Anam gider gitmez dedem beni hemen
yanına çağırttı. “Üzülme güzel oğlum, ben hem senin ayakkabını tamir eder hem
de sana ecer (yeni) kundura alırım” diyerek başımı okşadı. Elindeki yağlığıyla
gözyaşlarımı sildi. Dolaptan köşker ipi, bal mumu, çuvaldız, köşker iğnesi ve
pense gibi malzemeleri çıkarttı. Köşker ipine bal mumunu sürüp incelterek,
ipliği iğneye taktı. Ayakkabının tabanındaki lastiği çuvaldızla delip, iğnenin
ucunu penseyle çekerek benim kunduramı usta bir tamirci edasıyla onardı. Ayrıca
beş kundura alacak kadar bol miktarda para verip beni sabahleyin şehre
gönderdi. Beni şehre gönderirken de “oğlum sen yeter ki oku, ben sana istediğin
kadar ayakkabı alır, istediğin kadar da harçlık veririm” dedi. Her zaman
arkamda karlı bir dağ gibi duran dedemin bu sözünden ne kadar mutlu olduğumu
kelimelerle ifade edemem. Dünyalar benim oldu. Sevincimden ağladım. Ben Maraş’a
gelip kapalı çarşıdan kundura alırken üç ay içinde ayağımın otuz beş numaradan,
otuz yedi numaraya çıktığını gördüm. Otuz beş numara ayakkabılar ayağıma hiç
olmadı. Aldığım yeni kundura otuz yedi numaraydı. Bu nedenle; ayaklarım çok
büyüdüğünden kunduranın söküldüğünü tespit ettim. Yaşadığım bu olaydan sonra
ayakkabı ile derdim, sıkıntım başlamış oldu. Bundan sonraki seneler aynı sorunu
yaşamamak için biri birinden bir numara büyük iki kundura aldım. Küçük
kundurayı birinci dönem, büyük kundurayı ikinci dönem giyerek, vaziyeti idare
ederek ortaokulu bitirmiş oldum.
Liseyi Kahramanmaraş Endüstri
Meslek Lisesinde okudum. Lisede okurken tesadüfen Batı Parktaki kunduracı Arap
Usta ile tanıştık. Arap Usta güler yüzlü, alçak gönüllü bir insandı. Oldukça esmer
olduğu için Arap Usta lakabıyla tanınıyordu. Arap Usta’ya ayakkabı konusunda
yaşadığım sıkıntıları baştan sona destan gibi anlattım. Arap Usta da beni can
kulağıyla dinledi. Sözüm bittikten sonra, Arap Usta kendine has o yumuşacık
üslubuyla “bundan sonra sorun olmaz, ben ayakkabı hususundaki her derdine
derman olurum Pehlivanım” diyerek beni teselli etti. O günden sonra; Arap Usta
bana hem yeni kunduralar yaptı hem de eskiyen kunduralarımı tamir etti. Dört
yıl boyunca ayakkabı konusunda herhangi bir sorun yaşatmadı. Lisede okulun
güreş takımındaydım. Güreş yaparken mayo ve spor ayakkabısı konusunda yaşadığım
dertleri, kederleri hatırlamak dahi istemiyorum. O dönemde arkadaşlarımla Kapalı Çarşıda
gezerken, Trabzon caddesindeki ayakkabı mağazalarının vitrinlerine bakarken,
içeri girip çeşit çeşit ayakkabıları incelerken kimi kez üzülmedim, kimi kez
yerinmedim desem yalan olur. Arkadaşlarım mağazalardan istediği marka, istediği
şekil ve renkte ayakkabıları alıp giyerken, ben Arap Ustanın yapacağı klasik
tipteki kunduralarla yetinmek zorunda kaldım. Üniversiteye giderken Arap Usta
benim için ayakkabı yaptığı kalıpları bana hediye edip, “bu kalıpları gittiğin
yere götür, gittiğin yerde belki bu kadar büyük kalıp bulunmaz, perişan olma”
diyerek nasihatte bulundu. Gerçekten de Arap Ustanın bana hediye ettiği 47
numara ayakkabı kalıpları üniversite okurken Niğde’de, öğretmenlik yaparken
Van’da çok işime yaradı. Ayakkabı yapan ustaların yanına kalıp ile gittiğimde
bana hem tebessüm ettiler hem de azda olsa fiyatta indirim yaptılar. Ben de bugüne
kadar Arap Ustayı hiç unutmadım. Halen muhabbetimiz, ilişkimiz aynı sıcaklıkta
devam etmektedir.
Serhat şehri Van İlimizin, Emrah
ile Selvi’nin diyarı Yeşil Erciş ilçesinde öğretmen olarak görev yaparken
doksan iki senesinin kasım ayında askere gitmeye karar verdim. Milli Eğitimden
askerlik nedeniyle ücretsiz izin alıp, sülüsümü almak üzere memleketime yani
Kahramanmaraş’a gittim. Döngel köyünde iki gün ailemin yanında kalıp üçüncü gün
evraklarımı almak üzere Askerlik Şubesine geldim. Askerlik Şubesi beni kısa
dönem iki aylık vatani görevimi ifa etmem için Sivas 5. Er Eğitim Tugayına sevk
etti.
Dayım Cumali Gök o zaman Malatya
Şeker Fabrikasında pehlivan olarak çalışıyordu. Askere gitmeden önce dayımı
ziyaret etmek için Sivas’a Malatya üzerinden gitmeyi kararlaştırdım. Maraş’tan
otobüse binip yoğun kar yağışı ve tipi yüzünden zor bela üç saatlik yolu altı
saatte giderek Malatya’ya vardım. Bir gece dayımın yanında misafir olup, ikinci
gün otobüsle Sivas’a hareket ettim. Sivas’a giderken de yoğun yağışı nedeniyle
dört saatlik yol sekiz saat sürdü. Yağ Donduran Geçit ’inde ufak bir sıkıntı
yaşamış olsak da Allaha şükür kazasız belasız bir şekilde Sivas’a intikal
ettik. Bu sırada hava iyice kararmış saat sekiz olmuştu. Otobüste tanıştığım
benim gibi askere gelen Nizipli öğretmen Ali Kaya ile Sivas Öğretmen Evine
giderek yattık. Sabahleyin erkenden kalkarak birlikte kahvaltımızı yaptık.
Kahvaltıdan sonra ben Erciş’te birlikte görev yaptığımız Seyfi Yılmaz abimin
kardeşi Şükrü beye Sivas’ta olduğumu telefonla arayarak haber verdim.
Şükrü bey yanımıza gelerek bizi
çarşıya götürdü. Bize Sivas’ın Kongre Binası, Çifte Minare gibi tarihi
mekânlarını gezdirdi. Öğle yemeğinde bizi evlerinde misafir etti. Yemekten
sonra berberde tıraşımızı yaptırarak akşam olmadan bizi birliğimize teslim
etti. Nizamiyede bizim gibi yeni gelen yirmi kadar asker vardı. Bir onbaşı bizi
üçlü kolda hizaya geçirip bölüğümüze götürdü. Anlayacağınız kapıdan içeri ilk
adımımızı attığımızda askerliğimiz başlamış oldu. Bölük yemekhanesine
vardığımızda okuldan, memleketten, görev yerinden tanıdığım onlarca arkadaşımla
karşılaştım. İlk anda arkadaşlarımla karşılaşmam, onların beni “hoş geldin”
diyerek karşılamaları o an itibariyle mutlu olmama yetti de arttı bile.
Yemekhanede biraz oturup dinlendikten sonra koğuş çavuşunun verdiği dolaba
çantalarımızı yerleştirip, gösterdiği yataklara yattık. Sabah erkenden kalkıp
kahvaltımızı yaptıktan sonra elbiselerimizi ve botlarımızı almak üzere topluca
levazım deposuna gittik.
Levazım çavuşları bizi çay içme bahanesiyle kar
yağışı altında yarım saat kadar bekletti. Bu sırada bizler de sağımızdaki,
solumuzdaki çevremizdeki arkadaşlarla tanışma fırsatı bulduk. Levazım çavuşlarının
çay içme işleri tamamlanınca bizi on kişilik Levazım deposunda görevli çavuşlar
guruplar halinde içeri almaya başladılar. Bedenimizi ölçerek elbiselerimizi, ayakkabı
numaramızı sorarak botlarımızı dağıtıyorlardı. Sıra bana gelince ayakkabı
numaramı sordular. Kırk yedi dedim. Kırk beş numaradan büyük botumuz yok,
şansına küs diyerek bana karşıdan kırk beş numara bir bot fırlattılar.
Botlarımızı ve elbiselerimizi alarak koğuşumuza gittik. Koğuşta sivil
elbiselerimizi çıkartıp hâkî renkli askeri elbiselerimizi giydik. Askeri
elbiseler bazı arkadaşlara dar, bazı arkadaşlara geniş gelirken benim elbisem
kitap gibi üzerime oturdu. Asker elbisesini giyinip aynanın karşısına geçince
mutluluktan ağladım. Bizim yörede askerliğini yapmayana pek hoş gözle bakılmaz.
Asker olduğum için Allah’ıma şükrettim. Kırk beş numara bota uzun uğraşlar
sonucu zorla ayaklarımı soktum ama botun dar olmasından dolayı birdenbire
dünyam karardı.
Elbiseler giyilir giyilmez eğitim
çavuşları bizi eğitim alanına götürdüler. Tüfeksiz hareketlerden bir diyerek
bizi karşılıklı şekilde dizerek selam vermeyi öğretmek için eğitime başladılar.
Ben Teyfik Karadaş/Kahramanmaraş emret komutanım diyerek karşımdaki partnerime
selam verirken, oda bana Süleyman Dingil/Denizli emret komutanım diyerek selam
veriyordu. Arkadaşımın soy ismi Dingil olduğu için benim gülesim geliyor fakat
ayağımdaki botun sıkıntısından gülemiyordum. Ayağımdaki dar olan botlar
nedeniyle ayaklarımın kangren olacağını ve sonradan da kesileceğini
düşünüyordum. O an itibariyle ayakkabın dar olursa dünyanın geniş olmasının bir
anlam ifade etmediğini anladım. Tansiyonum yükseldi. Kar yağarken bile o soğuk
havada buram buram terlemeye başladım. Bu acıya dayanacak ne gücüm nede ne de
sabrım kalmıştı. Artık ya kendimi yere atıp ölüyorum diye bağıracaktım, ya da
ayağımdaki botları çıkartıp uzaklara, en uzaklara atacaktım. Askerliğin ilk
günü olduğu için birazda komutanlardan korkuyordum. Her şeye rağmen ölmemek,
yaşamak için düşündüğüm eylemlerden birini gerçekleştirmem an meselesiydi. Eylemi
gerçekleştirmek için eğitim çavuşunun bizden tarafa bakmasını bekliyordum. “Kul
sıkışırsa, hızır yetişir” diye boşa söylememiş büyüklerimiz. Bir baktım ki,
orta boylu nurani yüzlü bir çavuş “Teyfik Hocam, Teyfik Hocam “diyerek bana
doğru koşarak gelmeye başladı. Tam yanıma gelince duraklayıp beni tanıdın mı?
Teyfik Hocam diye sordu.
“Tanımadım komutanım” dedim.
“Tanımazsın tabi. Şimdi
memlekette olsa belediye başkanlarıyla, milletvekilleriyle Tekir’de Döngel’de
Şahinkaya’da soğuk suların başında gezer dolaşırdın. Yerdin içerdin Hocam”
dedi.
“Komutanım sen kimsin?” dedim.
Çavuş: Ben Şahinkaya’daki küçük
caminin imamı Nuri Bakır’ım. Memleketim Uşak. Boş zamanlarımda Andırın Arif’in
bakkalını çalıştırırım. Ben seni yakın tanıyorum hocam. Bir derdin sıkıntın var
mı?” dedi.
“Komutanım ayağım 47 numara
verdikleri bot 45 numara. Ayağıma zorla giydim. Öleceğim, ayağım kangren
olacak, zor durumdayım. Seni benim yanıma Allah gönderdi” dedim. (bu sırada
gözlerim yaşardı)
Bunun üzerine Nuri Çavuş beni
eğitim alanından alıp bölük binasına götürdü. Bölük binasında botlarımı
çıkarınca ayaklarımın tamamen morardığını gördü. Depodan sivil ayakkabılarımı
alıp ayağıma giydirdi. Beni yemekhane onbaşına emanet edip, kendi yeniden
eğitim sahasına döndü. Sabahleyin beni vizite onbaşısıyla doktora gönderdi.
Bizim taburun revir doktoru izinde olduğu için onbaşı beni Askeri Hastanenin
ortopedi doktoruna götürdü. Yolda da içeri nasıl gireceğimi, kepi nasıl
tutacağımı, selamı nasıl vereceğimi kısaca anlattı.
Hastaneye varıp muayene sırası
bana gelince kapıyı çaldım. Doktorun gel sesini duyduktan sonra kep sağ elimle
göğsümün üzerinde tutulu vaziyette usta bir asker edasıyla kapıyı açarak içeri
girdim. Topuk selamı verdikten sonra “Teyfik Karadaş/Kahramanmaraş bir durum
arz edebilir miyim komutanım” dedim.
Doktor (Tabip Üsteğmen): “Arz et
bakalım” dedi.
Ben: “Komutanım ayağım 47 numara,
bana 45 numara bot verdiler. Bot ayağımı morarttı” dedim. (Sözümü tamamlamadan)
Doktor (Tabip Üsteğmen): “Ben
saraç mıyım, çık dışarı” diyerek beni dışarı gönderdi.
Kapıdan dışarı çıkınca moralim
bozuldu, dünyam karardı. Devletin yetiştirdiği doktorun, devletin askerine
gösterdiği tavır her şeyden önce insana yakışmazdı. Sonra hiçbir kişi, hiçbir
makam devletin askerine böyle davranmamalıydı. Daha sonra bir öğretmene böyle
davranılmamalıydı diye düşünmeye başladım ama o an için elimden gelecek bir şey
yoktu. Revir onbaşısıyla buluşup bölük binasına gittik. Nuri Çavuş beni bina
girişinde karşıladı. Hastanedeki durumu Nuri Çavuş’a anlattım. Nuri Çavuş beni
bölük komutanımızın odasına götürdü. Kısa künye yaptıktan sonra beni, sivildeki
konumumu ve bot konusundaki sıkıntımı bölük komutanına anlattı.
Bölük Komutanı (Yüzbaşı): “Allah
esirgesin. Hocam savaş zamanı Seyit Onbaşı gibi üç yüz kiloluk top mermisini götürecek
bir yiğitmiş ama ne yapayım. Beykoz’a yazı yazsam bot iki ayda gelir, o güne
kadar hocamın askerliği biter. Siz hocama içeride bir görev verin askerliğini
sivil ayakkabılarıyla tamamlasın Nuri Çavuş” dedi.
Nuri Çavuş: “Baş üstüne
komutanım” dedi.
Ben de Bölük komutanına bir baş
selamı verdim ve Nuri Çavuşla birlikte Bölük Komutanının odasından ayrıldık.
Bölük çavuşunun yanına gittik. Bölük çavuşu beni yemekhane onbaşının yanına
yardımcı olarak görevlendirdi. Bölük Çavuşu ile Bölük Eğitim Çavuşu olan Nuri
Hoca yemekhane sorumlusu İbrahim Onbaşıya hocamı çalıştırma, idare et dedikleri
halde disiplini bozmadan verilen her görevi eksiksiz olarak yerine getirerek
iki aylık askerlik görevimi başarıyla ifa ettim.
Arkadaşlarım Sivas’ın eksi on
beş-yirmi derece soğuğunda eğitim yaparken, ben binanın içinde başka bir görevi
yerine getirdim. Arkadaşların birçoğu soğuk hava nedeniyle sinüzit hastası
oldu. Arkadaşlarım dışarıda soğuk havada nöbet tutarken ben sıcak yatağımda
uyudum. Sivil hayatta 47 numara ayakkabı bulamadığım için sıkıntı çektiğim
halde, askerde 47 numara bot bulamadığım için rahat ettim. İnsanların keder ve
mutlulukları yaşadıkları şartlara bulundukları ortama göre değişmektedir.
Askerde sıkıntıya düşünce,
önceden kendisini hiç tanımadığım Nuri Çavuş’un anında yanıma gelmesi
saadatların gösterdiği bir kerametiydi? Yoksa Yüce Mevla’nın bir sırımıydı? Yâ da
Nuri Hoca bana yardım için gelen bir Hızır mıydı? Otuz yıldır anlayamadım ama
anladığım bir şey oldu; o da başı dara düşen bütün kullarına Yüce Mevla’nın
doğrudan veya dolaylı olarak yardım etmesi gerçeğidir. Yeter ki siz ona inanın,
ondan yardım dileyin. Allah sizlerin başını dara düşürmesin, başınız dara
düşerse de Yüce Mevla’m yardımını esirgemesin. Allah’ım tüm inananları Nuri
Hoca gibi iyi insanlarla karşılaştırsın.
Helal olsun hocam çok güzel diline sağlık
YanıtlaSilÇok güzel ve anlamlı ders çıkarılması gereken güzel bir ani hocam niyet temiz olduktan sonra aşılmayacak engel yok çok şükür Rabbim doğruluktan ayırmasın
YanıtlaSil