Saat öğleden sonra bire geliyordu.
Yine bir telefon oyununa dadanmış, vaktimi para saçarcasına harcıyor iken
birden gelen ileti irkilmeme sebep oldu. Zaten o an anlamalıydım Hazretin sırf
beni, ya da nicelerini, yatağından koparabilmek adına bir işler çevireceğini.
Efendim neymiş, Ayasofya'da kitap sohbeti varmış. Ee? Sonuna doğru gelin de çay
içelim. Hani başkası dese, ağzına b.... babıcınan vur lakin Hazret bu,
zemheride üstümüze alev topu falan düşer suphanallah... Yataktan kopmak için bu
teklifi de fırsat bilip bir hışımla hazırlandım ve hemen yola koyuldum. Yol
uzundu evet ama krizleri fırsata çevirip şiirler okuyordum yollarda:
"Ay ceylan!
Boynumda bir vebaldir çağın insanı,
Kirlerinden oluşmuş zamanın lisanı."
Sultanahmet'e geldiğimde
ikindin vakti henüz girmişti. Firuz Ağa Camiinde namazımı eda edip Ayasofya’nın
mescidisin geçerken bir yandan da etrafı seyre koyulmuştum. Burası hafta
sonları çok kalabalıktır. Ondan dolayı polisler geniş önlem alırlar. Çevikler, siviller,
yunuslar... Her yandalar. Hele bir de şu yeşil bereliler yok mu, şeytan diyo
bırak Hukuk Fakültesini Polis Özel Harekâta git, daha olmadı subaylığa git,
bunca yıl okudun da ne oldu? Senin elin kalem tutana kadar ülke elden
gidecek... Ama adı üstünde işte, şeytan... Hem bizde nerde o yürek, mücahitlik
bu, kolay mı o kadar?
Düşüncelere dalmış yürüyorken
Ayasofya'nın mescidine varmıştım. Bir süre sonra Ensar çıkmıştı mescitten.
Yanıma gelip de hâl hatır sorduktan hemen sonra Ahmet ve Hazret belirmişlerdi
karşımızda. Tabi her zamanki gibi kalabalık etrafı. Sonra bir ara sıyrıldı ve
Ensar ile beni de grubun(un) içine dahil etti. Beraber adımlayıp bir çaycıya
varmıştık ve orda bir müddet vakit geçirdikten sonra gruptan ayrıldık. Buradan
sonraki ilk durağımız, Ahmet kardeşimizin açlığından ötürü, kuru fasulyeci
olmuştu. Hep beraber yemeklerimizi yedikten sonra akşam namazı için Süleymaniye
Camii'ne geçmiştik. Her toplanmamızda tecrübe ettiğimiz üzere, yine
kahkahalardan bin bir zorlukla sıyrılıp sonunda namaza durabilmiştik. Namaz
bitimi cami çıkışına yönelmişken bizim buralardan olmadığını gayet belli eden
birini gözüme çarptı. Kıyamda ellerini bağlamadan, sesli biçimde okuyordu
sureleri ve dahası oturduğu zaman da sol ayağını kırıp sağ ayağını ileri
uzatarak oturuyor ve o şekilde de secdeye varıyordu. Ayağında bir rahatsızlık
olduğundan ötürü o şekilde oturuyor gibi görünmüyordu. Secdede alnını koyduğu
yerde ise ne olduğunu tam kestiremediğim bir cisim mevcuttu. Sonrasında
öğrendim ki Hz. Hüseyin Efendimiz'in kabrinden alınma bir toprak parçasıymış o cisim
(buralarda fikir dünyamızı kimin aydınlattığını söylememize gerek yok sanırım).
Tahminen şii idi kendisi. Çok ama çok şaşırmıştım.
Cami çıkışı Lalezar'a geçmiştik.
Hani şu upuzun güzelim bayrakların olduğu, türkülerin çalınıp nargilelerin
tüttürüldüğü çay bahçesi. Zar zor bir yer bulup oturduk. Baktık hasbihal
edemiyoruz, açtık bir siyaset konusu, o parti senin, şu parti benim derken
birden yağmur bastırdı ve alelacele kalkmak zorunda kaldık. Bir yandan koşturup
öte yandan nereye gitsek, nerede otursak diye tartışıyorken ilerde güzel bir mekân
olduğunu ve tecrübe ettiği üzere de çok iyi "çikolatalarının"
olduğunu buyurdu Hazret.
Resmen tatlıcıya götürüyordu
bizleri.
Oysa Ahmet Ağabey duysa, ne derdi?
Yoksa gurbetteyiz, talebeyiz diye
torpil mi geçilmişti bizlere?
Biz de can havliyle düşünmeye
bile fırsatımız kalmadan kabul ettik ki zaten kendimizi mekânın önünde
bulmuştuk. Nasıl bir vecd haliydi, nasıl bir tatlı açlığıydı ki bu memleketinde
dahi evinin yolunu karıştıran, on defa geçtiği yolu on birinci defada bile
bulamayan birisi o kadar karışık bir bölgede, hepsi birbirinin aynı olan mekânların
içinden Süleymaniye Çikolatacısı'nı şıp diye buluyordu? Hani şair diyor ya, hah
işte öyle:
"Anlamak yok çocuğum, anlar gibi olmak var;
Akıl için son tavır, saçlarını yolmak var."
Mekâna kendimizi bir hışımla atıp
üst kata doğru yönelmiştik. Fakat mekânın havasından mıdır, suyundan mıdır
bilinmez, bir anda kimyası değişmişti bizimkilerin. Hele Hazret'i görseniz...
Yıllardır modernlikle, sosyete kılıklılıkla, konformist bir yaşamın aşinası
olmakla itham etmiş olduğu fakirin karşısında adeta bir "salon
beyefendisi" kesilmişti. Hani bu gömleğin yakalarından içeri saten fular
takar, bir de ayak ayak üstüne atıp da bilhassa kıyafetleriyle uyumlu olması
için özenle seçilmiş piposunu tüttürürler ya, işte onlar gibi.
Şaşkınlığımı bir an evvel dile
getirme güdüsü bir yana; yağmurdan dolayı ıslanması muhtemel kitaplarımı
düşünürken çantamı Lalezarda unuttuğum gerçeğiyle yüzleşmiştim. Hazretin
hırkasını kapmamla birlikte ( "bir lokma, bir hırka" güzel sözdeki o
"hırka" bu "hırka" oluyor. Yahut " bir çay, bir
hırka" mı demeliydik?) koşar adımlarla mekândan çıkıp lalezara
yönelmiştim. Çantamı sağlam bulmuş olmanın mutluluğu ile birlikte mekâna geri
gelmiştim ki, arkadaşların aralarında gayet hararetli biçimde bir şeylerin
döndüğünü hissettim. Bana iki seçenekten söz ediyorlardı ama öylesine bir
sunuma hazırlanıyorlardı ki, sanırsınız ülkece bir tehdit altındayız da savunma
savaşı mı yapsak, taarruz mu etsek bunu istişare edecek gibiydiler. Sonra fark
ettim, meğerse "sıcak çikolata mı istesek, yoksa bir porsiyon çikolata
söyleyip yanında çay mı içsek" diye tartışıyorlarmış.
Ah Ahmet Ağabey, ah.
Görsen şu fakirin halini, vursan
dizlerine de "Vayh edem" desen...
Mevzu bu şekilde sürüp giderken
garson siparişleri almak için yanımıza gelmişti. Konunun muhtevasını tam olarak
kavrayamamış olmalıyım ki: " bir çay ve bir sıcak çikolata alayım"
dememle birlikte bizim masada kahkaha tufanı kopmuştu. Tartışmanın neden bu
kadar hararetli olduğunu o anda anlamıştım. Meğer ikisi de içecekmiş.
Kalkma zamanı gelmişti. Genelde
bir yere oturulduğunda farklı veya acil durum olmadıkça çok zor kalkılır.
Bundan ötürü zengin kalkışı yapmak âdettendir bizde.
Dışarı çıktığımızda yağmur
hafiflemişti. Ensar'ı yolcu etmek üzere Vezneciler durağına doğru adımlıyorduk
ki yine bir istişare konusu zuhur etmişti: Metroya mı binsek yoksa Eminönü'ne
kadar yürüsek mi? Hazret Eminönü'ne yürümek konusunda on beş dakika kadar
ısrarcı olmuştu. Bu havada yürümenin sonucunda envaı çeşit hastalığa
tutulmamızın işten bile olmadığının altını defalarca kere çizmeme rağmen Hazreti
ve Ahmet’imi bir türlü ikna edememiştim. Ensar'la ayrıldıktan sonra
Süleymaniye'nin arka sokaklarından kol kola girip aşağı doğru adımlarken
geleceğe dair, hani planlar demeyelim de hayaller kuruyorduk: Şöyle olsak,
çocuklarımız böyle olsa, şu mesleği icra etsek... Dudaklarımızdan dökülen
kelimeler yağmur damlalarına karışırken bir yandan da "ileride bugünleri
yad edebilir miyiz acaba, kim bilir kimimiz nerde, ne yapıyor oluruz?"
diye düşünmeden de edemiyordum. Bu sokakların, bu karanlığın öyle de pis bir
huyu vardır zaten; insanı bulunduğu andan koparıp hayatına dair tahliller
yapmaya iter...
Anılar, hayaller, geçmiş, gelecek
derken sonunda Sirkeci'ye ulaşmıştık. Ne de çabuk bitmişti yol. Hangi ara yola
çıkmış da hangi ara inmiştik Eminönü'ne.
Şimdi gelgelelim kalemi elimize
almamıza sebep olan, akıllara durgunluk veren ilginç hadiseye... Kadıköy’e
indikten sonra ayrılık vakti gelmesi sebebiyle vedalaşıp Maltepe'ye doğru yola
revan olmuştum. Maltepe'de indikten sonra telefonuma gelen ileti ile birlikte
şaşkınlık ve dehşet içerisinde: " nasıl yani?" diye yoğun bir
sorgulama haline girdim.
Hazret, çantasını Süleymaniye Çikolatacısı’nda
unutmuştu!
Soruların hepsi ardı arkasına
sıralanıyor, yüzüm şekilden şekle giriyor, işin içindense bir türlü
çıkamıyordum. Olayın şokundan sıyrıldıkça parçalar yavaş yavaş aklıma
geliyordu.
Acaba bizi o çikolatacıya götürmesinin sebebi de mi o çantaydı?
Bir
anda yağmurun bastırması, oraya alelacele gitmemiz, vecd halinde kendini
kaybetmişçesine bir anda bizi oraya sokması bundan ötürü müydü yani?
Evinin
yolunu bulamayan birisiydi ama o.
"Yok canım, o kadar da abartmayın,
neticede basit bir çanta." dediğinizi duyar gibiyim.
Dostlar, gönüldaşlar,
dildaşlar... Bu Hazret ki, doğrularınızı yanlış, ıraklarınızı yakın eder; sizi
ayak bileğinizden tuttuğu gibi ters çevirip yere mıhlar. Üstelik bunları da
saat başı sarf ettiği iki kelimeden birini sizlere duyurmadan yapar. Hani
sanmayın ki onca yol tepilmesine, onca saat geçmesine ve kıta değiştirilmesine
rağmen o çanta orada amaçsızcasına unutuldu... Peki, neden? Ya dalgınlığına gelmiştir
ya alelacele kalktık diye unutmuştur yahut bir cins-i latif gözlerini
kamaştırmıştır da (!) ondan öyle olmuştur yani. Vereceği cevaplara aşina
olmamızdan mütevellit, biz kendi cevaplarımızla amel ettik. Gelin, bu sorunun
gerçek cevabını öğrenebilmek adına, yazımızı okumuş olan herkes bu soruyu
Hazret'e yöneltsin. Yöneltsin, ki belki bir gün cevap alırız, düşünceler diner,
akıllar tatmin olur.
duadualar.blogspot.com
YanıtlaSil