O gün anılar, sabah gördüğü bir çocuğu,
en küçük oğlunun çocukluğuna benzetmesiyle yaka- lamıştı onu. Bir kartalın
yeşilbaşlı ördeği, hiç beklemediği bir anda yakalaması gibi kıskacına almıştı
bir anda. Eve gelmiş ve gördüğü çocuğun fotoğrafını evdeki herkese “Ömer’in
çocukluğuna ne kadar da benziyor değil mi?” diyerek göstermişti. Evdeki
herkesten onay almasına rağmen, o akşam; kızını ve damadını, en güzel
yemekleriyle ağırlayıp gönderdikten ve evdeki herkesin yatmak için odalarına
çekilmelerini bekledikten sonra, eski fotoğrafların bulunduğu kutuyu sermişti
ortalığa… Öncelikle bir kartal gibi ansızın başını vuran anılar, bu zamana
kadar başını vurduğu avının tepesinde dört dönüyor, avını yemek için uygun
zamanı kolluyordu. Artık o zaman gelmiş ve hatıralar üzerine tamamen çökmüştü.
Niyet sadece Ömer’in çocukluk fotoğrafını
bulmaktı. Ancak eskiyi hatırlama arzusu çökmüştü bir kere üzerine, kutu bir
kere açılmış fotoğraflara tek tek bakılmaya başlanmıştı bile. Bu duruma bir de
ortak lazımdı tabi; fotoğrafların hikâyesini anlatacağı birine ihtiyacı vardı.
Bulmakta zorlanmadı; çünkü hemen karşısında en büyük oğlu oturmuş kitap
okuyordu. Herhangi bir girizgâh yapmaya gerek duymadan tamamen doğal bir
şekilde ona anlatmaya başladı. Dayılar, amcalar, yeğenler, yıllar, yıllar,
yıllar…
Sonra, kendisinin dört beş yaşlarında
çekilmiş, o zamandan bu zamana kadar bulunan tek çocukluk fotoğrafını eline
aldı ve yine gayri ihtiyari “baksana sen aynı bana benziyormuşsun” dedi. Büyük
oğlan kitabı bir tarafa bırakıp vesikalık fotoğraf boyutundan biraz büyük,
üzerinde, geçen her yılın bir iz bıraktığı fotoğrafı aldı ve incelemeye
başladı. Fotoğrafın arkasında bir yazı dikkatini çekti, okula gitmemiş birinin
yazı karakterlerini taşıyan, arada boşluk bırakılmadan yazılmış bir yazı…
Okumaya çalıştı, ancak beceremedi. Bunu gören annesi hemen müdahale ederek:
“onu sen okuyamazsın! Ver okuyayım” dedi. Büyük oğlan, yazı okunursa
hazmedemeyecekmiş hissine kapılarak fotoğrafı verip vermeme konusunda kısa bir
tereddüt yaşadı ve okuması için annesine verdi. Ve annsi, sanki ezberden okur
gibi okumaya başladı.
“Şu serilmiş görünen gölgeme imrenmedeyim...
Ne saâdet, hani ondan bile mahrûmum ben.
Daha yıllarca emînim ki hayatın yükünü,
Dizlerim titreyerek çekmeye mahkûmum ben.
Çöz de artık yükümün kördüğüm olmuş bağını,
Bana çok görme, İlâhî, bir avuç toprağını!..”
Biraz duygulandı, “o zaman yazmışım işte,
aklıma nerden geldiyse” dedi. Mehmet Akif’in şiiri değil mi bu diye
bilmiyormuşçasına oğluna sordu. Evet dercesine kafa sallayan oğlundan cevabını
aldı. “Dayın İmam Hatip’teyken Safahat’ı getirmişti, o ara aklıma estiyse demek
ki” diye ekledi.
Bir başka fotoğrafa duygulanarak
baktıktan sonra onu da uzattı. “Bak, bu da annemin kanser olduğu ilk zamanlar. Ben
de on altı on yedi yaşlarındayım” dedi. Büyük oğlan fotoğrafı inceledi.
Seksenli yıllarda çekilmiş, beyaz baş örtülü iki Anadolu kadını. Kadında
denmez, Annesi gencecik ve o kadar da yaşlı görünmeyen anneannesinin omzuna
elini atmış, zorlama bir gülümsemeyle poz vermiş. Fotoğrafın arkasında yine
yazı vardı, ancak bunu okumada zorlanmadı.
“Dünyada sevincim, kederim, anneciğim
Ben sende tecelli ederim anneciğim
Çatlasa doğarken güneşim ufkunda
Gamlanma değişmez kederim anneciğim”
Büyük oğlan bu satırları okurken, annesi
fotoğraf hakkında konuşmaya devam ediyordu. “Annemin alnına dikkat etsene!
Ablanın alnı ile aynı değil mi?” Dedi. Büyük bir şaşkınlık ifadesi ile birlikte
“neredeyse tıpkısı” cevabını aldı.
Daha sonra yıllardır sakladığı bir sırrı
itiraf edermişçesine, biraz utanarak, biraz ağlamaklı “ablan küçükken, annemi
çok özlediğimde başına beyaz örtü örter, öper koklardım” dedi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder