Dost, seninle büyüdük biz
Birlikte gittik onca yolu
Sual ettik büyüklerden
Diz dize belledik onca mevzuyu
Az mı kalayladın bizleri
Az mı besledin yüreklerimizi
-Eğri kaç karış, doğruya ne kadar var?-
Yaşamak denen şu sürünmek zilletinden
Birlikte almadık mı boyumuzun ölçüsünü?
Bir yanımda bağlamam, bir yanımda çantam
Bir yanın güler, bir yanın ağlar
Yılkı atı misali koştuğum bir kış gecesi var
Kadıköy haramzadelerinin içinde
Peki ya bunu hatırladın mı?
Gırtlağımıza kadar necise boğulduk
Sonra tozun toprağın bahanesiyle gül bahçesine girdik ya...
O zaman, af buyur bunca yılın hatrına:
Yazın sıtmalar, kışın terlemeler,
Zindanlara hapsettiğin gönlüne bunca işkencen yetmedi mi?
Fakir çalıp söylemekten usandı da
Sen canından usanmadın mı?
Çocukluğun eczacı köşelerinde çürüdü hadi
Gençliğine inadın ne?
Bir gün dayanalım kapısına:
-Yetime bunca zulüm reva mı,
çoluğundan
çocuğundan bulasın
ocağı batasıca!- diyelim amma
Zalimde merhamet ne gezer
Bunun ettiğini Züleyha Yusuf’a etmedi
Deme ki onlar kavuştu
Sen Yusuf olursun da, o Züleyha olabilir mi?
Amma içini ferah tut
Elbet kurur bir gün bu soykaların soyu
Varsın olsun, bu da böyle olsun
Baş koyacağın yer ela gözlününki değil de ananın dizi olsun.
GİDELİM
Ey can!
Sen ki
Gidişi ömür,
Dönüşü saniye süren;
Bilinmez diyarların,
Görülmemiş güzelliklerin;
Eşsiz yaratıklarla
Ve
Türlü viranelerle örülmüş
Başısın.
Ne yiğitler
Ne erkekler
Susayanlar
Bağrı yananlar
Dillerini yuttular
Bildiklerini unuttular
Kafalarını taştan taşa
Vurdular.
Biri evvelinde Sultan'dı
Ahirinde yük çeken bir uyuz eşek
Öteki zaten miskindi
Tasası tek,
Gelse de yesek.
Bir ömür feda etti kimi
Yarımdan bir kolum,
Kırık da olsa bacağım olsun
Maviden bir lambam da oldu mu
Düşe kalka gideriz, dedi.
Kimi de yolun başında,
Denizin en dalgasız yerinde
Henüz deldirmişken gemiyi
Bir sigara yaktı ve
Ayak ayak üstüne attı
Şöylece gerindi ve
Yoldaşım var benim
Olmayanlar düşünsün,
Dedi.
Dümeni yoldaşa devretti.
Kimi de vakaydı,
Umutsuzundan,
Olmazından
İmkansızından...
Iraklardan geldi haberi
Allah'ın emri
Peygamber'in kavliyle demiş
Belkıs'ı Süleyman'a istemiş...
Aldık, kabul ettik.
Pişsin hele komşuda
Bize de düşer dedik.
Ey can!
Korkma
Bu yol öyle bir yol ki,
Düşmanı nispetinden,
Cananın
İlkin yorduğu
Cefa sunduğu
Ve yerden yere vurduğu
Veya
En güzel tarafından,
Çiçek bahçesi misali
Cennetlerin cenneti
Rengarenk lütfunu
Safasını sunduğu
Güle hasret bülbül misali
Figan eden
Seher vakitlerinde
Öyle dostları var ki
Aşk ehli...
Yılları dem eden...
Asırları gün eden...
Yolları gül eden...
Mordan turuncuya
Öyle güzel
Öyle naif
Öyle candan...
Haydi gel
Gözsüz görelim
Dilsiz söyleyelim
Kulaksız işitelim
Akılsız sevelim
Hesapsız gidelim
Yana yakıla isteyelim
Ağıtlar yakalım
Feryatlar edelim
İlimsiz bilelim
Hem
İlim dediğin nedir ki?
Sen hiç gördün mü
Katrandan kaba
Yağ ile bal konulduğunu
Ey can!
Gördün mü ki hiç
Merkebe yakut vurulduğunu?
Senden geçelim.
Serden geçelim.
Vardan geçelim.
Candan geçelim.
Gidelim.
Cananı razı edelim.
Canan
Nazar eyler mi
Razı olmadığı gönle?
***
HAZRET'İN ÇANTASI
Saat öğleden sonra bire geliyordu. Yine bir telefon oyununa dadanmış, vaktimi para saçarcasına harcıyor iken birden gelen ileti irkilmeme sebep oldu. Zaten o an anlamalıydım Hazretin sırf beni, ya da nicelerini, yatağından koparabilmek adına bir işler çevireceğini. Efendim neymiş, Ayasofya'da kitap sohbeti varmış. Ee? Sonuna doğru gelin de çay içelim. Hani başkası dese, ağzına b.... babıcınan vur lakin Hazret bu, zemheride üstümüze alev topu falan düşer suphanallah... Yataktan kopmak için bu teklifi de fırsat bilip bir hışımla hazırlandım ve hemen yola koyuldum. Yol uzundu evet ama krizleri fırsata çevirip şiirler okuyordum yollarda:
"Ay ceylan!
Boynumda bir vebaldir
çağın insanı,
Kirlerinden oluşmuş
zamanın lisanı."
Sultanahmet'e geldiğimde ikindin
vakti henüz girmişti. Firuz Ağa Camiinde namazımı eda edip Ayasofya’nın
mescidisin geçerken bir yandan da etrafı seyre koyulmuştum. Burası hafta
sonları çok kalabalıktır. Ondan dolayı polisler geniş önlem alırlar. Çevikler,
siviller, yunuslar... Her yandalar. Hele bir de şu yeşil bereliler yok mu,
şeytan diyo bırak Hukuk Fakültesini Polis Özel Harekâta git, daha olmadı
subaylığa git, bunca yıl okudun da ne oldu? Senin elin kalem tutana kadar ülke
elden gidecek... Ama adı üstünde işte, şeytan... Hem bizde nerde o yürek,
mücahitlik bu, kolay mı o kadar?
Düşüncelere dalmış yürüyorken Ayasofya'nın
mescidine varmıştım. Bir süre sonra Ensar çıkmıştı mescitten. Yanıma gelip de
hâl hatır sorduktan hemen sonra Ahmet ve Hazret belirmişlerdi karşımızda. Tabi
her zamanki gibi kalabalık etrafı. Sonra bir ara sıyrıldı ve Ensar ile beni de
grubun(un) içine dahil etti. Beraber adımlayıp bir çaycıya varmıştık ve orda
bir müddet vakit geçirdikten sonra gruptan ayrıldık. Buradan sonraki ilk
durağımız, Ahmet kardeşimizin açlığından ötürü, kuru fasulyeci olmuştu. Hep
beraber yemeklerimizi yedikten sonra akşam namazı için Süleymaniye Camii'ne
geçmiştik. Her toplanmamızda tecrübe ettiğimiz üzere, yine kahkahalardan bin
bir zorlukla sıyrılıp sonunda namaza durabilmiştik. Namaz bitimi cami çıkışına
yönelmişken bizim buralardan olmadığını gayet belli eden birini gözüme çarptı. Kıyamda
ellerini bağlamadan, sesli biçimde okuyordu sureleri ve dahası oturduğu zaman
da sol ayağını kırıp sağ ayağını ileri uzatarak oturuyor ve o şekilde de
secdeye varıyordu. Ayağında bir rahatsızlık olduğundan ötürü o şekilde oturuyor
gibi görünmüyordu. Secdede alnını koyduğu yerde ise ne olduğunu tam
kestiremediğim bir cisim mevcuttu. Sonrasında öğrendim ki Hz. Hüseyin
Efendimiz'in kabrinden alınma bir toprak parçasıymış o cisim (buralarda fikir
dünyamızı kimin aydınlattığını söylememize gerek yok sanırım). Tahminen şii idi
kendisi. Çok ama çok şaşırmıştım.
Cami çıkışı Lalezar'a geçmiştik. Hani şu
upuzun güzelim bayrakların olduğu, türkülerin çalınıp nargilelerin tüttürüldüğü
çay bahçesi. Zar zor bir yer bulup oturduk. Baktık hasbihal edemiyoruz, açtık bir
siyaset konusu, o parti senin, şu parti benim derken birden yağmur bastırdı ve
alelacele kalkmak zorunda kaldık. Bir yandan koşturup öte yandan nereye gitsek,
nerede otursak diye tartışıyorken ilerde güzel bir mekân olduğunu ve tecrübe
ettiği üzere de çok iyi "çikolatalarının" olduğunu buyurdu Hazret.
Resmen tatlıcıya götürüyordu bizleri.
Oysa Ahmet Ağabey duysa, ne derdi?
Yoksa gurbetteyiz, talebeyiz diye torpil
mi geçilmişti bizlere?
Biz de can havliyle düşünmeye bile
fırsatımız kalmadan kabul ettik ki zaten kendimizi mekânın önünde bulmuştuk.
Nasıl bir vecd haliydi, nasıl bir tatlı açlığıydı ki bu memleketinde dahi
evinin yolunu karıştıran, on defa geçtiği yolu on birinci defada bile bulamayan
birisi o kadar karışık bir bölgede, hepsi birbirinin aynı olan mekânların
içinden Süleymaniye Çikolatacısı'nı şıp diye buluyordu? Hani şair diyor ya, hah
işte öyle:
"Anlamak yok çocuğum, anlar
gibi olmak var;
Akıl için son tavır,
saçlarını yolmak var."
Mekâna kendimizi bir hışımla atıp üst kata
doğru yönelmiştik. Fakat mekânın havasından mıdır, suyundan mıdır bilinmez, bir
anda kimyası değişmişti bizimkilerin. Hele Hazret'i görseniz... Yıllardır
modernlikle, sosyete kılıklılıkla, konformist bir yaşamın aşinası olmakla itham
etmiş olduğu fakirin karşısında adeta bir "salon beyefendisi"
kesilmişti. Hani bu gömleğin yakalarından içeri saten fular takar, bir de ayak
ayak üstüne atıp da bilhassa kıyafetleriyle uyumlu olması için özenle seçilmiş
piposunu tüttürürler ya, işte onlar gibi.
Şaşkınlığımı bir an evvel dile getirme
güdüsü bir yana; yağmurdan dolayı ıslanması muhtemel kitaplarımı düşünürken
çantamı Lalezarda unuttuğum gerçeğiyle yüzleşmiştim. Hazretin hırkasını
kapmamla birlikte ( "bir lokma, bir hırka" güzel sözdeki o
"hırka" bu "hırka" oluyor. Yahut " bir çay, bir
hırka" mı demeliydik?) koşar adımlarla mekândan çıkıp lalezara
yönelmiştim. Çantamı sağlam bulmuş olmanın mutluluğu ile birlikte mekâna geri
gelmiştim ki, arkadaşların aralarında gayet hararetli biçimde bir şeylerin
döndüğünü hissettim. Bana iki seçenekten söz ediyorlardı ama öylesine bir
sunuma hazırlanıyorlardı ki, sanırsınız ülkece bir tehdit altındayız da savunma
savaşı mı yapsak, taarruz mu etsek bunu istişare edecek gibiydiler. Sonra fark
ettim, meğerse "sıcak çikolata mı istesek, yoksa bir porsiyon çikolata
söyleyip yanında çay mı içsek" diye tartışıyorlarmış.
Ah Ahmet Ağabey, ah.
Görsen şu fakirin halini, vursan dizlerine
de "Vayh edem" desen...
Mevzu bu şekilde sürüp giderken garson
siparişleri almak için yanımıza gelmişti. Konunun muhtevasını tam olarak
kavrayamamış olmalıyım ki: " bir çay ve bir sıcak çikolata alayım"
dememle birlikte bizim masada kahkaha tufanı kopmuştu. Tartışmanın neden bu kadar
hararetli olduğunu o anda anlamıştım. Meğer ikisi de içecekmiş.
Kalkma zamanı gelmişti. Genelde bir yere
oturulduğunda farklı veya acil durum olmadıkça çok zor kalkılır. Bundan ötürü
zengin kalkışı yapmak âdettendir bizde.
Dışarı çıktığımızda yağmur hafiflemişti.
Ensar'ı yolcu etmek üzere Vezneciler durağına doğru adımlıyorduk ki yine bir
istişare konusu zuhur etmişti: Metroya mı binsek yoksa Eminönü'ne kadar yürüsek
mi? Hazret Eminönü'ne yürümek konusunda on beş dakika kadar ısrarcı olmuştu. Bu
havada yürümenin sonucunda envaı çeşit hastalığa tutulmamızın işten bile
olmadığının altını defalarca kere çizmeme rağmen Hazreti ve Ahmet’imi bir türlü
ikna edememiştim. Ensar'la ayrıldıktan sonra Süleymaniye'nin arka sokaklarından
kol kola girip aşağı doğru adımlarken geleceğe dair, hani planlar demeyelim de
hayaller kuruyorduk: Şöyle olsak, çocuklarımız böyle olsa, şu mesleği icra
etsek... Dudaklarımızdan dökülen kelimeler yağmur damlalarına karışırken bir
yandan da "ileride bugünleri yad edebilir miyiz acaba, kim bilir kimimiz
nerde, ne yapıyor oluruz?" diye düşünmeden de edemiyordum. Bu sokakların,
bu karanlığın öyle de pis bir huyu vardır zaten; insanı bulunduğu andan koparıp
hayatına dair tahliller yapmaya iter...
Anılar, hayaller, geçmiş, gelecek derken
sonunda Sirkeci'ye ulaşmıştık. Ne de çabuk bitmişti yol. Hangi ara yola çıkmış
da hangi ara inmiştik Eminönü'ne.
Şimdi gelgelelim kalemi elimize almamıza
sebep olan, akıllara durgunluk veren ilginç hadiseye... Kadıköy’e
indikten sonra ayrılık vakti gelmesi sebebiyle vedalaşıp Maltepe'ye doğru yola
revan olmuştum. Maltepe'de indikten sonra telefonuma gelen ileti ile birlikte
şaşkınlık ve dehşet içerisinde: " nasıl yani?" diye yoğun bir
sorgulama haline girdim.
Hazret, çantasını Süleymaniye Çikolatacısı’nda
unutmuştu!
Soruların hepsi ardı arkasına sıralanıyor,
yüzüm şekilden şekle giriyor, işin içindense bir türlü çıkamıyordum. Olayın
şokundan sıyrıldıkça parçalar yavaş yavaş aklıma geliyordu.
Acaba bizi o çikolatacıya götürmesinin
sebebi de mi o çantaydı?
Bir anda yağmurun bastırması, oraya
alelacele gitmemiz, vecd halinde kendini kaybetmişçesine bir anda bizi oraya
sokması bundan ötürü müydü yani?
Evinin yolunu bulamayan birisiydi ama o.
"Yok canım, o kadar da abartmayın,
neticede basit bir çanta." dediğinizi duyar gibiyim.
Dostlar, gönüldaşlar, dildaşlar... Bu
Hazret ki, doğrularınızı yanlış, ıraklarınızı yakın eder; sizi ayak
bileğinizden tuttuğu gibi ters çevirip yere mıhlar. Üstelik bunları da saat
başı sarf ettiği iki kelimeden birini sizlere duyurmadan yapar. Hani sanmayın
ki onca yol tepilmesine, onca saat geçmesine ve kıta değiştirilmesine rağmen o
çanta orada amaçsızcasına unutuldu... Peki, neden? Ya dalgınlığına gelmiştir ya
alelacele kalktık diye unutmuştur yahut bir cins-i latif gözlerini
kamaştırmıştır da (!) ondan öyle olmuştur yani. Vereceği cevaplara aşina
olmamızdan mütevellit, biz kendi cevaplarımızla amel ettik. Gelin, bu sorunun
gerçek cevabını öğrenebilmek adına, yazımızı okumuş olan herkes bu soruyu
Hazret'e yöneltsin. Yöneltsin, ki belki bir gün cevap alırız, düşünceler diner,
akıllar tatmin olur.
***
GÜN BATIMI KIZILLIĞI
Alışkanlıktan da öte adeta günün o saati için hazırlanır, çayını demler, sigarasını sarar ve o gün batımı kızıllığının gelmesi için beklemeye koyulurdu. Aylardan mayıs olması hasebiyle "dizlerim üşür mü?" diye düşünmesine gerek kalmadan geçecekti camın kenarına. Mevcut yaşı itibariyle bu bile ona büyük bir keyif vermekteydi.
Gene oradaydı, her gün okuldan bir kavgayla gelen çocuk; Ali beyin oğlu Burak. Asla yerinde duramayan bir çocuktu o. Arada müziğin sesini fazla kaçırdığından uyutmaz insanları ama gençtir deyip pek ses de çıkarılmazdı. İşte, şu taraftaki Ayşe Hanım, manavdan almış olduğu sebzelerle birlikte apartmana doğru geliyor. Çok takdir ettiği bir kadındır Ayşe. İnsanlar öz evlatlarına bile tahammül edemiyorken o bir başka evin çocuklarıyla ilgilenir ve günün bu saatlerinde de evine erken girebilmek adına hızlıca yürürdü. Bu acele ve vakur adımların sahibi asil anneyi gördükçe de hatıralara dalardı: “Ne kadar da çok benziyor rahmetlinin gençliğine” diye düşünürken yüzünde beliren o acı tebessümle birlikte gamzeleri de belirginleşirdi.
Kaç yıl olmuştu, kaç bayram geçmişti onsuz?
Hafızası mı zayıflıyordu yoksa vakit mi çok hızlı geçiyordu, pek umurunda da değildi aslında.
Torunu aklına geldi bir an için. Onun vefat ettiği günün akşamına doğmuştu.
Demek on iki yıl olmuş.
Hanımının hasretinin üstüne bir de torunun hasreti eklenmişti şimdi. Sessiz, sakin, uysal ama inatçı bir çocuktu bıdık baba. Adeta dayısının çocukluğu gibiydi, hık demiş burnundan düşmüş derler ya, öyleydi işte.
Oğlu küçüktü o zamanlar, henüz ilkokula başladığı zamanlardı. Memlekete gidiyorlarken dağın başında arabanın lastiği patlamıştı da ne çok ağlamıştı çocukcağız korkudan. Hanımla çocuğu sakinleştirdikten sonra bagaja doğru yöneldiğinde yedek lastiğin de patlak olduğunu anımsamasıyla birlikte sesli bir şekilde gülüvermişti. Bu dikkatsizliği yüzünden de yiyecek olduğu fırça farz olmuştu ya, o da ayrı mesele. Oğlunun yorgun düşüp annesinin kucağında uyuya kalmasıyla birlikte yardımın gelmesine de en az dört saat olduğunu fırsat bilip gönlünü aldıktan sonra hanımıyla uzunca sohbet etmişlerdi o gece.
Rahmetliyle sohbet etmek en büyük zevkiydi ve bu sebepten ötürü ne çalışırken ne de emekliye ayrıldıktan sonra evlerinde asla televizyon bulunmamıştı. Zaten, bilhassa gençliklerinde, çocuklardan fırsat kaldıkça karşılıklı iki bardak çayı bile zor içerlerken bir de televizyona tahammül edemezlerdi.
Derken bir anda bir ses, ezan sesi duymaya başladı...
Meğer hava kararmış, insanlar evlerine çekilmiş, tükenmiş olan çay ve sigarası yine ağzında o acı tadı bırakmıştı.
***
BİR SEVDA VİRANESİ
Bir sevda viranesidir bendeki
Yürümeye dermanı kalmamış ayakların
Bağrışmaları, çığlıkları, çaresizlikleridir.
Bir sevda viranesidir bendeki
Beni bana satıp, kendi köşesine kaçan
Her ne yaptıysa güya iyiliğime yapan
Bir kara gözlünün harabesidir bendeki
Bir sevda viranedir bendeki
Aha oldu aha olacak derken
Beni de kendi bataklığına çeken
Bir vefasız güzelin masalıdır bendeki
Ve sonunda gördüm ki divane gönlümün
Gereksiz hayaliymiş bendeki
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder