Sibel KÖK: Hocam konumuz Kahramanmaraş. Sizden Maraş'ı dinlemek istiyoruz. Onun öncesinde, okuyucularımızın da birinci ağızdan duymaları için Ali Yurtgezen kimdir, ne gibi faaliyetlerde bulunmuştur diye sorsak, neler söylersiniz?
Ali YURTGEZEN: Bendeniz, çok küçük yaşlarda iken biri babasını Yemen’de, diğeri hem anne hem babasını Rus ve Ermeni işgalindeki yurtlarından kaçarken muhaceret yolunda kaybetmiş iki ümmî dedenin torunuyum. Kendimi böyle tanıtıyorum çünkü ben çocuklara anne babadan ziyade dede ve ninelerin şahsiyet ve istikamet kazandırdığını yahut kazandırması gerektiğini düşünüyorum. Daha geniş bir tecrübeyi, milli kültürün daha özgün halini böyle tevarüs edebiliyorsunuz. Benim neslim büyük ölçüde dedelerimizin ümmiliği sayesinde devletin estirdiği tereddi rüzgârlarıyla savrulmaktan kurtuldu. Bu topraklarda kök salıp boy atmıştık ama yine aynı ümmilik sebebiyle meyveye duramıyorduk. Kendimize has bir inşanın imkânlarını kaybetmiştik. Gençlik yıllarımızdan itibaren her birimiz kendi meşrebi, mesleği, kabiliyeti çerçevesinde yeniden böyle bir inşanın çabasına koyulduk. Ne gibi faaliyetlerde bulunduğumu soruyorsunuz. 70’li yıllarda gençlik hareketlerinin içinde aktif olarak yer alırken de 40 yıla varan öğretmenlik hayatımda da hasbelkader çeşitli mevkutelerde yazıp çizerken de yapıp ettiğim, kırık dökük bir iştirakle de olsa bu kendimize has inşa gayretinin bir ucundan tutmak olmuştur.
Ali YURTGEZEN: Maraş’ın
talihsiz bir tarihi var. Burası Dulkadirli Beyliği’nin merkezi bildiğiniz gibi.
Dulkadirli Beyliği, iki asırlık ömrü boyunca bazen Osmanlı’nın bazen
Memlûklerin himayesine girmek zorunda kalmış. Hatta bunu ayakta kalabilmek için
bir nevi temel politika haline getirmiş bile denilebilir. Fakat işte bu yüzden,
“gölgede duranın gölgesi olmaz” fehvasınca Maraş beklenen seviyede bir imardan,
dolayısıyla bu imarın sağlayacağı ilim ve edebiyat zemininden yeterince nasiptar
olamamış sanki. Buna rağmen önemli âlimler, şairler, devlet adamları
yetiştirmişse de kabul edelim ki Maraş, o tarihler için adını bir çırpıda
sayabildiğimiz ilim ve kültür merkezi şehirlerden biri değil. Ama bu bir nakısa
da değil. Dulkadirlilerin Osmanlı ve Memlûkler dışında Akkoyunlu, Karakoyunlu
ve Safevilerle, hatta bazen Karamanoğlu veya Ramazanoğlu Beylikleriyle giriştiği,
hâkimiyet sahasını muhafaza maksatlı ardı arkası kesilmeyen savaşlar hesaba
katılırsa bu kadarı bile takdire şayan bulunabilir.
Eyalet
statüsüyle Osmanlıya bağlandıktan sonra ise, Dulkadirli hanedanının gücünü
kırmak için Yavuz’un Doğubayazıt’tan getirtip buraya yerleştirdiği Beyazıtlılar
ile Dulkadirliler arasındaki iktidar mücadelesi sebebiyle yine ihmale uğrar.
Cumhuriyet döneminde de devlet yatırımları bağlamında neredeyse unutulan bir
şehir Maraş. Galiba taleplerimizle ilgili ifade, takip ve ısrar noktasında
yeteri kadar becerikli değiliz. Devleti yönetenler yetmiş yıldır buraya geliyor,
gururumuzu okşayan övgü dolu sözlerle gönlümüzü alıyor ama bir şey vermeden
dönüp gidiyorlar. Doğrusu, bundan da hoşnut gibiyiz. Maraş’a özgü meşhur fıkradır:
Merkebine yüklediği odunları satmak üzere köyden şehre getiren delikanlı, “Ağanın
oğlu, odunu kaça satıyorsun?” diye soran bir müşteriye odunları para almadan
verir. Dönüp geldiğinde durumu anlattığı babası ise, “Sana böyle hitap eden bir
adama hayvanı niye vermedin peki?” diyerek çıkışır oğlana. Öyle ya, ağalık
vermeyinendir. Ben yine de maddi mahrumiyetine rağmen insanımızın bu beylik
yahut ağalık istiğnasını kıymetli buluyorum. Kınanması gerekenler bu hali
istismar edenler olmalıdır.
İletişim teknolojisinin, bireyselleşmenin yaygınlaştığı; çok farklı kültürlerden etkilenmenin kolaylaştığı şu son zamanlarda herhangi bir şehir ahalisinin artık ortak bir sosyal yapıya sahip olduğunu zannetmiyorum. Çağın zorladığı bütün değişim ve dönüşümlere rağmen Maraş’ın belli bazı şehirlere nazaran daha yerli, milli, muhafazakâr ve mütedeyyin tavrına vurgu yapılabilir belki. Bir de zor zamanlarda 7’den 70’e, berduşundan âlimine kadar her Maraşlının kuşandığı “din bahsi” hassasiyeti var.
Sibel KÖK: Bugünden farklı olarak çocukluk ve gençlik yıllarınızın Maraş'ı nasıldı?
Ali YURTGEZEN: Önce
şunu tasrih edelim: Şifahi kültür, söze dayalı kültür değil; nesilden nesile
sözle aktarılan kültürdür ve ümmî topluluklar için zaruri bir usuldür.
Dolayısıyla hem bu sebeple hem de sözle aktarılan kültür unsurlarının temelde
bir tecrübeye veya metne dayanması sebebiyle şifahi kültürün yazılı kültüre
nazaran daha iptidai, daha yetersiz olduğu kabulünü pek doğru bulmuyorum. Nasıl
aktarılırsa aktarılsın kültürün hayatiyet bulmasıdır esas olan. Sizin ümmî bir
anneden dinlediğiniz hikâyelerin, menkıbelerin, kıssaların, darb-ı mesellerin,
kendileri bilmese de yazılı bir kaynağı vardır muhakkak. Sözlü kültür ile
yazılı kültür farkını, okuyup okumama değil; okuma usulü belirler bu yüzden.
Şifahi nakil; başta Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şerifler olmak üzere, bu temel
kaynaklar çerçevesinde kaleme alınmış ve asırlar boyu Anadolu insanını
mayalamış muhalled eserlerden ahz edilen hikmetlerin sadırdan dile
dökülmesidir. Usulüddin çerçevesindeki belli eserlere ait muhtevayı sadırlardan
sadıra aktarmanın, nesiller arasında bir dil, duyuş, düşünüş ve müktesabat
birliğini temin yanında, hakikat zemininde ilmi “ziyadeleştiren”, yani hakikate
vukufiyeti artıran bir tesiri vardır. Halbuki neyin nasıl okunacağına ölçü
koymadan okumayı kutsayan bir yaklaşım, ekseriya hakikat zemininden kopardığı
ilimle beraber, kendi kültürüne yabancılaşmış, cehl-i mürekkeple malul, okumuş
cahilleri de “çoğaltmakta”dır. Cemil Meriç, İslâm’ın şekillendirdiği bizim
kadim kültürümüze “kültür” demek yerine “irfan” demenin daha isabetli olduğu görüşündedir.
Meseleye bu zaviyeden bakarsak irfanî tavra okumuşlarımızdan ziyade, sayıları
azalsa da hâlâ ümmilerimizin sahip olduğunu söyleyebiliriz. Kaldı ki ümmilik
zannedildiği gibi cahillik de değildir. Fıtrattaki safveti, yaratılıştaki en
güzel kıvamı muhafazadır. Cahillik alameti sayılan tahsil yoksunluğu yahut
okuma yazma bilmeme halinin, resmî eğitim öğretimin insanı kendine ve
değerlerine yabancılaştırdığı bizim gibi ülkelerde çoğu zaman fıtratı muhafaza
adına bir avantaj sağladığı bile iddia edilebilir. Ol sebepten ağzı dualı ümmî
anaların fem-i muhsininden dökülen sözlerine kıymet vermek gerekir.
Bir kültür unsurunu talim, terbiye, telkin, tavsiye veya nasihat maksadıyla sözle ifade ederken halin muktezasını gözetme keyfiyeti, millî kültürün aktarılmasında şifahi usulü daha tesirli kılmaktadır. Yine türkü, şarkı ve ilahi ezgilerindeki bize özgü seslerin tevarüsü de şifahi usulle mümkündür. Bu ve benzeri başka sebeplerle şifahi kültürü yaşatmak zaruridir diyeceğim ama teknoloji bu usulü zehirledi. Sohbeti unuttuk. Aynı ailenin fertleri bile birbirleriyle değil televizyonla, tabletle, bilgisayarla, cep telefonuyla ünsiyet ediyor. Ana dilimizi dahi epeydir analarımızdan değil dizilerdeki dublaj Türkçesinden öğreniyoruz.
Sibel KÖK: K.Maraş, her ne kadar şiirin başkenti olarak kabul edilse de edebi yönü yeteri kadar bilinmiyor maalesef. Bir de Maraş'ın ilmi yönü var. Sizden Maraşlı ya da Maraş'ta yaşamış mutlak bilinmesi,araştırılması , okunması gerekir dediğiniz ilim adamlarını dinlemek isteriz. Bunlar kimlerdir, neler yapmışlardır?
Ali YURTGEZEN: Maraşlı
âlimler konusunda Yaşar Alpaslan hoca ile Serdar Yakar kardeşimizin çok güzel
yayınları var. Üniversitemizdeki akademisyenlerimiz de Saçaklızâde gibi geçmişte
yaşamış bazı âlimlerimizin eserlerini neşrediyorlar. Bilhassa biyografik
çalışmaların okunması bu ilim adamlarını tanımak kadar, onların yaşadıkları
dönemi, ilim tahsili için gösterdikleri fedakârlıkları, katlandıkları zorlukları öğrenmek için de
önemli. Böylece bu büyük insanlarla övünmekle yetinmeyip onların bıraktığı
yerden devam etmek gibi bir sorumluluk devşirebiliriz. Elbette hepsinin
layıkıyla bilinmesini, minnetle yad edilmesini, eserleriyle hemhal olunması
isterim. Ama hususen tanınıp okunması gerektiğini düşündüğüm iki isimden
bahsedebilirim. Biri meşhur tarihçimiz Mükrimin Halil Yinanç. Selçuklu ve
Beylikler tarihine vukufiyeti yanında ilmi hakikatlere sadakati namus bilen bir
adamdır. 1932’de tarihî gerçeklerin hilafına, resmî ideolojinin belirlediği
Türk Tarih Tezi’nin kotarılacağı 1. Türk Tarih Kongresine tebliğ sunmak üzere
davet edilir. Doğruları söylemesine izin verilmeyecektir. Bir yalana ortak
olmayı da ilim namusuyla bağdaştıramaz. Kongrede konuşma yapmak zorunda
kalmamak için 12 dişini birden çektirir. Mükrimin Halil’in yine tarih ekseninde
ama bugün yaşadığımız problemlerin çözümüne ışık tutacak pek çok makalesi de
vardır.
Bir diğer isim olarak 1965’te Maraş’ta çok kısa bir süre müftülük de yapan Fikri Tuna hocaefendiyi zikredebilirim. 2017’de İstanbul’da vefat etti ve geçen yıl da hatıraları yayınlandı. Fikri Tuna’nın kendisi, Göksun’un bir köyünden bütün İslâm âlemine uzanan bir ümmet bilincinin tecessüm etmiş halidir demekle yetineyim. Gerisini merak edenler araştırıp öğrensin artık.
Sibel KÖK: Şehir-kültür, şehir-düşünce, şehir-ilim ilişkisini irdelemenizi rica etsek neler söylersiniz?
Ali YURTGEZEN: Kültür, bir topluluğun kendine özgü, onları diğerlerinden farklı kılan yaşayış, duyuş, düşünüş tarzı demiştim. Bu kendine özgülük durumunu, büyük ölçüde o topluluğun tarihi ve coğrafyası belirler. Şehirler de sonuçta belli bir coğrafyada, ortak tarihe sahip kitlelerin yaşadığı yerleşim birimleridir. Dolayısıyla şehirle kültür arasında, millî kültür bağlamında değil ama mahallî kültür bağlamında doğrudan bir münasebet var. Bir şehre özgü düşünce tarzı veya ilim geleneği de bu mahalli kültür çerçevesine dâhildir. Örf adetleriniz, ezgileriniz, şiveniz, mutfağınız gibi düşünceniz, hassasiyetleriniz, ilim imkân ve iştiyakınız da farklı oluyor. Geçinmelerine yetmeyen bir coğrafyada yaşayan insanlar okumaya, tahsile daha çok yöneliyorlar mesela. Sürekli koşuşturmak zorunda kalınan kalabalık ve gürültülü beldeler tefekküre imkân vermiyor. Karacoğlanın dolaştığı topraklarda yaşıyorsanız şiirle haşir neşir olmanız bir yerde kaçınılmaz hale geliyor. Bununla birlikte hususi bir gayretle temayüz eden bir âlim, mütefekkir, şair veya yazar, bir model şahsiyet olarak örnek alınmak suretiyle mevcut şartlara rağmen o şehrin alamet-i farikası olabilecek farklı bir çığır da açabiliyor.
Sibel KÖK: Sizce de Kahramanmaraş edipleri, ilim adamlarını besleyen, büyüten bir şehir midir?
Ali YURTGEZEN: Kahramanmaraş âlimleri, edipleri doğuran bir şehir ama onları besleyip büyüttüğü konusunda emin değilim. Bunu tariz olsun diye söylemiyorum. Çünkü besleyip büyütmek bir imkân meselesi. Yüksek tahsil ve tekâmül imkânı Cumhuriyet’ten önce İstanbul’daydı. Cumhuriyetin ilk yıllarında bilhassa ilim öğrenmek isteyenler Mısır’a veya Şam’a gitmek zorunda kaldılar. Şimdilerde yine İstanbul revaçta. Tanınmış âlim ve edebiyatçılarımızın hayatını incelediğimizde daha ziyade bu merkezlerde neşv ü nema bulduklarını görürüz. Fakat şunu da göz ardı etmemek lâzım: Onların neredeyse tamamının ilim ve sanatlarıyla müstakim bir çizgiden ayrılmamalarında, çocukluk yahut gençlik çağlarında Maraş’ta soludukları kültürün büyük payı vardır.
Sibel KÖK: Kahramanmaraş'in ruhunu taşıyor diyebileceğiniz mekanlar var mı? Bunlar, sizce nerelerdir?
Ali YURTGEZEN: Sakin bir zamanını kollamak kaydıyla Saraçhane Çarşısı ile eski mahallelerin sokak aralarındaki sade, küçük ve asude eski camileri.
Sibel KÖK: Edebiyat kenti olarak nitelendirilen Maraş'ın dergicilik yönünü merak ediyoruz. Şehrin edebi ve kültürel açıdan aynası konumunda olabilmiş dergilerden söz etmek mümkün mü? Hangilerini dahil edebiliriz?
Ali YURTGEZEN: Taşra şehirlerinde dergicilik zordur. Baskısından finansmanına, dağıtımına kadar her aşamasında sıkıntı yaşanır. Buna rağmen Maraş’ta bir hayli dergi neşredilmiş fakat bunların bahsettiğim sıkıntılar sebebiyle çoğu zaman aksayan periyotlarla sürdürdükleri ömürleri pek de uzun olmamıştır. Şehrin edebi ve kültürel açından ne kadar aynası olabilmişlerdir bilmem ama bu dergilerin diğer taşra şehirleriyle kıyaslanamayacak bir edebiyat tutkusunun tezahürü olduğu muhakkaktır. Bunlar arasında bir okul dergisi olmasına rağmen Nuri Pakdil’in lise talebesiyken yönettiği Hamle Dergisi’ni, Yedi Güzel Adam’ın nüvesini teşkil etmesi bakımından önemsiyorum. Türkiye çapında bir ilgiye mazhar olmuş İkindi Yazıları ve Dolunay dergilerini de ayrı bir yere koymak gerekiyor. Yalnız Ardıç, İnsan Saati, Edebiyat Yaprağı, hatırladığım diğer edebiyat dergileri arasında. Halen yayınlanmakta olan Alkış dergisinde Maraş’ın mahalli kültürüne dair yazılara yer verildiğini biliyorum. Şimdilerde e-dergi olarak yayımlanan Tayyip Atmaca’nın Hece Taşları Dergisi bütün bir Türk dünyasına hitap ediyor. Fikrî sahada Haki Demir’in son derece ciddi, tutarlı ve derinlikli bir medeniyet tasavvurunu inşaya matuf yazılara yer verdiği ve yine e-dergi olarak neşrettiği Terkip ve İnşa Dergisi ise Türkiye’nin şahsında İslâm âleminin en temel problemine çözümler sunuyor.
Bu söyleşi Evelāhir dergisi için yapılmış ve ilk önce Evvelâhir
dergisinde yayınlanmıştır
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder