Dil,
sözlükte insanların duygu ve düşüncelerini sözler aracılığı ile anlatma aracı
olarak ifade edilir. Bu ifadeden hareketle, dili olmayan bir insanın duygu ve
düşüncelerini sözlü olarak aktarmasının da (el ve yüz işaretleri ile
anlaşanları müstesna tutmak kaydıyla) neredeyse imkânsız olacağı sonucuna
ulaşabiliriz. Dil, insanlarda anlaşma aracı olduğu gibi milletler arasında da
anlaşma aracı olarak yerini muhafaza etmektedir. Bu sebepten dili, içtimai bir müessese olarak nitelemek
yerinde ve doğru bir ifade olacaktır. Yani bir milletin dilini inceleyerek
tarihi macerasını, temaslarını, ekonomik ve sosyal faaliyetlerini, ahlak ve
tefekkürünü yakalayabilirsiniz. Dili kuşlardaki kanatlara benzetebiliriz ki;
kanatsız bir kuş kuş olmaktan çıktığı gibi, dilsiz bir insan ya da millet de
kendi özelliğini kaybetmiş olur.
Dil,
bir milletin kültürel değerlerinin başında gelir. Bundan dolayı ona büyük
ehemmiyet vermek gerekir. Cemil Meriç bu hali ifade etmek için; ‘Kamus bir milletin hafızası, yani kendisi;
heyecanıyla, hassasiyetiyle, şuuruyla. Kamusa uzanan el namusa uzanmıştır.’
diyerek milletlerin lügatlerine-sözlüklerine gereken ehemmiyeti göstermesi
gerektiğini söylemiştir. Aynı dili konuşan insanlar ‘millet’ denilen sosyal varlığın temelini oluştururlar. Dil, duygu
ve düşünceyi insana aktaran bir vasıta olduğu için, insan topluluklarını bir
yığın veya kitle olmaktan kurtararak, aralarında duygu ve düşünce birliği olan
bir cemiyet, yani ‘millet’ haline getirir. Bu sözlerden maksadın anlaşmak için
sadece aynı dilin konuşulması gerektiği de değildir. Hazreti Mevlana(ra); ‘Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguları
paylaşanlar anlaşabilirler’ diyerek anlaşma noktasında aynı duyguların
paylaşılması gerektiğini ifade etmişlerdir. Millet olmak aynı dili konuşmakla
birlikte, aynı duyguları taşımayı da gerektirir. Bir dilin kelimeleri, o dili
konuşan insanların düşleri, hatıraları ve özlemleridir.
Kişi dili doğduğunda hazır bulur. Dil
cemiyetin ferde bağışladığı en büyük mirastır. Cumhuriyet kadrosu dilde
bazı yeniliklere! giderek birtakım değişiklikler yapmıştır. Bunların başında
harf inkılâbı gelmektedir. Milletin okuma-yazma oranının düşük olduğu bahane
edilerek; milletin bin küsür yıldır kullandığı harflerin yok sayılması ve bunun
yerine kültür ve medeniyetimizle alakası bulunmayan Latin alfabesinin
getirilmesi o dönem kadrosunun akıl sağlığının hiçte yerinde olmadığını
göstermektedir. Harf inkılâbının ve diğer değişikliklerin yapılmasının temel
sebebi; milletin geçmiş ile bağlarının koparılması ve kendilerinin inşâ edeceği
bir toplum meydana getirme düşüncesidir. İdeoloji,
çağımızın anahtar kelimelerinden biri, vuzuhu kilitleyen bir anahtar.
İlimden uzak ve tamamen ideolojik düşüncelerle yapılan harf inkılâbı ve akabinde
arşiv kaynaklarımızın yurt dışına atık kâğıt fiyatına satılması, Osmanlıca
okuyan ve öğretenlerin idam edilmesi, devlet arşivlerinin rutubetli depolara
küflenmek üzere terk edilmesi gafletten ziyade ihanetin vesikası niteliği
taşımaktadır.
Daha
sonraki süreçlerde ‘kraldan çok kralcı’
geçinen güruh ise dil ile uğraşmayı marifet zannedip halka yardımcı olup,
bilime katkı sağladığını zannederek dilde birtakım
sadeleştirmeye-öztürkçeleşmeye gitmiştir. Akıl
kelimesi Türkçeye Arapçadan geçmiştir ama akıl ile alakalı yirmi kadar deyimi
Türkler vücuda getirmiştir. Şimdi ‘akıl’ kelimesi Arapçadır diye onu dilden
çıkarmak, Türkçedir diye ‘us’
kelimesini diriltmeye çalışarak, yirmiden fazla deyimi yok etmek akıl karı
mıdır? Böyle bir davranış ilme ve milli kültür anlayışına uyar mı? Milli dil kendi tarihi rotasında gelişirken
elbette edebi-akademik çalışmalarla desteklenmeli ve zenginleştirilmelidir.
Ancak dilde uydurmacılık ve sadeleştirme yoluna gidilmesi içtimai bir mesele
olmaktan çok marazi bir psikolojik sapmadır. Bu kişilerin hekim gözetiminde
bulunması gerekmektedir.
Günümüze
geldiğimizde ise, Genç nesillerin Türkçe namına kullandığı dilin yarı İngilizce(tarzanca) ve yarı Türkçe
karışımı bir dil olması hepimizi derinden üzmekte ve gelecek nesillere ne hesap
vereceğimizi düşündürmektedir. Burada gençleri tek suçlu olarak görmemek
gerekir ki; onları anaokulundan başlayarak İngilizce öğreteceğiz diye kandırıp
Türkçeyi dahi bilmez duruma getirenlerin bunda hiç günahı yok mu? Dükkân tabelaları ilk bakışta bizleri
yabancı bir ülkede bulunuyormuş havasına sokmaktadır. Edebiyat ve sanat camiasında kullanılması gereken edebi kelimelerin
yerini, gündelik hayatta kullanılan 300-500 kelimenin biraz fazlasının alması
mevzunun vahametini daha da ortaya sermektedir. Akademik kadronun Türkçe ile
yakından uzaktan alakası olmayan bir ‘akademik
dil-üslup’ kullanması ise tüm bunlara tuz-biber olmaktadır. Bu akademik
çalışmaların dili-üslubu, halk tarafından anlaşılmaması için özel bir gayret
gösteriliyormuş intibaını uyandırmaktadır. Yoksa hiçbir şey yapamadıklarının
açığa çıkmasından mı çekiniyorlar ki böyle üstü kapalı ve anlaşılmaz bir
dil-üslup kullanıyorlar? Yazı ve dil bir
milletin dünü, bugünü ve yarını arasında irtibat sağlayan bir ‘kültür köprüsü’
niteliği taşımaktadır. Nesilleri birbirinden, milleti geçmiş ve
geleceğinden koparan bir dil politikası, başarılı olduğu nispette tehlikeli
olmaktadır.
Kendi
milletinin tarih ve kültürünü öğrenmek ve incelemek isteyen her Türk, eski
eserleri anlamak ve onlardan zevk almak için bu dili, daha doğrusu bu alfabeyi,
bilmek zorundadır. Yabancı kültür ve eserlerden istifade etmek için yabancı
dili okullarımızda öğretmek maksadıyla bunca emek ve para harcanırken, kendi
kültür kaynaklarımıza sırt çevirmeyi ve hatta orayı düşman safları olarak
görmeyi mazur görmek ve göstermek anlaması güç bir durum ortaya çıkarmaktadır.
Bunun adına gaflet, cehalet, delalet ve ihanet denir. Bununla birlikte kişinin önce kendi dilini tüm
derinliklerine kadar öğrenmesi ve daha sonra başka dilleri öğrenmeye çalışması
gerekmektedir.
Ne
gariptir ki, tamamen bize ait olan ve günümüzde artık Osmanlıca olarak tabir edilen tarihi Türkiye Türkçesini bir yazı
dili olmaktan öte, ayrı bir lisan zannedenlerimizin sayısı maalesef hiçte az
değildir. Günümüz gençliğinin hissesine dedelerinin bin küsür yıl önceki kültür
mirasını rahatlıkla okuyup anlayabilen diğer milletlere imrenmek mi düşüyor?
Bir İngiliz 400 yıl önce yaşayan ve yazan edebiyatçılarını okuyor ve anlıyor,
biz ise Türkçede giriştiğimiz katliam nedeniyle değil 400 yıl önceki
yazarlarımızı okumak ve anlamak, 40-50 yıl önce yazılmış eserleri dahi okumakta
ve anlamakta güçlük çekmekteyiz. Neden biz de kendi çocuğumuza araştırdığı
herhangi bir mevzuda, ecdadının birikimine birinci elden uzanabile imkânını tanımayalım
ki?
Çok boyutlu bir altyapıya sahip ve tarihine
yabancı kalmamış, büyüklerine sevgisini ve saygısını kaybetmemiş, diline sahip
çıkmayı kendine görev addetmiş bir nesil, geleceğe daha ümitle bakmamızın
teminatıdır. Gelecek diline sahip çıkan milletlerin olacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder