Hepiniz
iyi tanırsınız beni, en çok da sen tanırsın. Dünümden, yarınımdan bahsetsem çok
daha çabuk hatırlarsınız ama bu günümden bahsetsem, tanımak da hatırlamak da
istemezsiniz beni. Suçlu aramıyorum, suçu aramıyorum, bildiğim bir şey var ki o
da bunun suç olmadığı. Aslında muhabbet denilen mahlûkun ta kendisidir bu vaka,
bu anı, bu ses, bu iz, bu nefes, bu duyuş, bu dokunuş…
Beni
arayanlara da, beni bulanlara da, beni soranlara da, bunlardan daha da öte
bilerek ya da bilmeyerek; basıp, ezip geçerek gidenlere de yoktur zerre
sitemim, yoktur tek kelimelik itirazım. Hani şu beni anlayanlar yok mu, anlayıp
da dağlayanlar yok mu, dağlayıp da bidaha bidaha alıp eline kor muhabbetleri
koşa koşa gelenler yok mu, işte onlaradır tüm intizarım.
Şimdi
konuşmak vaktidir, anlatmak ve haykırmak vaktidir şimdi. Bin yıldır dinledim,
ezildim, basılıp geçildim, hiç dur durak bilmeden, hiç dinlendirilmeden ve
dillendirilmeden; arkadaşlık, dostluk, yoldaşlık, babalık ve analık ettim nice
‘’çilekeş yalnızlara’’ Çalmadan girdiler içeri bu kapıdan, sormadan aldılar
cevaplarını tüm dokularımdan ama bu son gelenler ‘öylesine’ değil ‘ölmesine’
gelmişlerdi. İşte bu gelenlerdir bin yıldır susan ve susayan sadrımın orucunu
bozduranlar. İşte bu son gelenlerdir sizi beni dinlemek ve hatta ilkin son kez
dinlemek zorunda bırakan.
Bin
yıldır ayağımı bastığım şu kadim ve mukaddes toprak, kimi zaman sırtımı
dayadığım, kimi zaman şöyle hafifçe omuzlarımı dayayıp soluklandığım ruhsuz
evlerin vefalı duvarları; utangaç yüzüme sürülmüş nice makyajlar, omuzlarıma
yüklenmiş nice süsler bile iyi bilirler ki bozmazdım bu suskunluk orucumu. İşte
bugün son kez dağlamaya gelmişlerdi yüreğimi, işte bugün son kez ağlamaya
gelmişlerdi göz pınarlarının en nazlı kuytusundan. Çünkü son durakta bendim,
son geçitte bendim, son atılan yerde bendim, son dinlenilecek yerde bendim. Bu
gelenlerin geldiği gibi; son ölünecek yerde bendim.
Sırtıma
çivilenmiş aydınlıkların, yüzümü grileştirmiş renklerin, her seferinde aslında
bidaha bidaha göğsümü daraltan genişletilmişliklerin de çok iyi bildiği gibi;
bugün ben son kez emdim o ilk vecdin son damlasını. Bugün ben son kez duydum o
ilk cezbenin son haykırışını. Göğsümü ansızın sarsan bu ’’bir çift ayak
sızısı’’ndan anladım son oluşunu. Bozduğum orucumun sebebi bana ve benimle
beraber benden öncekilere ve benden sonrakilere ölmeye gelmiş olan son damla
gözyaşının sahibi olan gözlere yüklenmiş bu yükün anlattığıdır.
Bu kez
tek başına gelmişti. Daha önce hiç gelmediği hiç gelmediği bir saatinde yine
çalmadan kapıyı girmiş, sormadan başlamıştı anlatmaya. Anlatmak dediysem öyle
bildiğiniz, tahmin edebileceğiniz türden bir anlatmak değildi bu. Dudakları
değil göz kapakları oynamıştı simasında deprem olurcasına. Nefesine sesini
yoldaş eyleyip kulaklarıma göndermek yerine gözyaşına kanını mıhlayıp tam
göğsümün orta yerine akıtmıştı ruhunun son damlasını: ‘’Dünyanın karanlık
aydınlıklarına kapısını çelikten duvarlarla örüp içeri sadece ‘saf fikir, saf
düşünce, sarsılmaz ve azalmaz hüzün’’ zulalanmış mağaradan dışarıya çağrılmıştı
ilk kez. Dışarının en hatırlı, en makbul, en tevilli mabedine çağrılmıştı hüzün
talimine devam etmek için. Nereden bilecekti ki bu son çağrılış yahut son davet
değildi. İşte oracıkta anlamıştı aslında ölümden/idamdan önceki son isteğinin
sorulacağı mabed olduğunu. Yılmamıştı, sabretmişti, isteğinin sorulmasını
beklemişti. Hüzün taliminin devamı için geldiği bu mabedde beklediği gibi son
isteği sorulmamış, bunun yerine :’soru ehli veya cevap ehli’ olmaklık
iddiasında bulunmaya azmettirilmişti. Bir büyüğe karşı cevap ehli olmak
iddiasından beri olmak hüsn-ü niyetiyle soru yöneltmiş ve idamdan önceki son
nefesini vermişti oracıkta. Artık o andan sonra alınıp verilecek nefesi değil,
göz pınarlarından akıtacağı son son bir damlacık kanlı gözyaşı kalmış olacaktı.
Çünkü sorusu ve soruşu da beğenilmemiş ‘gazete küpürü/başlıksız’ olmaklıkla hüzün
taliminin devamı için çağrıldığı mabedden de kovulmuştu.‘’
Bu son
kovuluştan sonra gideceği yeri düşünmeye bile niyetlenmemiş ve tereddüt
yaşamadan bana gelmişti. Ben. Demiştim beni hepiniz tanırsınız diye. Bin yıllık
fırtınalara, yağmurlara, karlara, yıldırımlara karşı bozmadığım bu söz orucunu
bildiğim, duyduğum, tanıdığım veya tanımadığım tüm sağanak yağmurlardan daha
hisli ve daha şiddetli olan bu biricik son damla gözyaşı ile bozdum.
İyi
tanırsınız işte beni; tüm kılcal damarlarımıza kadar birbirimizi iyi bildiğimiz
şu kadim çınar ağacının gölgesine sığınıp ciğerlerine son nefesine çektiğin
tütününü sırtıma atıp ayağınla söndür şimdi. Söndür dedim, tütününün közü ile
dağla demedim. Beni ancak bir damla dağladı sadece bin yıldan bugüne dek.
‘’şu
ellerin taşı bana hiç değmez
ille
dostun bir tek gülü yaralar beni ‘’
Ölmeye
gelmişti son damlasını tam göğsümün orta yerine akıtmaya gelen göz pınarlarının
sahibi olan gönül. Kendinden önceki tüm hüzünleri gönlüne gömmüş; gönlünü de
bugüne kadar kimselere aşikâr etmediği annesi, babası, dostu, arkadaşı,
sırdaşı, yoldaşı olan kaldırımlara gömmüş; ölmüş ve kaldırımları da öldürmüştü.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder