Ali, dönen büyük kapıdan girdi, X-raydan geçti, “gelen müşteriye arama yapılır mı? Bu nasıl zihniyet yahu” diye söylenmeden edemedi. Kitabı alacağı yere varmadan, gördüğü her şey sinirini bozuyordu. Çünkü orada satılan her şey, insanlara ihtiyaç olarak gösterilmişti televizyonda.
Neyse ki
daha fazla sinirlenmeden kitapçıya geldi. Etrafta kitapları görünce “bu fikir
düşmanı binada nefes alabilecek, en azından kitapların çok olduğu bir yer var
Allah’tan” diye düşündü. Bu düşüncenin kaybolması çok uzun sürmedi, çünkü bu
kadar çok kitap olmasına rağmen, Mustafa abinin yirmi metrekarelik sahaf dükkânı
gibi kitap kokmuyordu. Bu konu üzerinde de fazla düşünmeye gerek duymadı,
netice itibariyle kitapçı da olsa müzik aletlerinin satıldığı yerde olsa bu “avm”
dedikleri kibirli binanın içindeydi. Bir an evvel alacağını alıp çıkmak geldi
aklına ve aradığı kitabı bulmak için işe koyuldu. Bu arada içerisinin biraz
sakin olduğunu fark etti. Sadece satılık enstrümanların olduğu köşede, birkaç
gencin olduğunu ve birinin elinde saz; bir şeyler çalmaya çalıştığını,
diğerlerinin de etrafında onu izlediklerini fark etti.
Raflara
bakarak yavaş adımlarla ilerlerken içeri giren bir dede ile toruna gözü ilişti.
Torun istediği şeyin yerini biliyordu, adeta dedesini sürüklercesine “işte
orada dede” diyerek o yöne doğru elinden çekiştiriyordu. Beyaz sakallı dede,
tipik bir Anadolu insanıydı; ayağında şalvar, başında takke, üzerinde bir avcı
yeleği. Bir an “dede senin burada ne işin var seni dışlar bu modernistler” dedi
içinden. 4 – 5 yaşlarında ki çocuk muhtemelen çizgi filmlerin yayınlandığı
televizyonlarda gördüğü, yapboza benzer bir oyuncağı eline almış dedesine
gösteriyordu. Dedesi de eline alıp incelemeye başladı. Köşede bağlama ile
gevezelik yapan gençler onun da dikkatini çekmişti. Onlarla ilgilenecekmiş ama
kendini tutuyormuş gibi bir hali vardı. İç dünyasında yaşadığı gelgitler dışa
yansıyordu, daha fazla dayanamadı ve gençlerin oraya doğru yöneldi.
Ali bu
arada kitabı unutmuş, nedenini bilmeden takıldığı bu dedeyi hala takip ediyordu
ve gençlerin yanına gidip “saz çalmak ve dinlemek haramdır” falan diyeceğini
düşündü. “Eyvah” dedi içinden, “tamam, gençler işin ciddiyetinde değiller
gevezelik yapıyorlar ama yine de onları müzikten soğutacak bir şey demese bari”
diye devam etti. Dede, gençlerin arasına ani bir giriş yaparak ve içinde
bastırdığı duyguların birden dışa vurulması şeklinde bir tavır ile soluk
almadan “evlat akort bozuk, bu türkü “Do” kararda çalınan bir türküdür alt teli
tam olarak “Re” ye çekmen lazım” dedi. Ali şaşkınlıktan elindeki kitabı
düşürdü.
Gençler; dedenin ne dediğini anlamayı bırakmış, adeta bulundukları durumu çözmeye çalışıyordu. Bir yandan dedeyi baştan aşağı süzüyor, bir yandan da cami avlusundan fırlamış bu ihtiyarın avm’de ne aradığını, bu müzik markette ne işi olabileceğini, haydi bunlar oldu, kendilerinin müzik keyfi ile neden ilgilendiğini ve son olarak da bu müzik bilgisinin bu adamda nasıl olabildiği? Gibi soruların bir an da cereyan etmesiyle birlikte gençlerin ağızları açık kalmış, ne diyeceklerini bilememişlerdi. Orada bulunanların tamamının dikkatleri ister istemez oraya yönelmişti. Torunu ise yapbozun diğer çeşitlerine dikkat kesilmiş, orada olanlardan haberi bile yoktu. Ali yere düşen kitabı yerine koyduktan sonra orayla çokta ilgilenmiyormuş gibi yaparak dedenin ve gençlerin olduğu köşeye doğru yöneldi. Dede, kendini tutan şeyden kurtulmuş, artık gençlerle uğraşmaya başlamıştı bile. Elinde bağlama olan genç cevap verme konumunda olduğu için şaşkınlık halini diğerlerine göre erken atlattı ve biraz artistik bir edayla “akort aletiyle yaptım dayı bunun akordunu” dedi. Ses tonunda, “sen ne anlarsın bundan” demek istediği anlaşılıyordu ama dedenin söylediği şeyin iyi bir müzisyen tarafından söylenebileceğini de biliyordu. Ali bu gençten hoşlanmadı ve “elindeki enstrümanın nezaketi hiç tesir etmemiş bu çocuğa” diye düşündü. Gencin bu çıkışının üzerine dede fırça atmaya başladı. “O aleti de kim başımıza bela ettiyse, onun yüzüne kulağın gelişmiyor işte böyle saçma sapan ses çıkartarak müzik yaptığınızı sanıyorsunuz!” Dede sinirlendiğini ve çocuğun kalbini kırabileceğini düşünmüş olacak ki bir sonra ki cümle de ses tonunu düşürmüş, hafiften öğüt verir gibi devam etmişti. “eskiden diyapazon vardı ‘Y’ şeklinde, onu dizimize vurur uç kısmını kulağımızın arkasına dayardık, sonra en alt teli ona göre ayarlar oradan yukarı doğru çıkardık, böyle böyle müzik kulağımız gelişti, bak ben beş metreden biliyorum akordun bozuk olduğunu ama sen, elinde çaldığın aletin yanlış ses çıkarttığını anlamıyorsun” dedi.
Gençler; dedenin ne dediğini anlamayı bırakmış, adeta bulundukları durumu çözmeye çalışıyordu. Bir yandan dedeyi baştan aşağı süzüyor, bir yandan da cami avlusundan fırlamış bu ihtiyarın avm’de ne aradığını, bu müzik markette ne işi olabileceğini, haydi bunlar oldu, kendilerinin müzik keyfi ile neden ilgilendiğini ve son olarak da bu müzik bilgisinin bu adamda nasıl olabildiği? Gibi soruların bir an da cereyan etmesiyle birlikte gençlerin ağızları açık kalmış, ne diyeceklerini bilememişlerdi. Orada bulunanların tamamının dikkatleri ister istemez oraya yönelmişti. Torunu ise yapbozun diğer çeşitlerine dikkat kesilmiş, orada olanlardan haberi bile yoktu. Ali yere düşen kitabı yerine koyduktan sonra orayla çokta ilgilenmiyormuş gibi yaparak dedenin ve gençlerin olduğu köşeye doğru yöneldi. Dede, kendini tutan şeyden kurtulmuş, artık gençlerle uğraşmaya başlamıştı bile. Elinde bağlama olan genç cevap verme konumunda olduğu için şaşkınlık halini diğerlerine göre erken atlattı ve biraz artistik bir edayla “akort aletiyle yaptım dayı bunun akordunu” dedi. Ses tonunda, “sen ne anlarsın bundan” demek istediği anlaşılıyordu ama dedenin söylediği şeyin iyi bir müzisyen tarafından söylenebileceğini de biliyordu. Ali bu gençten hoşlanmadı ve “elindeki enstrümanın nezaketi hiç tesir etmemiş bu çocuğa” diye düşündü. Gencin bu çıkışının üzerine dede fırça atmaya başladı. “O aleti de kim başımıza bela ettiyse, onun yüzüne kulağın gelişmiyor işte böyle saçma sapan ses çıkartarak müzik yaptığınızı sanıyorsunuz!” Dede sinirlendiğini ve çocuğun kalbini kırabileceğini düşünmüş olacak ki bir sonra ki cümle de ses tonunu düşürmüş, hafiften öğüt verir gibi devam etmişti. “eskiden diyapazon vardı ‘Y’ şeklinde, onu dizimize vurur uç kısmını kulağımızın arkasına dayardık, sonra en alt teli ona göre ayarlar oradan yukarı doğru çıkardık, böyle böyle müzik kulağımız gelişti, bak ben beş metreden biliyorum akordun bozuk olduğunu ama sen, elinde çaldığın aletin yanlış ses çıkarttığını anlamıyorsun” dedi.
Gençler
hala ağzı açık dedeyi dinlerken Ali, olayın keyfini çıkartmak için biraz daha
yaklaştı oraya doğru. Dedenin her anlamda tecrübeli biri olduğu belliydi. Elini
uzatarak sazı istedi ve gencin yerine oturdu. Bir müddet saza baktı, daldı,
sanki aniden bir yerlere gitti geldi sonra tek hamlede istediği ayarı verdi.
Dedenin sazı tutuşu, bu işte uzman olduğunu ortaya koyuyordu. Yavaş yavaş
çalmaya başladı. Ali artık olaya uzak kalamayacağına karar verdi, yanına kadar
geldi. Çünkü artık Türkü devreye girmişti bir yabancı gibi uzaktan bakamazdı,
hatta bu dertli dede ile de tanışması gerektiğine karar verdi. Dede artık sazı
çalmaya başlamıştı, mızrabı vuruşları Neşet Ertaş’ı hatırlatıyor, Ali Ekber
Çiçek gibi ara perdeler kullanıp tek başına orkestra kalabalığında ses
çıkartıyordu. Artık küçük bir şaşkınlar grubundan oluşan dinleyiciler ve
takkeli Türküdar’dan oluşan bir konser ortamı oluşmuştu. Dede sazı vücudunun
herhangi bir uzvu gibi kullanıyordu. Ali kendinden geçecekti neredeyse, dede
sazın teline vurdukça vuruyor, oradakiler Türkü’nün nasıl bir şey olduğunu
adeta ilk defa keşfediyordu. İki, üç dakikalık bir taksimden sonra dede esere
girdi ve okumaya başladı. Aman Allah’ım o nasıl bir ses…! Ali cezbeye kapılmış
ellerini silkeliyor, parmaklarını ısırıyordu. Dede sazı çalmadaki ustalığını
sesinde de kullanıyordu, üstelik yanık bir sesi vardı, dedenin kendisi ise bu
dünyadan çıkmış başka bir boyuta geçmişti. Ortalık yanıyordu sanki şaşkınlar
grubu, kendinden geçenler gurubu olmuştu. Dede, hem koyun gibi meliyor, hem
çoban gibi oradakileri güdüyordu. Dede, Neşet Ertaş’ın “küstürdün gönülü,
güldüremedim” türküsünü söylüyordu. Ali, kendinden geçmiş vaziyette
“Kapitalizmi Neşet Babanın türküleriyle çökerteceğiz” “bu mabedinizi türkü
sesleri başınıza göçürecek” diye naralar atıyordu. Dede türkünün sonunu getirir
getirmez sazı bir kenara bıraktı. Eliyle gözünü biraz ovuşturduktan sonra
etrafına baktı. Orada bulunan herkes son on dakika içerisinde neler olduğunu
algılamaya çalışıyordu. Bir yandan alkışlayanlar, bir yandan gözünü silenler
derken, Ali hiç tereddüt etmeden cebinden tabakasını çıkarttı ve dedeye tütün
ikram etmek için tabakayı dedenin önüne tuttu. O an dede, orada halinden
anlayan biri olduğunu hissetti. Ali de böyle bir yerde böyle güzel bir insan
bulduğu için mutluydu. Dede tabakadan bir tütün aldı. Ali ile göz göze gelip
burada tütün içemeyeceklerini hatırladılar ve türkü söylerken ki yanık sesiyle
torununa “sen burada oyalan ben geliyorum” dedi ve ilginç bir pratiklikle Ali
ile birlikte oradan, avm’nin dışına sigara içme alanına geldiler. Yol boyunca
hiç konuşmadılar. Ali cebinden çıkardığı muhtar çakmağı ile dedenin tütününü
yaktı daha sonra kendininkini yaktı ve ikisi de derin birer nefes çektikten
sonra sohbet başladı.
Adın ne senin yeğenim?
Ali.
Alii… Ahh Ali. Ben de Avusturya’dayken almıştım muhtar çakmağından çok hediye etmişliğim var dostlara. “Öyle her çakmağa benzemez zahmet ister” diye de tembihlerdim verirken.
Bana da bir abim hediye etti bu tabakayla birlikte o da sizin gibi türküdardır.
Dinleyişinden belliydi zaten türkü ile bir ünsiyetin olduğu…
Estağfirullah… Sizin isminiz?
Nevzat.
Hep müzikle mi uğraştınız? Yani ne iş yapıyorsunuz?
Ben uzun yıllar Avrupa’da çalıştım ne iş olsa yaptım. Kimseyle ne dille anlaşabildim, ne de gönülle. Tüm hayatım boyunca da sazım dostluk etti bana onla dertleştim durdum. Memlekete gelince de dostlarımız oldu onlarda türküden anlamadılar, “yaşlı başlı adamsın hala çalgı çengi işiyle uğraşıyorsun” falan dediler, hacca gittik geldik derken sazı sattım, işte uzun zamandır almıyordum elime. Saz bana küstü diyordum ama yine de onun dostluğu insanlarınkinden daha sağlammış, küsmemiş bize...
Adın ne senin yeğenim?
Ali.
Alii… Ahh Ali. Ben de Avusturya’dayken almıştım muhtar çakmağından çok hediye etmişliğim var dostlara. “Öyle her çakmağa benzemez zahmet ister” diye de tembihlerdim verirken.
Bana da bir abim hediye etti bu tabakayla birlikte o da sizin gibi türküdardır.
Dinleyişinden belliydi zaten türkü ile bir ünsiyetin olduğu…
Estağfirullah… Sizin isminiz?
Nevzat.
Hep müzikle mi uğraştınız? Yani ne iş yapıyorsunuz?
Ben uzun yıllar Avrupa’da çalıştım ne iş olsa yaptım. Kimseyle ne dille anlaşabildim, ne de gönülle. Tüm hayatım boyunca da sazım dostluk etti bana onla dertleştim durdum. Memlekete gelince de dostlarımız oldu onlarda türküden anlamadılar, “yaşlı başlı adamsın hala çalgı çengi işiyle uğraşıyorsun” falan dediler, hacca gittik geldik derken sazı sattım, işte uzun zamandır almıyordum elime. Saz bana küstü diyordum ama yine de onun dostluğu insanlarınkinden daha sağlammış, küsmemiş bize...
Bir müddet sessizce tütünlerini
içtikten sonra Dede;
-
Var olasın yeğenim tütünün güzelmiş. Torun
yukarıda yalnız, ben bir an evvel yukarı çıkayım dedi.
Tütününü söndürdükten sonra
oradan ayrıldı. Ali tütünü söndürürken, tütünden son çektiği nefesi de üfledi
“doğru söylüyorsun Nevzat amca, sazlar küsmez” diye söylendi.
Her şey
bir yana “Kapitalizmin mabedi” olarak tanımladığı mekânda bir “amcadan” Neşet
türküsü dinlemek, onun için unutamayacağı bir hatıra olmuştu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder