Kız:
Elinin sıcaklığını bile örten sertliğini sevdim ben sevgili babacığım. Kavrulmuş
buğdaylar gibi ellerin kuru ve kumral. Ellerin, saklambaç oynarken yüzümü yaslayıp
saydığım kerpiç bir duvar. Ellerin yastığın kenarına işlenmiş bir gül müdür? Birazdan
bırakacağım onları, kalbimde hışırdayan kuşlardan habersiz misin?
Baba:
Gurbet desen, bana sorsan, hep bir dağların arkasıdır derim. Öyle bildim,
ortalık ağarırken bir dağı gövdeme yaslayıp sebep bildiğimde yokluğunuza. Ama
sen nereden bileceksin küçük kızım, saçlarına zeytin ağaçlarının gölgesiz
serinliği bulaşmış kırmızı elbiseli bir akşamsın bütün uykularımda. Nereden
bileceksin, para ne memleket, kuşlar bildiğimizden daha fazla.
Kız:
Ben bu yolu sensiz döneceğim. Kapkara bir kumaşla örtüp arada yokladığım,
keskinliğini sınadığım hançer bu işte. Akşam olacak, evlerine dönen sürülerin
ve insanların uzak sesleri, belki bir tüfeğin sebepsiz patlaması, son çağrıları
annelerin, beni yaşadığıma inandıracak. Bugünün, dünyanın son günü
olmadığına.
Baba:
Bilmiyorsunuz hepinizi kuru bir çiçek gibi alıyorum ve göğsümün bu yeni
yıkanmış, özenle ütülenmiş damatlık gömleğimle birleşen bir yerlerine
sakladığımı. Sofraları da götürüyorum, sabah kahkahalarını da, özlemle iç
geçirmelerinizi de alıyorum yanıma. Sanıyorum ki hiç gülmüyorsunuz,
ağlamıyorsunuz bir defa bile, öyle kımıltısız resimler gibi kalıyorsunuz
ardımda. Ancak böyle dayanabilirim sanıyorum yokluğunuza.
Kız:
Baba,
Baba:
Tabii ki saçları altın gibi olacak, rengarenk elbiseleri de olacak yanında,
upuzun kirpikleri olacak. Ayakkabıları da var küçücük.
Kız:
Tamam, baba ama bu sefer çabuk gel.
Baba:
Sabah olur olmaz gelirim belki.
Anne:
Mektupsuz bırakma.
Rengi
belirsiz bir minibüs yaklaştı, yaklaştı, büyüdü ovanın sisli boşluğunda. Üç
kişiden birini alıp devam etti yoluna.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder