Ekim ayının güz kokusu hissedilse
de hava açık ve güneşliydi. Evinden yarım saat önce çıkan Refik Hüzünkâr
yorulmasına rağmen adımlarını daha da hızlandırdı. Gittiği yer Sahaf Hasan
Efendi’nin dükkânı olunca kuş gibi uçarak giderdi. Oraya varmak bir menzile
ulaşmak gibiydi.
Kadıköy ve Beyoğlu semtlerinde
sahaf dükkânları açılsa da bir türlü ısınamamıştı. Onun bir sevda gibi
tutulduğu yer Bayezid Câmii civarında nadirattan bir sahaf olan Hasan
Efendi’nin dükkânıydı. Sohbet ve yazılarıyla üzerinde çok emeği olan Bilge
Kişi’nin sâyesinde tanımış, dükkânına o alıştırmıştı.
Kitap sohbetine olan aşkını bu
gün de vuslata erdirecekti. Kim bilir neler konuşulacaktı? Hangi kitap
tiryakileri gelecekti? Kitaplar üstüne gün görmemiş sözler duyacaktı yine. Ne
çok şey biliyordu Sahaf Hasan Efendi? Eski ve yeni kitap kurtlarıyla olan
hâtıralarını dinlemeye doyulmazdı. Bir sohbetinde İbnülemin Mahmud Kemal’in son
yıllarına yetiştiğini, ünlü yazarlarla muhabbetine şâhit olduğunu anlatmıştı.
Ârif meşrebi ve güzel lisanıyla
İstanbul beyefendisi mütevazı bir insandı. Eskilerin deyimiyle çok laf vardı
onda. Hangi kitapları okuyacağı hakkında fikir verirdi. Açık tenli, uzun köşeli
yüzü ve bembeyaz sakalıyla cezbeli bir pir-i fâni idi. Yaşı yetmişi geçmesine
rağmen zihni berrak, hâfızası sağlam, zengin hâtıraları olan bilgili biriydi.
Modern eğitimin yanında medrese
eğitimi de almıştı. Osmanlı Türkçesini iyi biliyordu. “Gençliğimden bu yana
başka işler yapma imkânım olduğu halde, Allah hilkatimi kitaplarla
meczettiğinden sahaflıktan başka iş yapamıyorum” demişti bir sohbetinde.
Refik Hüzünkâr onun
müdâvimlerinin çokluğundan rahatsız olurdu. Çünkü hususi sohbet etmesine fırsat
vermezlerdi. Gereksiz kitap hastaları gelir, bereketli vaktini öldürürlerdi.
Buna çok canı sıkılırdı. Boş vakitlerini kollamaya çalışır, dükkândaki kitap
tiryakilerinin eşkâline şöyle bir bakar, lafebesi, kendini beğenmiş kitap
psikopatı varsa, Bayezid Meydanı’na doğru tur atar, daha sonra gelirdi.
Sahaf Hasan Efendi yıllanmış
ahşap masasında bir kitabı inceliyordu. Hayret, kimse yoktu! Çok sevindi Refik
Hüzünkâr. Onu yalnız başına dinleyebilecek, sorular sorabilecekti. Selâm
vererek elini öptü ve kitap istiflerinden arta kalan, ancak dört kişinin
sığabileceği daracık mekânın bir köşesine oturdu. Duvarları yüzlerce kitap dolu
orta büyüklükteki dükkânın her karesinden kitap kokusu geliyordu.
Hâl hatırdan sonra, sahafların
“kitap muhabbeti çayı” dedikleri çaylar geldi. Sohbeti bölücü kimselerin
uğramadığı bir gündü bugün. Sıkılmadan oturuyordu. Bir soru sorsa ayıp mı
olurdu? Utangaç bir eda ile “Efendim, sahaflığın geçmişini sormak istemiştim…”
Sahaf Hasan Efendi, “çayın olmadığı
yerde kitap sohbeti etmek caiz değil” dediği çayından bir yudum aldı ve zaman
tüneline girer gibi başladı anlatmaya:
ESKİDEN SAHAFLARIN ŞEYHİ OLURDU
Kitapların sahife sahife
olmasından dolayı sahifelerin çoğulu olan sahaf denilmiş bu işi yapanlara.
Kelimenin aslı sahhaftır. Zamanla telaffuz değişti. Eskiden sahaflar çarşısının
bir şeyhi olurdu, tellâlları ve kâhyaları vardı. Sahaflar arasındaki
anlaşmazlıkları çözmek ve devletle irtibatı sağlamak bakımından vazifesi çok
mühimdi. Yanında hattatlar çalışırdı. Her kitaptan bir tane, sahife sahife
ciltsiz olarak dururdu. “Şu kitabı istiyorum” diye sipariş verildiğinde,
hattatlara bu kitabı verir, onlar da bir numunesini yazar, getirirlerdi. Sonra
sayfalar kitap hâline getirilip sahibine verilirdi.
Sahaflar şeyhinin ilki on
dördüncü asırda Bursa’da Mahmut Şeyhi, sonuncusu İstanbul’da Hacı Muzaffer Ozak
Efendi’dir. İlk sahaflık Orhan Gâzi zamanında Bursa’da kuruldu. Sonra
Edirne’ye, ardından İstanbul’a geldi, Fatih, Eyüp ve Bayezid’de devam etti.
Sahaflar padişaha memleketin kültür ve kitap okuma seviyesi hakkında bilgi
sunarlardı.
SAHAF MEKTEPTE YETİŞMEZ
Eski kitap alıp satan herkese
sahaf demek yanlıştır. Sahaf mektepte yetişmez; ne kursu vardır ne de hocası.
Okuyup yazma ile değil, kitapların içinde çalışa çalışa kazanılır. Daha iyiyi
iyi olandan ayırır; yâni hangi kitabın birinci, hangisinin ikinci kaynak
olduğunu bilir. Ticaret değil, gönül ve ilim işidir. İyi bir sahaf kitap
doktorudur; bir kitabın ilmini, kime verileceğini bilir ve ehline yol gösterir.
Arapça-Farsça-Osmanlıca bilmesi,
hat ve tezhip gibi kitap sanatlarından anlaması şart. Kâğıt ve cilt konusunda
da bilgi sahibi olmalı. Kitabı erbabına satma âdabını da bilmek gerek. İyi bir
sahaf, kitabı çok para verene değil, içinde bir şey arayan sevdalısına verir.
Parayı sevmez, parada onları. Elinde üç beş kuruş oldu mu hemen gider kitap
alırlar. Bir huyları da var ki kitaplarını çok kıskanırlar. Varsa yoksa
dünyaları kitaplarıdır. Kitaba âşık adamlardır. Kitaplarımı sattığımda
üzülüyorum. Camda görünen kitap, kitap değildir. Kitap selülozdur elinize
alacaksınız ve o selüloz kokusunu duyacaksınız.
Ellili yıllara kadar bohçacılar
vardı, mahalleleri dolaşıp aldıkları eşyalar arasındaki eski kitapları
sahaflara satarlardı. Ölen bir âlimin varisleri, kitapları önceden
vakfedilmediyse çoğu zaman sahaflara getirip mezata vermek sûretiyle
sattırıyorlardı. Bu nesil kesilince eski kitaplar da kesildi. Cumhuriyetin
otuzlu, kırklı yıllarında çok kitap imha edildi. El yazma eski eserler kalmadı.
Kıymetini ve nasıl muhafaza edileceğini bilen de yok.
Osmanlı zamanlarında müellif
binbir zahmetle telif ettiği kitabının korunması için kapağına “Yâ Kebikeç”
yazarmış. Kitapların kurtlardan güvelerden korunması için yazılmış bir nevi
muskadır, duadır; efsun diyenler de var. “Ey kurtçuk, bu kitap sana ait değil,
başkasının malına zarar verme!” ikazıymış.
Kebikeç’in, kitap kurtlarının
meleği yahut cini olduğuna inanılırmış. Kitap haşeratları, efendilerinin ismini
kitabın üzerinde görünce “Bu kitap efendimizin himâyesinde” diyerek
yaklaşmazlarmış. Bu söyleyeceğim bir fıkra olarak anlatılır ama inanın benim de
başıma geldi. Bir kütüphâne memuruyla birlikte elyazması bir kitaba bakarken,
kitap kurtlarının hususen “Ya Kebikeç” yazısını yediklerine şâhit olmuştum.
ERMİŞ SAHAF MENKIBESİ
Meşrutiyet Dönemi’nin son
yıllarında sahaflık yapmış bir zâttan dinlediğim “Ermiş Sahaf” menkıbesi var bu
şehrin mâzisinde. Sultan Abdülaziz devrinde, değerli kitaplarının sayısını
kendisi de bilmeyen bir sahaf yaşarmış. Bir gün aklına şöyle bir fikir gelmiş:
“Şu fâni dünyada elde etmediğim
kitap kalmadı. İstanbul’dan Şam’a, Mısır’dan Bağdat’ a kadar herkes bana
istediğim kitabı getirdi. Çok kitap alıp satarak zengin oldum. Bundan sonra
ahret hazırlıkları içinde olup boşuna geçmiş günahlı günlerimi telâfi
etmeliyim. Kitaplarımı önce ihtiyaç sahibi kitap müptelâlarına, sonra ilim
sahibi olanlara dağıtıp paylaştırmalıyım. Belki bunun sevabıyla cennete
girebilirim” demiş.
Dediğini de tastamam yapmış.
Zamanın İstanbul’undan, Bursa’sından, taşra şehirlerden duyup gelen onun
kitaplarından nasiplenmişler. Bu hasenatı yaptıktan sonra bir gün karşısına
aksakallı bir eren çıkmış. “Ben senin bahtının kuvvetiyim. Sen bütün
kitaplarını kitapseverlere dağıtıp onları sevindirdin. Senin sonun hayırlı
olacak; bu günlerde abdestsiz gezme. Azrail âleyhisselâm seni yoklayacak,
haberin olsun” demiş ve kaybolmuş.
O sahaf üç gün sonra vefat etmiş.
Cenazesine onun hayır hasenatını gören çok sayıda ilim erbabı ve kitap
tiryakisi katılıp ta’zimde bulunmuşlar ve mezarını türbeye çevirmişler. Bir
müddet sonra bu türbeye “Ermiş Sahaf Türbesi” demişler.
“İşte böyledir sahaflık” dedi
Sahaf Hasan Efendi. Soluklandı ve çırağından çay söylemesini istedi. Refik
Hüzünkâr “Efendim, müsaadenizi istesem…” dedi ve elini öpüp kalktı…
Akşamın ucu görünmeye başlamıştı.
Öğle üzeri güneşli olan hava değişmiş, hafif yağmur yağıyordu. Evindeki
kitaplarına doğru cezbe hâlinde yürüyordu bugün. Sevinçliydi. “Ne çok şey
dinledim Sahaf Hasan Efendi’den, ah, kitaplar!” dedi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder