleriyle karıları, ceplerine dolan çocuklarla oynar ve yemeği
karıştırırlar. çok karanlık bir kadifeyi almayıp beğenir gibi.
çünkü günün son ışığında pırıldayan atlar başlamıştır yukarda. nefeslerinde
gezinen bir sabah var her an. geceleri çeşmelere koşan ve evin ilk sıcaklığında
huzursuz. çocuklar var.
biz.
eskimiş bir bıçağın arasındayız.
***
SABAHIN ŞİİRİ
güneşe siper ederek parmaklarını
bu koşmaklar en güzel gölgendir senin
boynundan bir elmadır geçer
bir şaşkın balıktır kokun aramızda çırpınır
azalır göğsünün ağırlığı böylece
daha ilerde
bembeyaz çamaşırlar bembeyaz evlerin sıcaklığında
bir yorgunluk kurbağasını uyandırır uykusundan
gözlerinin ağırlığını kabul eder kadın
çünkü erkek ölmüştür
akşamın bulanık eşarplarında dalgalanır acelesi
yalnız ve çok uzak bir dağdan getirilen çiçeklerin
böyle sonsuz geziyor içimi sesin
ilk gürültüsü gibi yıkılan ağaçların
ilk sabahı gibi yaşamanın
boynundan bir elmadır geçer
bir şaşkın balıktır kokun aramızda çırpınır
azalır göğsünün ağırlığı böylece
daha ilerde
bembeyaz çamaşırlar bembeyaz evlerin sıcaklığında
bir yorgunluk kurbağasını uyandırır uykusundan
gözlerinin ağırlığını kabul eder kadın
çünkü erkek ölmüştür
akşamın bulanık eşarplarında dalgalanır acelesi
yalnız ve çok uzak bir dağdan getirilen çiçeklerin
böyle sonsuz geziyor içimi sesin
ilk gürültüsü gibi yıkılan ağaçların
ilk sabahı gibi yaşamanın
***
DAĞLIKLARIM
gözlerin için
bir öğle sonu getir
aklında gümüş sarmaşıkları
kavuşmanın
ellerini sürükleyen serinlik
rüzgar hepimizden büyük
ve cesur gövdesiyle
açar omuzlarını bir meleğin
orada gözlerin için
konuş bizimle dağlardan
yeşil karanlığından
gemilerin
bizi böyle biliyorlar
kırılgan billurundan gözlerimizin
tanınmış oluyoruz
kendi toprağımızdan
kimi zaman
seni ferahlığına çağırıyor
çiçekler
aklında gümüş sarmaşıkları
kavuşmanın
ellerini sürükleyen serinlik
rüzgar hepimizden büyük
ve cesur gövdesiyle
açar omuzlarını bir meleğin
orada gözlerin için
konuş bizimle dağlardan
yeşil karanlığından
gemilerin
bizi böyle biliyorlar
kırılgan billurundan gözlerimizin
tanınmış oluyoruz
kendi toprağımızdan
kimi zaman
seni ferahlığına çağırıyor
çiçekler
***
HERŞEY OLMADAN
ölme diyebileceğim bir kalbim yok artık
peki sen neden
tırnaklarına bakıyorsun
otobüs yarıyor ağaçların
serinliğini
kuşlar gökyüzünü taşıyor
şikayetsiz
neyi dert ediyorsun
bir gözeye eğil, ıslansın
içindeki bahçe
benim geldiğim yerlere
gelmeden önce
şarkılarla açıyorum aramı
artık
büyük atlar inmiyor
yamaçlardan
akıllarına düşen damarlar
gün çiçeklerinde
ben biraz uzak kaldım
mermerlerden
soluğum hiçbir pencerenin
buğusunda yok
karanlığı daha çok
seviyorum
bir çiçeği tut boynundan
çevir kendine rengini
menekşeleri ayır
hatıramızdan
***
DURAKLARDA
uzun bir haziranda durdu kalbim
ne geriye ne de ileriye
yalnız uzun bir haziran
kanın gölgesi gibi düşen boşluklara
yürürken dikkat ettiğim
konuşurken esirgediğim
bir haziran
çünkü yaşanacak bir şey kalmadı
azaldı göğün bütün renkleri
yalnız serin örtüleri çocukların
uzun ve sapsarı bir aradır konuşmalarda
anladım bu böyle gelişecek
yokluklar için akşam evlerinde
sabah evlerinde kilitler için
hep söyleyecek bir şeyleri olacak insanın
ama ben bir haziranda durdum öylece
daldım ve çıkarmadım kalbimin yerini
akşamları dirilen bir orman var
coşkuyla dolaşan balıklar var
yükünü doğrultan bir adam gibi
gece var
sesinin incelikli bir yerinde
durdum haziranın
yalnız uzun bir haziran
kanın gölgesi gibi düşen boşluklara
yürürken dikkat ettiğim
konuşurken esirgediğim
bir haziran
çünkü yaşanacak bir şey kalmadı
azaldı göğün bütün renkleri
yalnız serin örtüleri çocukların
uzun ve sapsarı bir aradır konuşmalarda
anladım bu böyle gelişecek
yokluklar için akşam evlerinde
sabah evlerinde kilitler için
hep söyleyecek bir şeyleri olacak insanın
ama ben bir haziranda durdum öylece
daldım ve çıkarmadım kalbimin yerini
akşamları dirilen bir orman var
coşkuyla dolaşan balıklar var
yükünü doğrultan bir adam gibi
gece var
sesinin incelikli bir yerinde
durdum haziranın
***
KARANFİLLİ YAZILAR
Kim vardı elbette kapıların arkasında herkes vardı
Sessiz
bir menekşenin düşüncesini bölüşüyorlardı
Kimsenin
ilk gününü bilmediği pazarlarda gezdirilen tütsülerin içinde ve pazartesine
inanan başka günleri de ona bağlayan tacirler, süt satıcıları, eski şeyleri
alanlar, madenler içinde en çok bronzu tutanlar, tezgâhtaki balıkların temsil
edebileceği, hatırlatabileceği kadar denizi biliyorlardı yalnız. Oysa az ötede
gemilerin taşırdığı gürültüsüyle deniz, herkesi akşama teslim ediyordu.
Burayı
mide bulandırmaya elverişli bir parfüm kokusuyla böldüler. Menekşeden
habersizdiler.
Ağır
kadife bir perdeyi çekmenin hazzıyla kediler, sahipleri, bir dağ köyünün
kararan sokaklarını özleyen işçiler, yaktı tütününü geceleri örtünmenin. Bakışlarında,
kendi kanını soluyan balıklar vardı karanlıkta avlanmış. Sabırla biçiyorlardı
kumaşları, yepyeni örtüler ölçüyorlardı onlardan. Sabah, hiç kimsenin umurunda
değildi.
Ben
bir karanfil oyarak başlıyorum duvarlardan, bilekleri üşümüş kadınlardan,
ayaklarının üzerinde duran çocuklardan. Usta bir karanfil oluyor gittikçe,
geceyi üzerime çekerken bunu söylüyorum kendime, atların keskin ölümlerini
seyrederken, susuz uyanıp çeşmeleri düşünürken. Hızlı bir karanfil oluyor, anne
çocuğun düşlerine henüz eğilmeden koşup kurtarıyor dünyayı yalanlanmaktan, bir
kez daha her şey yerli yerinde duruyor. Sevinin.
Bütün
karanfillerin yolu menekşeden mi geçer,
bir
menekşe karanfile hüznüyle mi, neresiyle benzer?
***
RENK
kendi baharıyla
bu camlar boyunca saçlarının gölgesi
savrulan suların serinliği
öyle bakıyorsun
darılmış boyunlarıyla
kuşların
kalbini biliyorum
ötede bir telaş
yolumuzda budanmış
dağ ölüleriyle
daha ne kadar kalırız
bir ses duyduğumuzda
şarkılarla karışan biz
o kesik anında
işte mavi bir duvarı var
ölümün.
****
KARARSIZ BİR KUŞUN ÇIĞLIĞINDA
yeni ve ölmekten usanmış
sabah atlarının gölgesinde
sonsuz terleyen ve ileri
doğru atılan
göğsünü bir hançer gibi
gökyüzüne yakıştıran
bu korkusuz ırmak bizimdir
çünkü kedileri bir şefkat
gecesine çağırdın
güvercinlerin boynunda
siyah izler bıraktın
işte çalışan saati
bizimdir güneşin
yeryüzünün bütün
rüyalarında seğiren
o ekin tarlaları ve
gelincikler
bir ağaç gölgesinde
yürüyen
bütün ölümlüler
bilir saatin yaklaşmakta
olduğunu
ve yaşamaktan güzel
olduğunu
ama gözlerimiz çok yandı
bizim
tahmin edilemeyen kuşlar
gibi bir akşamın göğünde
süzülen ve kaybolan
hasretleri çağırdık
sofralar kapandı evler
açıldı
bizi ateşin ismiyle yaktın
korkuttun gölgesiyle
sevmenin
büyük ordusunun
elmalar, o dağınık
bahçenin ışıkları
sulardan söz ettiler
büyüyen ve daralan ırmaklardan
insanın utanmayı bıraktığı
bir anda
çocuğun kımıltısız yaprağı
böldü kalabalığın karnını
evet sen, çalılardan
doğrulan
sen evet, ağzının
kenarında morluklar
demek menekşeleri yemekten
geliyordunuz
siz açıyordunuz köpeklerin
kursağını
böylece ne güneşi
görebiliyorduk biz
ne akşamı örtebiliyordu
üstümüze
anneler öyle mi
günler gelip geçecek
biliyorsun
cevizlerin karanlığı
üzerinde bin yıllık çeşmenin
dağın en güzel çiçeği
kökünün üstünde
seyrediyor ufukta hep bir
kartal olmasını
kertenkeleyi
güneşlenmekten alıkoyamayacak
çünkü hiçbir yağmur
sonsuza kadar yağmayacak
seherin en serin vaktini
dolduruyor çocuğun uykusuzluğu
aslında kimse birşey
bilmiyor
alır gibi yaparak tavşanın
huzursuzluğunu
zaman
büyük değirmen usta
sihirbaz
verecek annenin çığlığını
dünyaya
bir kez daha
***
USUL HAVALAR
uzakta patlayan karanfilleri
ışıksız bir odada tuhaf terini
kalayı gelmiş bakırlarda serinleten
nice mutsuz gelini
sabah olmadan hiç bir şeye yeltenmeyen
nice mutsuz gelini
bir baş ağrısı gelip duruyor kapılarına
yağmurdan da hızlı yağıyorlar akşama
sonra şarkılar onlardan yana
korkular ve göçmensiz bir ilçenin gölgeleri
parmaklarını kilitleyerek büyük bir atadan kalma
kilimlere
soğuğu hapsediyorlar ciğerlerine
zambakları daha çok seviyorlar
ve hep pazartesine denk geliyor
bir şeye sevinmeleri
dağın savunmasız yerlerinde
tutuyor
bırakmıyor
baldırlarını
el sallayan bir annenin kararmış resmi
usulca benziyorlar kendilerine
ve dağı bir dumandır alıyor
göğsünde terleyen çocukla
daha bir
sarılıyorlar akşama
BEKLENEN
sen bir cam açıyorsun
daha ne olsun
ağaçlar geçiyor içimizden
böyle gökyüzünü de görmedik hiç
bir serinlik karışıyor
ateşten yapılmış gibi öylece
ağacın gölgesini bulmaya çalışan
ve geçip gittiğimiz çayırda
bekleyen kadının
yaşlı kadının
bir ara yüzünü geçmişe
dönderir gibi çok büyük bir insan
bakıyorsun başka bir pencereden
benim yüzüm başka bir yerde
ama unutulmayan hatıralar arasında
belini tutarak bir adam karşıya
ve gözlerini kısarak
elleri arkasında
sanki herşey bir deniz
bakıyor
hepimiz bakıyoruz ya
güneş öyle güzel
gezdirilen bardaklar nasıl buğulanırsa
gözlerine bir hal gelip oturuyor
bir sarmaşığı soluyor gibi
evet içine çekerek karanlığını
terkedilmiş bir evin
vererek hızla ve uzağa
buğulanıyor görmelerimiz
esmer bir kalabalıksın
nehir geldi mi bulutları da gelen
resimlersin
hiç bilmediğim yerlerinde
elimin
***
KASABA TERİ
geçmişin bakırdan heykeli
çürüyen kıvrımlarında gülüşlerin
ne söylense yetmeyen
haller gibi
konuşuyorsun
kara bulutlarla boyanmış
bir deniz seriliyor aklıma
ve orada esen rüzgarın serinliği
uzak bir yere varacak
ve oradan yüklenip yeni kimseleri
gemiler geliyor
beyaz gövdelerinde ışıldayan
balık hevesleri
sesin
uzakta patlayan bir tüfeği andıran sesin
II
alnından
henüz ıslanmış çimenlerin
o tuhaf gölgeleri
gelip geçti belki
sesinin aslanlarıyla yüzleştiğim vakit
hayır korku değil sevgilim
çeşmede kalan sıcaklığı ellerinin
yeşili bu yüzden
çok sevdim
üşüterek bir odayı
tahtadan ve karanfillerden
bizim bu yenilenen sevgimiz
her açılışında
ikindidir
kollarında çürümüş yaprakların
eskimez kokusu
bilmiyorum daha ne kadar
pembeleşen bir anda korkusuz sözlerle
yüzünü saklamakta
siyah saçlarını yalnız
hatırladığım bir kadın
o günler hep serinliğin peşindeyim
ne söylense yetmeyen
haller gibi
konuşuyorsun
kara bulutlarla boyanmış
bir deniz seriliyor aklıma
ve orada esen rüzgarın serinliği
uzak bir yere varacak
ve oradan yüklenip yeni kimseleri
gemiler geliyor
beyaz gövdelerinde ışıldayan
balık hevesleri
sesin
uzakta patlayan bir tüfeği andıran sesin
II
alnından
henüz ıslanmış çimenlerin
o tuhaf gölgeleri
gelip geçti belki
sesinin aslanlarıyla yüzleştiğim vakit
hayır korku değil sevgilim
çeşmede kalan sıcaklığı ellerinin
yeşili bu yüzden
çok sevdim
üşüterek bir odayı
tahtadan ve karanfillerden
bizim bu yenilenen sevgimiz
her açılışında
ikindidir
kollarında çürümüş yaprakların
eskimez kokusu
bilmiyorum daha ne kadar
pembeleşen bir anda korkusuz sözlerle
yüzünü saklamakta
siyah saçlarını yalnız
hatırladığım bir kadın
o günler hep serinliğin peşindeyim
III
seyrek konuşmalarından hatırladığım
bir kadın nedense geceleri
yemyeşil elleri
günün oyduğu trenlerden çok
sularla çevrili ve dağlara yaslanmış
bir kasabayı sevdi
ışıklar örtmez ölüleri
ağzında gelinciklerin acı ve kırmızı tadıyla
kokusuyla yeni uyanmış ahşabın
gerinir tavanda bekletilen cenazesi
orada günün
öyle uzun
bir uçtan uca inanmak akşam masallarına
kuşlar konar ve kalkar adamlar eve
bir çocuğun perdeyi boyayan pembesi
durur boğazlarında
yine yaşamak
güzel
seyrek konuşmalarından hatırladığım
bir kadın nedense geceleri
yemyeşil elleri
günün oyduğu trenlerden çok
sularla çevrili ve dağlara yaslanmış
bir kasabayı sevdi
ışıklar örtmez ölüleri
ağzında gelinciklerin acı ve kırmızı tadıyla
kokusuyla yeni uyanmış ahşabın
gerinir tavanda bekletilen cenazesi
orada günün
öyle uzun
bir uçtan uca inanmak akşam masallarına
kuşlar konar ve kalkar adamlar eve
bir çocuğun perdeyi boyayan pembesi
durur boğazlarında
yine yaşamak
güzel
***
CAM GÖBEKLERİNE AĞIT
bir tas sudan çıktı bunlar gerisini bilmiyorum
alüminyum bir tas, mess
prodakşın, görkemli günleri teşebbüsün
çeşmeler pirinç, evler
ağaç
henüz çocuğuz o zamanlar
taahhüt etmemişiz bir
binayı başından sonuna kimseye
betondan ve arsa
paylarından büyüteceğimizi
şefkatle
yahu bir menekşenin
kanatlarından konuşuyoruz o kadar diyeyim
yumurtadan kesilen
tavuklarla giriyoruz ikindilere
gökkuşağı göründü mü çok
keyifliyiz
dizlerimizi keserse gerçek
taşlar kesiyor gerçek odunlarla vuruyorlar
böğrümüze
ne yalandan uykusuzluklar
ne uzaktan sevişmeler
kaldırdık mı yumruğumuzu
gerçek kemiklerden geliyor
yıkılışın sesi
evet ah yıkılış evet
yenilgi
geceleri uyluklarımdan
temizlenen çelik
ovayı ciğerlerime dolduran
o güzel tatlı nehir
sonra ne oldu bilmiyorum
uzun bir harf başladı içimizde
birşeyler buyuruldu ve
kırdık sınırlarını seherin
pencere sefalarını çok
eskiden bildiğimiz bir kırmızıya değiştik
anladık ki ne güzel
zulmedebilirmişiz bizler de tutmadan bir kelebeğin kanadını
onu öldürebilirmişiz
bir tas sudan çıkacak
bunlar sonrasını biliyorum
kızıl saçlı ve
olabildiğine yabancı bir kadın söyleyecek şarkısını
bin yıl sonra bütün olup
bitenlerin gökyüzünün altında
hurmaların daldığı sulara
***
FISTIK DESTANI
En
güzeli sabahlardı. Sabah ise hep ihmal edilen bozuk bir çeşme gibi, çiyleriyle
yağardı muşambanın üzerine. Bunun adını biraz yoksulluk koyabilirdik. Biraz da
alışkanlık vardı işin içinde. Emeğinden başka yapacak ve konuşacak bir şeyi
olmayanların en büyük alışkanlığıydı fıstık sökmek. İşte, sabah çiyleriyle
yıkanan o muşamba çadırların sasımış fıstık saplarının kokusunu bile bastıran
kesif kokusuna ancak böyle katlanıyorduk. Birazdan demlenecek olan çayın ve
ortalık ışımamışken alınıp getirilmiş çarşı ekmeğinin kokusu da karışacak bu
ağır kokuya. Ve biz çocuklar, bu maceranın en güzel locasında yer tutmuş gamsız
seyirciler olarak yüzümüze işeyen şeytana söylenerek bidondan bile daha fazla
bidon kokan sularla yıkayacağız yüzlerimizi. Sofranın en güzel misafiri olan ve
gram hesabı alınmış kara zeytinin sevinciyle koşturacağız. Ama zeytin yalnız
ekmekle yenmelidir. Hatta her şey ekmekle yenmelidir bu büyüklerin de tükenmez
bir heyecanla katıldıkları güzel oyunda.
Güneş,
bayat bir simit gibi yükselip gözleri kamaştırıncaya kadar herkes uyuşukluğun
tadını çıkarmaktadır. Dünden kalan bir iki parça çepel, belki onlardan daha
kirli bir bezle yıkanırken, teklifsiz yakılan tütünün ağırlığı hepimizin aç
karnına dolmuştur çoktan. Şimdi çalışmak zamanıdır. Uzakta, kanatlarının tozunu
alan bir turacın sesi çalınır kulaklara.
Fıstık
işinin en itibarlı kısmını tırmıkçı almıştır. Büyük bir savaşın kritik
kararlarını alırcasına belirler evleklerin sıralamasını, bu sefil ordunun hangi
yöne doğru ilerleyeceğini, nerede mola verip nerede saldıracağını onun acı
kuvvetiyle giriştiği mücadele belirler. Hızlı ilerlemişse bu yıkıcı güç, bir
dut gölgesinden artçı kuvvetleri büyük bir keyifle izler. Eski zamanlar, eski
insanlar konuşulur mutlaka.
Ordunun
piyade kuvveti ifitçilerdir. Onlardır asıl hırsla sarıldıkları salkımlarda
emeğin ve terin meyvesini nasırlarıyla toplayanlar. “Güzel Ayçiçek Yağı”
tenekesini bir piyade tüfeği gibi yanlarından ayırmazlar hiç. Dolar ve boşalır
tenekeler, harman yerine götürülmek üzere. Belki yüzlerce kez anlatılmış
hikâyeler elleri işten koparmaz. Boşta kalmış bir tırmığın sapına geçirilen
birkaç fıstık sapıyla gölgelik yaparlar kendilerine.
Meydanın
en zorlu vazifesi ise yere bakanlarındır. İstenmemiş bir utancın mecburi
taşıyıcıları gibi sırayla yapılan angaryadır yere bakmak. Çünkü tırmığın
ardından fıstık kalır çünkü ifitlenen yerlerde fıstık kalır çünkü yerde hep
fıstık kalır. Küçük bir kazma ve tükenmez bir sabır gerekir onların vazifeleri
için. Eğilip kalkarak gün boyu tırmıkçının ve ifitçilerin arkalarında
bıraktıkları ölüleri toplama onların görevleridir. Evleklerin bitmesi için en
çok dua eden onlardır.
Ve
akşam yaklaşırken asıl şölen de yaklaşır biz çocuklar için. Hiçbir yaraya
derman olmayan ama o küçük savaş alanında gözlerden ıratılmadan kollanan
çocuklar, uzaktan yaklaşan traktörün homurtusuna odaklanır akşam yaklaşınca.
Çünkü birazdan 640’lık turuncu traktör ve muzaffer bir ordunun düşen şehre ilk
giren zırhlısını sürüyormuşçasına gururlu sürücüsü bir kaybolup bir görünerek
gelecek meydana. Hazırlanan fıstık sapları ve yıkanıp kurutulmuş fıstık
hararları yüklenecek traktörün naylonuna. Ve çocuklar biraz azarlanarak biraz
da sevinçlerini görmek için itilerek bindirilecek sapların üzerine.
Uzakta
usul usul ışıldayan şehir, Düldül dağının karanlığa karışan mor silüeti ve
akşam ezanı yaklaşır gittikçe. Arada bir gökyüzüne bakarlar, dünya küçük,
yaşamak güzel.
***
KIRMIZI
Baba:
Gurbet desen, bana sorsan, hep bir dağların arkasıdır derim. Öyle bildim,
ortalık ağarırken bir dağı gövdeme yaslayıp sebep bildiğimde yokluğunuza. Ama
sen nereden bileceksin küçük kızım, saçlarına zeytin ağaçlarının gölgesiz
serinliği bulaşmış kırmızı elbiseli bir akşamsın bütün uykularımda. Nereden
bileceksin, para ne memleket, kuşlar bildiğimizden daha fazla.
Kız:
Ben bu yolu sensiz döneceğim. Kapkara bir kumaşla örtüp arada yokladığım,
keskinliğini sınadığım hançer bu işte. Akşam olacak, evlerine dönen sürülerin
ve insanların uzak sesleri, belki bir tüfeğin sebepsiz patlaması, son çağrıları
annelerin, beni yaşadığıma inandıracak. Bugünün, dünyanın son günü
olmadığına.
Baba:
Bilmiyorsunuz hepinizi kuru bir çiçek gibi alıyorum ve göğsümün bu yeni
yıkanmış, özenle ütülenmiş damatlık gömleğimle birleşen bir yerlerine
sakladığımı. Sofraları da götürüyorum, sabah kahkahalarını da, özlemle iç
geçirmelerinizi de alıyorum yanıma. Sanıyorum ki hiç gülmüyorsunuz,
ağlamıyorsunuz bir defa bile, öyle kımıltısız resimler gibi kalıyorsunuz
ardımda. Ancak böyle dayanabilirim sanıyorum yokluğunuza.
Kız:
Baba,
Baba:
Tabii ki saçları altın gibi olacak, rengarenk elbiseleri de olacak yanında,
upuzun kirpikleri olacak. Ayakkabıları da var küçücük.
Kız:
Tamam, baba ama bu sefer çabuk gel.
Baba:
Sabah olur olmaz gelirim belki.
Anne:
Mektupsuz bırakma.
Rengi
belirsiz bir minibüs yaklaştı, yaklaştı, büyüdü ovanın sisli boşluğunda. Üç
kişiden birini alıp devam etti yoluna.
***
ZÜLÜF
Kırmızı
çiçeklerle süslü fistanı rüzgârda onu binlerce ağacın ve meyvenin ve çiçeklerin
süslediği bu dağ yolunda, çok da özenilmemiş bir korkuluk gibi sallıyor.
Alnının esmerliğinde erken bir gelincik gibi kınalı bir tutam zülüf ifildiyor.
Akşam
olmadan, ışıklar kısa bir süreliğine de olsa yakılıp sofraya oturulmadan
yetişmek derdinde.
Elindeki
sepetin üzeri kocaman incir yapraklarıyla örtülmüş. Ucundan, namazlığın
birbirine ulanmış renkleri görünüyor. Adımları gittikçe düzensiz, gittikçe
hafif…
Arada
bir eliyle belini tutarak, aşağıda henüz kirece bulanmış damların akşama sarkan
telaşlarını görerek gülümsüyor. Alnında kınası gelmiş bir tutam pembe zülüf.
Aşağıdan
gelen ve kendi gibi kuru, esmer bir kadınla iki dakika sohbet ediyorlar. O iki
dakikada görüşülmeyen uzun zamanların bütün hikâyeleri, büyüyen torunların
sevgileri, buçuklu verilen ineğin durumu, bütün marazlar, akrabalıklar
konuşulup bitiriliyor. Yollara devam ediliyor.
Kırmızı
çiçekli fistanının gittikçe koyu örtüsünde ne erkekliğin getirdikleri, ne
kadınlığın getirdikleri, dilinde yalnız belki dünyaya sarkan bir türkünün asla
yaşanmaz hasretleri, torunların meraklı dinleyişlerinin gülümsettiği içinin
eski bir sızısından başka. Ve onlar da Namazlığı gibi dürülüp koyulmuştur.
Ancak onun kadar bir iştir.
Elinde
yukarıdan, yayladan verilmiş yeşil bir elma var. Avucunda, ara sıra fistanının
eteğine sürterek torunun dişlerindeki ilk sesini düşünerek elmayla kalbinin
arasında bir yol açıyor. Sallanan o kupkuru eli ve yeşil elma ve eline henüz
vurulmuş kınanın kesif kokusu, yeryüzünü kanatlarını havayla doldurup
gökyüzünde durakalan büyük kuşlar gibi didikliyor, bembeyaz evlerin damlarını,
torunların kalplerini ve komşuların ve bilinmedik insanların o anlarını
dolaşıyor hep birlikte.
Alnında
kınası gelmiş, beyaza yaklaşmış pembesiyle ifildeyen bir tutam zülüf…
***
BÜYÜK YOLCULUK
Fotograf: Ahmet DUR
Uzakta sisleri kaldırıp yeniden yere indiriyor rüzgâr. Kuru fakat sıcak elinde küçücük elleri. Arada bir diz çökerek gözlerinin içine bakıp soruyor 'üşüyor musun kuzum', yok manasında başını iki yana sallıyor, kırmızı şapkasının altından sarı saçları ve kızarmış yüzüyle.
Adımlar, hışırtılı bir öğle uykusunun ortasında görülen rüyalar gibi huzurlu, sessiz, yürüyorlar.
Gittikçe bir evin beyazlığı sisler arasında.
Biri bir ağacın dallarını kesiyor, baltanın inip kalkan gürültüsünde alıp verdiği nefesi bile çok yakın.
Bir suyu geçiyorlar, bu kez kollarından tutup kaldırarak ama ayakları suya değsin oyunu da oynar gibi. Yüzüne bakıp gülümsüyor.
'Aaaanneeee, abim geldi'
Kırmızı ayakkabılarıyla sarı saçlı küçük kız koşuyor sislerin ve ağaçların arasından bir görünüp kaybolan gölgelere doğru.
Şimdi iki elinde iki küçük el, yürüyorlar her şeyin, düşüncelerin bile serin olduğu bahçede.
İlk iş, basma elbisenin ceplerini karıştırmak.
Kadınlıktan, çalışmaktan, birinin çocuğu olmaktan, birinin kadını olmaktan çoktan düşmüş, geriye yalnız anneliği ve içinden ekşi elmalar eksik olmayan sepeti ve keçilerin sırnaşık kokuları kalmış olanın elbisesinin ceplerinde pırıl pırıl ve masmavi iki küçük bilye, üstünde kuşların karşılıklı bakıştığı kırmızı bir toka ve üç tane kokulu şeker.
Kapıda bekliyorlar, başları, kesilmiş nefesinin ritminde inip kalkıyor, elleri daha sıcak.
Çok sığ sularda oynaşan balıklar gibi çıkıyorlar merdivenleri.
***
YETİMLERİN SEVDİĞİ BİR ÇİÇEK VARDIR
ne
güzel bir ölümdür seninki menekşelerden bile kendine bir mavilik çıkardın
doğruldun
eski terziler gibi elbiselerin üzerinden
gururla
baktın ışıltımıza biz korkulu ateşlerdik her an biri gelip söndürebilir
ya
da sorabilir hesabını karanlık gecelerin
ama
yetimdik de hanlarda ve uzun ağustoslarda kim olduğumuzu saklayaraktan
belki
saçlarında eski bir hatıranın denizi uğulduyordu
belki
tam da yerinde ölüyordun
yakıştırarak
göğsüne kimsenin sahip çıkamadığı bir karanfili
kırlardan
ve kuşları tembihleyen bu bahardan geriye
uğultulu
bir zaman kaldı saati biraz da bu yüzden anımsadık
geç
olmamıştı çarşambaydı
neden
mi diriydi çünkü yosunlar denizin koynunda
balıklar
sevinçliydi ağlarda sevdikleri bir pınarın serinliği
bakıyorduk
akşama bakmamız gerekti
seninle
nasıl andırabilirdik ismimizi yoksa
sana
benzeyen yanlarımızı kim bilebilirdi
***
DAĞILAN BİR AKŞAMA DOKUNAN
ister miydim ben de biliyorsun istemezdim elbet
oğlundan ayrılan bir baba
olmayı
suları korkuyla dolduran maşrapalarda
ağlardım gözüme
karanfiller kaçardı
büyüktüm tutuyordum
örneğin bir geyiğin tüylerini
sabah oluyor sanıyordum
günleri böldükçe ikindilere
sen bir yerlerdeydin
korkusuz göğsünün atıyordu içinde
hiç bilmediğim bir dönemeç
sevmediğim bir akşam
sivrisineklerin öldükçe
çoğaldığı bir mevsimdi
güzel gülüşlü kadınlar
yeni yollar yapıyordu sevilmek için
ben karanlığı daha
seviyordum kemiklerinde gecenin bir resmi
şarkıları ortasından
başlatıyorlardı aldırmadan yoksulluğa
onlar o sevgili
kaplumbağaların mevsimi
gökyüzünü itiyorlardı
sever gibi yaparak uçurumlara
tutuyorlardı elimin
ayasını bir şeyler çıkarıyorlardı
güzel bir şeyler
söylüyorlardı zamansız
kanmazdım yine de koşardı
nehir boyu sanki atlar
gözlerinde güneşin kendi
değil de biçimsiz bir resmi
sabah olurdu sonra
durmadan
***
HİÇ BİR KARANFİLE DOKUNMAMIŞLARIN GECESİ
kanar bir yerlerde biliyorsun erken söylenmiş bir sözün belki kararmış perdelerin ıslığı
elini kalbine götürmeden dur sen de herşeyi benim kadar yanlış biliyorsun
bu kuşlar mayısların lekesidir yalnız gümüş tüylerinde güneşi biriktirmek isterler
insan görülmemiş bir hevestir geçirir tırnaklarını düşen bulutlara
yine de yalnız ölür ve saçlarını kiminin hiçkimse taramamıştır ay ışıklarında
konuşurken bir ceylanı boğazlar gibi doldurur yumruklarımı hepsi ama gücenmem onlara
çeşmelerden o vakitte işçiler günün en serin sularını yudumluyordur
en güzel karpuzunu taşıyordur ellerini karanfil yaparak çocuklarını doğrultuyordur
bir güzel zamana karşı doğrultuyordur zeminin beyazladığı dağların ağardığı
bir bayrak tutar gibi sorumlu ve kaybedeceğinden emin savaşların sonunda
işte yanlış biliyoruz sen de ben de kırmızı bir koridorun aydınlığında
bu hayat geç söylenmiş ve rahatça geri alınmış bir sözdür kırmamıştır kimseyi
rahatla
***
küçük
bir suyun kenarından
saldın
beni denizlere
sımsıkı
tuttum bir demet papatyanın gölgesini elimde
sol
elimdi
hatırlıyorum
önce çok
sevdin
hevesli
bir turna uçurdun gökyüzümde
ben
kırmızısına bakmaktan
unuttum
bütün balıkların adını
yaşadım
sabahın unutulmuş suları gibi
değmeden
hiçbir güneşin uykusuna
koşturdun
o baharı
o atları
sen sürdün geceye
herşeyden
çok senin siyahındır
yakışır
ıssız körfezine yalnızlığın
herkesten
çok senin adındır
kırmızılara baktıkça
kırmızılara baktıkça
***
SİZLİ BİZLİ KELİMELER
bizler başka çarşılardayız
günaydın çiçeklere
hassaten menekşeler, bütün
mazlumların eğimidir gölgeleriniz
öyle boyunlar düşer
akşamları
başka çarşılarda
siz güneşe karşı bir
şarkıdır söylüyorsunuz
hiçbir pencerede
perdeleriniz dalgalanmıyor
çok şükür
çünkü bizimdir öğlen
uykuları
tartıları biz suya tutarız
yokluklarında
kedilerin gittiği yerleri
de biliriz
ama ekmekler ama sular hep
bizimledir
sizde bezirgan bir
kaplumbağa hevesi
yalnız sakallarınız kirli
değil
başka şeyler de var
içerinizde
görmek nasip olmasın
ilk çıtırtıda kaçıyor
sanıyorsunuz ceylanlar
ellerinizi koruduğunu
görmüyorsunuz
toza bulaşan korkunun
evet ama taşlar var
aklında güneşi doğrayan betonlar
mermer var ticari
çizgileri parmak uçlarında
hepsi bir fiyatın kabında
başka bir şeye dönüşüyor
büyük mavi dalga
açıyor kemiklerini denizin
bir vakitten başka bir
vakte dönüyor dünya
hepimiz için
süt kokan bir çocuk
yazmalı böyle şeyleri.
YAĞMURLU BİR GÜN
O yağmurlu günün örttüğü bir şey var hayatımızda. Hiç kaldırmak istemedik örtüsünü ikimiz de. Çamların kokusu sızdı yalnız, çamaşırlarını toplayan bir kadının telaşı, evine daha da sokulanların ve mutfağı kaynayan demliğin uğultusuyla dolduranların, okulun penceresinden birazdan ıslanacağı yağmurdan çok annesinin evde olup olmadığını düşünen çocukların telaşı.
Yarı uyanır gibi uykulardan ve
kopar gibi bir anda ruhumuzu yakalayan özlemlerden o günü gömdük azar azar.
Çünkü istemedim hiç tükensin o
karanlık, onu kaldırmaya yetmeyen üç beş ev ışığı, üç beş dağ köyü kıpırtısı.
Biz yine de mutluluk demeyelim
buna. Belki huzur. Herkesle aynı şeyi yapabilmenin, aynı şeyle endişelenmenin
küçük huzuru. Yoksa akıyoruz biliyorsun birbirimizin etrafından büyük ormanlar
gibi. Her birimizin ağaçları, kuşları, hayvanları, leşleri ve geceleri
farklıdır. Evet, geceleri bir tren homurtusu böler benim ormanımın uykusunu,
kuşlar şaşkın sokulur birbirlerine, çok yağmur yağar, çok çiy düşer
bitkilerime.
Gündüzleri uyur benim ormanım,
ikindilerde kımıldar ateşli bir huzursuzluktur öğle vakitleri. Ama en çok
geceyi severim ben. O trenin uzaktan demir gövdesiyle cebine doldurup getirdiği
kısacık rüzgar yeter nefes almama. Bir kaç tedirgin kımıltı, dağı ve onun
göğsünde dalgalanan köy ışıklarını görünce geçer. Başlar uykunun özgür
senfonisi yeniden, gerçek bir rüzgar gelir demirin rüzgarının yerine. Herkes ve
her şey, sabahın olacağından emin, toprağa yerleşir.
Zaman korkusuz bir aynadır
bizlere. Şiire karışan bütün sözlerimizi onunla ayırırız birbirinden. Mutfakta
eriyen buharını çaydanlıkların, unutulmuş bir elmanın son kokularını onunla
getiririz yeryüzüne. Ondan sonra adı sönmek olur, yirmi beş saniye sonra
çocuğun muhtaç ağlamaları olur, bir daha bu kadar çok almayalım kararının
sebebi olur. Elmanın şiirle bağını böylece koparırız.
Ama her zaman böyle usta değiliz
kılıçlarımızla. Kanla birlikte yere düşen bir çiçeğin gürültüsü çözer
dizlerimizin bağını. Bir mezarın taze ağırlığına yürütecek gemilerimiz yoktur.
Sevmeyi hiç düşünmeyiz.
Yağmurun diyorum, çam ağaçlarının
kokusunu daha da ağırlaştıran ve günü kadife perdeler gibi örten yağmurun hiç
konuşmayacağız getirdiklerinden. Ellerimizde var sayılmış telaşı kalacak yalnız
bütün bunlardan habersiz dip balıklarının.
***
GÜN IŞIĞINDA OLANLAR
birgün,
ıslak bir karanfilin herşeyi yakıp geçtiği birgün
parkın o büyük ve güneşli ölümüne
hep birlikte üzüldük
kimse geri kalmadı hayıflanmaktan
ve kavgayı hep kendilerinden başlatan ağaçlar
orada yitirdi rüzgarın güzelliğini
o anda bir köyü kuşatan
bütün tarlalar
ve akşam rüyaları
devam etti yaşamaya
çeşmenin aydınlığındaydık
ve ölüyordu parklar meydanlar
kimse bağırmıyordu
karanfiller için
insan
bunu hakediyordu
***
YANAN OCAK
“Ocağın yana çocuk” demişti, o soğuk mu soğuk şubat günü, ocağın başında, darı bazlamasını çevirirken çarpıp un kabını devirdiğimde ninem. “Asıl senin yansın ocağın karı!” dedim ben de kızgınlıkla, gülüverdi. Nasıl gücenmiştim, evimizi, annem, babam, kardeşim hepimiz yanalım ölelim mi yani; nasıl ister bunu bir un kabı devrildi diye…
O sene, kıştan
kıyametten Düldül’ü göremedik günlerce. Kar, şehre indi ve bilmem filan köye
kurtlar inmiş, gören kadın zor kurtarmış canını, çocuğun birini parçalayacakken
babası çifteyle vurmuş birini kurtların, diye hikâyeler anlatıldı. Öyle
korktuk, ya buraya da gelirlerse, biz portakal alalım derken akşam bahçeden bir
kurt üzerimize atlayıp boğazlayıverirse ve kimseler duymazsa öldüğümüzü,
annemiz ağlarsa…
Sabahın
köründe, inekleri yemleyip gelen ninem, ortalık ışımamışken, sabah namazının
ardından yaptığı mercimek çorbasını içmemiz için çağırırdı soğuğun elleri
kestiği günlerde. Kızgın için ha, ekmek uflayın ha derdi, sanki çorbayla eriyen
tahta kaşıkla oyalandıkça biz. Kokusuyla insan doyuran dua çorbasıydı mahlıta
çorbası ninemin.
Günlerce
kızdım ona yine de. Ocağın yansın dedi bana. Onun, sürekli mırıldanan dilinden
düşürmediği İsmin Sahibi öğretilmişti hepimize, O’nun uluların dileklerini
yerine getirmeyi ne çok sevdiği öğretilmişti çünkü.
Anneme
söyledim dayanamayıp artık. Anne, ateşe filan dikkat et, soba sönsün iyice.
“Oğlum ne oldu da dertlendin bunlara” diyerek güldü annem. “Ninem, ocağın
yansın çocuk dedi bana, ilendi” dedim anneme.
Öyle çok güldü
ki. Bir ulunun ilencinden korkmamasına hayret ettim önce. Sonra oğlum dedi
annem, ocağın yansın demek, ocağın ışısın, hep mutlu, bolluk içinde yaşayasın
demektir. Nasıl dedim ocak yanarsa nasıl yaşarım orada? Ocak yanar ki yemek
pişer, yanar ki sığınırsın kötülükten kendi ocağına dedi annem.
Koştum ninemin
yanına, kuşluk duasını toplamaktan kalkan nineme “karıııı diye bağırdım
kocakarıııı ocağın yansın senin de yansın ki içelim çorbalarınıııı!”
Kuru yapraklar
gibi avuçlarının arasına alıp yüzümü, mırıldanmaya devam etti gülerek.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder