Usta katiller, saksıda büyüyen acı...
Ne umurumdadır yaşamak
Ne umurumdadır yaşamak
Ne de kulakların çınlaması...
Böğrümdeki acıyı bohça edip yollara düştüm...
Yol üstü karanlık ruh bahçelerinden geçtim...
Bedenimdeki soğuk ısırmaları,
Sessiz usta katilleri idam ettim akasya ağaçlarında.
Kimse görmeden kaçtım,
Koştum, susadım, terledim…
Bulmuştu uğrak bir hastalık
Kan ter bir koşuda içimdeki deli tayları…
Ciğerlerimi öksürdüm ellerime,
Katillerime seslendim, sustum.
Şeytanlarla yoldaşlık etmesini öğrendim,
Kırbalarıma doldurup yenilgilerimi,
Kör kuyulara atıldım.
Günüm akşam oldu
Ürkütse de karanlık sokakları arka mahallenin,
Tahta darabalı dükkânlar önünde ateşler yaktım
Ve bildim bir intikamın acısını
İçimden akan lav dolu ırmaklar vadileri ateşe verse
de…
Bahar yağmuru iri gözleri serinletir sevgilinin…
***
NEFSİM'E
Şaşkın bir hüzün ağacı açar içimde
Ölüm tarlalarına gökten kar ekilirken…
Böğrümde kan… İçimde kin nemlenir…
Cehennem tasvirleri akseder gözlerimde
Bir hemze sessizlik…
Ve gürlek bir nara ardından: Sanır mısın ki.
Zarif, kırılgan bir ateştir sair intikam;
Zamanın hitamesinde esrik bir nârda mı yalnızlık.
Yoksa hutamede bir inkârda mı sana olan intikam.
Evet belki yüzüstü sürünecek nefsimin kelimeleri…
Lakin sakar bir ateşin sıcağında solarken intikam…
Kendimi bulmadan ölmeyeceğim…
MİR'AT
"etme mir'atı şikeste
seni yüz surete kor"
Kalbimde kinimi ayna gibi taşıyorum
İçimde bir yorgun hırsız
Zorlanır buzullar ülkesinin kapısı
Bir damla kor düşer suya
Öfke denilen ağaç alevlenir
Ateş donar, su söner…
Cam kristalleşir aynada
Aynada nişangâhlanır tecelli
Hakikate mahallenir lütuf
İmkânın sureti mümkünleşir
Hakkı alemde seyre başlar aşk.
Öfke denilen ağaç hızarlanır
Kinim sırlanır aynamda
Açılır buzullar ülkesinin sarayını kapısı…
***
HALİMDİR II
Büyüseydim kin olacaktım büyüseydim öfke,
Yaşasaydım bir olacaktım yaşasaydım can,
Koşacaktım daha, yeşerecek büyüyecektim bir alakdan
Vurulmasaydım en ince yerimden, insanlığımdan
Bir sabahın gergefli duvarında şeytana dost Müslümandan!
Belli ki ilişemezdi yılanı çıyanı bana,
Gergefine dokunsaydı Hamza gibi iman
Bilinir ki sökemezdi kalbimi, elleri Ehli salibin
Kuşanılsaydı şecaati Abdullah İbn-i Zübeyir’in
Ölüme tabutsuzum, ölüme kefensiz.
Kim bilir yaşasaydım belki benimde olurdu evladım,
Bulaşırdı belki de aşk denilen hastalıkta bana,
Bulaşsaydı hayat denilen, kin olacaktı bulaşsa öfke.
Ahıskalı
24/08/2017
***
TÖVBE
İşte resim;
Kayıp manalar ülkesinde
Baba evinin eski, isli duvarlarında tenzihi bir karanlık
Homurtular ve inlemelerle dolu bir oda
Anlaşılamayan kelimeler ve mezar taşları
Alaca karanlık tövbe seansları ve ölüm…
Şeytanıma bulanık sularda abdest aldırıyorum
Bir köşesinde şu ıssız odanın,
Ölüme meyillendirilmiş kara beton üzerinde
Kaç kez oysa söz vermiştim, içime zehrimi akıtıp
Teorilerle izahı olmayan günahlardan
Her dem, zifir bir gece gibi o balçık simalara çökünce
İçimde darağacında bir bebek belleniyor
Ağzı burnu öldüresiye kapalı
Ruh, sızacağı bir boşluk bulsa ölecek
Lakin bir nadan lahza yok ki katillerin takibinden velhasıl-ı kelam.
Süleyman mı öldü, çürüdü mü Belkız…
***
KAÇIŞ
Ben ölüm fermanımı çoktan imzaladım...
İlaçlar fayda etmiyor bilirim kendimden...
Nefes almak ölümle alakalı ama yaşamak bambaşka
...gidecek bir yerim kalacak bir lahza gölgelik yok...
Sahra her yanım...
Ne umurumda ha ölmüşüm ha kalmışım...
Bulamıyorum yolumu,
Sen Söyle ne yapayım?
Ağacı dâr, ömrü sehpa, kendimi cellat edip,
İlmeklenmiş bir düşe urgan mı yağlayayım.
Mahpusluk ne zormuş!
Cesette sıkışık kalan ruhla
Göğsünü açsalar çıkarsalar uç deseler nere gidilir ki ?
Ne idüğü yaşanmamış diyarlarda.
Kanadı olmayana vurmazlar mı çırpılarla.
Mahpuslukta öğretmezlerdi yolunu.
Bir kuytuda ansızın bulur ya bir hayvan soluğu.
Kıyarlar azizim yaşatmazlar
masumu
***
ŞAİR ATIŞMASI
Şair atışması bilmem kaç /yazanda oynayanda benim/ çekilmez oldu buralar
… İçimi sana akıtan bir şey var aklımda, olsun yine de sen
zincire vur iştiyakımı
Susuz bırak beni
-/- Gelmezsin bayım, mesela bayırdan sonra,
Susuz bıraksam sen yağmurları
toplarsın göğsünden gene de minnet etmen göğümden
…Vay arkadaş illa sür toprağımı ek buğdayını diyorsun
Kırbaçla kara toprağı sabanla, lakin ekme
bir damla şehvet meyvesi
Göğümden yağmur topla lakin sunaklarda
sunma lilite kurban diye ruhumu
Şehvet denilen karakeçiyi öldür at,
Yuvarla sabır denilen uçurumdan lakin
ısırma yasak meyvemden
-/- Tırnaklamadan koyamazsın meyvelerini toprağıma.
Bir su bir pençe ister çırakların
tohumlarına
Ben bir balçığın kurumuş yüzüyüm
Simamda gizli sularının olukları var
Kanarcasına içeceğin pınarların
çoraklarımda saklı.
Avuçla ey şair yar topraklarımı ki
senden fışkırsın yüreğimin adına akan suları.
Ben bir balçığın kurumuş yüzüyüm
Çizgilerim yollarına çoraklanır
Kuruduysam, Akmadığındandır
Bendini yık avuçla toprakla beni ey
şair
…ellerimi kapıp koparacak sanki kuytularında bir eşkıya
Ellerim kuru toprağı savursun simalara
Kurşun bir kalem sivrilirken bıçak bileğime
saplansın
Belki düşen o kandamlası yeşertir toprağını
Dar ağaçlarım çiçeklenir belki gökyüzünden
uzak durursam…
***SES
Dikenli telleri geçselerdi mayınlara kaptıracaklardı umutları.
Aksak bir düş olacak topallayacaktı yarınları.
Anaya gözyaşı, mahalleye dertti sevda kapı
Geçmediler !
O yüzden ne mayınlanmış umutları,
Ne topal yarınları oldu.
Ne ana ağladı ne mahalle ne de dikenli telli bahçe.
Dinle ey sende be adam diyen
Bir neslin halidir bu;
Bir güvercin gerdanlığına dizilmiş çocuklarız biz...
Bombalanmış hayallerimiz…
Ne oyun kalmış ne de önünden kuşlar geçen pencere…
Hissiz bir dünyanın evladıyız biz...
Kendimize ait bir anımız yok...
Hepsi bir hayaldi, yüklendi kervan geçti gitti.
Amansız bir hastalığa yakalanmış ruh çürüyüp durmada...
Kötü kokular yayılıyor sarhoş bedenlerden...
Ne mutluluğu ne yaşama kaygısı, ne başka bir şey.
***
YAŞAMA İNADI
Bilmiyorum!
Lügatte yokluk kelimesinin karşılığıyım ben
Şimdi işte şu hain köşe başında,
Göğüs kafesim akşamcı bir sancı...
Ölüm sıkacak sanma göğüs kafesimdeki kuşu...
Hoş kaç zamandır mihrap önünde dillendiririm ölüm isteğimi...
Kastım yaşamaktı,
Lakin soluk soluğa bir katil peşimde,
Hayal perde, hayat bir oyun,
Darağaçlarıda yeşerir elbet bereketli topraklarda,
Yağlı urganları ateşe verse, sehpadan inse ya insan...
Öldürse ya ölümü zahiren, doğursa ya yeniden hayatı…
***
ÖMÜRLÜK ŞİİR
Eşime
Yeşerirken
göğsümde üzerine yemin edilen meyveler
Gözlerinde
çağlayanlar coşar sevgilim…
Buğday
tarlaları misali ellerinden derilirken bereket
Çorak
topraklar gülşene döner sevgilim…
Senin
için günler saatler, anlar sakladım sevgilim…
Acılar,
sevinçler, mükedder nazarlar barındıran içinde
Sana
mavi göğü sürüp, gök ekinler ektim sevgilim…
Meyvesi
kızıl nar, mayhoş elma,
altın başaklar.
Ömürlük
fidanlar diktim gönül coğrafyama sevgilim…
Kutlu
doğumda Sare hatun dinginliğinde, Elif dikliğinde.
Ateşin
yakamadığı buzdan saraylar inşaa eyledim sevgilim…
Mamur
ettiğim suya hasret çorak bozkırıma…
***
SUSKUN DELİ BIÇAKTIR KELİMELER CEBİMDE
Kızım'a
...bu sana yazılacak kitabın ilk sözüdür
Ben yeni yeni dilleniyorum Sare
Suskun deli bıçaktır kelimeler cebimde
Ey cennetin coşkun ırmaklarından kopup, semadan
süzülerek,
Gönül ülkemin çorak topraklarını bereketlendiren su damlası...
Cennetin solgun renkleri
Altın renkli ırmak,
Endülüs ve raksı endam,
Sütunlar denizinde bir kadın…
Seni sevmek ancak bana yakışır,
Ağır bir sevgi işçisi gibi.
Göğün beyaz atları ve rüzgârı eğiten turnalar...
Kumral gökyüzü ve menekşe rengi deniz….
İçimde avgın nehirler…
Bir Elif süresince şehadet...
Kirpiklerin ey Sevgili beni tek hayat bağlamaya kadir olan…
***
KIYAMET SENFONİSİ
Kıyameti bekler
haldeyim...
Nefsimde tüm alametler
zuhur etmişken
Vadeliden zamana sekeratta
ruhum…
Gözlerin dehşetle
açılacağı günün haberi gelmişken
Taşlanası tüm insanlığım!
Taşlansa ya!
Ezilse tüm lekeli başlar,
damarlardan aksa şeytan,
Temizlenir mi insan…
Öldürülür mü
tanrılaştırılan şeytan…
Ah ahir zaman…
'vakit dar ayaz da öldü mü
o 'zaman'…
Artık doğduğu yerden mi
batıyor Gün'es..
Zuhur etmedi mi büyük
ateş?
Ölmedi mi ey nefs, deccal
denen leş...
Ah ömrümün kıyameti!
Ne zaman?
Gergin biri ipin ucunda,
kutsal şehirlere girişim.
Dayanamıyorum huzura
ermiyor ruhum.
Sanki kalbim Allah'ı
anmaktan mahrum.
Farkındayım, dirilmek için
var ölüm!
***
UZAK MÜLAHAZALAR –IV-
Mustafa Günalan’a sevgilerle
Uzak ; hiç gitmediğimiz ama her gün acısını içinde hissettiğimiz bir coğrafyadır bizim için… Kıbledir, Selahattin’dir… Serilirken ölüm bir seccade gibi önümüze alnımızın secdeye vardığı yerdir bize uzak…Şairin dediği gibi kendi ücralarına bile uzak olan bizler için uzak ne kadar ulaşılmaz olabilirki…
Kör kedi,
Gün ortasında ağıla dalan aç kurt,
Akbaranin gözyaşları ve yalnızlığımız...
Molozlar denizinde gözü yaşlı annem
Bir ağıtın kaptanlığında Gazze...
Gün ortasında ağıla dalan aç kurt,
Akbaranin gözyaşları ve yalnızlığımız...
Molozlar denizinde gözü yaşlı annem
Bir ağıtın kaptanlığında Gazze...
Ölüme gülümseyen bebekler
Ölümlü doğan bebekler
Susuz gasiller...
Ömer’e nispet gömülen kız çocukları
Ölümlü doğan bebekler
Susuz gasiller...
Ömer’e nispet gömülen kız çocukları
Firenk salgınına tutulmuş
kıblesi şaşmışlar…
Uzak şairleri tanıdık
şiir… mevzu olan şairin mevzu olan mısraları
“Uzak nedir?
Kendinin bile ücrasında yaşayan benim için
gidecek yer ne kadar uzak olabilir? “
Kendinin bile ücrasında yaşayan benim için
gidecek yer ne kadar uzak olabilir? “
***
UZAK MÜLAHAZALAR III
...insan bildiğiyle tahakküm eder ama onun muhayyilatının dışında çok daha büyük bir evren vardır... Kader ve kaza düzleminde zamanın ve mekânın çizdiği parabollerin kesişiminden arda kalan muhayyile bir dünyanın sınırlarıdır uzak…
UZAK MÜLAHAZALAR III
...insan bildiğiyle tahakküm eder ama onun muhayyilatının dışında çok daha büyük bir evren vardır... Kader ve kaza düzleminde zamanın ve mekânın çizdiği parabollerin kesişiminden arda kalan muhayyile bir dünyanın sınırlarıdır uzak…
Yetiş ey karanlık,
Çirkinlerin merhametli anası.
Arza istiva etse ya merhamet,
Silse tüm lekeleri karalar.
Sıddık yar gece olsa
Refakatte tek bir ışık
Ümmeti Muhammed’e,
Nurdan ve ateşten müteşekkil,
Ölümden münezzeh bir ruhla...
Çirkinlerin merhametli anası.
Arza istiva etse ya merhamet,
Silse tüm lekeleri karalar.
Sıddık yar gece olsa
Refakatte tek bir ışık
Ümmeti Muhammed’e,
Nurdan ve ateşten müteşekkil,
Ölümden münezzeh bir ruhla...
UZAK MÜLAHAZALAR -II-
Yokluk zeminin üzerine varlık çizgileriyle çizilmiş araf denilen çemberin tam ortasında, ne yokluğumdan vazgeçip varlığa yönelebiliyorum ne de varlık duvarını atlayıp yok olabiliyorum...
Hadi
hayırlısı...
Mavi
gökler açtı ülkemin sonsuz ufkuna… Ve yine uzak bir düşünce aklımda… İşte uzak
odur ki; Bir şairin mısrasında hayal edilen ama gerçekte yaşanılan insicamdır.
Kim bilebilir ki uzağın aslında var olan bir dünyaya yolculuk olmadığını…
“Hayat
bir ölümdür aşk bir uçurum
Ben
geldim geleli açmadı gökler”
***
UZAK MÜLAHAZALAR -1-
UZAK MÜLAHAZALAR -1-
Birazdan güneş doğacak ve ben gece boyunca biriktirdiğim kelimelerimle tarifsiz acılarımı kefenleyip defnetmek üzereyim. “Mavi gökler hâlâ orda mı ?” diye sesleneceğim belki de. Zemheri ayazında güne serilmiş bozkırının ortasında hırçın sazaklara emanet kar taneleri gibi uzaklara savrulurken ruhum beden kuyusunda; uzaklarda, bahar sevgilinin boynunda gümüş yaprak gibi neşve buluyordur belki de kim bilir!
Nedir
uzak?
Uzak
bir kız çocuğunun ayalarında harelenen sevginin menekşe gözlerde demlenmesidir…
Kim
bilir belki de uzak bir çınar yaprağına çıkınlanmış göynümün bir kış dönümünde
sevgilinin ellerinde göğsüm semasına serilmesidir uzak…
...Gün
Sazak Göktürk
/
Şimdi derin bir nefes çek ve hayallerinin ufukta kaybolmasına izle... Rahat bırakmıyor
karamsar düşünceler…
… Bedenin
ruhuna dar geliyor ondandır bu inceden sızan efkâr kelimelerine...
/
Talihsiz birisiyim, umutsuz düşüncelerim karaya oturdu ve düşleyen bütün
hücreler de gemiyi terk etti.
...Geminin
karaya oturması aşk denizlerinin suyunun, kalbindeki hardan kurumasındandır...
Ümitsizlik aşk gemilerinin kaptanlarına yaraşmaz bilesin...
/
Sevgili beklenti! Ufuktaki mutluluk! Seni şimdikinden daha fazla sevebileceğimi
zannetmiyorum çünkü sen her şeyi kapsıyorsun.
/
Seni bilemiyorum, ama ben kabullenemediğim bir hayata alt yazı olmaya
çalışıyorum...
...Altını
çizmeye çalışıyorsun alt yazının sadece... Alt yazı olmaya değil, ölüme düşen
dipnotlar, kelimeler başka bir şey değil...
/
biliyormuşsun uçurtmayım ben; derme çatma hayallere gerili, bir çocuğun düşsel
oyunuyum ben; şimdi uçsam ne fark eder, düşsem ne fark eder.
/
Ağır bir geceden, ağır bir aşk... Zamanla yavaşlatılmış dört bin nal…
…Asılmış
beden de askıda kalan teşkilat…
Gece
uzun ve ağır, bizde sizofrenik düşsel avuntularin rüzgarı da bitmez .. Bana
eyvallah iki gözüm.
ŞAİR ATIŞMASI - III
... Gün Sazak Göktürk
/ Faruk Ceren
...
hava zaten sıcak peşimde kiralık katiller bir de gözlerin:
Beni
ancak morg istiap eder...
/
Teneşir kokan ellerin soğuktur şimdi…
… minaret
önlerinde duaya beklenir sevgili...
/sıcak
elleri semaya uzansın diye...
/
Ve dilinde bir kelam " Beni affet yarabbi verdiğin canı aldım"
… seninki
düpedüz bir intihar duyurusu hafız... Gel etme... Her şey güzel olacak, bir
filmdi bu galiba. Sen bilirsin güzel sonla bitenlerinden...
/Koca
bir yalan! Geç kalınmış bir hayatta, ahiret müjdesi bekleyen bedenleriz sadece
...her
sokak ölüme çıkıyor bu gece mahallende... Gözü dönmüş cellâtlar gibi keskin
kılıcın...
/
Ağır bir gece… Giyotinim cebimde. Cellâdım suskun. Ben ölümü düşlerken o
ölenleri düşünmekte.
...benimkisi
bir hayal: Serin bir yaz gecesinde sevgilinin kollarında küçük ölümü tatmak... Cellâtlarım
haset içinde... Bıçak gibi acıyı kesen aşk’tır giyotin...
/
Onun hayatının içine meteorlar, geçmişini aydınlatan meşaleler ve huzursuzluklar
fırlatmak istemiyorum. Ama yine de seviyorum. Yapamıyorum.
..."O"
sadece bir zamirdir... Zamirlere özne olma hakkını veren fiillerdir. Sevgi
sarayının kapısını çalan her kim ise özne odur...
/
Sevgilinin ihtiras kokan kollarında biriktirdiğim kelimeler vardı; aşk gibi,
özlem gibi, ruh gibi.
/
Gizli öznem; eyvallah Hafız ..
…Tüm
salalar kelimelerden oluşur "O"da bir kelimeden ibaret... Bir müezzin
bul sırma cepkenli yeşim başörtülü, teslim et kelimeleri, sana en güzel salayı
okusun...
/
Katiller sala okumaz ve intihar edenlerin cenaze namazı kılınmaz…
***
ŞAİR ATIŞMASI II
* Yine rahat durmuyor.
Ruhumun izbe gettolarında kelimelerim metruk bir isyanda... Kan sıçrayacak
ruhumun beyazlığına... Kimiz lan biz size göre... Hadi sıkıysa en ateşli aşk
deyip beslediğiniz köpeğinizi salın... Geri dönersem sözümden namerdim...
/Kimiz lan biz size göre!
Üç beş harfi yakıp küllerinden ateşi doğurtan aşk cambazı mıyız biz? Bakmayı
bırakın görmeyi deneyin lan bizi!
* Paranın
kör ettiği gözlerinizi dolduran topraktan kül ve mürekkep insanız biz... Ruhun
aşk denkleminde sonsuza açılan kıyılarız biz... Madem cesursunuz hadi doldurun
göz çukurlarınızı bizle...
/Madem cesursunuz
hadi altın kaplı kınından çıkarın kılıcınızı ve aşk dışında bildiğiniz tüm
duygularınızı kanatın söküp atın. Susmayın lan ekin bizi tüm hücrelerinize.
*Şairler ki kendi
duygularına kiralık katiller tutacak değil... Madem bu topraklar sizin hadi
yıkın lan bu olanca mabedi zira beş vakit Aşk dillenir bu minaretlerden! Duymuyor
musunuz? Hem dilsiz hem sağırsınız lan siz...
/Kör olduğunuzda
biliriz lan biz sizi, yoksa bir ruhun yanışını görmemiş olamazsınız. Kokusunu
damı alamadınız ateşini demi hissedemediniz. Duymayın öyleyse Sûra üflenirkende
sağır kalacaksınız lan siz.
* Siz ne kadar
duymamak görmemek hissetmemek isteseniz de, ister istemez karşınıza çıkacak kaçtıklarınız...
rûz-i mahşerdedemi görmezden geleceksiniz lan...
/Değil Üç maymunu beş
yüz öküzü oynasanız da bizi görecek bileceksiniz lan!
* Korkmayın... Neden
korkuyorsunuz? Hani altı üstü bir kuru sevdaydı bizimkisi? Unuttunuz galiba lan
bizim sevince cehennem kesildiğimizi...
***
ŞAİR ATIŞMISI I
/Biz doğumla ölüm arasında bir sigara içimlik sevmedik mi yâri .. Ciğerimiz yana yana ..
* Kan ter içinde kala kala... nefes nefese bir şevval gecesinde... nasıl sevdiysek katran sıçramış kalbimden ciğerime... Ölüyorum ey şair!
/Sürçü lisan eder nikotin kokan yürek. Bir giyotin aralığına bırak kendini sökerse o söker iz düşümü sevdamı…
* Bir celladın ellerinde ömrüm... Seyre doymaz katillerim... Dilim dönmez bir daha kalbimin tercümanlığına...
/Dilimde tümce kalmaz, kirlenerek damarlarımda dolaşan kan yüreğime erişemez. Ellerini mi çektin benden... Yoksa İnsan ölürken üşürmü ..
* Üşüyerek mi ölüyorum yoksa bir bilinç kaybı mıydı sana olan sevgim...
Oysa bilinçaltımın üstüne kadar yazmıştım…
***
ÖLÜLER ŞEHRİ
Ölüler şehrinde bir ikindi vakti
Papatyalar gibi saçılmış
hayallerim
Kan nehirlerinde kinden
köprüler
Hayaller viranelerde
hayalet
Dağlara kızıl çarşaflar
gerilir
Melekler iyi geceler
dilerken karanlığa
Hızla uzaklaşırken ufka
doğru
Yanımda bir kadın varmış
gibi…
İçimde çanlar ölümümü
ihbar eder
Akvaryum içinde ölümlü
denizler,
Duygusal balık, hırçın
köpeğe havlar…
Dillenir bebeler dilbaz
şarkılara
Kiliseler, korolar,
şarkılar, ölümlüler
Ölüler şehrinde çoktan
akşam olmuş…
Bir geç kalmışlık türküsü
dillenir…
MUŞTU
Taş beşikler, dualar..
Türbe duvarlarında
Kufi harflerle kazınan
aminler...
Kulağımda uğultular.
Sinsi, alacaklı, ölümlü,
kör kediler
İtidal ey gönül!
Günden,
İçinde güle duran domurcuklardan,
Ana rahmi denilen gül
bahçelerine
Bezm-i eles’ten süzülüp
damlayan,
Sarışın, esmer, kumral
güzellemeler
Sayıklamalar hezeyanlar
Bir kenara atılmalar
Heybede haykırışlar
Zafer sonrası getirilen
tekbirler
Yusuf’la başlayan
hikâyeler
Mızraklı ilmihalli duha
vakitlerinden
Yüzyıllar ötesine yazılan
pulsuz mektuplar
Bir gece vakti sözleşmeler
Kelb kabilesinin koyunları
Ebu Hureyye’ler ve
peygamber kedileri…
***
SELAM OLSUN
Bir deprem ardında yığınlarca sevgi
Bir anlık acı
İçimdeki yitik acı sana
selam olsun...
İçimde bir negrofilinin
ayak sesleri...
İçimde olana da, ölene de
selam olsun...
Cinnet getirmenin
kapılarında
Cumaya gittim döneceğim
yazıları
Bir canlı yaşamak için bir
ölüyü yerken...
Ölene de yaşayana da selam
olsun...
Salaya, göğe değen
çocuklara,
Cumaya ve ölüme selam
olsun...
Otuz beşinde bir kadın,
Bir elinde ölüm bir elinde
sema...
Ölüme ve semaya selam
olsun...
Bir Gün’e ve ölüme daha
uyandım...
Serinlikte yeni bir ölüme
uyandıran acıya
Ve yeni ölüme selam
olsun...
Ey sevgili doğur beni
Ve sağ göğsünle emzir...
Öldürene de, emzirene de
selam olsun...
***
GEÇTİM
Geçtim ademiyetten, bir lahza nefes,
Bir siyahi kölelikte
kaht-i rical yeter
Geçtim çölde Yesrib’ten,
Medine’den,
Bir kurak iklimde Anadolu
yeter.
Geçtim Bedir’den halef
aslanlardan
Bir kapıda kıtmir yeter.
Geçtim üveyslerden,
tahirlerden
Kıraata durmuş
şehadetlerden,
Bir garip derviş yeter
Geçtim bağrımdaki hicran
okundan,
Sırtımdaki kardeş
hançerinden,
Bir yalan gülümseme yeter.
Geçtim tahtı revandan
Bir katre ölüm yeter...
Hande-i camda bir renk
kızıl yeter...
***
BENZİN İÇİRİLEN GENÇLİĞİM
Sosyal Türkiye,
Yaşasın devinim ve Ağdere
ekmek fırını…
Figüratif sanatlar,
abdestli soytarılar…
Ekmeğin çarptığı lanetli
söylentiler…
Şeytanla yapılmış
antlaşmalar…
Fahişelik sözlükte bir
kelime…
Şeref mi? Haşa, ekmekten
daha önemli…
Fakat hangisi doyurur
seni…
Ekmek mi yoksa ekmeğin
bandırıldığı kan mı?
Yeryüzü sofraları…
Şarapla, aşkla, kadınla
açılan iftarlar…
Gazayla yoğrulan topraklar
Ölümler, mülteci oruçlar,
Barutla açılan oruçlar
Benzin içirilen gençliğim…
Sahi kardeşkanı oruç bozar
mı?
İntihar eyleminde içimdeki
çiçekler…
Burada iftarda, sahurda
toplar patlar,
Orda gökyüzünde hep bir
acı çığlık.
Ya kırlangıçlarda bomba
olsa yağsa ülkeme
Sahi mermiler oruç bozar
mı?
***
SENİ UNUTTUK BİZ ÇOCUK
Kriz çıkarma özgürlüğümü istiyorum
Bir cumanın öncesinde
Faizler yükselsin
Ekmek fiyatları düşsün
ülkemde
Hey çocuk!
Ülkende uçan füzelerden ne
haber…
Geçmiş zaman olmasın…
Ölüm haberin gelip duruyor
Filistinli çocuk.
Meğer hep yalan hep
masalmış ölümlerin.
Biliyor musun?
Biz ekmeğe doyacağız
artık…
Gözü yaşlı Amerikalı
vaizler
Dededen zengin liberal
soytarılar
Siyonun bozkurtları,
Siyasetin beşiğinde
uyutulan halkım…
Biliyor musun?
Ey çocuk seni çoktan
unuttuk biz…
***
BİR TANRIÇAYA
Rahmet şehre yağmur gibi inerken ten toprağımda ekili duran kelimeler adının manası suyla depreşir ve kök salmaya başlar.
Aklımda
sen olursun tenimde adın. Su damlaları tapınaklarda yanan ateşi harladıkça
harlarken, gökyüzü kül mavisine bulanır ansızın. Evler yalnızlaşır. Şehir kâbus
gibi üzerime çöker. İnsanlar yabancılaşır yıllardır aşina olduğun yüzler
seçilmez olur dimağda. Bir ben kalırım kalabalıkta bir de hayalin. Renkler
yavaş yavaş flulaşmaya başlarken.
Sırılsıklam
bakışlar son renk kapıya yönelir, şehla bakışlar kaldırım taşlarını yoklamaya
devam ederken yalnızca yağmurun söylediği şarkılar dolanır kulakta. İsminin
manasına yakışır bereketi toprağa ulaştıran yağmurlar. Tanrıçalar eğilir
huzurunda. Parmaklarından süt emen bebekler yürümeye başlar. Kadim elife,
diklik ve esaret katarken, dağların dağ olduğunu hatırlatan yürüyüşün cesaret
katar Zümrüdüanka kuşlarına. Geceye dem vuran gözlerin güneşi ateşlerken bir
ben kalırım yaralarını dağlayan, senden yoksun yaşayan bir ben kalırım.
Renksiz
siyah beyaz filimler gibi büyürken hayallerim, tek renk tek ses kalır akılda
senden. Bir tanrıçanın Kaf dağının eteklerinde kurulu tapınağının
merdivenlerine oturmuş seni bekleyen bir ben kalırım sağanak(kırk ikindi)
yağmurun ıslatmadığı lanetli, utangaç bakışlarla kapında yaşam bağışladıklarına
seni soramayan. Her şeye merhametin dokunurda ben kalırım yoksun,
parmaklarından süzülen hayat iksirine uzaktan bakıp yutkunan.
Tüm
saatlerim durmuş sensiz işlemezken her mevsimi hazan yaşayan bir ben
kalırım.
Topraklarım
dökülen yaprakları çürütürken, benliğimin çürüdüğünden habersiz, heba eden
hayıtını bir ben kalırım kapında nadan bekleyen.
Mevsimim
hazan olsa da karın gönül ülkesini donduran bir ben kalırım. Kar yağarken
gökyüzünden ayaklarının altında eriyen. Güneş gözlerinin değmediği ve baharı
getirmediği tek iklim ben kalırım. Kaçıncı mevsimi (hazanı) yaşadığını
bilmeden seni hazan belleyen bir ben kalırım.
Seni
özleyen bir ben kalırım tapınağının merdiven basamağı. Tapınağının bakmadığın
penceresi önünde sendeleyen, dokunmağın bir taş, üzerine doğmadın bir kaide
yalnızca ben olurum yalnızlığı aşk bilerek. Gül deminde gül olmak yerine bahçıvanların
budayıp yokluğunun kapısına bıraktığı bir ben kalırım. Gecenin sessizliğini
yudumlayarak hasreti bakışların yerine koyan şairlere özenen bir ben kalırım.
Sen
kapılardan çıkıp gidersin, gözlerimdeki buğuların iz bıraktığı camlar arkasında
seni izleyen bir ben kalırım. Kaldırımlarda senin geçmeni bekleyen bir ben
kalırım, sen uğramadan geçip gitsen de bir ben kalırım seni bekleyen. Cuma
dilencileri gibi mabetler önünde seni dilenen bir ben…
Sebepsiz
fırtınalar önünde sendeleyen çocuklar edasıyla, kelimelerini sana bileyen ben
kalırım, taş tabletlere yazılmaya layık görülmeyen şiirlere sahip…
Bakışlarından mahrum kelimelerin sahibi ben kalırım gökyüzü denen kül
fırtınasında…
Ufuklar
uzaklaşır durur, ben kovaladıkça kaçar tan yerleri ülkemden güneşe özlem duyan
bir ben kalırım dünyanda. Ülkemde senden habersiz sana kurbanlar veren bir ben
kalırım.
Mazeretsiz
bir hayat yaşayan, sana tüm sitemlerden uzak, tüm mevsimlerin bahar olduğu,
annelerin senden ilham aldığı, bir hayat besleyen bir ben kalırım…
Ne
buseler isteyen, ne buselik makamında şarkılar söyleyen, söylense de duymayan
Sarhoş,
perişan, senden yoksun, fakat söyleyemeyen lal kelimelerin sahibi ben.
***
ŞİİR HIRSIZIDIR GÖZLERİN
Bir şiir hırsızıdır
gözlerin
Tekmil, hazırolda
beklerken
Kalbimin nişangâhında...
Vurulmak için dizilir
gönül ülkemin çocukları...
Teninde berraklığı beyaz
sayfaların,
Kapitalist kutsallara
inat...
Kitaplarda adın,
İkonalar, şairler, filozoflar,
şarkıcılar...
Mısra mısra sen...
Vurulur parmaklarından bir
âmâ
Aşkından kör kütük sarhoş
kitaplarda...
Bir hırsızdır gözlerin
Mezarımda mısralar
arayan...
Kapat gözlerini, mısralar
yetim kalsın...
***
RUH DEPREMİ
Karabuğday, altın çilek…
Terk edilmiş ruhum bir
hasat sonrası korkuluk
Özgürlük tarlaları
Militan dokunuşlar,
Kurşun gibi kelimeler,
harmanlanmış acı tütünle…
Umudunu kaybetmiş isteksiz
bir surat.
Sesler duyuyorum…
Lanetli, korkak, azatlı
kalpten
Korkma senin suçun değil
diyen…
Aşka inanan her zavallı
suçlu dercesine
Bir yerlerde saklı aşk…
İçimde kemirgen şüpheler,
İçimde hastalıklı adamlar
var
Can çekişen üçayağı bağlı
hayvanlar…
Kıbleye dönük bıçak sırtı
yalnızlıklar…
Çok yorgunum.
Aynamda masum çocuk yok
Dipsiz kuyulara
seslenişim,
Sağır duvarlarda
nesneleşir sesiyle suyun,
Ya da kör duvarlar
sultanlaşır kalbimde!
Senden habersiz sağır
duvarlar…
Güzelliğinin ertesi selvi
söğüt gölgelikler…
Ceylanlar, yağmur
çocukları…
Körebe oynarlar
Kuyulara akan cesetleriyle
***
HALİMDİR
Ölümle köşe kapmaca bu
Katlime intihar süsü
verilmiş
Damarlarım kesik
bileklerimden
Uzak coğrafyalarda
yağmurla tanışan çocuklar
Şurada mermilere gülümser
çocukluğum
Karanlıktayım
Gökyüzümü aydınlatır
bombalar
İçi ateş dolu karınlar
Cesedime talip,
Kapımda Cehennem
köpekleri…
Ruhumda onulmaz terk
edilişler
Etimde kardeşimden diş
izleri
Varlığın kokusu bastırır
feryadımı
Azabımın elemini duymaz
kardeşim
Pişmanlık günü yaşar gibi
çocukluğum…
***
MARİ
Yatağımın altında ölüler var
Odamda İsevi şiirler okur bir güzel
Altın kâsede ruhlar
Bir yanda nar kırmızısı ask
Diğer yanda yağmur ferahlığı
Dudaklarımda mayhoş bir şaşkınlık
Ellerin karanfilleri derer ellerimde
Kalbinin ritminde raksı endamda
Kuyulardan melekler zemzem çeker altın taslara
Sapan taşları,
Kovucu, hüznün habercisi kargalar
Sair yazılmamış şiirlerini yazsa ya..
Nefes...
Ah! Nefesin sevgili tenimde saclarımda
Bir bad-ı saba halvetindeyken
Ruhumu ruhuna çarmıhlayacagım
***
GÖNLÜME DAMLAYANLAR
Yıldızlarla sırlı yedi kat sema...
Altın kâsede ruhlar
Bir yanda nar kırmızısı ask
Diğer yanda yağmur ferahlığı
Dudaklarımda mayhoş bir şaşkınlık
Ellerin karanfilleri derer ellerimde
Kalbinin ritminde raksı endamda
Kuyulardan melekler zemzem çeker altın taslara
Sapan taşları,
Kovucu, hüznün habercisi kargalar
Sair yazılmamış şiirlerini yazsa ya..
Nefes...
Ah! Nefesin sevgili tenimde saclarımda
Bir bad-ı saba halvetindeyken
Ruhumu ruhuna çarmıhlayacagım
***
GÖNLÜME DAMLAYANLAR
Yıldızlarla sırlı yedi kat sema...
Ölümün siretinde aşk...
Aşkın siretinde kadın...
Ruha dem üfleyen rüzgâr...
Gayya çukurlarına itilen beden...
Hayalde irem bahçeleri...
Ağaç köklerinde ölü bulunan kör çocuk,
Kitabında yedi renk gökyüzü...
Mezar taşları, bilge baykuşlar,
Asri gönül ülkemde asırlık yalnızlıklar...
Aşkın siretinde kadın...
Ruha dem üfleyen rüzgâr...
Gayya çukurlarına itilen beden...
Hayalde irem bahçeleri...
Ağaç köklerinde ölü bulunan kör çocuk,
Kitabında yedi renk gökyüzü...
Mezar taşları, bilge baykuşlar,
Asri gönül ülkemde asırlık yalnızlıklar...
***
Alaca karanlık filmleri gibi hayat,
Hep bir alt yazı 'karanlıktan korkma'...
Adımı dillendirir bir lâl,
Kulağımda bir can sesi, zangoçlar...
Üç harflilere mi karışıyorum nedir...
Hep bir alt yazı 'karanlıktan korkma'...
Adımı dillendirir bir lâl,
Kulağımda bir can sesi, zangoçlar...
Üç harflilere mi karışıyorum nedir...
Bari adi aşk olsa...
Aşk olsun sana dese ya hapşırınca insanlar...
Aşk olsun sana dese ya hapşırınca insanlar...
***
Gün gelecek bozkıra dökülecek tutulmuş bu
nehirler...
Acının su yerine beslediği bu topraklarda
gizliden büyütülen sevdalar
İnadına yaşanan ümit dolu hayatlar var
Hiç kimseye hesap vermeden
ve hiç bir şeyi umursamadan
Umarsızca uçurum kenarlarında
Zemheri mevsiminin ortasında
Yağan kara inat
Açan kardelenler var
Acının su yerine beslediği bu topraklarda
gizliden büyütülen sevdalar
İnadına yaşanan ümit dolu hayatlar var
Hiç kimseye hesap vermeden
ve hiç bir şeyi umursamadan
Umarsızca uçurum kenarlarında
Zemheri mevsiminin ortasında
Yağan kara inat
Açan kardelenler var
***
Kindar piyonlarınızı üzerime
salabilirsiniz...
Altını ıslatan korkularınızla ey insanlık...
Korku çoktan silindi, güneş henüz doğuyor...
Gözlerinizin kamaşması hiç bir şey...
Sallantılarımız sizin piyonlarınızın ayaklar altında ezilmesinden...
Afgan çocuklarına hediye ettiğiniz bomba bebekler gibi...
Altını ıslatan korkularınızla ey insanlık...
Korku çoktan silindi, güneş henüz doğuyor...
Gözlerinizin kamaşması hiç bir şey...
Sallantılarımız sizin piyonlarınızın ayaklar altında ezilmesinden...
Afgan çocuklarına hediye ettiğiniz bomba bebekler gibi...
***
Gıyabi cenaze namazlarına niyetliyim içimdeki
acılara...
Hayat bir sınav ve iki kelime...
Doğum ve teneşir taşı...
Aşk yalnız ve yalnız bir cümle...
'o taş tek kişilik arkadaş'
Hayat bir sınav ve iki kelime...
Doğum ve teneşir taşı...
Aşk yalnız ve yalnız bir cümle...
'o taş tek kişilik arkadaş'
***
Ama çok geç artık sizin
için...
Yine mi dakikalık sanemleşmeler?
Ey lâl sen sesli oku Fatiha’nı,
Dilim döner âmine
Lakin nefesim yeter mi bilmem veladdaline?
Yine mi dakikalık sanemleşmeler?
Ey lâl sen sesli oku Fatiha’nı,
Dilim döner âmine
Lakin nefesim yeter mi bilmem veladdaline?
***
En uzun gecem
En nurlu gün'üm
Güneş misafir
Nur ev sahibim
Hoş geldin annem...
En nurlu gün'üm
Güneş misafir
Nur ev sahibim
Hoş geldin annem...
***
Kelimeler günah
Ben günahkâr...
Gece bir han sen yolcu...
Hancı sun yârin elinden serabı...
Bir kadeh içelim...
Tövbeye erelim...
Ben günahkâr...
Gece bir han sen yolcu...
Hancı sun yârin elinden serabı...
Bir kadeh içelim...
Tövbeye erelim...
****
EY ÇOCUK!
Ölülerden duyulmayan şarkılar,
Koroda dil bilmez çocuk...
Ölmek neye yarar ey çocuk...
Baharın yaza durduğunu sana anlatamadan...
Daralan vakitlerde sapanından atılan taşlar
Sonsuzluk ikliminde yankı bulan ey çocuk...
Ölmek neye yarar ey çocuk...
Baharın yaza durduğunu sana anlatamadan...
Daralan vakitlerde sapanından atılan taşlar
Sonsuzluk ikliminde yankı bulan ey çocuk...
Sana açılan kapılara duvarlar örülsün diye
Darbeler yapılıyor Ey çocuk...
Firavunlaşır rütbeler, susar metrese,
Kutsanır baba oğul ve zünnar...
Kefeni elinde bir Fatima
Firavunlaşır rütbeler, susar metrese,
Kutsanır baba oğul ve zünnar...
Kefeni elinde bir Fatima
Sana duada Ey çocuk
Cesetlerin izinde putlaşan ruhlar...
Ölülerini kayıkçılar yolcu eyler...
Bir ölü sevicinin konuşması,
ise yaramaz kelimeler...
Sağır ölüler...
Ölülerini kayıkçılar yolcu eyler...
Bir ölü sevicinin konuşması,
ise yaramaz kelimeler...
Sağır ölüler...
Acil kapılarında morg soğuğu mevsimler
Kardeşimin bağrında ihanetin hançeri...
Meydanlarda leş kargaları...
Şakşakçılar, ihanetin nakaratına alkışta...
Şimdi sen söyle ey çocuk...
Şam, Bosna, Grozni, Diyarbakır, Buhara, İstanbul, Kahire…
Şakşakçılar, ihanetin nakaratına alkışta...
Şimdi sen söyle ey çocuk...
Şam, Bosna, Grozni, Diyarbakır, Buhara, İstanbul, Kahire…
Hangisine ağıt yakayım?
Şairler ve tarih: oluklar çift: hak ve batıl...
Unutulan tek:
Duvar duvara katılmış bahçe bahçeye...
***
SON GÜNAHIM
Bu sondu ey şair…
İdam masasına şarkılar
söyleyerek
Tanrıçalara kurban edilen
son çocuk…
Bu son ey şair…
Koparılıp atılması
Kına beni Ey Şair!
Özür dilemiyorum senden!
Bahar geldi ya,
Dikenlerim çıktı yine…
Kimseye batmasın diye
Kendimi yaraladığım
oklardan,
İçimdekiler dökülür oldu.
Ne azil bir durum…
Sen boş ver beni Ey
Şair...
Benim hortlayan yaralarım
var…
Benim cismini bilmediğim
sevdalarım var.
Kendime susar kendime
konuşurum ben…
Kendimde beni dinleyen bir
adam var...
Ey askın şairi
Dilinde anahtar var…
Hazineler sende saklı...
Bende kuru bir talep var…
Ask yolcusu olmaya azık
gerek,
Bende kuru bir yürek var.
Ey Şair!
Senin gönlündeki saltanat,
Hazinelerinin ölçüsünde
değildir,
Sen de aşkın efsunu,
Ruhumda füsun yaralar,
Var olan sen de var.
Ben bir şey veremem sana,
Dokunamam,
Sunaklardan aşk sunamam,
Ab-ı hayat senin çeşminden
akar
Hayat sende,
İştiyakım ölümedir ancak
Yokluğun varlığa, temasına
ulaştığı gibidir,
Benim sana
dokunuşlarım.
Sen bildiğini yap, bana
bakma.
Benim acımın alakası, yine
benim..
Ey şair sen bildiğini yap!
Benim acımın eczası yine
bende
GÜNAH ŞİİRİ-II
Bir Cuma vakti ardında;
Dedemin evinin duvarları resmeder
Hayrı, şerri, günahı, mahşeri ve sıratı
Sağ yanım cennet
Sol yanım cehennem
Hangisine küssem…
Vazgeçsem hicran,
Vuslat desem; cehennem…
Tanrının tınılarını arayan ruh
Ve sisli ufuklar ardına saklanmış meyve.
Aşkı bulduğu beden,
Ruhun şehvetini solumakta…
Verilen her nefes
Her günahın bedelini üflemekte.
Dalını tutamadığı ağacın çiçeklerini
Koklamak gibi bir şey bu…
Genzimde yanıklar ve elma kokusu…
İçim, paramparça kıskançlık duygusu.
Bir Halepçe ask yaşıyor ki bedenim ispatı malum,
Bedelim katliam…
Havva masumiyetin bir Adem’i aşk.
Beşer ve ruh…
Temaşa ve seyran…
***
GÜNAH-I
Tüm pişmanlıklar sırtımda batman yükler…
Günah tepelerine patikalarda
İçimdeki ateş; zirvelere çıkıp serinliğinde
Yaylamaya çağırmakta
Her birisi intihar tepeleri
Günah doruklarının serininde yayladığımız.
Platolarımdan uçurumlar beslenir,
Doruklarda intiharlar
Sonsuz uçurum günahlar
Dibini bulmazsın ölmeye
Ölümü öldürsek ya!
Yağan karla donan zamanda…
Dipsiz günah vadilerinde
Mezar kazıcılarının dillerinde şarkılar;
“hangi günahın bedelisin sen”
Gecenin tüm günahları gizleyip
İnsanı rüya aleminde yaşattığı gündüzde
Vicdana ayna tutar düşler.
Göze gözüken tüm lekeler,
Hakikate perde.
Adına dünya derler,
Anlamıysa günah…
Kim ki düşmemiş bağrına bedel ödemeden…
Kucağımda dikenli güller
Kaç yiğidin kanından alır
Güller rengini
Al al sevda renklenir tomurcuklarda.
Bir reyhadır zehir derde düçar…
***
YOK
Ne bahardır beklediğimiz,
Ne dahi hazan...
Vakitdar bir ayazda
Ellerin üşümesiyle ceplere girmesinin ardından
Ellerimizdeki nikotin tadını çeken gocuklarımız
Korurken bizi soğuktan...
Yüreklerimiz açık hedeftir sevgiliyi beklemede...
Biri seslenmeli ardından
Sınıf’sal yoklamalarınızda
“Yok”
Yokum arkadaş
Sizin yetim kanını içmesini öğrettiğiniz
Okul kapılarından geri döndüm ben
Vakitdar bir ayazda
Ellerin üşümesiyle ceplere girmesinin ardından
Ellerimizdeki nikotin tadını çeken gocuklarımız
Korurken bizi soğuktan...
Yüreklerimiz açık hedeftir sevgiliyi beklemede...
Biri seslenmeli ardından
Sınıf’sal yoklamalarınızda
“Yok”
Yokum arkadaş
Sizin yetim kanını içmesini öğrettiğiniz
Okul kapılarından geri döndüm ben
***
HİÇ
Üveysi bir aşktan arta
kalanları yaşamaktan başka bir şey değildir gayrı yaptığım. Cevri çekilmeyen
aşkın kopyasının peşinden darül bekayı aramaya çalışmaktan başka bir şey değil.
Artık en ağır dozda alınan antidepresanlarda kesmez oldu. Ne şaraba ne kadına
ne ölüme ne geceye nede korkuya dair cümleler keser oldu. Ruhumuzun arka
bahçelerinde insanlardan uzak karanlıklar anaforunda büyütüp beslediğimiz
esrarda kesmez oldu. Ağır nikotin komalarına alışmıştı bir kere bünyemiz.
Parmaklarından tiksinen ben, parmaklarından günah damlayan, seccade kirlenmesin
diye secdeden mahrum kalan ben. Artık yaşam denen mefhumun son noktasında,
mutlak değer dizgisinin her hangi bir aralığında vuslatın olmayacağını bile
bile eksi sonsuzdan artı sonsuza kadar uzanan bu çizgiye teğet olan paraboller
çizerek varken yok olduğunu farz eden ben.
Karanlık odalarda aynalar karşısına geçip birbirine vurulan iki metal paradan
çıkan ince tınının aynadaki aksini görmeye çalışırken. Hayalimde kırgın
cümlelerle nakşedilen resmin orta yerinden akan nehirden su içmeye inen
ceylanın, söğüdün, ucu bucağı görülmeyen bir ufuğun yalnız bekçiliğini yapan
ben… Şimdi bir yandan bozkıra dönen bu yeşillikte kızgın güneş altında sonsuz
ufuk çizgisine doğru seni dileyerek sonsuza varmak isteyen ben. Hangi sona
ulaşsam bu resimde, kaza eden güz güneşini takip edip batıda ufuk çizgisine
vardığımda, son adımda her şey bitti dediğimde yine aynı yerde buluyorum
kendimi söğüdün, ceylanın ve akan nehrin kıyısında.
Oysa ben renklerin yittiği tüm her şeyin kumdan ibaret olduğu çölde kaybolmak
isterken, her şey bittiğinde tam ufuk çizgisini geçtiğimde yine aynı yerde
oluyorum her şeyin başladığı yerde ve zamanda.
“Aşk imiş her ne var ise âlemde
İlim bir kıylu kal imiş”
Ve her
çizgiden sonra bu düzlemler arasında yaşadığım bu anaforun bana öğrettiği tek
şey; aşk yoklukla kaimdir. Varken yok eden yokken tekrar var eden RAHMAN ismini
tecellisiyle vücut bulmaktan başka bir şey değilmiş oysa aşk. Ve ben sanırdım
ki günün iki yakasında tüm düzlemlerde senle hem hal olmaktı aşk. Bilmezdim
seni bana getirenin aşk olduğunu yerin ve göğün, cümle âlemin aşk ile
yaratıldığını oysa ben sanırdım senle başladı aşk. Meğerse levhü kalemle
yazılmış isminin yanına ismim. Meğer levhü mahfuzdan önce var edilmişti aşk…
… ta ezelde yaratılmıştı aşk ve sonsuzlukla kaimdi…
***
KADIN ŞİİRİ-2
Sorun da orda.
Oysa deyişim
bundan.
Geçmiyor, bu acı
Seni içime soksam
da
Bedenimi hunharca
kanatsam da geçmiyor,
Sevisince de
geçmiyor,
Vuslatta da
geçmeyecek bilirim.
Canim çok
yanıyor...
Yolumu ışıtsın
isterdim yangınım,
oysaki dünya karanlığında
ışıksız ve yalnızım.
Duyduğum her şey,
El yordamıyla
yalpalayan bir âmânın hislerine rehber...
Uçurumlarda,
rüzgârlar tenine vurmazsa,
Kuşlar
fısıldamazsa kulağına,
Ayağına takılmazsa
bir mübarek tas,
Nasıl yolunu bulur
bir âmâ.
Ben bilmiyorum.
Cahilliğim diz
boyu,
Sahip olduğum tek şey
cüzi irade
O da cahil kör bir
nefsin elinde.
Duygularım,
hislerim
Lütfedilenleri taşıyabileceğim
Yolda âmâyım...
Merhamet Ey Şair
Merhamet…
***
EY ŞAİR
Ey Şair !
Kusurlarımdan
dolayı ayıplama beni.
Bir
direniş;
Karakterize edilmiş ıradan
Ve damıtılmış ari bir ruhtan ibaret,
Nitelikler içinde bana yakıştırılan; "niteliksizlikler"
Tüm sanemleri ret et;
Karakterize edilmiş ıradan
Ve damıtılmış ari bir ruhtan ibaret,
Nitelikler içinde bana yakıştırılan; "niteliksizlikler"
Tüm sanemleri ret et;
Bir
matruşka rüya kalsın...
Ey Şair !
Annesiz
çocuklardan özür dilerim…
Filistin
askısında uyuya kalmış bir ruh
Ve utanın
diye haykıran bir yetim.
Sesinde
irkilmek dururken,
Karanfillerim
soldu ihtiyar annemin ellerinde...
Kalbimin bozkırlarında dörtnala koşan atlar
Mavinin ruhani ellerinde can verir oldu bir bir…
Kalbimin bozkırlarında dörtnala koşan atlar
Mavinin ruhani ellerinde can verir oldu bir bir…
***
DUYURU
Mahur bir bestenin havada bıraktığı tınının ardında kalan aydınlığın fısıl- dadığı bir intiharın duyuru- sudur bu…
Bir şairin ölüme kapı aralarken kelimelerle hem halidir bu. Bir gidişin arka- sında
kelimelerin yâda dönüş- mesidir bu. Verilmiş sahte sözlerin vücut bulmasıdır bu…
Ne bir el açmadır ne ince bir serzeniş bu… Feryadın doruğa ulaştığı şu noktada
ilahi bilince yönelen ruhun çırpınışlarından başka bir şey değildi bu… Lisan-ı
münasiple olmasa da lisanı halle baki olan kapıların sahibine bir duadır bu…
Züleyha’nın YusufÎ bir kapıda can bulmak için eylediği duanın bir kopyasıdır
bu… Gece vardiyalarında, karanlık nöbetler geçiren ruhun kelimelere
üflenmesidir bu… Ne senin anlayacağın bil dildir bu nede benim sana
anlatabileceğim kadar suskun değildir bu… Sükûtun nabzının dinlemekten gayrı
bir şey değildir bu…
Ne geri dön çağrısıdır nede beklenene yazılmış bir yazıdır bu… Hal için
halimdir…
Açıklaması
olmayan bir mefhumdan ziyade her şeyin apaçık yaşandığı bir sahnedir hayattan
bu… Seni özlemek hastalığının, ölümü özlediğim belirtisidir bu. Mutlak
gerçekler dışında yaşarken seninle tüm kümelerimin kesişimindeki birim elemanın
yani ölümün oluşturduğu kavramlar savaşıdır bu.
Aydınlık bir günde intihar etmek için geceyi bekleyişimin şairlerin dilinde
anlatılışıdır bu. Güneşi ve ayı şahit tutup tüm günahı üstüme atıp darül bekaya
göç vizemi alışımdır bu… Senin denizlerinde yediğim bir vurgundan sonra nefes
almaya çalışmanın ölümle açıklanmasıdır bu. Ne bir sitem nede bir damla nefes
almak adına yaşanan bir hal değildir. Serzeniş nedir bilmeden duymadan
denizlere kendini salı vermektir bir ölümün kıyısından…
Ölüm zamanıyla, çıkmaz sokakların birleşimindeki anda dilden dökülen
kelimelerin sende hayat bulmasından gayrı bir şey değildir bu… Şehri terk etmek
namına yapılabilecek en zor fiili gerçekleştirmek için kendini ölüme sıkıca
bağlamaktır bu… Çıkmaz sokaklara girip duvarlara adını ölümsüzleştirmek için
denklemler kurup yazmaktır bu… Sen ve aşkın toplamının ölüme eşit olduğunu bu
sokağa sonsuza kadar giren herkese anlatmaktır bu… Denklemlerin eşit her iki
yanına sonsuzu ekleyip ölümü sende yaşamaktır bu…
Birazdan arkasını dönüp sokağı terk eden ruhumun beklide son itiraflarıdır bu.
Yorgun vücudun kendini yerçekimine terk eyleyip bir rovelverin sıcak kollarına
bırakmaktan gayrı sonu olmayan bir terk ediştir bu… Arnavut kaldırımlara
kırmızı bir karanfilin yere düşerken kulaklarda bıraktığı ince tınıdır bu…
Ruh bahçelerinde yetiştirilen en zehirli çiçekleri sevgili diye koklamaktan
başka bir şey değildir bu… Solup giderken tüm renkler alacalığın kana
bürünmesidir bu… Bir intiharın eşiğindeki yaşamı soluyan şairin ellerindeki
kelimelerin haykırışıdır…
Sen ne dersen de, intiharın görecelik denklemlerinde yer bulmasıdır bu…
***
YENİDEN
Mahru’ya…
susmak
ne zor meziyet
kendi kendime anlatmadan
edememek seni
bahçede oynayan kar
çocuklarına
çığlık çığlığa anlatmadan
soluk soluğa merdivenleri
bir yudum su için koşan
çocuklara
anlatmadan
soğuk nemli duvarları
adınla dillendirmeden
susmak ne zor meziyetmiş
nazarda dururken bayram
günleri gibi gözlerin
bir mezar taşı
sessizliğinde kalbim
bedenim musalla taşı
sıcaklığında
minaret önlerinde durup
seni duada dillendirmek
susmak
kainatın sahibinin
duyacağı kadar susmak
susmak zor iş sevgili
adının fısıldamadan
uyumak…
***
KADIN ŞİİRİ
'sen hepsini sil,
Bir tek seni seviyorum kısmi kalsın...
Bir de seni çok özlediğimi ekle...
Bir de sen gidiyorsun,
O gitmiyor.
Şizofrenik nöbetler...
Odamda
Hasretler, umutlar,
Bekleyişler, gidişler,
Günahlar, sevaplar, iyiler kötüler
Kol geziyor…
Hangisine kış desem bana okunu saplıyor...
***
Son...
Aynadan kaçmak gibi bu...
Kendinden uzaklaşmak...
Aks ile suretten yozlaşmak...
Yalancı bir tuzak…
İnsanin kendi ayağına taktığı bir çelme…
Kendine yardım ve yataklık eden bir kalpte...
Firari bir suret, tutuklu bir siret...
Yalnızduvarlarımızdayalnızkorkularımız asili
Siretin surete uymaması
Ve altta Yunus Emre den bir yazı:' korktuğumla yar
oldum'...
'Ask değildi bu' diyordu Şair...
Oysaki tam da buydu
Aşk günahtan kaçmak, arınmaktı.
Şair de onu yaptı.
Temiz bir nefes lazımdı…
Etrafına bakındı...
Gözü gördü gönlü sevdi...
Artik o vardı... Yoldaştı...
Birken iki, ikiyken üç, üçkençok,çokkenümmetçevarılacaktı…
Ve aşkın bir adı da 'gidiş’ti…
Aramızda aşk yoktu deme ey Şair,
AŞK giderken bile verilmişti...
O gün içime hançerini batırıp da gittiğinde
Sana kızmadım,
Aşk damlıyordu bohçamdan, yaralı kalpten
Yaptığıma kızdım...
Şehvet bana saldırdığındasavunmasızkaldığımda
Senin beni suçladığında aşka layık olamayışıma kızdım...
Örtüsü açılmış Âdem gibi yine lütfün sahibine sığındım...
İçimde bir şey var o hissiyata bir tanım dahi
bulamadığım...
Neyse artik yalnızlık var; hep var olan tek yaşamımız…
Ey Şair!
***
BEN SABAHA KARŞI ÖLMELİYİM
Ben sabaha karşı ölmeliyim
Sabahın kör alacasında
Serçeler dem tutmalı selâmla
Minare saçaklarında
Bir kuşluk vakti
Salım,
Şehrin kaldırımlı kaldırımsız
Dar sokaklarında yol almalı sonsuza
Ne ağıtlar nede hüzün makamı
Bizim makamımız sevda olmalı
Ve öğlen sıcağında kavrulmalı
Ab-ı hayatım elinde
Helvam
Şarkılar dem vurmalı buselik makamından
Ve bir ikindi serinliğinde duymalı dostlar öldüğümü
Güneş telaşlanmalı aniden
Dillerde virt “innalillahi ve inna
ileyhi…”
Dönüş yine onadır
Ben sabaha karşı ölmeliyim…
Akşam
Yiğit olmalı kadın dediğin akşam gibi
Ağlamak yok
Sadece hüzünlü türküler var, sen ve ben…
Aşk kadın tanrı ve kapanası perdeler
Ben sabaha karşı ölmeliyim…
Ve yatsı
El ayak çekilince
Suya doymalı güle hasret karanfiller
Güle kanmalı sevgililer
Şimdi dillerde zikir “innalillahi ve ina ileyhi
raciun”
Aşk kadın tanrı ve kapanası perdeler
Ben sabaha karşı ölmeliyim…
Aşk kadın tanrı ve kapanası perdeler
Ben sabaha karşı ölmeliyim
Şimdi sen perdenin hangi yanındasın
Karanlık mı yoksa aydınlık mı?
Kim cesaret edip bir kibrit yakacak
Kadını ve karanlığı kim tutuşturacak?
Aşk kadın tanrı ve kapanası perdeler
Ben sabaha karşı ölmeliyim…
Ve düşünce toprağa aşk
Cümle serzenişler münacata durur bende
Ne Kibele anlar
Ne Kibele’nin tapınakları
Ne tapınaklarda yanan ateş anlar.
Toprak anlar
Hava anlar
Su anlar da
Bize de bizi anlamayan siz kalır
Ve düşmüştür ölüm toprağa…
***
BİR CUMA GÜNÜ
Güneş yavaş
yavaş şehri ısıtmaya başlamıştı. Ev ev oda oda pencere pencere sırayla tüm
şehre hayat veriyordu. Hay olan Allah’ın ona verdiği görevi yerine getirmek
aşkıyla bir mecnun misali dünyanın etrafında dönerken sıra bu şehre; aşkın
yeniden mana bulduğu sokaklara gelmişti. Şimdi ferin penceresinden içeri girip
haydi uyan deme zamanıydı. Yavaş yavaş süzülerek girdi pencereden havada uçuşan
tozlara renk katarak. Menekşeye kitaplara kaleme firuze yazan kâğıtlara
dokunarak vardı Fer’in baş uçuna. Yüzüne yavaşça dokundu saçlarını okşadı ruhuna
berraklık vererek uyan ey Fer dercesine tüm odaya inanılmaz bir aydınlık kattı.
Uyanmıştı Fer; ama bir türlü tekrar yaşadığı dünyaya dönmek arzusunda değildi.
Onun niyeti sanki kıyamete kadar uyumaktı. Uyanmak istemiyordu sevgiliye
dokunamadığı, yanında olamadığı sesini duyamadığı bir dünyada ne iş vardı ki
zaten. “Kusura bakma ey güneş ben uyumaya devam edeceğim. Artık bu şehirde
yaşayamam” diye düşündü. Ama güneş kalk dedi bir daha git gide daha da
sinirlendi ısıttıkça ısıttı odayı. Bir alev topu gibi olmaya başlamıştı odanın
içi güneş de aşkı çok iyi bilenlerdi. Bir pervane gibi âşık olduğu mavi
gezegenin etrafında dönmesi bunun bir kanıtı değil miydi? Biliyordu ki Fer de
onun gibi âşıktı. O halde oda sevgilinin etrafında yanma pahasına da olsa
pervane olmalıydı. Uyanması için her şeyi yapıyordu ve öyle de olmuştu. Şimdi
sıra sevgilideydi…
Fer kalkmak zorundaydı aslında; bunun farkındaydı. Günlerden cumaydı ve Bilge
onu beklemekteydi. Sözleşmişlerdi, gitmeliydi. Bedenini hapseden bu yataktan
kurtulmalıydı. Hatırladı ve fırladı yatağından… Çıplak ayağıyla yere bastığında
irkildi ayağındaki sorunu hatırladı lanet okudu bir an; yürümesi için ayağını
ısıtması gerekiyordu. Yavaş yavaş doğruldu ayağı üzerine. Bir bakıma alışmıştı
zaten. Yıllardır bu acıyı çekiyordu. Ve biliyordu ki bu acıların karşılığında
bir mükâfat vardı. Kim bilir hangi günahının ya da ileride hangi mükâfatının
bedeliydi bu. Bunları düşününce gülümsedi. Şimdi daha bir emin basıyordu yere
acılarına inat. O da herkes gibi uyanınca tüm insanların yaptıklarını yaptı ama
öncesinde ve sonrasında menekşesiyle muhabbet faslından asla vazgeçmeyerek.
Gitmeliydi Bilge onu bekliyordu. Yola düştüğünde hangi taraftan gideceğini
düşündü. Aklından hiç çıkmayan sevgiliye en yakın yerden gitmeye karar verdi.
Şehrin sevgilinin evinin olduğu tarafına doğru yöneldi. Sevgilinin geçerek
şeref verdiği kaldırımlardan yürümeliydi. Onun hissetmeliydi. Altından geçtiği
ağaçlara selama durmalıydı. Saçlarına düşen yağmurdan, kar tanelerinden ve
yakıcı güneşten sevgiliyi korudukları için ağaçlara teşekkür etmesi gerekirdi
her zaman yaptığı gibi. Öyle de yapıyordu. Ama bir türlü bu kaldırımları
bırakıp bilgenin yanına gitmek gelmiyordu içinden ama gitmek zorundaydı. Aşkın
ne olduğunu iyiden iyiye öğrenip ona ulaşmak ve sevgilide kaybolmak için gitmek
zorundaydı.
Sokağı kaldırımları ve sokağa dair ne varsa arkasında bırakıp Bilge’ye yöneldi.
Kapının önündeydi; arkasına kadar açık bir kapı, loş bir oda, kitaplar, eski
bir halı, halının üzerinde geniş bir minder, minderin önünde bir rahle vardı. Pencereden
içeri zorla giren güneş ışığı, minderin üzerinde etrafına huzur veren bir sima
ve odayı kaplayan buğulu bir tınıda aşk şarkıları fısıldayan bir kadın sesi ona
eşlik ederek kalan boşluğu dolduran tütsünün verdiği tat… Her şey birbirinin
açığını kapatmaya çalışıyordu sanki. Hepsi birbirine âşıkta eksik tarafları
gizlemeye çalışıyordu; aşk da bu değimliydi zaten? Birbirini tamamlayıp
eksiklikleri gidermek; minder, eski halının, tütsü, buğulu sesin, kitaplar,
tozlu rafların ama en önemlisi bilge her şeyin üzerini kaplayan bir nur
gibiydi. Fer buraya ne zaman gelse kapıdan her girdiğinde sevgiliye varmak için
attığı bir adım sayardı bu yaptığını. Lakin aşkı öğrendikçe daha bir ürperirdi
içi.
Kapıdan adımını attı aklında sevgilinin adı, derin nefesi ve hızla çarpan
kalbiyle. Es selam diyip başını öne eğdi. Bilge kafasını okuduğu kitaptan
kaldırmadan “hoş geldin Fer buyur gel” dedi. Ardından ekledi. “Dert çekmeyen
derdin kıymetini bilmez. Sen güle durmuş bir goncasın; unutma goncalar acı
çekmeden açıp gül olamazlar. Çektiğin acılar normal. Mevsimin aşk ise
sızılarından şikâyetçi olmaya hakkın yok” Fer iyice kafasını önüne eğmiş,
nefes alışları yavaşlamış, üşümeye başladığını hissetmişti.
Bilge
sözlerine devam ediyor: “Sen bir goncasın; ancak toprakta büyürsün; senin
toprağın sevgilidir; sen ise kendinde büyümeye çalışmaktasın. Sen mermersin
hâlâ, toprak değil; unutma ki gonca mermerde donar büyümez. Sen sevgilinin toprağına
yüz sürmek dilerken hâla kendini mermer olmaktan alıkoyamazsın. Hiçlik
denizinde kaybolman gerekir. Madem bu aşk denizinde yelken açtın madem bu
dalgalarla baş edebileceğine inandın o halde korkmaman gerekiyor. Aşk kıyıları
olmayan bir ummandır. Ruh ise bu ummanda kaybolmuş, kendini arayan bir seyyah.
Kendini bulması için kendinden vazgeçip bu koca denizde bir katre olmaya karar
vermelidir. Bilir misin her şey, tüm evren, bütün varlıklar esir adlı maddeden
yaratılmıştır. Ruh ve aşk da böyledir. Âşık aynı zamanda maşuktur. Aşkın
güzelliği aradığı kadar güzellikte aşkı arar. Allah’ta kendi sevenleri sever ve
sevenlerin de benliklerinde kendilerinden bir iz bırakmaz. Sen de böyle
olmalısın. Vücudundaki benlik hastalığından kurtulman gerekir…
Fer bir
çukurun içinde hisseder kendini sanki dışarı hiç çıkamayacakmış gibi çırpınıp
durur ruhu. Nefes alışları yok denecek kadar azalmıştır. Ama kalbi yaralı bir
kuş gibi göğüs kafesini dövmektedir. Ya şimdi ne olacak kendi benliğinden
vazgeçemezse. Avuçlarını sıkar aslında, sıktığı göz kapaklarıdır ağlamamak için
çaba göstermekten başka bir şey değildir bu. Bilge yavaşça saçlarını okşamaya
başlar Fer’in “ey oğul bu senin âşık olduğunun bir göstergesidir. Ruhun
bedenine sığmıyor artık acı vermeye başlamış. Ağlamamak için kendini sıkma
ağlamak kalbini yumuşatır.” Fer artık hıçkıra hıçkıra ağlamaktadır ve bilge
göğsünde yatan Fer’e anlatmaya devam eder. “Bu gün cumadır ey oğul ve efendimiz
buyururlar ki : ‘cumada öyle bir an vardır ki o an edilen tüm dualar kabul
olur.’ Şimdi dua etmeye başla. Sevgiliyi asıl sahibinden dile. Başlangıcın ve
sonsuzluğun asıl sahibinden her şeyin maliki olan insanların kalbine aşkı
yerleştiren Rabbinden dile.”
“Hayat dengemizi var olmanın
dayanılmaz cazibesinden alı koyup, aşk adlı denizde yok olmak üzerine inşa
etmemiz gerekir”
Can
kendinden geçmişçesine Bilge’nin kendine söylediği tüm cümleleri hazmetmeye
çalışırken bir yandan da kalkıp gitmesi gerektiğini düşünmektedir. Gitme vakti
çoktan gelmiştir bu gün için. Çünkü ilahi çağrı tüm semayı davet ederken
kendisi burada kalıp asıl olan sevgili Allah’la olma ayrıcalığından ayrı
kalamazdı. Onun evlerinden birinin kapısına varıp yok olmayı dilemeliydi.
Birden ayağa kalktı “gitmeliyim” dedi. Her şeyi arkasında bırakıp soluksuz bir
şekilde kendini dışarı attı. Nefes almakta zorlanıyordu. O kadar takatsiz
kalmıştı ki neredeyse yıkılıp kalacaktı bir yerde. Solmuştu kanı çekilmiş
gibiydi. Tüm kanı sevgiliyle olmak istercesine kalbine akmış da dışarı çıkmak
istemez gibiydiler. Yavaş yavaş kendinden geçiyor gibiydi; çünkü bu halinden
memnundu “bu sevgiliye olan aşktandır” diyordu içinden. Tüm besmelelerinden
sonra zikrettiği sevgiliye beslediği aşktandı. O da biliyordu ki aşk bir
hastalıktı. Ve bu hastalığın bir ilacı yoktu. Hastalığın sebebi gibi tek ilaç
sevgiliydi. Her şey ona ulaşm ak
için değil miydi zaten.
Ruhunu mabede doğru götüren bedeni iyiden iyiye bitmiş, takatsiz kalmıştı.
Kapıya varmaktı tüm isteği. Kapının önüne vardı garip bakışlar arasında. Ölümle
yaşam arasındaki ince çizgiyi geçmek üzereydi sanki. Kapının önünde durdu derin
bir nefes aldı ve dua etmeye başladı.
“Ey kapıların ve kapıları açan anahtarların sahibi Fettah olan Allah’ım. Ey kapısı
kendini arayanlara açık olan, ey inananlara tüm yolları açan! Şimdi kapındayım;
kapılar önünde seni ve sana açılan sevgiliyi dilemekteyim. Biliyorum ki
kapıları açacak olan sensin.”
Kapıda ettiği duadan sonra daha iyi hissetmeye başlamıştı. Dua ruhuna değmiş
gibi bir hal ile kapıdan içeri girdi. Bambaşka bir dünyaya girmişti yaşadığı
dünyadan ve irinsellerinden uzak, duanın nakış olup gökyüzüne işlendiği,
rahmetin sevgili olup şadırvanlardan aktığı bir dünya. Birkaç adımdan sonra
kafasını kaldırıp gökyüzüne baktı. Gökyüzü bir başka maviliğe ve berraklığa
sahipti cümle mevcudatı şefkatle kaplar gibi. Adımlarını küçük avlunun tam
ortasında heybetle durup, en güzel aşk şarkılarını söyleyen şadırvana doğru
yöneltti. Şadırvanın etrafına konulmuş oturaklardan birine oturdu. Yavaşça
ellerini musluğa uzattı ve bakırın ellerine bıraktığı tadı tadıp, yavaşça akan
su damlalarının altına ellerini uzattı; suyu ve sevgiliyi düşünmeye başladı.
Suda sevgilinin gözleriyle baş başa kaldı bir an. Her şeyden habersiz
sevgiliyle olmayı yaşadı. İsmini zikretmeye başladı önce kalbiyle. Ve kısık bir
sesle, ruhu gözlerinden suya akarken, kurumuş suya hasret dudakları arasından,
aşk dercesinde bir sesle sevgilinin ismi
döküldü; “Firuze”… Elleri suya
kanıyordu kalbi ise sevgilinin adının ruhunda bıraktığı yankıya. Her şey bu
isimde mana kazanıyordu. Hilal ebrular, yeşil gözler, kumral saçlar, sevda,
aşk, ahu zar olmak, cemalin güzelliği, şu göğe avuçlarını açmış maviliklere
uzanan çınar ağacı, kurşundan dökülmüş çatısının ağırlığına inat ayakta duran
şadırvan, şadırvanın kirişlerine işlenen motifler, su, gökyüzü, az ilerde duran
mabet ve dahi Fer bu isimle mana bulmuştu bir anda.
Artık daha iyi hissediyordu kendini. Bambaşka bir dünyada olmak ve bu dünyada
dünyanın sahibi tarafından umursanmak ona müthiş bir güç vermişti. Avuçlarını
sıkıca kapadı aşk dedi önce sonra gözlerini kapadı söylenen tek kelime: “eyvallah.”
“Yanmaya eyvallah.” Derin nefes alış verişinden sonra suya yöneldi yeniden
Allah’ın insanlara çeşmelerden akan bu suyla dokunuşuna gelmişti sıra. Eller,
yüzler, saçlar ve en son ayaklar. İlahi
âlemin insanın ruhuna açtığı kapının anahtarıydı bu, tüm kirlenmişliklerden
ve günahlardan kurtulmaktı bu, sevgiliyle kuşanmaktı bir nevi. Yaratıcının
insan ruhuna dokunuşu…
İyiden
iyiye rahatlamıştı Fer. Ruhu huzur ikliminde yol almaya başlamıştı.
Minarelerden yükselip semada yankı bulan sesler onu içinde olduğu karanlık
dehlizlerden alıp, gökyüzünün maviliğine salmaya başlamıştı. Oturduğu yerden
yavaşça doğruldu. Gel muştusu ermişti artık, bir kapıdan daha geçip aklında o
perinin ismiyle sultan önünde diz çökmeliydi. Önce sultanın yapmasını
istediklerini yapıp ardından duaya durmalıydı. Varlığının yaratılmış sebebi
olan sevgiliyi dilemeliydi.
Ağır
aksak adımlarla avluda yol almaya başladı. Ruhu gökyüzünde çığlık çığlığa uçan
kuşlar gibiydi ama boynu öne eğik sahibe duyduğu saygıya yaslanmaktaydı.
Kapıdan içeri girdi gözlerini kapatarak derin bir nefes aldı. Ateşi kalbinde hissediyordu
artık. Kalbi Allah’ı zikrederken ruhu hep sevgilinin nazarındaydı. Bakışlarını
duvarda asılı olan yazılara yöneltti her geldiğinde yaptığı gibi. Bir yanda
âlemlere rahmet olarak yaratılmış Muhammed Mustafa’nın adı diğer yanda âlemlere
rahmetiyle tecelli eden Rahmanın adı. İşte aşk böyle bir şey olmalıydı
isimlerin yan yana yazılışı. Kulun Allah’a olan aşkının bir sureti gibi
olmalıydı Fer’in aşkı da. İsimle ateş arasında kalmaktan ötede ismi ve varlığı
terk edip ateşe doğru koşmaktı. Aklından isimler geçiyordu kendinin ve
kendinden gayrı her şeyin sahibi olan Allahın isimleri… Ruhuna hu
***
Y O K
Ne bahardır beklediğimiz,
Ne dahi hazan...
Vakitdar bir ayazda
Ellerin üşümesiyle ceplere girmesinin ardından
Ellerimizdeki nikotin tadını çeken gocuklarımız
Korurken bizi soğuktan...
Yüreklerimiz açık hedeftir sevgiliyi beklemede...
Ne dahi hazan...
Vakitdar bir ayazda
Ellerin üşümesiyle ceplere girmesinin ardından
Ellerimizdeki nikotin tadını çeken gocuklarımız
Korurken bizi soğuktan...
Yüreklerimiz açık hedeftir sevgiliyi beklemede...
Biri seslenmeli ardından
Sınıf’sal yoklamalarınızda
“Yok”
Yokum arkadaş
Sizin yetim kanını içmesini öğrettiğiniz
Okul kapılarından geri döndüm ben...
***
GÜNAH
Bir
yangın yeri ruhum alev alev,
İlmek ilmek günah,
Domur domur ter.
Hayal değerken dimağa.
Susuzluk bir ömür boyu,
Yıkanırken ab-ı hayat çeşmesinde.
Ateşi harlayan her ter damlası,
Semavi nefes ve halvet.
İlmek ilmek günah,
Domur domur ter.
Hayal değerken dimağa.
Susuzluk bir ömür boyu,
Yıkanırken ab-ı hayat çeşmesinde.
Ateşi harlayan her ter damlası,
Semavi nefes ve halvet.
Bu çetin savaşta dün gece ağır yaralar aldım
Ateş düştü mabedime
Fütursuzca kendimi dağladım
Oysa son on gündü
Ve ben iki şey aradım
Affı ve seni…
Ah kalksın artık bu perdeler,
Çıkarsın ateşten gömleğini günah
Üryan sürsün tüm ömürler…
****
ÖLÜME AÇAN İNTİHAR ÇİÇEKLERİ
Sen yalın ayak gezersin düşlerimde
Cam zemin altında akan kan nehri
Kalbimin fay hatları kırık…
Depreşir yürek…
Yıkılsın diye gönül ülkemde sarayın…
Nafile sallandıkça daha da sağlamlaşır
Kökleri masal çiçeklerinin…
Bir mezar taşı
Yükseliyor ruhumun hüzün bahçelerinde…
Taş döşeli dar patikalar arasında
Bir çocuk gibi koştururken sevgili…
Kaldırımlar ve gümrah ırmaklar...
Kalbim bir süleyman mabedi...
Bir belkız...
Saçlara dokunmak,
Yarışan yağmur çocukları...
Yalnızlığa yürüyen kadın...
Gece ve kaybolan karanlık...
10.01.12
***
BEN SENİN YİTİĞİNİM BUL BENİ
İçimdeki malum kişiye duyurulur… Beni bul!
Kayıp
bir aşk masalının kahramanlarının repliklerinde değil beni karanlık bir
mezar aydınlığının sessizliğini bozan rüzgârın eşlik ettiği şarkılarda
bul… Ben senin yitiğinim bir başkasının bulmasına müsaade etme… Yıkılası
şehirlerin ayrılık noktası olan otogarlarda yolcunun bir emanet
dolabında unutulmuş olduğu yükü bulduğundaki sevinci yaşamak gibi bul!
Kaderin kaza düzleminde bir değer olduğu anda sonsuza uzanan mutlak
değer çizgisinde hayat bir parabolle buluşurken beni bul ve
eşitsizliğimi sana senle denkleştir ey yolcu!
İsimsiz onca mezar taşı!
Ve bir noktadan,
Sonsuzlukta mana bulan; yön'üm.
Ey benim acılı yanım!
Ey benim lâlım!
Bul beni!
Ruhumun coğrafyasının başkentinde bir mezarlık...
Kalbimin haritası ve pusulam...
İsimsiz taşlar arasında patikalar...
Saçılmış pusulamdaki bindir yöne
Cennet ve cehennem...
Gece serilir gözlerime;
Elim kör, yönler dilsiz...
Melekler lâl...
Ey lâl!
Ey sesi kristal!
Ey buzullar ülkesinin prensesi!
Bul beni; ben senin yitiğinim!
Akşamın kolladığı kaldırımlarda yürümeye devam eder nereye gideceğini bilmeden rüzgârın gölgesinde. Ciğerlerine yağmur kokusu dolarken garip bir sarhoşluğa kapılır. İçini bilmediği bir şey kaplamaya başlar. Sonra, tuhaf bir baş dönmesi mide bulantısı… Galiba düşünceleri ruhundan sızmaya başlar. Küpün içindeki dışına sızmaya başlamıştır. Ruhun taşıyamadığı aşk bedenine nüfuz etmeye başlamıştır artık. Gün geçtikçe ağırlaşan ruhuna nakşettiği aşk şimdi bedenini sarmaya başlamıştır. Sevinmeye başlar çünkü sarmaşık bedenini sarmaya başlamıştır artık. Yavaş yavaş onunla hem hal olmaya, bu araza tutulup yitmeye razıdır. Onun istediği de budur zaten. Ama hala karasızdır ilahi çağrıya kulak mı vermelidir yoksa kaldırımların fısıltılarına uyup çiseleyen yağmura eşlik edip kendini kaldırımlara mı emanet etmelidir? Kalabalığın ortasında yapayalnız yalnızlığını yaşamaya devam eder. Oysa bir sevgili yakındır ona uzaktayken şimdi yaşamak istemediği, ona uzak olan ne kadar şey varsa yanı başında; yüzüne anlamsız bir acımayla bakanlar, hiç anlamaya çalışmayıp onu kalıplar arasında sıkıştırmaya çalışanlar, vazgeçmenin acı tadını tatmasını tavsiye edenler,
* * *
ER KİŞİ NİYETİNE
Ölüm bir ayak mesafesi,
***
D U Y U R U / Gün Sazak GÖKTÜRK
Kalbimin üçüncü şahsına duyurulur
Miadı Dolmuş Sevdaların
Yağlı urganlara geldiği yerdeyim...
Kirpikleri ıslak çocukların
Bul beni!
Ruhumun coğrafyasının başkentinde bir mezarlık...
Kalbimin haritası ve pusulam...
İsimsiz taşlar arasında patikalar...
Saçılmış pusulamdaki bindir yöne
Cennet ve cehennem...
Gece serilir gözlerime;
Elim kör, yönler dilsiz...
Melekler lâl...
Ey lâl!
Ey sesi kristal!
Ey buzullar ülkesinin prensesi!
Bul beni; ben senin yitiğinim!
***
YARIM KALAN HİKAYEDEN BİR BÖLÜM
Akşamın kolladığı kaldırımlarda yürümeye devam eder nereye gideceğini bilmeden rüzgârın gölgesinde. Ciğerlerine yağmur kokusu dolarken garip bir sarhoşluğa kapılır. İçini bilmediği bir şey kaplamaya başlar. Sonra, tuhaf bir baş dönmesi mide bulantısı… Galiba düşünceleri ruhundan sızmaya başlar. Küpün içindeki dışına sızmaya başlamıştır. Ruhun taşıyamadığı aşk bedenine nüfuz etmeye başlamıştır artık. Gün geçtikçe ağırlaşan ruhuna nakşettiği aşk şimdi bedenini sarmaya başlamıştır. Sevinmeye başlar çünkü sarmaşık bedenini sarmaya başlamıştır artık. Yavaş yavaş onunla hem hal olmaya, bu araza tutulup yitmeye razıdır. Onun istediği de budur zaten. Ama hala karasızdır ilahi çağrıya kulak mı vermelidir yoksa kaldırımların fısıltılarına uyup çiseleyen yağmura eşlik edip kendini kaldırımlara mı emanet etmelidir? Kalabalığın ortasında yapayalnız yalnızlığını yaşamaya devam eder. Oysa bir sevgili yakındır ona uzaktayken şimdi yaşamak istemediği, ona uzak olan ne kadar şey varsa yanı başında; yüzüne anlamsız bir acımayla bakanlar, hiç anlamaya çalışmayıp onu kalıplar arasında sıkıştırmaya çalışanlar, vazgeçmenin acı tadını tatmasını tavsiye edenler,
Yağmur
yağmaya karar vermişti artık. Sema ağlamaya hıçkıra hıçkıra. Doğuya
gitmeyi diliyordu, güneşin doğduğu yöne. Doğulu ressamlar hakkında
hikâyeler dinlemişti çünkü. Anlatmalıydı onlara içindeki bu sonsuz
boşluğu dolduran hayalin resmini çizmeleri için. Ama bırakıp gitmek
işine gelmiyordu sevgiliyi bir başına bırakıp gitmek şehirde yapayalnız.
Aslında aynı havayı teneffüs edememekten korkuyordu, ona olan
aşinalıklardan uzaklaşmaya, sokağından, kaysı ağacından,
kaldırımlarından, ahşap evin pencerelerindeki perdelerle içeri girmek,
nura dokunmak için cebelleşen güneşten uzak kalmaktan korkuyordu.
Korktukça daha çok sevdiğini anladı. Titremeye, üşümeye başladı sırılsıklam olmuştu,
Yağmur
iliklerine kadar işleyip sevgiliye eşlik etmeye başlamıştı çoktan.
Karar vermeliydi saatlerce aynı noktada dikili kalmaktan vazgeçip bir
tarafa yol almalıydı.
Eve gitmek, “Ama kapısını sevgilinin açmadığı bir eve neden
gitmeliyim?” sorusu geldi aklına. Derin bir nefes aldı. Eve gitmeye
alışmalıyım. Akşam vaktinde eve dönenler gibi. Ebetteki kapıyı bir gün
“biz olgusu” açacaktı. Bazen de kapılar hiç açılmayacaktı dışarı çıkmak
için. Gülümsedi eve gitmeliyim dedi kendi kendine.
Eve gitmeliydi zaten saat gece yarısını vurmuştu. Yürümeye başladı
evine doğru. Birkaç adım sonra rüyalar tanrısı morpheus geldi aklına
gecenin ve uykunun biricik oğlu morpheus. Gidip uyumalıydı beklide
sevgiliyi görmek için. Ne saçmalıyorsun diye düşündü ne tanrısı… Kendi
kendine güldü… Ama yinede masum şüpheler vardı içini gıdıklayan.
Ferin aklına yaşlı bilgeden öğrendikleri geldi : “Eğer gerçekten
âşıksan sevgilinin hayali mutlaka ruhuna değecektir” bir anda şüphe
perdeleri kalktı. Emin adımlarla eve yöneldi. Biliyordu ki hayal mutlak
değecekti ruha.
Eve
varması uzun sürmedi. Kapıdaydı. Gözlerini kapadı aklından sevgilinin
kapının arkasında olduğunu geçirdi. Bir anda irkildi ruhu ateşe dokunmuş
gibiydi sanki. Hüznüne bezginliğini katarak kapıyı açtı. Kitaplarıyla
göz göze geldiler. Her şeye tek tek selam verdi. Ama en çok da sevdiği
menekşeye… Her gün sevgiliye dair muhabbetler ettiği menekşeye. Firuze
diye başlayan cümleler kurduğu… Sevgilinin güzelliğini kelimelerle
anlatmaya çalıştığı için utanarak konuştuğu menekşeye.
Üzerini
değiştirdi. Kapıdan girişte kapıya yarım metre uzaklıkta olan yatağına
uzandı. Mezara uzanmış gibiydi. Azabı körükledikçe körükleyen bir
mezara; bedeni kabul edip ruha ihanet eden bir mezara… Uyumalıydı artık
yine bir şeyi es geçmişti. Nafile içindeki vuslatın ızdırabı rahat
vermiyordu. Sevgili olmadan yattığı yataklar kötü ruhlarla doluydu onun
için. Kafasını kaldırır her şeye bir kez daha lanet okur. Böylesine
daralmış bir ruh haliyle haykırır… “El Kahhar el kahhar el kahhar”...
Ruhuna
gaybden fısıldanan kelimelere kulak kesildi : “ O âşıktı uzanıp
yatıvermek rahatlık ona göre değildi. Elemden, hasretin, firakın odundan
yanıp tutuşmaktan uzak kalmamalıydı. Muhabbetine sadakat ahdine vefa
göstermeliydi.”
Hani
buyurmuştu ya peygamber : “Beni sevdiğini söyleyip de geceyi benden
habersiz bir şekilde uykuyla geçiren kimse muhabbet iddiasında
yalancıdır.” Ardından yine o cümle
“ Aslın surete nispeti vardır…”
Vasiyetini
yastığının altına koyup uyumalıydı oysa uyumadan onu göremezdi ki
rüyalarında. Görmesi de gerekmezdi aslına bakarsan şimdi acıyı iyiden
iyiye varlığına işlemeliydi beklide Artık kalbide beynide uyanıktır. Tüm
varlığı göz kesilmiş gecenin karanlığı ortasında Firuze’yi
beklemektedir. Öyle bir hal almalıydı ki benliğini aşkla imtizaç
eylemeliydi. Sevgili olup onunla yaşamalı onunla hasta olmalı, onunla
gülmeli onunla dertlenmeliydi bir bakıma o olmalıydı. Teslimiyetini
tamamladığında sevgiliye… Sevgili ona verecekti beklide her şeyi; ruhu,
hayali, muradı, aşkı… Mecnun’da da böyle olmamış mıydı? Tam
teslimiyetten ve sevgi aşka dönüştükten sonra Leyla ona Mecnun,
Mecnun’da ona Leyla olmamış mıydı?
***
“Kim bilebilirdi sevgili
Senin bir peri olup
Düşlerime gireceğini
Ve hayallerimi ateşleyip
Bir nefes vereceğini.”
Sonsuzluğun
kıyısında ellerini yüzüyle hem hal edip, önünde uzanan ucu bucağı
görülmeyen ummana dalmak aklına gelmeden yağmuru bekleyen canın yanağına
gökyüzünden bahşedilmiş katreydi önce sevgili. Zaten her şey böyle
başlamıştı. Tüm yaradılış böyle başlamıştı. Evrenin, sonun ve
başlangıcın yaratılışı, her şeyin ilk ve sonsuz sahibi olan Allah aşkı
ve insanlığı yüzü suyu hürmetine yarattığı aşkın en büyüğü sevgililerin
en sevgilisini “muhabbetle” böyle yaratmamıştı. Şimdi bunların farkına
varan can için her şey bu su damlasından ibaretti, olması gerektiği
gibi. Ummana dalma vaktiydi sonsuzluğun iki kıyısına rahmet olarak
indirilen sevgiliye ulaşmak için. Aslen ummanda, sonsuzlukta ve
sonsuzluğun kıyıları da sevgiliydi.
…
Sevgiliydi fikrin perdeler arkasındaki hayat buluşu, yaşadığı, daha
doğrusu yaşam lütfeylediği hanenin gözbebeğindeki kadın. İstisnasız her
yaratılmış onunla olmaktan büyük bir keyif alır. Hanesindeki her şey
onun etrafında pervanedir, dokunduğu her nesne can verircesine haykırır.
Sessizliği yırtan bu feryat sonsuzluğun kıyılarına kanat çırpan kuşlar
gibidir.
Evren
onunla olmak, ona dokunmak isterken, bir yandan da yanmaktan korkar.
Çünkü ateş de sudan yaratılmıştı, ateşe har veren su damlasından başka
bir şey değildir… Önceleri bir katreydi sevgili; ama şimdi ateşin ta
kendisi, canın içindeki bozkırları yakıp kavuran, kesif dumanıyla
gökyüzünü kaplayan bir ateş, gönül ülkesinin bozkırına hayat bahşeden su
damlası ve sudaki canın yanmasıydı var olan yakamoz.
Akıl
almaz bir rüya gibiydi yürüdüğü yollarda bastığı taşlar; güzelliğinden
irkilir yerlerinden fırlayıp peşinden gelmek istercesine titrerdi.
Uçsuz
bucaksız aşk sahrasında atını dörtnala koşturan bir süvari. Can ise
atın ayaklarına tutunmaya çalışan bir kum tanesi. Binlerce kum tanesinin
arasından sıyrılıp atının ayakları, sarılıp sevgilinin peşinden gitmek
için her yolu deneyen kum tanesi.
Kış
ne kadar bastırırsa bastırsın mevsimleri, sonbaharı boynunda taşıyan
kar tanesi... Dışarıda kar diz boyuyken, ruhunda baharları muska diye
taşıyan kadın.
Kelimelerin
kifayetsiz kalıp her şeyin sükûtun nabzında hayat bulmasıydı. Karanlık
bir odada aynalar önünde bir birine vurulan madeni paralardan çıkan
sesin aynadaki aksini görmek gibi bir şeydi onu tasvir etmek. Bir ney
sedasının hırçınlığında saklı güzellik; şükür ki bu güzelliği tek gören
neyin haykırışındaki hırçın rüzgârdı. Ahşap pencerelerden, kapı
aralıklarından sevgiliye dokunmak için giren yorgun rüzgâr denize âşık,
sevgilinin yüzünü dokunmak için her yolu denemekte.
“Katre”;
bir su damlasıydı aslında sevgili, her şeyin yaratıldığı son su
damlası. Bitmek daha doğrusu bitirilmek üzereyken hayat, canan olarak
gönderilmiş bir su damlası. Kuruyan bozkırımıza hayat veren su damlası…
Ey sevgili! Özür dilerim seni ve güzelliğini sığ ve manası senin kadar
olamayacak kelimelerimle anlatmaya çalıştığım için ve teşekkürler bana
ve kelimelerime sahip çıktığın için… EYVALLAH
“Kim bilebilirdi sevgili
“Katre”; bir su damlasıydı aslında sevgili, her şeyin yaratıldığı son su damlası. Bitmek daha doğrusu bitirilmek üzereyken hayat, canan olarak gönderilmiş bir su damlası. Kuruyan bozkırımıza hayat veren su damlası…
* * *
BİR ÇEŞM-İ DİLBERE ARZ-I HALİMDİR/Gün Sazak Göktürk
“Gözdür âlemi gezende
gönüldür birinen olan”
gönüldür birinen olan”
“Sana bakmak
Bütün rastlantıları reddedip
bir mucizeyi anlamaktır..
Sana bakmak
Allah’a inanmaktır”
Bütün rastlantıları reddedip
bir mucizeyi anlamaktır..
Sana bakmak
Allah’a inanmaktır”
İşte
böyle başlayan şiirleri kıskanmakla başladı sana olan hikâyem. Pulsuz
mektupların arkasına adını yazıp tozlu raflara kaldırmam böyle başladı.
Tüm rastlantıları inkâr etmem böyle başladı. Yıllardır içimde büyüttüğüm
beslediğim tüm kelimelerin sana ait olmasını istemem böyle başladı
şimdi tüm kelimeler sana bilenir oldu.
Seni
sevmek, görmeden sesini duymadan senin var olduğunu bilmek; hiç
görmediğim ama varlığını şah damarımdan daha yakın hissettiğim ALLAH’A
inanmak gibi. Şimdi tüm dargın kelimelerimle vücut bulan cümlelerim sana
dair. Kimsenin hatta kendimin bile unutmaya başladığı suskun
topraklarında büyüttüğüm olmanı istememin belki mantıklı bir açıklaması
yok. Zaten aşkta öyle değimli? Hiçbir kavramla açıklanamayan aşkın
açıklanabilir net bir yanı yok. Seni sevmek böyle işte… Tozlu raflardaki
el yazması kitaplara adının önsüz olarak yazılmasından gayrı bir şey
değil. Nedeni, yüklemi, yargısı olmayan tek yanlı kurulan ürkek
cümlelerin arka arkaya sıralanması seni sevmeyi ne kadar anlatabilir ki,
kıskanılası şairlerin, kalemi kılıç gibi kullananların anlattıklarının
dışında sana kendimden ne yazabilirim ki.
Seni
sevmek sonsuzluğun iki kıyısına açılan kapılar önünde sendelemekten
başka bir şey değil. Kapılar önünde dilenciler gibi bekleyip senden ümit
kesmemek, hani diyor ya “Senden ümit kesmem kalbinde merhamet adlı bir
çınar vardır” işte öyle bir şey seni sevmeye başlamamın sebebi.
Sebepler dünyasında sebepsiz kalıp seni sebep belleyerek sana ait olmaya
çalışmaktır sana olan aşk.
“Oysa
ben renklerin yittiği tüm her şeyin kumdan ibaret olduğu çölde
kaybolmak isterken, her şey bittiğinde tam ufuk çizgisini geçtiğimde
yine aynı yerde oluyorum her şeyin başladığı yerde ve zamanda” işte
böyle derken tüm izafi teoremleri reddedip senin var olduğunu kendime ve
kalbime ispat etmemdir bu. Şimdi zaman akmaya başladı tüm döngüleri ve
çözüm kümesi olmayan denklemleri kırıp mutlak değer doğrusu üzerinde
artı sonsuza yol almaya başlamamdır bu.
Evet,
seni hiç görmüyorum ey çeşm-i dilber. Lakin ben kendimi bile
göremiyorum artık benim sende kendimi bulmamdır bu… Ve ben biliyorum ki
sende ben gibisin. Ve inan ki ben kelimelerimi bu kadar bilemedim bir
başkasına… Ve hiçbir zaman oturup yazmak için böylesine zorlamadım
kendimi şimdi tüm kelimeler damardan sızan kandamlaları gibi ılık ve
sessizce dökülüyor kalemimden. Biliyorum hakkım yok belki sana böyle
bunları söylemeye. Artık bir üç nokta koyma zamanı geldi tüm yazılarımın
arkasına…
ER KİŞİ NİYETİNE
Ölüm bir ayak mesafesi,
Yatak bir mezar ihanetinde
Gece
Bahçenin demir kapısından usulca sokulur,
Paslı menteşeler söyleşirken selaya...
Anne habersiz,
Kız kardeşler habersiz...
Sonsuz ateşe atılan oğuldan
Dil lâl, gönül lâl...
Ey Lâl,
Sen ver talkımı...
Yüksek sesli okumasan da olur!
DUYAR!
Melek duyar,
DUYAR!
SEMİ ve BASİR...
Gece ölüm gibi iner bahçeye.
Vişne ağacı çiçeklenir yasa.
Hurma ağacında mevlit şekeri
Hanımelinde miski amber
Kız kardeş eğilir fatihaya,
Anne durur âmine
Oğul uzanır tebessümle.
Bir melek ağlar sara nöbetinde.
Ey Lâl!
Hadi sen imamlık et,
Ve yüksek sesle niyetlen...
Er kişi niyetine.
D U Y U R U / Gün Sazak GÖKTÜRK
Kalbimin üçüncü şahsına duyurulur
Diz boyu balçık içinde ülkemde…
Ey sevgili
Ey kor ateşlerin bekcisi
Kalbinden bir zerre düştü az önce ülkeme
Ağız dolu küfürler, yangın içinde ciğer…
Babil kuleleri kıskanç
Gökyüzümü delmeye çalışan
Kelimelerden kuleler…
Venedik haset
Kalbimin duvarına çarpan duyurularda
İstanbul gıpta eder oldu
Gönül Ülkemin sokaklarındaki resimlerine…
***
***
Gün Sazak GÖKTÜRK
Miadı Dolmuş Sevdaların
Yağlı urganlara geldiği yerdeyim...
Kirpikleri ıslak çocukların
Dudaklarında malum şarkılar...
Bileklerimi kesen kelepçelerden
kan damlaları düşüyor idam sehpama...
beni atık hiç bir şey üzemez
bir dil sürçmesi hayatın ardından şöyle demeliyim
beni artık hiç bir şey mutlu edemez her şeyin dışında...
bir dil sürçmesi hayatın ardından şöyle demeliyim
beni artık hiç bir şey mutlu edemez her şeyin dışında...
Sen uykumun neresindesin
Beklesin ıslak şehirleri uyandıracak ses
İdama müebbet giymiş hükümlüler gibi
Ha şimdi asılacak sesin ha sonra
Ömrümün alaca şafağında...
Beklesin ıslak şehirleri uyandıracak ses
İdama müebbet giymiş hükümlüler gibi
Ha şimdi asılacak sesin ha sonra
Ömrümün alaca şafağında...
Ömer’in siretinde ölüm, ölümün siretinde sır...
Yıldızsız gece aysız gökyüzüm..
Sevgili ölümün neresindesin sen...
Bir çocuğun dilinde malum şarkı...
"ölümler çıplak gelir"
Yıldızsız gece aysız gökyüzüm..
Sevgili ölümün neresindesin sen...
Bir çocuğun dilinde malum şarkı...
"ölümler çıplak gelir"
Mükemmel şiirleri var🙏
YanıtlaSil