Gölgesi, çelimsiz vücudundan büyük
sevimli bir çocuğun ayağının altında çiğnedi, tuğla duvarıyla sağ köşemi boyuna
kesen, kırmızı boya ile örülü evin kırık-dökük, balkonun paslı demirleriyle
çevrili terasından üzerime boca edilen su kadar soğuktu taşlarım. Ağustos ayı
sıcağı haricinde alnımın ateşler içinde yandığını da bilmem. Nisan
yağmurlarında ılık olur biriken oluktan akan damlaların bütünlüğü gölcükler. Tıpkı
ağlar gibi. Yanağınızdan süzülen, teni yalayıp geçen gözyaşları gibi tuzlu mudur
bilmem. İçinde kâğıttan gemi kaydıran çocuklar belki bilir. Dokunsalar anlarlar
ana yüreğinde yoğrulan şefkat gibi sarmalayan sıcaklığımı. Dört mevsimi kendi
içimde yaşarım. Sadece başıboş hayvanlar bilir, en çok da tekir kedi.
Sahipsizliğine gocunması, kasabın önündeki sulu ete işkillenmesinden mi bilinmez.
Bir acı miyavlama… Tam şura; nabzımın attığı, kimsenin kimsizliğimi bilmediği
orta noktada… Günün sabah saatleri ile güneşin terk edip evine döndüğü saatlerin
aydınlattığı bir parçam; sonrası hep karanlık, buhran bir yalnızlık. Kaç adı
bilinmeyen siluetler ezip geçer üzerimden. Anlamazlar orada olduğumu, seslerine
ses verdiğimi. Derin bir kuyunun içine fırlatılan çakıl taşları gibi havada
asılı kalan, uzaklarda bir yankı edası ile sağa sola dövünen sesim. Yitikliğime
bir kanıt daha mı?
Geçenlerde uğrak verdi yine bu çelimsiz
çocuk. Mutlu gibiydi, ayağının altında ben, tepindi durdu. Tap tap ayak sesi.
Günün ikindiyi vurduğu saat, tik tak. Kırmızı boyalı, paslı demirli yıkık evin
karşı yakamda bulunan, adı Blum, caz mıdır nedir, müzik yapılan yerden daha
güzel bir şarkı mırıldandı boşluğa doğru. Gerçi saksafon sesini severdim. Adına
tekerleme diyor. Hep bir ağızdan diğer yaramazlar da eşlik etti. Sahip ve ait
olunan soğuk, karanlık, küflü ve rengârenk boyalı duvarlar, tüm varlığımla ritim
tuttum. Bilmem onlar anladı mı? Bilmem anladı mı? Mutluydu, ben mutluydum. Arkadaşım olur mu, yine gelir mi bilinmez.
Uzun süren kışın ardından, gebe, kuru ağaç dallarından tomurcuklanan sürgün
yeşili yapraklar gibi belki bahara gelir, belki gelmez.
Sürekli adres değiştiren insanlara
anlam veremedim, oysa onlar kendi içinde yalnızlar. Çünkü hiçbir yere ait
olamamışlar. Aitlik nedir bilmiyorlar. Ben kendi varlığımdan başkasına ait olmadım.
Eğer köşesinde sivri çıkıntılarıyla örülmüş tarih kadar eski taşlarım olmasa
tanrı var mı diye de sorgulardım. Hani hiç sorgulamamış değilim. Evet, yaptım
ve tanrı var biliyorum. O olmasa birilerin takılıp kaldığı derin, kendi iç âlemleri
dışında dış dünyayı unutmuş dalgın insanların, kırılmış taşları emanetçi
kıldığı çamurlu çukur kuytularım olmazdı. Her iki tarafıma yaslanan renkli dükkânlar,
iki ruh birbirine bu kadar yakışamaz ve onlara refakat eden gölgeler, nasıl unuturum
ilk ziyaretçilerimi, en son onların veda ettiğini.
Yaşamak için ne çok sebebi var
insanoğlunun bir bilseniz, ya ölümü istemek için ne çok acı. Geçenlerde, hani
tekirin müdavimi olduğu kasabın bitişiğindeki dar basamaklar ile tırmanılan ahşap
döşemelerin gıcırtı senfonisini resmileştirdiği, silik hikâyelerin örüldüğü, sıvası
dökük duvarlarıyla yükselen dört katlı otelin arkaya bakan odasından çıkartılan
paçavralı ceset, sınırlarım içerisinde dedikodu olmaktan çok uzaktı. Anılar anı
olmaya mahkûm edildiğinden beri, insan kalbi dört odacıklı olmaktan çıkmış.
Tanrı, şefkat, vefa en önemlisi insanlık unutulmuş. Unutulanları sıralarken
fark ettim, anlatılanlar içinde ne çok kendimi unutmuşum. Şimdi hatırlıyorum da
sokak...
Sokak benim yalnızlığım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder