Ahmet Abi’nin Dijital Günlüğüne
Notlar-2
Devletiniz tarih
yazıyor Ahmet abi. Devletiniz Suriye’de Irak’ta, Libya’da, Mısır’da Filistin’de
yedi düvele karşı zulmün karşısında durdu. Hâlâ da zalimlerin, teröristlerin,
kan emicilerin hesabını görmeye devam ediyor.
Başka bir anda başka
bir yerde gene tarih yazıyor devletiniz. Küçük bir çocuğa cebinden çikolata
çıkarıp veriyor. Yaşlı Ahmet Amca’nın tarlasını sürüyor. Devletiniz beline önlüğü bağlıyor, önlüğüne
biber biderini koyup Ökkeş Amca’nın tarif ettiği gibi ekiyor. Sonra da güzelce
tapanlıyor.
Devletiniz Zöhre
Teyze’nin kocasından kalan tekaüt maaşını kapısına getirip kuruşuna kadar sayıp
teslim ediyor. Posta dairesinden emekli Selahaddin Bey’in poğaçalarının
zeytinli mi peynirli mi olacağını sorup not ederek sıcak sıcak kahvaltıya
yetiştiriyor.
Devletiniz Ahmet Abi,
Hatice Teyze’nin her Çarşamba gittiği köy pazarından her zaman alışveriş
yaptığı köylü kadınlardan istediği evsaftaki pazıyı bulup iki bağ alarak akşam
çorbasına doğruyor.
Devletiniz çığın
altından sağ salim çıkıyor. Depremde yıkıntıları aralayıp ayağa kalkıyor. Şükür
ne çığ altında kaldı ne depremde yıkıldı. Biliyoruz ki koronaya da
yenilmeyecek. Üdebanız devletlerin yok oluşundan dem vurabilir. Uluslar arası
güçlerden, çok uluslu şirketlerden bahsedebilir. Başbuğunuz Tanrı Dağlarına
dönebilir. Ergenekoncular yeniden huruç çalışmaları içine girebilirler. Devletiniz dimdik ayakta.
Halkınız, evet,
Türkler köylü Ahmet abi. Bunu kabul ediyorum. İki günlük sokağa çıkma yasağı
için tedarik görme hengâmesinde fırıncı ile kavga edenler mi dersin, sıra
kavgası çıkaranları mı dersin. Market boşaltanlar, petrol kuyruğuna girenler. …
Marketi, fırını anladık da köylü Türklerin sokağa çıkma yasağı öncesi otogaz
kuyruğunda ne ararlar, onu anlamak mümkün değil. Halkınız saf Ahmet abi, onlar da adam olacak.
Ancak, mesele siyasi
kahraman meselesi falan değil. Mesele devlet-i ebet müddet meselesidir. Mesele
devlet-i millet meselesidir. Devletiniz
büyük devlet olduğunu hatırlamıştır. Devletiniz karantina günlerinde sokak
hayvanları için genelge çıkarmıştır. Devletiniz milletlerarası üst kuruluş
bürokrasisine merhameti öğretmektedir. Dayanışmayı öğretmektedir uluslar arası
sisteme.
Halkınız saf Ahmet
abi. Hem sözlü kültüre hem de görsel kültüre sahip bir işadamı bir zamanlar bir
araştırmamda verdiği mülakatta “Maraşlının aklı gözünde, komşusundan görecek;
ancak o zaman harekete geçer” demişti. Medenileşecek halkınız da.
Amma velakin mesele
şahıslar meselesi değildir. Sokakta, partide, belediyede not ettiklerimiz de
var. Bunlar gelir geçer. Mesele cumhurreisi meselesi değil. Mesele devlet
millet meselesi. Millet bütün bu yapılanlara rağmen, evet, bunların çoğu maddi
kalkınmaya münhasır gelişmeler, millet not ettiklerini önüne alıp şahısları
değiştirebilir. Amma devletimiz dimdik ayakta, ayağa kalktı devletimiz.
Biz buradayız Ahmet
Abi. Çikolatasını alan çocuğun gülüşündeyiz. Şerafeddin amcanın duasındayız.
Fatma ananın yardım kampanyasına bağışladığı altmışbeş aylığındayız. Fidanları
bahçesine dikilen Fatma ninenin ıslanan yaşmağındayız. Evlerin kapısına
götürülen kuru ekmeğin buğusundayız. Biz
Van Gürpınar’da Kürt Keve ananın tandır ekmeğini yapmak için tandırın kenarına
bağdaş kurup oturan, tandıra ekmek süren jandarmanın parmaklarının ucundayız
Ahmet abi.
Gerçi senin bu genç
dükkancılar eski ceberut devleti ne bilsinler! Hoş, senin de despot olduğunu
söyleyip despotizm tarifi yapıyorlar fildişi kulelerinde ya; konumuz o değil.
Bunlar jandarma dipçiğini enselerinde hissetmediler Ahmet abi. Toy bunlar.
Senin despot olduğun konusuna gelince, o da adaletin gibi adamına göre Ahmet
abi.
İnsanı yaşat ki
devlet yaşasın; düsturumuz budur. Devlet her zaman böyle değildi. Devletin
sadece asık suratını gördüğümüz zamanlar da oldu abi. Devletin postalını, dipçiğini
gördüğümüz zamanlar da oldu. At sahibine göre kişner demişler. Batı tipi azgın
bürokrasiyi ehlileştirmek kolay olmuyor efendim. Devletin kendi adamlarına
sahip çıkması; adamlarını sahipsiz bırakmaması da gerekir. Devletin yaşaması
için bu konunun ihmal edilmemesi gerekir. Devleti yaşatmak için; milleti
yaşatmak için kanını canını ortaya koyanlar, sağlığını ortaya koyanlar
unutulmamalı; unutturulmamalı. Halkımız unutmuyor. Girdiğim esnaf
işletmelerinde şehidimiz Fethi Sekin’in, şehidimiz Ömer Halisdemir’in
fotoğraflarını görüyorum. Altında şöyle yazıyor: “Unutmayacağız,
unutturmayacağız”. Onların şahsında halkımız şehitlerini unutmuyor. Devletin de
şehit ailelerini ve gazilerimizi unutmaması, unutturmaması gerekir. Hayatları boyunca onların yanında olması
gerekir.
Devletin yaptığını
vatandaş da karşılıksız bırakmıyor. Ben yetiştim geldim; nenem rahmetli,
dualarında Abdulhamid Han’ı anar, Allah onu başmızdan eksik etmesin diye dua
ederdi. Kırşehirli Aydın Battal’ın Sağlık Bakanı’na söylediği methiyenin dizeleriyle
virgül koymak isterim bu bahse:
“Tüm
dünyanın koronası gelse de/ Sağlık Bakanımın eli yelse de
Sıkıştırır
döver onu köşede/ Biz sana güvendik Fahrettin abi
Yakın
olsan ben silerim terini/ Bir Muhsin'in bir de senin unutamam yerini
Korkmayacağım
çekmeyeceğim dilimi/ Allah razı olsun Fahrettin abi
O kanlı
gözlerin hakkı ödenmez/ Bazı gerzek bu hakları bilemez.
Taraf
tutar dürüst adam diyemez/ Allah razı olsun Fahrettin abi”
Biz buradayız Ahmet
abi. Hiçbir yere gitmiyoruz. Ya da şöyle mi seslenmeliyim: Toparlanın sefer var
Tuna’ya doğru!
***
Duydum ki karantina
günlerinde Cuma kapusunu sanal dükkânda açtırıyormuşsunuz. Şimdilik genç
dükkâncılarla toplanıyor imişsiniz. Türkiye’nin dört bir tarafından, hatta
Anadolu’nun Somali yöresinden genç dükkâncılar Cuma sohbetine dâhil oluyor
imiş. Yine duyduğuma göre, farklı illerden dükkâncılarla buluşmak hoşunuza
gidiyormuş. Üdeba dostumuz ve Mehmet Yaşar dostumuz başta olmak üzere genç
dükkâncılarla reel politik tartışmaları yürütüyor imişsiniz. Ahmet Cihat gibi
bazıları bağlamalarıyla türküdarlık talimi de yapıyormuş.
Dijital dükkânınız
hayırlı olsun abi. Bu faaliyetleriniz Bir Hocam’a aktarıldığında memnun olmuş,
hatta “korona günlerinden sonra da aynı minval üzere devam edilsin” buyurmuş.
Reisicumhurumuzun da buyurduğu gibi korona günlerinden sonra hiçbir şey eskisi
gibi olmayacak Ahmet abi. Mesela reel dükkânın dışında bir de dijital dükkân
olduğuna göre Dijital Dükkân Mesul Müdürü farklı bir arkadaşımız olacak. Bu ilk
değişiklik. Bu durumu nasıl kontrol etmeyi düşünüyorsunuz?
Dijital dükkâna tüm
dünyadaki dükkân ehli katılabildiğine göre, “gurbet” kavramı yeniden
tanımlanacak mıdır? Dışarı gurbeti, reel dükkân olan Dükkân-ı Yemen’e göre
tanımlanmış ve gurbet derecelendirmeleri buna göre yapılmıştı. O halde dijital dükkân için de bir isim ve
gurbet tarifi gerekmez mi? Yemen, Dünya harbinden kalma yaramız idi. Dijital
dükkân için post-modern dönemlerdeki yaralarımızdan birinin adı verilebilir.
Dükkân-ı İdlib olabilir, Dükkân-ı Onbeş Temmuz olabilir. Ya da doğrudan
müsebbibi olan salgının adıyla anılabilir: Dükkân-ı Korona. Bu dükkân geçici mi olacaktır yoksa Muzaffer
Hocam’ın da işaret ettiği gibi, kalıcı hale getirilecek midir? Buna göre gurbet
tarifi de yenilenmek gerekir. Dijital dükkânda kim kaçıncı dereceden gurbetzede
sayılacaktır?
Dükkân-ı Yemen’de
gurbet, karasal uzaklığa göre belirleniyordu. Sanayi İnkılabı ölçülerine göre
idi uzaklık ölçülerimiz; kilometre cinsinden. Buna göre de gurbetzede
dereceleri belirleniyordu. Şimdi yeni bir inkılap gerçekleştirdiniz Ahmet abi.
Karasal uzaklığı, kilometre ölçümünü kaldırdınız ve evden dükkân uygulamasına
geçtiniz. İnternetteki 5-G uygulaması ile de hiç gecikme olmaksızın reel
ortamdaki gibi, veri ve süre kaybı olmadan iletişim kurabiliyorsunuz. Şimdi
gurbet, internete bağlanabilenler ve bağlanamayanlara göre yeniden tanımlanmalı
değil mi? Mesela Somalili Mahmud, Somali’den dükkâna gelebilirken, Başbuğ,
Karaman’dan gelemiyor. Ya da Oflu Süleyman, Giresun Espiye’den dükkan oturumuna
dahil olurken, Maraş Merkez’deki türküdar başakanımız Fazlı kardeşimiz dükkan
saatine yetişemeyebiliyor. Reel dükkan kapısını
hiç sektirmeden müdavim olan Mithat abimiz, Hasaneyn ağabeyler dijital dükkana
dahil olamıyorlar. O zaman kim gurbette kim değil?
Dijital dükkânda
muafiyet ve istisnalar nasıl tespit edilecektir? İnternet ve bilgisayarı
olmayanlar mı muaf sayılacaktır? Yoksa bunlar günümüz dünyasında mazeret kabul
edilmeyip o saatte fiilen iş başında olmak gibi mazeretler mi kabul
edilecektir? Dijital dükkânda tatlı yemek serbest midir? Yeni oluşuma göre
misafirliğe gitmek, misafir kabul etmek dükkân oturumuna katılmaya engel teşkil
etmeyecektir. Dolayısıyla bu faaliyetler dükkân yasakları kapsamından
çıkarılabilir mi? Gerçi şu sıralar bu faaliyetler devlet tarafından yasaklanmış
durumda amma bazı dükkâncılar bunu ileri sürebilirler.
Korona günlerinden
sonra dükkân ve mağara kavramlarının mahiyeti ve muhteviyatı acaba nasıl
değişecektir? Bir Hocam dijital dükkânınızın neresindedir Ahmet abi? Bir hocam
(iki kişi olarak) dijital dükkânınıza
şeref buyursa haliniz nice olur Ahmet abi? Dijital dükkânda gönül talimi nasıl
yapılacaktır? İnsanların halleri birbirine nasıl bulaşacaktır? Bu “bulaş”
günlerinde insanlara nasıl ulaşılacaktır? Dijital Dükkân mağara yerini tutacak
mıdır? Ya da söylenildiği gibi eski alışkanlıklar, eski kavramlar, eski yönetim
ve denetim usulleri değişecekse yeni durum için post-mağara/post-dükkân mı
dememiz gerekir? Yani “mağara-sonrası/dükkân-sonrası” isimlendirmesine hazır
olmak gerekir mi? Belli bir mekâna bağlı olarak yapılan bilgilendirme
toplantılarının ismi seminer idi biliyorsunuz. Mekâna bağlı olmaksızın internet
üzerinden yapılan benzer sunum ortamlarına seminerden bozma “webinar” demeye
başladılar. Üdeba bazı webinarlara katılıyordur tahmin ediyorum. O bilir, ona
sorabilirsiniz. Ordan hareketle, “Web-mağara” dijital ortamdaki yeni mağara
konseptini karşılayacak bir isim olabilir mi?
Dijital Dükkân için
de bir Dükkanname yazılacak mıdır? Fikir ve gönül talimlerimiz nasıl devam
edecektir? Dijital dükkânın kaideleri nelerdir? Kaçta gelip kaçta kalkmak
(yatmak mı demeliydim) gerekir? Dijital dükkândan gurbete uğurlama, dijital
dükkân gurbetinden gelenleri karşılama var mıdır?
Dil kapısı dijital
dükkânda nasıl açılıp nasıl sırlanacaktır? Dijital dükkânın kapısında nasıl
beklenir? Dil talimi nasıl yapılır? Dükkân-ı Yemen, yeni çağa, yeni döneme,
korona sonrasına hazır mı Ahmet abi? Destek gruplarınız çalışıyor mu? Devlet
sokağa çıkma yasağı süresince vatandaşa ekmek dağıtıyor; yardıma muhtaç
olanlara bin liralık zarflarla destek gönderiyor. Siz bu dönemde dükkâncılara
fikir ve gönül talimi yaptırıyor musunuz? Dükkân ehlinin kapılarına fikir ve
gönül talimi destek ekipleriniz bin miligramlık zarflarını bırakıyor mu?
Arz-ı hürmet ederim.
12 Nisan 2020/Sokağa
çıkma yasağı günleri/ Kahramanmaraş
***
DÜKKAN MEKTUPLARI-25
Ahmet Abi’nin Web Sayfasına Notlar-1
Çok sokrandınız Ahmet Abi.
Türklere çok laf ettiniz. Tatlı su Müslümanlığı diye bir kavram icat ettiniz,
mutedil esnaf Müslümanlığı dediniz, insanları sopaladınız. Evden çıkmıyorlar,
yatsı namazı sonrası sütlerini içip yatıyorlar ya da televizyon karşısında
aptallaşıyorlar diye çok üstelediniz.
İnsanlar bulaşıcı bir illet yayılmasın diye - başta siz olmak üzere -devlet zoruyla evlere kapandı. Kimisi daha
çok televizyon seyretmeye başladı. Kimisi daha erken yatar oldu. Kimi kontrol
edebiliyorsunuz? Haa, çokça konuşulduğu gibi çip takıp takip etme proceniz varsa
ona bir diyeceğim yok. Bundan sonraki merhale o deniyor; siz onu da yaparsınız evel Allah!
Mayın dediniz, mayınlı bölge
dediniz; çarşıdaki insanlara laf ettiniz. Devlet çarşıda dolaşanlara kimlik
sorup ceza yazmaya başladı. Çarşıyı bomba imha uzmanı edasıyla boşalttınız.
Tarhanalık yoğurtlar kaça
gidiyor diye Hasan Abi’ye kızdınız. Köylülere maraklandınız. Firikçiler sinek
avlar oldu. Yoğurtçu Yakup bu hafta bizim eve yoğurt getiremedi. Garip guraba
köyden bir satır yoğurdu şehre salamaz oldu. Amma şükür ki tatlıcılar
çalışıyor. Tatlı fikri öldürür desen de Allah’tan tatlıya çok karşı duramazdın
da onlar kurtardı yakayı.
Batıya giden oğullar memleketi
unuttular diye dertlendiniz. Batı’ya giden bütün vatandaşlar dönmek için
müracaat ediyor. Devlet, on kişi için uçak kaldırıp vatandaşları ülkeye
getiriyor. Gözünüz aydın Ahmet abi, Batı’ya giden sekizinci oğul döndü; arınsın,
temizlensin hastalıklarından, özüne dönsün diye karantinaya alınıyor.
Alafranga tuvalet yapan
müteahhitlere bozuk çaldınız, otellerde, kongre merkezlerinde ortalığı ayağa
kaldırdınız. Bütün dünyada alafranga tuvaletler sökülüp yerine alaturka taş
döşeniyor. Alaturkayı beceremeyenler de
taharet musluğu taktırıyor.
Yozlaşmadan, müptezellikten
şikayetçiydiniz haklı olarak; bütün modern eğlence mekanlarının kapısına kilit
vuruldu. Müslümanlar akledip töcbe istiğfara vesile olsun diye camiler de
kapandı. Gerçi evde Cuma namazı fetvası sordurduğunuz da biliniyor.
Ahmet abi, bin miligramlık ateş
derdiniz, her gelene ateşin var mı diye
sorardınız; devlet elinde ateşölçer, bütün şehirlerin girişinde ateş ölçüyor!
Bütün dünya 40 derecelik ateşlerde yanmaya başladı.
Misafirlik, ziyaretçi görüşü, çay
daveti mazeret olamaz diye kurallarınız vardı; devlet misafirliğe gitmeyi
yasakladı. Düğün salonlarının modern afet olduğunu beyan ettiniz, salonlar
kapatıldı. Yalnız berberlerle ilgili
problem neydi; onu anlayamadım.
Devrim dediniz, dünyada köklü
bir devrim gerçekleşiyor. Heyhat, doğru, hiçbir devrim gül suyuyla yapılmaz ama
bütün devrimler de önce kendi evlatlarını yemiş tarih sahnesinde. Öyle
görünüyor ki, Cuma kapusu meselesinde Bir Hocam’ın dahli olmuş. Devlet kapalı
ya da açık mekanlarda zahiren bir arada bulunmayı da yasaklamış. Yine sizin Devrim kaideleriniz arasında yer
alan “içeri girmek”, “içerden çıkmamak” da devlet eliyle mecburi hale
getirildi.
Buyurun Ahmet abi. İçeri
girmek, içerde olmak! Bu da sizin dükkancılardan istediğiniz
en temel
kurallardan biri değil mi! İçerden çıkmadan içerde olmak! Devrim kendi
evlatlarını yermiş Ahmet Abi. Bir Hocam’ın bizi sınadığını ifade ettiğiniz
içeri sohbetleri bu olsa gerek. Bunu da siz talep ettiniz Ahmet abi. İçeri
gurbetinde olmak sizin talebiniz değil miydi abi? Şimdi şikayet etmek nicedir?
Devriminiz kutlu olsun abi!
5 Nisan 2020-Tekerek Yolu.
***
DÜKKÂN MEKTUPLARI-20
Hastayım Hakim Bey Affımı Talep Ederim *
Yaralandık Ahmet abi. Yaramız gün geçtikçe
derinleşiyor. Buradan geçen atlıların yaramıza baktığı da yok. At gözlüğünü
atlara takmıyorlar artık Ahmet Abi. Atlılar kendisi takıyor at gözlüğünü: Adı
oluyor sanal gözlük.
Hepimiz sanal gözlük takıyoruz. Yedisinden
yetmişine her birimizin elinde birer sanal gözlük. İngilizcesini söylemek de
havalı. İngilizcesinin baş harfleriyle satılır internette: VR yani virtual
reality. Savaş Hocamın ifadesiyle “doğru yalan”. Savaş Hocam yıllar
öncesinden bu günleri görmüş sanki. Gerçekmiş gibi, hem de üç boyutlu ama
sanal, yani kuyruklu yalan.
Kimse kimsenin halini sormaz oldu. Daha
doğrusu dakika başı soruyoruz. Ama sanal. Komşu komşunun külüne muhtaçken
malına sahip çıkmayanlar komşusunu hırsız eder oldu. “Bugün buldum bugün
yerim, hak kerimdir yarına/ Rızkımı veren Huda’dır kula minnet eylemem” diyen
kaldı mı Türk Müslüman ülkesinde? Ki büyükler “bunu Bağdat’ın Basra’nın
köpekleri de yapıyor” demişler. “Cümlenin rızkını veren ol gani
settar iken/ Yeryüzünün halifesi hünkara minnet eylemem” deyişini
dilinden düşürmeyenler elimizden gideli çok oldu. Hayreddin Karaman Hoca,
ülkemizde müteahhitlik yapmak isteyen ama işin çeşitli merhalelerindeki bazı
işlemlerden dolayı hüküm soran vatandaşa rüşvetin haram olduğunu beyan eden
makale serdediyor gazetede bugün.
Koşuşturuyoruz, yuvarlanıp gidiyoruz. Düz
vatandaşız biz Ahmet abi. Göbeğimizi de kaşıyoruz, demliği bitirene kadar çay
da içiyoruz. Dibini buluyoruz yani. Eskiden
masallarımız vardı. Dağların ardını aşmak, kırk kapıdan geçip padişahın kızına
iksir yetiştirmek çocukların hülyalarını beslerdi. Nenesi ninni söyler, masal
anlatır uyuturdu bebekleri. Akşama kadar
dışarıda oyunda ya da işte yorulan çocuklar akşam yemeğini zor yerdi. Sabahın
ilk ışıklarıyla uyanırdı. O dönemin son çocukları bizdik Ahmet abi. Belki
bizden bir iki nesil sonrakiler de hayal meyal bir ninni hatırlarlar
babaannelerinin dilinden. O zaman da düz vatandaştık. Ama ninnilerin,
masalların, halk hikayelerinin, son Delta radyolardan çalınan TRT türkülerinin
beslediği organik vatandaşlardık. O zamanlar çayın, sohbetin, sofrada
tencerenin dibini buluyorduk. Ama neticede her şeyin bir dibi vardı. Dibi
görünmeyen sulara da girmezdik. Haram nedir helal nedir öğrenir, bilir ve amel
ederdik.
Şimdi çocuklarımız dibini bilmedikleri
sulara girer oldu. Her gün baraj sularında, sulama kanallarında akıntıya
kapılan fidanlarımızın haberleriyle uyanır olduk. Bir de internet akıntısı var ki onun ne dibini bilen
var ne debisini. Bir de 5G çıkacakmış diyorlar önümüzdeki sene. 5G’yi
tercümanına sor Ahmet abi. Ürpertici bir tablo anlatıyor bilenler.
Şimdi çizgi filmlerle büyüyor bebekler.
Nenesi dizi seyretmeyen bebeler vardır belki bazı defineye malik viranelerde.
Ne mutlu onlara. Torununa ninni söyleyen analar, neneler kalmıştır belki kıyıda
köşede. Ama kahir ekseriyet böyle. Çocuklar Kaf Dağı yerine labirentleri aşıyor
bilgisayarın karşısında sanal terör oyunlarında. Üstelik polis rolünde terörist
kovalamıyor, terörist rolü veriliyor ve polisten kaçmaya, hırsızlık yapmaya çalışıyor.
Bunları başarırsa oyunu kazanıyor. Yırtıcı hayvanlar falan da var sanırım arada
mücadele ettikleri. Yedi başlı ejderha gibi ama şekil olarak zihin bulandırıcı.
Eciş bücüş, insan, hayvan, ejderha arası yaratıklar. Çocukları
doğrudan gerçek hayatta tehlikeli faaliyetlere sürükleyen intihara sürükleyen
oyunların haberleri her gün televizyonlarda anlatılıyor.
Beş altı yaşından on on beş yaşına kadar
bu şekilde sanal oyun oynayarak büyüyor çocuk. Evde tablet, dışarı çıkarsa
internet kafe. Sonra bir gün delikanlı oluyor. Arkadaşlarıyla dışarı çıkıyor.
Kendisine eğlence arıyor. Her şeyi sanal gerçeklik gözlüğünden görmeye alışmış.
Ondan sonra yolda bulduğu kediyi köpeğe parçalatmayı oyun belliyor. Soru soran
gazeteciye “seni öldürsem üzülmem, kediye mi üzülecem” diyor.
***
Şimdi siz söyleyin hakim bey, önünüze
gelince bu çocuklar nasıl hüküm vereceksiniz? Rahmetli Aşık İmami’nin “Ala
Gömlek” deyişini bilir misiniz hakim bey? “Gel danışalım obaya,
evlat gıyar mı babaya/Şikayet ettim Mevlaya, garagola demem seni”. Evladına
kıyan babalara hiç giremeyeceğim. Siz bunların bin mislini biliyorsunuz. Seyhan
Nehri’nde kaybolan uyuşturucu bağımlısı gencin annesinin feryadını, yasını
hangi savcı duyacak efendim? “Ölüsü çıkarsa şeker dağıtıp davul çaldıracağım”
diye feryad-ı figan eden bir ananın çığlığını, yüreğinin yangınını hangi
hakimin hükmü söndürecek? Çocuklarımızı zehirleyen çetelerin boynuna yağlı
urgan geçirebilecek bir babayiğit yok mudur? Adalet istiyoruz hakim bey!
Memleketin dört bir yanında çocuklarımıza kıyan canavarları kimin vergisiyle
besleyeceksin hakim bey? Adıyaman’da onüç yaşındaki fidan boylu Hüseyinimize
kıyan caniyi babası Sadık ustanın asgari ücretinden kesilen vergilerle mi
besleyeceksin hakim beyim? Hangi vicdana hangi adalet anlayışına sığar bu
hüküm?
Ahmet abinin bin miligramlık türkülerinden
biriyle bir kez daha sorayım: “Uyan Alim uyan uyanmaz oldun/Yedi bıçak
yarasına dayanmaz oldun” Hüseyin’in vücudunda da altı bıçak yarası
bulunmuş. Sen Ali’yi öldürenden daha insaflıymışsın diye cezada indirim mi
yapacaksın hakim bey? Giden canlar seri sonu ürün mü? Ali’nin, Hüseyin’in akan
kanı bir damla şurda dursun, gözü yaşlı anaların gözünün tek
damlasının hesabını yarın ruz-ı mahşerde nasıl vereceksin hakim bey?
Peki doktor beyim, Seyhan
nehrine düşüp kaybolan uyuşturucu bağımlısı genç “kurtuldu, asıl bu gün
yaşamaya başladı” da, ailelerinin de kendilerinin de hayatını zindan eden bu
illetin pençesine düşmüş gök ekinlerimizin tedavisi için hangi reçeteyi
yazacaksınız? Yara vücudu sarıyor doktor bey! Hastalıklarımız değişti farkında
mısınız doktor bey? Eskiden ince hastalık vardı, kötü hastalık vardı. Devası
bulunmazdı. Ağıtları yakılırdı. Maraş’tan gelen haberle Meyriğin yasını tutmaya
devam ediyoruz. Ankara’dan “eyolursun diye köye yollanan” Hatice’nin
yaralarının trende sarsıldığını, Keskin’e varanda kopan kıyameti Hacı Taşan’ın
ağzından gözümüz yaşlı dinlemeye devam ediyoruz. Şimdi söyleyin bana doktor
bey, bu bağımlılık illeti ne menem bir hastalıktır? Bu nasıl bir yaradır ki
kötü huylu ur gibi vücudumuzu sarar amma kesip atamayız? Amma devası nedir?
Hazık hekim değil misin sen? Ursa ur, ince hastalıksa ince hastalık? Ne yiyip
ne içmeliyiz? Hangi ilaçları kullanmalıyız sayın hocam? Cerrahi ameliyat mı
gerekiyor? Operasyon diyorsunuz ya. Şimdi tıp gelişti, ışınla da kesip biçmeden
müdahale ediyormuşsunuz. Yeni aletleriniz bunu tespit ve teşhis edemiyor mu?
Bizim bildiğimiz Allah rızası için
kurban verilir. Hazreti İbrahim, oğlu Hazreti İsmail’i kendisine ilham olunduğu
üzere Allah için kurban etmeye götürmüştü. Fakat Rahman ve Rahim olan Allah Hz.
İbrahim’in sabrı ve Hz. İsmail’in teslimiyetinin nişanı olmak üzere Hz.
İsmail’e bedel olarak bir koçu kurban olarak göndermişti. Ahmet Abi’nin
uzmanlık alanıdır İsmail teslimiyeti. Neden bağımlılık müptelası gençlerimiz
için “kurban” ifadesini kullanıyorlar? Doktor biz haşa yeni tanrılar edindik de
yavrularımızı bu tanrılara mı kurban veriyoruz? Doktor gıdım gıdım ölüyoruz.
Doktor hastane önünde incir ağacı kaldı mı bilmem ama artık biz ağıt yakmak
istemiyoruz. Gencecik fidanlarımızı bağımlılık illetinin pençesinden kurtar
doktor. “Doktor bulamadı bana ilacı” diye ağıt yakmak
istemiyoruz artık.
***
Ahmet abi, sahi ağıt yakan kaldı mı acep?
Ateş düştüğü yeri yakıyor da bu yangını dile getiren gelecek nesillere
aktaracak olan aşıklarımız kaldı mı Ahmet abi? Ölmüşüz de ağlayanımız yok Ahmet
abi. Senin bin miligramlık türkülerinin devamı olacak derdimizi hüznümüzü diri
tutacak, sönmeye yüz tutan ateşimizi harlayacak ozanlarımız dengbejlerimiz nerde
Ahmet abi? Hüzün kaldı mı ülkemizde elimizde, obamızda? Hüzün medeniyetinden
gelip “götürün memeleketi”ne gidiyoruz. Görsünler ya da görseller ülkesi de
diyebilirsiniz. Dünya ülkeleri arasında 2018 yılında İnstagram kullanımında
beşinci sıradayız Ahmet abi. İnternet fenomenlerinin dediklerine göre,
instagramdan canlı yayın yapmak kahvaltı yapmak kadar doğal bir şeymiş artık.
Mağarandan çık da arada etrafta ne olup bittiğine bak Ahmet abi. Düz vatandaş
artık internet fenomeni.
Görsel çağında türkülerimizi söyleyen
kalmadı da dinleyen var mı Ahmet abi? İnternette bir video sitesi var. Görsel
çağındayız ya basit bir araştırma yapalım. Genel olarak pop şarkılar diye bir
tarama yaptığınızda ilk sırada çıkan listenin izlenme sayısı yüz milyon
civarında. Türküler diye tarama yaptığınızda ilk sırada çıkan listenin izlenme
sayısı iki milyon. Yüz popa karşı iki türkü. Tabi bu listelere tüm dünyadan
ulaşılabildiğini hatırlatmak isterim. Özel olarak bazı şarkılar ve şarkıcılar
daha fazla izlenme sayısına da sahip olabiliyor. Mesela rastgele tıkladığımız
“saz mı caz mı” şarkısı 155 milyon civarında bugün için. Yine rastgele
seçtiğimiz “şu karşı dağda kar var duman yok” türküsü 1 milyon civarında. Senin
bin miligramlık türkülerinin internette dinlenme/izlenme sayılarını vermeyeyim
Ahmet abi.
Vatandaşın günlük hayatından da
sözlüğünden de hüzün silindi. Kısa bir zamanda çok hızlı bir şekilde. 5G’den
daha hızlı bir çölleşme başladı hayatımızda. Her yerde şiddet hüküm sürmeye
başladı. Vatandaş birbirini görmez dinlemez hissetmez oldu. Akıllı telefonlara
temas etmekten parmaklarımızın hissetme duygusu köreldi. Bir cilt hastalığı
Ahmet abi. Bu da doktorun alanına girer.
Sen mağarandasın abi. Türkülerinle baş
başasın. Türkü dinliyorsun başının ağrısı geçiyor. Kulağının uğultusu diniyor.
Bizler düz vatandaşız Ahmet abi. Sığınabileceğimiz bir mağaramız yok. Mağara
var tamam, ama düz vatandaş mağaraya çıkamaz. Sen eski tüfeksin. Filhakika
modernsin, kentli şamansın ama mağaraya çıkma “çellıncını” başarıyorsun.
Tercümanına çellınc ne diye sorduğunu duyar gibi oluyorum. Tercümanın bu
konuları daha iyi bilir, o daha iyi açıklar. Ama bir cümleyle söyleyecek
olursam bahsettiğim video sitesinde gençlerin gevezelik, malayani cinsinden bir
şeye dirençlerini test edip video çektikleri bir akım var. Mesela en fazla acı
biber yeme çellıncı, komik video izleyip gülmeme çelıncı vesair. Sen
başarıyorsun ama düz vatandaş yolda yürümeyi unutmuş. Sen mağaranda yalnızsın.
Düz vatandaş sanal gözlüğünün içinde hapis. Tatlı su Müslümanlığı diyorsun ya o
devir geçti artık Ahmet abi. Tatlı su mu kaldı ki?
Çeşme başları tarihe karıştı. Üngüt
köyündeki son akarsuyun, yün yıkama yerinin de üstüne gönül belediyeciliği
yapan belediyelerimiz beton döktü. Çeşme başına giden genç kızların işmarları
delikanlıların yüreğini yakmaz oldu. İşmar nedir, bilen kaldı mı Ahmet
Abi? “Ayrılık molur harman zamanı” diyor türküde. Harman
yerine betondan emekli konutu yapılalı çok oldu Ahmet Abi. Karıncalar yuvasını
nereye taşıdı acep bilen var mı?
Köylerimizi şehirlerimizi sel basıyor.
Dört G, beş G debisinde seller. Ahmet abi sen afetçisin. Bir salisenin milyonda
bir anında bastıran ve başlangıçta 20 megabit iken 5G’ye çıktığında 200
megabite kadar çıkabilecek bir sel. Eğer internet dere yatağını ıslah etmezsek
taşkınlar vermeye devam edecek ve çok cana mal olacak Ahmet abi. Hangi afet
planı durdurur bu taşkını?
Son bir hususu daha belirtmek isterim
Ahmet abi: “Bireysel gibi görünüyor ama, Yemen kadar, Sarıkamış kadar ahaliyi
yaralayan derin bir trajedinin içindeyiz. (Hakim beye selamlar olsun). Beri gel
Ahmet abi, Yemen’i, Sarıkamış’ı, Çanakkale’yi unutma ama 2008-2016 yılları
arasında kaybolan çocuk sayısı 104 bini aşmış. Avrupa’da kaybolan mülteci
çocukları da sayalım mı? Yüreğin kaldırmaz, oraya hiç girmiyorum. Şairine
“marallar oymağı” şiiri ısmarlamakla, hüzünlü türküler dinlemekle bu meseleyi
savuşturamazsın. Biliyorum yüreğin yangın yeri, biliyorum, şimdi gözlerin
buğulandı, gözlerini kaçıracaksın benden. Biliyorum ateşin kırk derece ama
ateşini düşür artık Ahmet abi. bir parasetamol al, kulak aparatını tak.
Dükkanın holüne çık bir hava al, elini yüzünü yıka. Sen afetçisin, bir su dök
ateşe, bir iş makinası gönder dere yatağına, mahsur kalanları kurtar. Suyun
yönünü değiştir, evleri tahliye et. Ben düz vatandaşım, boğuluyorum. Ahmet abi,
bir halat, bir kalas bir yardım eli uzat.
****
Gitmek nasıl bir eylemdir Ahmet abi?
Gitmek gerektiğinde kime gidilir? Çarşılarında günaşarı bomba patlayan
İdlibliler kime gider Ahmet abi? Kudüslüler İsrail zulmünden kime gitse gerek?
Doğu Türkistan kime gider, Arakan, Yemen, Yeni Zelenda Müslümanları?
Yemen cephesi gaibi Mehmet dedeme
gidebilir miyim ben Ahmet abi? Yemen cephesinden yedi yıl mektubu gelen dedem
yedinci yıldan sonra nereye gitmiştir? Askeri kayıtlara nasıl düşülmüştür?
Daha ne kadar karlar eriyince İran
sınırında kar altında bulduğumuz donmuş Afganlı kardeşlerimiz için ağlayacağız
biz? Türkiye Müslümanları Suriyelileri geri göndermenin tartışmasını yaparken
yürekleri vicdanları yanında mı?
“Ver benim sazımı efendim ben gider oldum
Süremedim lavantamı konsola koydum”
Kader böyleyse ne yapsın eller? Kadere
inanmak imanın şartlarından. Amenna ve saddekna. Ama sanal dünyanın kablo
kokusundan vatandaşın burnu koku almaz oldu. Dokunmatik telefonları ellemekten
birbirimizi hissedemez olduk. Biri gözümüzdeki şu üç boyutlu gözlüğü çıkarsa da
lavanta kokusu alsak olmaz mı?
Gençlerimiz lavantayı, miski sürünüp arz-ı
endam etsin. Doğu Türkistan’dan Bosna’ya düğün bayram olsun Ahmet abi. Kurban
bayramın mübarek olsun.
Bayram üstü limon kolonyası da olur Ahmet
abi, yeter ki az ferahlayalım.
4 Ağustos 2019
Tekerek Yolu
/Kahramanmaraş.
* Bu yazı içeri
gurbetinden Ahmet Abi’ye yazılmış kafası karışık bir mektuptur. Hakim Bey!e ve
kıymetli Doktor’a ithaf edilişinin hikayesi kendilerinde saklıdır. Fakat
ithafla beraber mektubun bir kısmı da acizane kendilerine hitaben yazılmışoldu. Hüküm ve teşhislerini bekler hürmetlerimi arzederim.
***
DÜKKÂN MEKTUPLARI (Cuma Kapusu Açık Değil mi?)
kendi
memleketinde dükkan gurbeti yaşayan Oflu Süleyman’a,
Cuma
Kapusu’nu ileri karakol nöbeti hassasiyeti
ile bekleyen Komutan’a
Ve
Cuma kapusunda kıyama duranlara….
Cuma
Kapusu’nın Her Daim Açık Olduğunu Beyan
Cuma
Kapusu’nı açmak kolay değildir. Zaten sen Cuma kapusunu açamazsın; Cuma kapusu
sana açılır. Kime ne zaman açılır, kime kapanır; onu da bilemezsin. Gidip
kapının önünde diz çöküp beklemen gerekir. Açılırsa girersin, açılmazsa
beklersin. Yıllarca bekleyenler vardır kapının eşiğinde; kapı onlara
açılmamıştır. Bazıları da vardır ki kapı onlara hep açıktır; önünde beklerler
de açıldığından haberleri yoktur.
Kimileri
vardır; kapı ardına kadar açılmıştır ama adım atıp girmeye cesaret edemez.
Kimisi vardır; Allah korusun açık kapıyı kendisi kapatır da döner gerisin
geriye. Kimisi vardır kapıdan girer, buğdaya talip olur. Kimisi vardır himmet
istemeye dili varmaz. Bazı devletliler de vardır ki kapıdan girer başköşeye
kurulurlar. Başına konan devlet kuşundan haberleri olmaz. Etrafına bak,
görürsün onlardan bazılarını. Gerçi devlet kuşunun gölgesiyle ilgileri de
yoktur onların; huma kuşunun peşine takılmışlardır, kuşun sesine doğru
giderler. Onların derdi kapıda olmaktır.
Kapılar
vardır, önünde beklenir. Kapılar vardır önünden geçilip gidilir. Kapılar
vardır; zorlanır ama açılmaz. Kapılar vardır ardına kadar açıktır. Cuma kapusu
varabilene açıktır.
Cuma Kapusuna
Varma Edebini Beyan
Diyorsun
ya “yolla birlikte yol olmak”… Bilirsin ki her yol da Cuma kapusuna götürmez
insanı. Cuma kapusuna varmak için gideceğin yolu bilmek gerekir. Derler ki
niyetini doğru alırsan öğretilir sana yolun gizli sırları. Niyetini doğru almak
silah kuşanmak gibidir. Silahı düşmana atmak için kuşanırsın. Kolay iş
değildir. Acemi ya da usta olmak değildir mesele. Mesele elinin titreyip
titrememesidir. Silah kuşanmaktan maksat, atınca vurmaktır. Atınca vurmak için
tereddüt etmemek gerekir. Talim gereklidir amma yürek yoksa, feraset yoksa,
kırk yıl talim etsen gene karavana atarsın. Niyet, karanlıkta parlayan işaret
fişeği gibidir; gitmek istediğin yere götürür seni.
Niyetini
yolda unutmamalısın. Bir su başında dinlenmeye oturdun. Bir çay, sigara içtin.
Kalktın, yola revan oldun. Niyetin yanında mı? Kontrol et. Doldur boşalt
istasyonunda kaydını yaptır. Şarjörlerinin eksik mi tam mı olduğuna bak. Bazı
askerler tesbih imamaesi yapmak için şarjörden kurşun aşırmış olabilir. Tel
örgüleri de kontrol et; bakır telden güzel tesbih örülür. Kolay işlenir. Parasız kalan tamirci
çıraklığından gelme askerler, sigara paralarını çıkarmak için telleri kesip
tesbih yapabilir. Şarjör yamuksa değiştirilmesini iste. Niyetini tazele, canlı
tut ki nöbette üşümeyesin.
Uyurken
niyetini kontrol et, uyandın gene bak. Niyet anka kuşu gibidir. Gaflette
bulundun, komşunun bahçesindeki kiraz ağacına daldın. Yolda dut gördün dut
yemeye durdun. Niyeti ürkütürsün, uçar gider, ara ki bulasın ondan sonra. Niyet
çok naziktir, çok hassastır. “Dünya mutfakları”na dalarsan niyetini yenilemen
gerekir. Boş bulunup yoldan kalmamak için annenin sabah namazından sonra dualı
elleriyle hazırladığı tereyağında hafif kızarmış kırma dürümü ile taze soğanlı
çökelik dürümünden mürekkep azığını beline bağla. “Anne azık da neyimiş”
diyenlerden olma.
Yola
azıksız çıkılmaz unutma. Cuma kapusuna varmanın şartlarından biri de azıktır.
Heyben yanında olacak. Yüreğini atacaksın heybeye. Arada bir ustasına götürüp
bileyleteceksin, cilalatacaksın.
Türlü
türlü kapılar vardır. Çeşit çeşit… Ahşabı, çeliği, sürgülüsü, gurlaplısı,
tokmaklısı, demiri, tuncu… sırlısı, aynalısı… eniklisi, cücüklüsü… Numarasına
iyi bak, adresini tekrar kontrol et. Her gördüğün kapuyu Cuma kapusu belleme.
Bir de
bazı kapıların ardında başka kapılar daha vardır. Bütün kapıları geçmen gerekir
Cuma kapusuna varabilmek için. Bilgisayar oyunu değil bu dikkat et. Yeniden
başlayamazsın. Cuma kapusuna varamadan “game over” yazmasın.
Mesele
Cuma kapusunu açmak değil arkadaş, sen hâlâ anlamadın mı? Cuma kapusu açıktır
ama çokları kapalı olan diğer kapıları zorlarlar. Cuma kapusunun açılması, yeni
mağaza açılışı haberlerinde gördüğün, kampanya dönemi kapının açılışına da
benzemez. Cuma kapusunun da kampanyaları vardır ama yararlanmak için sadık
müşteri olmak gerekir. Ancak özel
müşterileri yararlanabilir. Sen iyi bilirsin; “VIP” adamları girer ancak o
kapıdan.
Mesele
Cuma kapusuna varmadadır. Kapının eşiğine varabildinse ne mutlu sana. Nimet
içindesin demektir. Bir de Cuma kapusuna gidemeyenler vardır. Bunlar da kısım
kısımdır. Bazıları başka kapıların önünde bekleştiği için Cuma kapusuna
varamaz. Bazıları yolda kalır türlü sebepten. Bazıları şehrin dağdağasında
yiter gider. Bazıları ekran kapısını gözler. Bazıları dağa vurur kendini. Mağara
arar. Bazıları girdiği mağarada zehirlenir. Her mağara da Cuma kapusuna
çıkarmaz insanı.
Bazılarının
nefesi yetmez Cuma kapusunun eşiğine çıkmaya. Kurban olmayı gerektirir içeri
girmek. Cesaret ister. Her babayiğidin harcı değildir. Bazıları da kaçak tütünden
kesilir.
Cuma
kapusundan girmenin de yolu vardır. Hızlı girmeye kalkma; kafanı kolunu
kırarsın. Hani cam kapılar vardır, açık zanneder de cama çarparsın ya. Girip
çıkarken eğil. Başını çarpmayasın.
Cuma Kapusuna
Varamayanların Hâlini Beyan
“Mavi yelek
mor düğme/Yine düştün gönlüme
Her
gönlüme düşende kan damlar yüreğime”
Cuma
kapusuna varamayanların hâli perişandır. Bir sızıdır Cuma kapusu yüreklerinde.
Gitmek isterler, yola çıkamazlar. Yola çıkarlar varamazlar. Niyet alamazlar bir
türlü. Cuma kapusuna varamamak gurbette kalmaktır. Gurbete düşmektir, taşra
düşmektir vatandan.
Cuma
kapusuna varamayanlar geceleri rüyalarında kapılar görürler. Kapı açılırken
uyanırlar can havliyle. Hayallerinde hep Cuma kapusunun önünde görürler
kendilerini. Kışla kapusunda bekleyen Yemen şehidi anası gibidirler. Oğlunun
gelemeyeceğini bilir ama bir umut bekler… ya çıkar gelirse diye. Bir tıkırtı
duysa kan uykusundan uyanıp kapıya atar kendini. Cuma kapusundan ırak kalmak
acıklı bir durumdur.
Cuma
kapusuna giden yollar uzundur, dardır, çıtırıktır, dumanlıdır. Yola çıkanlara
selam olsun. Cuma kapusuna varanlara selam olsun.
Cuma
kapusuna varamayanlar…. Garip olanlar. Cuma kapusunda garip olmak başka; Cuma
kapusuna gidemeyip garip olmak başka. Cuma kapusunda gariplik, dışarıda
sultanlıktan yeğdir. Cuma kapusuna gidemediysen gasgarip kalmışsın demektir.
Cuma
kapusuna varanlar, bu kapıdan olup da kapıya varamayanlara, yetişemeyenlere dua
edeler. Gurbette kalıp da “ah vatanım” diye âh-u zâr eden Cuma kapusu
gurbetzedelerini dualarında analar. Ola ki yollar onlara da açıla, yürekleri
bir nebze olsa ferahlaya.
Cuma
kapusuna varan dostlar, gurbetteki dostlarının arkasından konuşmayalar. Cuma
kapusu gibi mübarek bir kapıda kıyl-u kaal olur mu hiç! Dostların dedikodusunu
yapmak olur mu? Müzeverlik, hatırlamaya, duaya vesile ise âmennâ. Amma
dostlarını unutanlara ne demeli? Bunlar “yaşar” mı; yaşarsa hangi formal
kokuları içine çekerek yaşar? Cuma kapusuna varamayanların gönlü kırıktır
zaten. Gurbet elde Cuma hangi takvimde yaşanır, Cumartesi hangi takvimde; sen
ne bileceksin? Bir de sen unuttun mu dostunu, gaiplik kararını vermişin
demektir. İnsan yitiğini aramaz mı? Yarini yitiren uğrun uğrun arıyor, senin
dostun yitik “piyasa”da geziyorsun; kimse oturmasın diye yerine paltonu bırakıp
hava almaya çıkıyorsun. Bırak da parke taşlarıyla belediyeciler ilgilensin. Her
Cuma kapusunda dostları için “of” çeken, sırtında taş çuvalı taşıyan er
alplerden ibret almalısın. Ufuklara doğru bir bak, serhat boylarından geçen
kara trenlere hiç değilse el salla. Şehrin cangıllarında, ekran önlerinde
tutuklu kalmış dostlarını hatırla. Biraz hüzünlen!
Cuma
kapusunda olmanın keyfini, sürurunu süreceksin tabi canım kardeşim. Oraya
varabiliyorsan ne mutlu sana. Cuma kapusuna varmak erlik ister. Erlik, adamlık,
çalışanın hakkıdır. Eyvallah. Fakat bir de maddeten Cuma kapusunda olduğu halde
ruhen orda olmayanlar olabilir. Adam Cuma kapusunda ama ruhu baraj kenarında
balık tutuyor! Buna ne diyeceksin? Bir de bedenen orda olmayıp da ruhen Cuma
kapusundan ayrılmayan erler vardır. Onlara selam durur hürmet ederiz.
Cuma
Kapusunu ve Kapuda Durmayanların Halini Beyan
Cuma
kapusu aşktır, vardıkça muhabbetin çoğalır. Varmazsan kalbin katılaşır. Kuru
kütüğe dönersin. Kış gecesi hem ışık, hem ısınma amaçlı yaksalar çıtırtın
çıkmaz. Kütüğün bile bir derdi vardır; çıtırdar durur sabaha kadar.
Yıllar
önce Sükûti dostumuzdan Müslüm Gürses’in bir sözünü bir benzetmesini
dinlemiştim: “Taşa katı derler; halbuki taş bile yosun tutar, yumuşar, erir”
Cuma kapusuna varmadınsa yüreğin taştan katı kalırsın.
Cuma
kapısı hasreti diğer hasretlere benzemez. Gidemediğinde, kapıya varıp
duramadığında yüreğin ezilir. Kanın çekilir. Ayaklarında derman, gözlerinde fer
kalmaz. Olduğun yere yığılırsın teh çıhını[1]
gibi. Zaten Cuma kapusuna gidemiyorsan teh çıhınından farkın yoktur. Sen
istediğin kadar, “hayır ben ravanda şerbetiyim” de! Yığılırsın, kalkmak
istersin kalkamazsın. Yürümek istersin, ayakların seni taşıyamaz. Yürüsen
ayağın küçük bir taşa takılır. Doksanlık ihtiyarlar gibi adım atacak mecalin
yoktur. Gözün yoldadır, gelen giden de olmaz. Kendi dünyanda, küçük odanda
yapayalnızsındır.
Cuma
kapusu paratonerdir. Seni belalardan, kalabalıklardan korur. Cuma kapusuna
varmadınsa başın beladan kurtulmaz. Ayağına kelebek konar, kulağını arı sokar,
burnunda sivilce çıkar, işin rast gitmez.
Cuma
kapusu dert kapısıdır. Derman derdin içindedir. Cuma kapusuna varmadınsa
dermansız derde tutulursun. Cuma kapusu ince hastalıktır, hüzün kapısıdır. Cuma
kapusuna varmadınsa ağır hastalığa tutulursun hüznün kaybolur. Neşen de kalmaz.
Kuru ota dönersin.
Cuma
kapusu “öte”ye açılan kapıdır. Cuma kapusuna varmazsan ötelenirsin. İtilir
kakılırsın. Kendi kendinin yabancısı olursun. Kendi evinin namahremi olursun.
Cuma
kapusu hayattır. Varmazsan kuru dala dönersin. Tahta parçasından farkın kalmaz.
Pet şişe gibi yüz yıl güneşte kalsan güneş seni yakmaz.
Cuma
kapusuna vardıysan sısrılsıklam ıslanırsın. Tertemiz olursun. Suya kanarsın.
Cuma kapusuna dilin damağına yapışmış olarak varırsın; buz gibi kaynak suları
içer dönersin. Yenilenir, gürleşirsin. Gücün kuvvetin yerine gelir. Cuma
kapusuna varmadıysan susuz kuyuya düşmüşün demektir. Susuz kuyuya atılmış taş
misali baş aşağı düşersin. Kuyunun dibinden “com” sesi değil, “tong” sesi
gelir. İstediğini seç artık; ister taş ol kuyuya atılan, ister susuz kuyunun
dibi.
Cuma
kapusuna vardıysan kimyasal karışmamış suda oynaşan balıklar gibi neşelenirsin.
Heyecandan kendini karaya atsan bile bir mübarek el seni avucuna alır, okşar
suya geri salar. Cuma kapusunda durmadın mı, fabrika atığı karışmış suya düştün
bil. Ağzının tadı tuzu kalmaz. Ha karaya vurmuşsun ha suda yaşamaşsın. Hayatını
bitirirler. Cuma kapusuna varamazsan eğer, Temmuz ortasında suyu çekilmiş gölde
can çekişen balığa dönersin. Kalan birkaç damla suya atlarsın, asitli; karaya
başını vurursun, azotlu.
Cuma
kapusu, kimyasallarla zehirlenen dünyada “ilk el” kalabilmiş otantik kabile
toprağına benzer. Kendini kapının eşiğine atarsan güvende olursun. Oraya
antropologlar giremez.
Cuma
kapusu temmuzda bitkilere can suyu olan yaz yağmuru; ekin filizleri üzerine
ocakta yağan kardır. Nisanda kar kalktığında filizleri olduğu gibi yemyeşil
görürsün. Cuma kapusuna varamadınsa küresel ısınmaya maruz kaldın demektir.
Cuma
kapusuna varmadınsa yuvasız kuşlar gibi kalmışın parakende. “öldüğüme gam
yemem/mezarda daşım garip”…
Kapuya
varmak için yola çıkanlara, kapuya varanlara, kapuda duranlara selam olsun.
7 Kasım
2014 Cuma
Tekerek
Yolu, Kahramanmaraş.
İlave
Beyan I: Kapıların Hallerini ve Kapılar Karşısında İnsanların Durumlarını Beyan
Eder
Muhterem
okuyucu, Cuma kapusunu bilmeyenler, manasını bulamayanlar için, “dışarı”
gurbetinde bulunanlar için kapıların halleri hakkında kısa bir izahat yapmak
iktiza etti. Kapılar türlü türlüdür.
Hane kapıları, hastane kapıları, hapishane kapıları, mektep kapıları, cami
kapıları, kale kapıları, kışla kapıları, vs…. Bunlar fiziki mekanları dışarıdan
ayıran ve içerinin mahremiyetini muhafaza eden kapılardır. Bir de manevi
mekanlar vardır. Her birimizin içevi yok mudur? Gönlümüz, yüreğimiz bizim
içevlerimiz ise bu mekanların da bir kapısı olmak gerekmez mi? İşte Cuma
kapusu, içevlerimize açılan, yüreklerimizi sokaktan ayıran, dünyadan ayıran
sırlı bir kapıdır. Cuma kapusu gönlümüzün mahremiyetini muhafaza eder.. Bu
kapı, insanı olgunlaştıran irfan mekteplerine açılır. Meşrebe, mezhebe, yapıya
göre faklı türleri vardır onun da. Cuma kapusu, bütün bu kapıları ifade etmek
üzere hem genel isim olarak hem de bu kapılardan birini ifade etmek üzere özel
bir dost meclisnin ismi olarak kullanılmaktadır.
Kapılar
karşısında insanların durumu da türlü türlüdür. Bazıları kapıdan bîhaberdir.
Kapı da ne ola der. Kale kapısını görmek için kaleye tırmanır, eski evlerin
kapılarını resmeder. Kendi içevinden habersizdir. Gönül kapısını bilmez, paldır
küldür dalar içeri. Hane kapısına alarmlı kilit taktırır da gönlünü dışarıya
muhafaza etmek için gönül hanesinin kapısını kapatmayı bilmez. Kapıyı bilmediği
için gönlünü açmayı da bilmez. Onun içevinde
kapı değil, kapakçık vardır. Tıkandı mı kalp krizi geçirir.
Cuma
kapusunun kapalı hali yoktur. Ama herkese farklı zamanlarda açılır. Bazıları
için ığdırık olabilir. Bunların da kapı önündeki halleri farklıdır. Bazıları
ığdırık kapıdan çeri bakar, imrenir ama içeri giremez. Bazıları merakından
kafasını uzatıp bakar geri çekilir. Bazıları için açıktır, onlar görmezler.
Bazıları da içeri girmiştir farkında olmaz. Yakıp yıkıp geçer gider.
Allah
bizi Cuma kapusunu bilenlerden, kıymetini bilenlerden eylesin. Allah bizi bu
kapıdan ayırmasın.
[1]
Muhterem okuyucu, “teh çıhını” ifadesi Maraş yöresinde kullanılan mahalli bir
deyimdir. “Yere çökmüş, yığılıp kalmış gibi” anlamında kullanılır. Teh, yöreye has kabarcık üzümünün -dalından
koparılmadan önce- salkım üzerinde
güneşte kuruyan tanelerini ifade eder. Bağbozumu sırasında üzümün suyu
sıkılmadan önce bu kuruyan taneler ayrılarak bir bez arasında ya da çuvalda
biriktirilir. Bezin köşeleri toplanarak bağlanır ve kışın ayran ya da yoğurda
katılmak üzere kilere kaldırılır. Tadı kuru üzüme benzer ama tam olarak
kurumadığı için kuru üzümden biraz yumuşaktır. Dolayısıyla bezde ya da çuvalda
basık ve yığılmış şekilde durur. Benzer
şekilde “teh çuvalı” ifadesi de “yere yapışan, yığılıp kalan” anlamında
kullanılır.
***
KAPUYU ÇALAN KİMDİR?
Uzun İnce Yolculuğumuz:
Güneydoğu Rapor Özeti III
“Bu
dağlar meşe dağlar, vermiş baş başa dağlar. Yarim küsmüş gidiyor, koymayın aşa
dağlar” Geldik
mi Şırnak’ın kuş uçmaz kervan geçmez dağlarına Ahmet Abi? Gabar, Namaz… Dik
yamaçlara tırmanırken Şırnak türkülerinin Urfa-Erzurum arası içerlek havasının
seni çarptığını söylemeden edemeyeceğim. Yoksa Namaz Dağları’nın yamacında
Polonya’nın kültürel meselelerini, din devlet, demokrasi anlayışlarını niye
tartışasın ki! Her ne kadar “ideolojik şehir” desen de kabul edelim abi,
türkülerinin tınısı seni çekiyor bu şehrin. Ne de olsa sarp dağlar, derin
çaylarla örülü bir şehir. Mardin gibi önü açık değil. İnsanlığın dıramının
dağlarla çevrildiği, türkülerin Botan çayı gibi derin ve uğultulu aktığı bir
şehir burası.
Bülbüller
düğün eyler/bilmem ki ne gün eyler/ben feleğe neyledim/bana bildiğin eyler/ Bilirim Ahmet Abi, senin
de felekle bir hesabın vardır. Devasız dertlerin vardır. “bana bir sevda
geldi, başımdan savabilmem” Görürüm ki senin de başında “bu millet” dediğin
bir sevda vardır. Başından savmak ne mümkün! Bin miligramlık türkülerinle “yedi
yıl yerde yatsan” bu aşk seni çürütmez, diri tutar. O zaman gel yolda barikat
kurup üstümüze molotof atan arkadaşlara, dostlara aslında aynı milletten
olduğumuzu belirten şu türküyle veda edelim: “Dereler buz bağladı/Avcılar iz
bağladı/beni bir gelin vurdu/yaramı kız bağladı.”
Bu
molotof atıp lastik yakan yeni yetmeler ya bu türküyü Okan Murat Öztürk’ten
dinlememişler ya da yürekleri yanlarında değil. Şırnaklı olup da bu türküyü
dinlemeyen, dinleyip de kolunda benzine, gaza uzanacak mecal kalan, o mecali
bulduysa molotofu kolunda patlatmayan delikanlıya eyvahlar olsun!
Şırnak,
Avşar kızı, ak daş, Kırşehir’de Hacı Bektaş, Konya’da Mevlana, bayram günü…
bunların hepsi Şırnak türkülerinin anahtar kavramları Ahmet Abi. Hangi yeni
yetme ideolojik adam, aşkın önünde durmayı, bu derin akan berrak suyu geri
çevirmeyi göze alabilir? Hangi ideoloji, Botan’a kapılıp giderken Konya’da Ulu
Mevlana’dan, Merzifon’da Piri Baba’dan, Kırşehir’de Hacı Bektaş’tan himmet
isteyen, “Mevlam şu taşa bir can ver” diye yalvaran bir garibin sesini
kesebilir? Hangi seküler ferman, gözyaşının toprağa düştüğü andaki feryadın
önüne geçebilir?
Şırnak
ideolojik şehir falan değil Ahmet Abi. Anadolu’nun bütün şehirleri gibi yerin
altındakilere de yerin üstündekilere de ağlayan bir şehir. Gurbeti olan,
gurbeti bilen ve gurbeti yaşayan bir şehir. Ola ki gidenin gelmiyor olması
kalanları biraz daha hırçın yapıyordur. “Eşimden ayrıldım, gözyaşım
durmaz/yaralı ceylanım, avcılar vurmaz/vefasız o zalim halimi sormaz/yar ayrı
ben ayrı şu yad ellerde/Dertliyim, ağlarım gözüm yollarda/
Gözü
Namaz Dağları ile Gabar Dağları arasında kıvrıla kıvrıla gelen yolda yarini,
milletdaşını beklemektedir Şırnak. İster arı duru Anadolu Türkçesiyle söylesin,
isterse ideolojik olmayan ana dilinde öz Kürtçesiyle söylesin, Şırnak bu
milletin ortak kaderi için ağıt yakmaktadır. Bu milletin duygularını
sömürenler, yel esip toz kalktığında alttan akan derin damarın aynı coşku ve
aynı derinlikte aktığını göreceklerdir.
Yorulduk
Ahmet Abi. Şırnak’ın dik yamaçları yordu bizi. Şurda Veysel Karani
Hazretleri’nin ziyaretgahında duralım biraz. Soluklanalım. Bir çay içelim.
Şu
var ki, harmanı kaldıramadık Ahmet Abi. Gem dönmeye devam ediyor. Gün akşam
oldu. Harmanı toplamalıyız şimdi. Saçtığımız sapı toplayıp üstünü örtmezsek
gece gene çiğ yağar üstüne, garbiler. Gündüz gene öğütemeyiz.
Toplayalım
harmanı. Üstüne bir naylon örtelim. Mevsim güze dönüyor. Bir de yağmurlar
başlarsa hiç kaldıramayız harmanı. Yarın sapı biraz güneşletip öğlen koşarız
gemi.
Soluklanalım
Ahmet Abi, bir çay içelim. Siz de bir şeyler atıştırın. Açlığın verdiği
aceleyle hırsınızı öküzlerden çıkarmayın. Yazıktır hayvanlara. Sonra “gemin,
harmanın sırası mı şimdi ey Türk” diye bana da kızmayın. Nerden geldiyse geldi
kuruldu işte harman yazının ortasına. Zaten genelde en düz ve her taraftan
kolay ulaşılabilir yer olduğu için, harman yazının ortasına kurulur Ahmet Abi.
Çay
içelim Ahmet Abi.
***
(Uzun İnce Yolculuğumuz:
Güneydoğu Rapor Özeti II)
Güneydoğu Rapor Özeti II)
Yola
çıktım Mardin’e /Düştüm senin derdine… Vay lele lele halime! Mardin’e değil
yüreğime… /Mevlam sabırlar versin yarini yitirene/ Ahmet Abi, biz yüz
yıllardır yitik yarimizi ararız o dağ senin bu dağ benim! Yarimizi eller mi
aldı yoksa biz mi gurbete gittik de yar sılada kayboldu? “Bana gurbet
gezdirir kık bin başlık parası” Gurbet gurbet gezenin yüreğinde yağ ne
gezer Ahmet Abi?
Sultan
Şehmuz yolunda kurbanlar keseceğiz ama yar bize yüzün dönmez Ahmet Abi! Yare
gidecek yüzümüz yok aslında. Yarin yüzüne bakacak yüzümüz yok. Bir bakabilsek
kirpikleri ok olup kalbimize batacak… Gözleri güneş olup yakacak bizi.. Bilirim
bir seher vakti Sultan Şehmuz’un huzurunda kirpiği de gördün sen gözü de… Diyor
ki türküde “bülbül kıskanıyor diyar Mardin güzeli”… Sultan Şehmuz’a can kurban,
Sultan Şehmuz’un huzurunda divan duran Aziz’e de kurban.
Bahar
geldi güller açtı/Şu benim divane gönlüm başıma ne işler açtı/Seherin vakti
geçti, sinemi yaktı geçti/ Hazırlanmış gitmeye, Güzel’in vaktı geçti! Güzel
olan ne de çabuk geçiyor. İsmail Emmi benim sabah berber arayışımı hayra
yormamıştı amma o berberde ben hayatımın hülasasını okudum Ahmet Abi. Mardin
sokaklarında Zincirli Medrese’den Ulu Cami’ye uzanan yolculuğun kutlu olsun
Ahmet Abi. Kızma Ahmet Abi, biz kenar mahalle çocuğuyuz. Köylüyüz, bir dükkanda
bir dolmuşta atmışların yetmişlerin arabesk parçalarını duyunca dizlerimizin
bağı çözülür. Düşüveririz oraya. Senin Medresede bulduğunu biz berber
koltuğunda, çayhane sohbetlerinde buluruz. Bıttım sabunu gibi eski bir geleneği
hatırlatır bize daracık sokaklar. Bıttım sabunu kokar saçlarımız. Çam sabunu
kokarız biz Ahmet Abi!
“Ben
Kasımiye Medresesiyim. Yeri gelince bir külliye, bazen bir dergah” Bazen eski
Mardin’de bir küçük berber dükkanı olurum. Bazen eski berberin İzmir yollarına
methiye düzen çırağı olurum. Ustası kadar eski Müslüm Gürses kasetleri
dinlerken gözleri eski dar sokakların ötesinde yeni Mardin’den Batı’ya doğru
genişleyen yollara dalan bir berber çırağı… Çırak kalmayacak Mardin’de Ahmet
Abi; koymuş kafaya, İzmir’e gidip kuaför açacak…
Çıkalım
Mardin’den Ahmet Abi… Medeniyet beşiği bu kadim şehrin Arapça Türkçe karışımı
türkülerini pek sevmezsin sen. Sen tekdüzelik seversin.
İsyana
çağırmalı türkülerin. Mardin medeniyet şehri, isyan etmiyor türküleri,
birleştiriyor, sarıyor. Senin Türklerin de sevmez bu ortak kültürü. Camiyle
kilise aynı sokakta olur mu hiç(!) Ayrıştırmalı onlar, onun için de aşağı
Yenişehir yapmış yeni Mardinliler. Ne Mutlu onlara! Gidelim Ahmet Abi bu yetmiş
iki milleti bir arada tutan otantik şehirden….
Harmanımız
yerde kaldı bu arada Ahmet Abi!
***
(Uzun İnce Bir Yolculuğumuz:
Güney Doğu Raporu Özeti-I)
Dündar arıyor, bakmıyorum. Taşer arıyor bakmıyorum. Birazdan Hoca arayacak onun telefonuna da bakmayacağım. Kamil arkadaş e-posta atacak, görmeyeceğim. Bir Urfa türküsünün kılavuzluğunda peşine takıldık Ahmet Abi, Güneydoğu’yu geziyoruz.
Gezdiğimiz
Güneydoğu değil Ahmet Abi; kendi varlığımızın çetrefil, isyankar coğrafyalarını
geziyoruz. Bir rüyadayız Ahmet abi. Bir gemin[1] üstündeyiz. Güneşin
yükselmesiyle, garbinin kalkmasıyla öküzü koşmuşuz geme. Sabahtan öğle sonuna
kadar dişi dökülmüş bir gem tahtasının üstünde saat yönünün tersinde harman
sürüyoruz. Uyukluyoruz Ahmet Abi gem tahtasının üstünde. Uyukladığımız sırada
bir rüya görüyoruz. “Elin elimde olsun kapı kapı dilenmeye razıyam” derken
gülümüz suya düşüyor. Eğilip gülü alacakken “Öküz sıçtı! Öküz sıçtı”
naralarıyla uyanıp fırlıyoruz gem tahtasının üstünden. Öküzler ürküyor. Biz bir
tarafa gem tahtası bir tarafa fırlıyoruz. Tarla komşumuzun muzipliği üstünde
yine, uyukladığımızı görmüş.
Akşama
kadar gem tahtasının üstünde saat yönünün tersinde dönüp duruyoruz. Sapı samana
çeviremiyoruz Ahmet Abi! Kırmızı buğday ayrılmıyor sezinden. Başağı taneye
çeviremiyoruz. Dönüp duruyoruz gemin üstünde. Bir kuru sevdaya zay ettik
ömrümüzü Ahmet Abi.
Daracık
sokaklarda peşinden geliyoruz. Sen medeniyet köklerinin izini sürüyorsun. Hz.
Eyyup A.S.’ın sabırla sınandığı kuyulara inip çıkıyorsun. Hz. İbrahim A.S’ın
Firavunun zulmünden korunduğu mağaraya sığınıyorsun modern çağın
firavunlarından korunmak için. Ateşin “serin ve selamet” olduğu ve yakmadığı
Balıklı Göl’de balıklarla birlikte atılan buğday tanelerine koşuyorsun. Ben
elimde buğday taneleriyle kalakalıyorum. “Ayrıldım gülüm senden gülüm
senden/Saçı sümbülüm senden/ Aramıza dağlar girse yar yar…/Kesilmez yolum
senden güzel ey…yar yar..”
Buğdayı
başaktan, sapı samandan ayıramıyoruz Ahmet Abi. Garbilemiş, diyor komşu.
Bekleyeceksin, garbinin geçmesini bekleyeceksin, sap kuruyacak iyice. Kaldık mı
yağmura borana… Bir rüya görüyoruz gem tahtasının üstünde. Yükler sarılmış
atlara, göçler dizilmiş yola… Uyku uyanıklık arasında harmandan saman yemeye
çalışan öküze çubuğu gösterip geme koşulmasını sağlıyoruz. Karıştırıp
karıştırıp sapı çiğnemeye devam ediyoruz…
Uzakta bir adam harman savuruyor…
[1]
Sayın okuyucu, her alanda olduğu gibi 80’li yılların sonlarından itibaren
teknolojinin gelişmesi ve yaygınlaşması ile birlikte geleneksel saman öğütme ve
tahıl ayrıştırma aracı gem tahtası da tarihe karıştı. Bu nedenle yeni nesil
için ve kentli okuyucular için gem tahtasını ve çalışma prensibini açıklama
gereği hasıl oldu. Traktörün tarımda yaygınlaşmadığı ve sadece Çukurova’ya has
bir araç olduğu eski devirlerde, Türkiye’nin bir çok coğrafyasında tahıl
ürünleri sap ve samanından “gem sürmek” ya da “harman sürmek” yolu ile
ayrılırdı. Şöyle ki: yaklaşık 2 mt boyunda ve 40-50 cm eninde ucu hafif havaya
kalkık bir tahta vardır ki adına gem denir. Bu tahtanın altına “gem taşı” denen
sivri özel küçük keskin taşlar döşenir. Çapı iki öküzün koşulduğu bu tahtayı
rahatlıkla döndürebileceği genişlikte ve dairesel şekilde oluşturulan harmanda
buğday vb. saplar yayılarak yaklaşık bir hafta boyunca öküzlerin ya da atın
koşulduğu gem, bu sapların ve samanın üstünde döndürülerek yaklaşık 2-3
dönümlük tarlanın hâsılatının tanesi samanından ayrılır idi. Yumuşatma işlemi
bu şekilde tamamlandıktan sonra uygun kuvvette rüzgar beklenerek tane ile saman
“harman savurmak” yöntemi ile birbirinden ayrılırdı. Aşağı yukarı 3-4 gün de
savurma işlemi sürer ve 2-3 dönümlük bir tarlanın ürünü yaklaşık 10 günde
tarladan kaldırılabilirdi. Bundan sonraki aşama ise hayvanların yiyeceği olan
samanı tarladan eve götürmektir. Bu taşıma işlemi de hayvanlarla yaklaşık 10
gün sürecektir. Bu işlemlerin Ağustos’un son günlerine kaldığını düşünürseniz
yaz yağmurlarına yakalandığınızda, günlerce harmanı yerden kaldıramazdınız.
“Garbilemek” ise gece sabaha karşı nem oranının fazla olması nedeniyle çiğ
düşmesi ve sabah harmana yumuşatmak için açılan tahıl saplarının ıslak olması
nedeniyle çabuk kırılmayıp ufak parçalara ayrılmasının zorlaşmasıdır. Bu hem
tanenin samandan ayrılmasını zorlaştırır hem de samanın uygun vasıfta
yumuşamasını engeller. Şimdi yazıya dönebilirsin sayın okuyucu.
Devamı edecek...
Şu yürüyüşün, terini silişin, selam alıp selam verirken el kol hareketlerin, baş eğişin yok mu Efendi, artık hepsini ezberledim. Amma bütün hareketlerini her seferinde seyretmekten hiç bıkmadım. Şimdi terliğini çıkarıp terini sileceksin. Dükkanın önünde oturan ayakkabıcı Süleyman Usta’ya selam vereceksin. Ayakkabıcı, “uğurlar oldu vezir Hoca” diyecek. Şu selam verip geçen adamın selamını alıp elini yüreğinin üstüne götüreceksin. Başını hafif göğsüne doğru eğeceksin. Yürüdükçe omuzların bir öne bir arkaya hareket edecek. İki omuzun iki dağ olacak. Sen benim gözümde daha da büyüyeceksin. Başımı o iki dağın arasına yaslayıp gözümü yumacağım. Sonra sen ulu bir çınar olacaksın. Ben sana yaslanıp saymaya başlayacağım. “Arkama önüme saklanan ebe.” Çocukluğumuzda caminin avlusunda asırlık bir çınar vardı. Ebe gözünü açıp çınarın öbür tarafında saklanan çocuğa yetişinceye kadar, o gider öbür taraftan sobelerdi. Hoca, çok açıldın hoca, dur, bekle biraz ulu çınarım, bekle görklü kalam bekle.
***
KUZU OLDUM MELEDİM ARDINSIRA
Arkandan gittiğim zaman hep seni seyredebiliyorum. Böylece ezkaza yabancı bakışlarla karşılaşmaktan korunuyorum. Karşıdan gelenler de ilk seni gördüklerinden hem karşıdan gelen hem de ben namahreme bakmanın kalbe vereceği zararlardan, zulümâttan korunmuş oluyoruz. Hem de ben yol boyunca seni görüyorum önümde. Evlendik evleneli iyi bir koca oldun Hoca. Ben hep sana kalalandım. Geniş omuzların bana hep güven verdi. Ömür boyunca kuluncun beni namahrem bakışlardan korudu. Biliyorum, şimdi köşeye gelince duraklayıp ardına bakacaksın. Bu bakışta ben, gözlerindeki ışığı, mutluluğu göreceğim. Havalara uçacağım. Bazen de unutur gidersin. Yetişemem sana. Elim ayağıma dolaşır. Celalleneceksin diye korkarım. Neyleyim Hoca, gayrı ihtiyarladık. Eski çevikliğimiz kalmadı.
Adam yol boyunca selam verip selam alıyordu. Kadın adamın ayaklarını izleyerek ona ayak uydurmaya çalışıyordu. Adam bir dükkana girdiği zaman kadın kenarda durup bekliyordu. Adam dükkana girmeden önce bazen geri dönüp kısa sorular soruyordu kadına. Kadın kısa cevaplar veriyordu. İkisi arasındaki konuşmayı ancak ikisi anlayabilirdi. Yanlarından geçerken ne konuştuklarını anlamak mümkün değildi. Bazen de kadın bir şeyler diyordu. Adam “olur” diyordu. Yüzlerinde anlayış ve uyumun ahengi vardı. Ne çok sert konuşuyorlardı, ne de çok yavaş. Sonra gene yürümeye devam ediyorlardı.
Göz açıp gördüm. Seni gördüm. Anam “Allah bir yastıkta kocatsın kızım” dedi. “Allah erini başından eksiltmesin” diye dua etti. Babam “hayırlı mübarek olsun kızım” dedi. “Kocanın sözünden, izinden dışarı çıkma. İzin almadan dışarı çıkma.” Ben izinden dışarı çıkmayacağım da sen maşallah dinçsin daha hoca, e benim ayaklarımın eski feri kalmadı. Sonrasını biliyorsun. Sana “Efendi” dedim. “Hoca” dedim. Sen mahallenin Vezir Hocası’ydın. Onun için ben de insan içinde sana “Hoca” diye hitap ederdim. Anamızdan öyle gördük. Anam rahmetliğin babamı adıynan çağırdığını hiç hatırlamıyorum. Ev içinde bazen “herif” derdi. Dışarıda ya “çocuklarımın babası” demiştir, ya “kendi” demiştir ya da “efendi” demiştir. Bunun dışında bazen gene ev içinde “Hasan Usta” dediğini hatırlarım. Amma “Hasan” diye çağırdığını hiç duymadım rahmetlinin. Şimdikiler öyle mi Hoca? Evin içi şorda dursun, çarşı pazarda kocalarını isimleriynen çağırıyorlar. Sanki herif değil asker arkadaşı!...
Yolda bir çeşmenin yanından geçiyorlardı. Adam kadına “susadın mı hatın?” dedi. Kadın, yorulmuştu. Adam, çeşmede asılı duran tası aldı, çalkaladı. Doldurdu, kadına uzattı. Kadın, mahcup oldu. Tası alırken eli titredi. Yüzü kızardı. Sonra adam da suyunu içti. Tekrar yola koyuldular.
Adam köşeye varınca durdu. Kadının yetişmesini bekledi.
— Yoruldun mu hatun?
Şehrin ana caddelerinden birinde bir adam ve bir kadın yürüyordu. Adam önde gidiyor; kadın onu üç-beş adım geriden takip ediyordu. Adam terini siliyor, kadın adamın ayaklarını takip ediyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder