Hiç tatile gitmedim.
Bulunduğum yerlere daima “mekânlar
insanlarla şendir” hükmünden baktım. Ruhum elbette hicretler içerisinde yaşadı.
İnsandan insana, mekândan mekâna bir sürgünlük hali peşimi bırakmadı. Mekân
salt mekânlığı ile önceliğim olmadı, kutsal beldeler ve farz olan ziyaret
yerleri hariç. Etiler’in, Bebek’in ya da Nişantaşı’nın beyazların ve beyazlığa
özenen yazarların yazılarına konu olan restoranları ve eğlence yerleri zerrece
merakımı uyandırmadı. İstanbul’un seyyar balıkçısını, seyyar çaycısını ve
pilavcısını; beyazların, iç turistlerin gözde mekânlarına tercih edeceğim
aşikar.
Kuş cennetini görmedim, görme isteği de
duymadım. Görmeden yana zayıf, anlama çabasından yana kuvvetli bir yanım beni
daima bulunduğum yerde tuttu. Ancak her gece, her seher, her yorgun ikindide
yüzlerce, binlerce turna havalandı gönlümde. Ruhumdan havalanan turnaların
kıskançlığı mı desem Kuş Cenneti merakımın olmayışı? Belki diye geçeyim bu
satırları da.
Ağrı Dağı’nı coğrafyanın söylediği
yükseklik bilgisinden öte bilmedim, görmedim. Ama Ahmet Muhip Dıranas’ın
şiirinde yaşadım. Zaten her münzevinin kendi içinde yaslandığı bir dağ yok
mudur? Şairin bana getirdiği Ağrı Dağı “Bir ucu Allah'ta ve sende bir
ucu/Başlıyor serüvenlerin en korkuncu:/Gökyüzüne doğru yürüyen yeryüzü/Barıştıran
sınır geceyle gündüzü” camit dağın çok ötesinde duruyor başı dumanlı olarak.
Paris’e ve Roma’ya haritadan bakma
zahmetine bile katlanmadım. Ama Balzac dost mesabesinde Umberto Eco tanıdık
olarak yakınlarım oldu.
İçimde daima bir Türkistan çağıldadı, ata
yurdu özlemi coştu ama Cengiz Dağcı, Cengiz Aytmatov, Bahtiyar Vahapzade gibi
millettaşlarım ve Mustafa Necati Sepetçioğlu gibi üstatlarım ‘Can Ocağında
Pişen Aştan’ sundukları ile yine beni bu topraklara bağladı.
Çin mutfağı deyince midem kabardı İtalyan
pizzası deyince zerre ilgimi çekmedi. Kuru fasulyenin dostluğu, bulgur
pilavının lezzeti, usulünce demlenmiş bir Çaykur çayının lezzeti gavurun
spagettisini de suşisini de, neskafesini de solda sıfır bıraktı.
Kendi memleketini turist gibi gezmeyi
doğru bulmadım. Kaderin bana yazdığı yol hikayeleri çerçevesinde uğradığım
şehirlerde de candan bir dost yoksa yalnızlığı yaşadım iliklerime kadar. Otel
ve lokanta kıskacının kendi memleketimde bile ruhuma dokunduğunu hissettim
daima. Başka bir ülkenin vatandaşı olmak, başka bir ülkeyi özlemek, düşlemek
durumuna çok yabancıyım.
Beethoven ve Mozart hatta adına şiir
yazdığım Lorenne Mc Kennit Hanım bile “Taşa verdim yanımı toprak emdi kanımı”
veya “ Bilmem tecelli mi yoksa ki kader/Beni bir vefasız yâre yazmışlar”
türküsünün bir esintisi kadar yer etmedi yüreği sesle dolu bu satırların
yazarına.
Elbette mülk Allah’ındır, elbette insanın
seyahat arzusu vardır. Dünyayı bir turist mantığı ile gezmek hele hele
şimdilerde bunu dijital bir karnavala çevirmek bana çok uzak. Bir insanın
kalbine bakmayı, bir insanın gönül mülkünde fotoğrafsız yer almayı yüzlerce
mekana tercih ederim.
Bu bir kedi ciğer meseli olarak da
alınabilir, ölünecek yerde yaşama çabasında olanların ölüm saatini unutmak için
Eyfel Kulesini ve Roma Tapınağını kendi resmiyle yan yana getirme ve böylece
unutuşun sarhoşluğuna; doğum gününden, mezunlar toplantısına, tatilden, pikniğe
yeni şaraplar ekleyen turist insan tipine bir reddiye olarak da ele alınabilir.
Ey sevgili, usulüne uygun bir çay demle
de geçmeye geldiğimiz yerin kalıcı gezginleri olmamaklığımızın onuru ile
içelim!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder