Mevsimin
aldatıcı bir yanı vardı Istanbul’da. Anadolu’ya nazaran daha soğuktu. Bu kez İstanbul
gezimiz sadece 2 günlük bir ziyaretti. Tahmini hava raporlarını göz ardı
etmiştik. Bu sebeple baharlık kıyafetlerimizle İstanbul Sabiha Gökçen
Havalimanına indiğimizde tüm sıcaklığıyla ilk “Hoş geldin’i” soğuk havadan
duyduk.
Dükkân iki hece, Rıdvan’ım lâfta!
İlk
ziyaretimiz Aziz Mahmut Hüdayi hazretlerine olacaktı. Düşünürken bile yorulduğum
İstanbul trafiğinde ancak saatler sonra ulaşabildik Aziz Mahmut Hüdayi hazretleri
camiine. Tüm alakamızı Aziz Mahmut Hüdayi hazretlerinin ziyaretine yetişme
çabasına sarf ettiğimizden, doya doya boğazı seyredemeden, Üsküdar’ın kendine
has duruşu olan sokaklarını inceleyemeden, taş duvarlarına gözlerimizi
süremeden camiye girdik. Biz abdestlerimizi tazelerken ezan-ı Muhammedî de
ruhumuzun imanını tazelemeye başlamıştı. Ezan bittiğinde cemaatle namaz kılmaya,
akabinde mübareği ziyaret etmeye karar verdik.
Akşam
namazını eda ettikten sonra tespihatı beklemeden ziyarete geçmek için türbeye
yöneldik. Türbenin kapısına geldiğimizde kapıda üç-beş kişilik kalabalık bir
kümenin olduğunu gördük. Türbenin kapı ağzında bekleyen güvenlik görevlisi;
ziyaret saatinin bittiğini ve türbenin kapılarını kapatacağını, mahcup bir
edayla anlatıyordu kapıdaki ziyaretçilere. Abdurrahman Hoca kapının önüne gelip vakur ve âlim
duruşuyla güvenlik görevlisine Anadolu’dan geldiğimizi belirterek, bir Fatiha
müddetince ziyaret için müsaade etmesini görevliden rica etti. Görevli,
Abdurrahman Hoca’nın ihlaslı görüntüsünden ve üzerindeki azametinden belki de Hocanın
genç yaşta bembeyaz olmuş sakalından hicap ettiğinden kapıda bekleyen şahıslara
vermediği izni kapıda bekleyenlerin tamamının ziyaretine rıza göstererek bir Fatiha
müddetince verdi.
Sırasıyla adaba uygun bir vaziyette bir Fatiha
müddetince ziyaretimizi tamamlayıp çıktığımızda Abdurrahman Hoca bir yandan
görevliye teşekkürünü iletiyor, bir yandan da bir Yasin-i Şerif okuyamadığı
için hayıflanıyordu.
“Ahh!
Diyordu ahh! Bir Yasin’i Şerif okumaya niyet etmiştim huzurda. Nasip olmadı,
çok müteessirim.” diyordu.
O hâl
üzere Aziz Mahmut Hüdayi Camiinin mermer merdivenlerinden aşağı inmiş, caminin
kapısı önünde halen hayıflanmasını seyrediyordum. O, bir Yasin-i şerif için
yüreği yangın yerine dönmüş, dışarıdaki soğuğun farkında olmadığı bir halde
yürürken ben soğuktan nefesimi dışarıya bırakmak istemiyordum.
Aziz Mahmud
Hüdayi Camiinin önündeki sokakta bulunan küçük dükkânlarda koku, tespih, zemzem,
takke, hurma, seccade nev’inde eşyalarla birlikte dua ve tesbihat kitapları da satılır.
Abdurrahman hoca oradaki dükkânlardan birinin önünde durdu. Beş-altı kişilik
bir aile kümesinden oluşan topluluk alışveriş yapmaktaydı. Dükkânda satış yapan
şahıs Abdurrahman Hocayı görünce gayet kibar bir tavırla ailenin yanından
birkaç adımla uzaklaşıp Hocaya “Buyrun Efendim!” dedi. Satıcının yüzündeki
gizli tebessümü bir ben mi fark ediyordum yoksa soğuktan zihnim siluetleri mi
karıştırıyordu? Hoca eline aldığı üç-dört adet tespihi, sırf o dükkâna katkıda
bulunmak, Aziz Mahmut Hüdayi Camii sokağında yaşayan bu esnafın varlığını devam
ettirmelerine vesile olmak için satın almak istediğini biliyordum. Çünkü
Hoca’nın tespihe ihtiyacı, tespihlerin de dergâhta bulunan diğer tespihlerden
farkı yoktu. Hoca eline aldığı tespihlerin tamamının fiyatını öğrenmek için sorduğunda
satıcı tespihleri alıp kibarca ve gayet naif bir hal üzere poşete bıraktı. “Bunlar
bizim size hediyemizdir.” diye ekledikten sonra satıcı ve diğer ailenin yanına
döndü.
Abdurrahman
Hoca satıcının bu kibar amelini karşılıksız bırakmak istemiyordu. Bu yüzden
birkaç hediyelik eşya satın almak suretiyle kendisi de dükkâna maddi bir
katkıda bulunmak istiyordu. Satıcı aile ile alışverişi bitirdiğinde halen orada
olduğumuzu fark etti. Abdurrahman Hoca
bir takkeyi işaret etti ve fiyatını ödemek üzere cüzdanından bir miktar para
çıkarıp satıcıya uzattı. Satıcı Hocanın işaret ettiği takkeyi alıp içinde
tespihlerin olduğu poşetin içerisine bırakırken “Bu da hediyemizdir efendim.” dedi.
Bunun üzerine Hocanın mahcubiyeti bir kart daha arttı. Hoca bir vesileyle
katkıda bulunmak istiyordu. Bu kez misvak ve zemzem istedi elindeki parayı
satıcıya uzatırken, satıcı aynı tavrı bir daha sergileyince, Hoca bütün
mahcubiyetiyle “Azizim ismini bağışlar mısın?” diye sordu.
Satıcı “Yasin!”
diye cevap verdi.
Hoca bu
ismi duyunca elindeki parayı avuçlarının içinde sıkıp başkaca bir şey sormadan
–belki de sormaması gerektiği işareti verildiğinden- büyük bir edep ve mahcup
bir hâl üzere Yasin’e kibarca veda ederek dükkânın önünden uzaklaşmaya başladı.
Sadece benim duyabileceğim bir ses tonuyla “Eğer dükkândaki bütün eşyaları satın
almak için tek tek gösterseydik, Yasin ücretini almadan dükkânın tamamını
boşaltana dek eşyaları bize hediye edecekti.” dedi. Sonra da kendi kendine “Ahh
Yasin! Kulağına kimler ne fısıldadı bilmiyorum ama bizi mahcup ettin.” diyerek
başını önüne eğdi. Bütün bunlar yaşanırken ben soğuğu unutmuş sadece ehlinin
fehmedebileceği bu vakayı idrake çalışıyordum. Araca binmeden önce son kez
türbenin olduğu yöne bakıp Aziz Mahmud Hüdayi Hazretlerine hitaben teşekkürlerimi
ileterek şunu söyledim. “Zat-ı alinizin huzurunda bir Yasin-i Şerif okuyamadığı
için elem duyan muhibbinizin hizmetine bir Yasin amade kıldınız.”
***
DÜKKÂN MEKTUPLARI-3
Dükkân iki hece, Rıdvan’ım lâfta!
Hasan EJDERHA ile Casım bir
safta!
Bir de atölyeciler ve Üdeba, ser
divanda...
Halini düşünüp yanma
Rıdvan’ım!
Tayin mi? .. Belki... Daha emekli
olmadın!
Aziz Dost! Sitayişte bulunup da
“Dostum! Istanbul’u mesken mi tuttun? Gördün güzelleri, unuttun bizi”
demeyeceğim elbette. Bilirim ki sen Hasan EJDERHA’nın nazarında “darasız,
cilasız” bir adamsın. Vefa sende nişanedir.
Takvimler sen gittikten sonra iki
kez daha onikişubat gününün kurtuluş olduğunu kayda geçti. Şehrin tüm
mahallelerinden başlarında keşe, boyunlarında poşi, sırtlarında gömlek ve aba,
bellerinde kuşak, ayaklarında şalvar ve yemenisiyle Trabzon Caddesine gelen
çeteler 1920 yılının 12 Şubatındaki gaza aşkıyla Fransızları yeniden şehirden
kovdular. Gel gör ki aramızdaki yokluğuna çare bulamadılar.
Sen gittikten sonra Kahramanmaraş
değişti mi bilmiyorum. Çünkü sensiz Kanlıdere Caddesinden geçip sıralı ağaçlar
altında soluklanmıyorum.
Kocabaş Konağının önünden çocuk
bahçesine çıkmıyorum artık.
İt ürümezin tepesinden kaleye
nazır bir “hu” çekmiyorum.
Kuytu, sapa eski Maraş
mahallelerinde çıkmaz sokakların sükûtunu aramıyorum.
Çıkmaz diye girdiğimiz sokakların çıktığı
büyük meydanlardaki çocukların oynadığı oyunlara, eğlenceli gürültülerine
hasret duymuyorum.
Ecdat yadigârı eserlerin banilerinin
ve mimarlarının hayatlarını merak etmiyorum.
Yüzyıllık eserlerin taş duvarlarına ellerimi
sürüp de asırları aşmak istemiyorum.
Sütçü İmam’ın türbesini ziyaret
ettikten sonra ayaklarım artık beni Yeryüzü Sahaf’a götürmüyor. Mustafa ağabeyi
hep ihmal ediyorum. Ne bakkal önünde Niğde gazozu ısmarlıyorum, ne de şehrin en
meşhur mekânında kendime salep ısmarlıyorum. Sen Istanbul’dayken. Yani sen
yokken Maraş’ta gözden kayboluyor.
Şeyh Galip’in yoldaşı kıymetli
dostum! Sen gittikten sonra tek yaptığım imkân buldukça dükkâna gidip demlenmek
oluyor. Hasan ağabeyin yerli ve milli hikâyeleri ehl-i dükkânı demlenmeye hazır
hale getiriyor ilkin. Atölyeci gençler üdeba ile çuşa geliyor. Ahmet Doğan
İlbey ağabey her zamanki gibi girişte solda, hemen kapının yanında oturuyor. Ahmet
Doğan İlbey ağabeyi ne zaman kapının yanında oturuyor görsem, ashabı güzinin
namazda saf tuttuklarında “Rasulullah (s.a.v) saflarda bizi aramasın” diye
safta hep aynı yerde durmaları, geliyor aklıma. Enver Hoca polar battaniyesi
ile köşede istirahatinden ödün vermiyor. Ferhat tambur icrasında yol alma
gayretinde. Bir Cuma kapısı gecesi fahri hemşerim Mehmet YAŞAR’ın Antep’ten saz
ustası akrabaları gelmişti de dükkâna, Topal Abdo’nun uzun havasını
okumuşlardı. Uzun havada Topal Abdo’yu vuran kurşunlar yokluğunda dükkânın
tavanlarını vuruyorlardı.
Geçenlerde bilvesile Hasan EJDERHA ağabeyi
ziyarete gittim. “Ahh! Rıdvan’ım burada olsa kahvaltı yapardık” dedi, yaramı
kanatmak için. En çok da Mehmet YAŞAR mustaripmiş senin olmayışından. “Rıdvan Maraş’ta
vazifeliyken ne güzel hep patatesli börek ve bazlama yiyorduk” diye sitemde
bulunuyormuş. Yani sen gidince hallerinden hâllendiklerimiz de aç kalmaya
başladı.
Istanbul’da talim gören,
atölyeden ders arkadaşlarımız Enbiya, Miraç, Ensar ve Cihan’a rast geldim
dükkânda. Onları eyice tembihledim “Rıdvan ağabeyinizi Istanbul’da yalnız
komayasınız” diye. Onlar yola çıkarken her birine Ayetelkürsi okuyup üfledim.
Gelirken sana Maraş’ın o sevdiğimiz bahar yelini getirsinler, diye.
Gönlü baharda esen Maraş yeline
sevdalı kardeşim! Ehli dükkân ehli gureba’dır, malumun. Ne makam vardır ne de mevki.
Yoksa hiç koyarlar mıydı sahipsiz seni. Kahramanmaraş’a dönmek için Engürü’ye
yolladığın arzuhalinin sümen altında kalmasına hiçbirinin gönlü razı olmaz
elbet. Ama gel gör ki ehli dükkânın Engürü’de ne dayısı ne emmisi vardır,
pirimiz hacı Bayram’dan gayri.
Rıdvan’ım, sevinin, ümitler
serde!
Avdet etsen de sevinin, etmesen
de,
Sanma bu yalnızlık kalır
yeryüzünde!
Kahramanmaraş, elbet bizim,
elbet bizimdir!
Gün doğmuş, gün batmış,
dükkân bizimdir!
Baki selam
ve muhabbetle...
18 Şubat 2019 Malik EJDER
türbesinde.
***
İNSAN DEĞİL
Varoş bir muhitten oldugu
anlaşılan, kanun dışı bir vakaya iştirak ettiğinden derdest edilmiş onsekizli
yaslarda bir gençti. Polisler gencin telefonunu almış masama koymuştu. Anlaşılan
başka biriyle irtibata geçmesine mâni olmak için böyle bir teamülleri vardı.
Delikanlının işlemlerini devam
ettiren polisler -muhtemelen- bana güvendiklerinden telefonu çok da dert
etmiyorlardı. Kendimi telefon nezaretçisi hissettim. Bazı polisler ara sıra
delikanlıya sualler yöneltiyor, belli belirsiz cevaplar alınca kâh geriliyor kâh
iyimser olmaya çalışıyorlardı.
Fakat delikanlı hep o muallakta
asılı duran taş gibi duyguları belirsizdi. Bu belirsizlikten hayata dair bir
planı olmadığı pek ala anlaşılıyordu. Dolayısıyla gergin ve belirsiz ortamın
tek belirgin şeyi buydu.
Hani doğuştan temiz olan insan
belki bir yerlerde farklı birileriyle hemhal olsaydı, belki polislerden birisi
o olacaktı.
Ben bu içtimai hususu kendi
derinliklerimde irdelemeye devam ederken bir an için odada telefon sesi
duyulmaya başlandı. Önce kime ait olduğunu anlamaya çalıştığım bu sesin. Neden
sonra şüpheli delikanlıya ait olduğunu hatırladım. Gayri ihtiyari göz ucuyla arayanın
kim olduğuna bakma gayretine giriştim-sanırım bu dikizcilik bize bir yerlerden
giydirilmiş bir huy haline geldi.
Telefon ekranında arayan kişinin
ismi: "insan değil" diye kayıtlıydı.
Zihnim sustu,
Kalbim sustu.
Cesaretimi toplayarak delikanlıya
“kim bu arayan” diye sordum?
“Babam!” dedi bütün kini ve
öfkesiyle.
“Neden” dedim?
“İnsan olsaydı burada olur
muydum!” diye cevap verdi.
***
DÜKKÂN'A DRON GELDİ AHMET ABİ
Fotoğraf: Ahmet Bilal Arslan
Dükkân denen, sağanak rahmete müptela, Selçuklu mimarisi minareye nazır mekânda dertlere derman arıyorduk. Hazirun arasında şair, üdeba, dervişân, çavuş, sanat yönetmeni ve kıymetli dostlar mevcuttu. Bu aciz kul dükkânda her daim minareyi tam karşıdan temaşa eden bir zaviyede otururdu. Sanat yönetmeni dostumuzun yanında getirdiği henüz Türkçe kat’i bir ismi olmayan lakin dünyanın drone diye bildiği cihaz da o akşam dükkânı ve minareyi aynı kareye almıştı. Drone’nun ismi hakkında başlayan mülahaza cihana yön verme meselesiyle zirveye ulaşmıştı. Hülasa şu nazariye üzerinde ittifak edildi: Topu atan alır, iti öldüren sürükler, cihazı icat eden adını koyar.
Bugün bir dostumun bana yolladığı
bir videoyu seyrettim. Elinde bir kâğıt parçası ile gökyüzüne bakarak galiz
küfürler yağdıran gariban Anadolu köylüsü ilk başta divane bir şahıs görüntüsü
veriyor. Ta ki ekrana havada asılı duran drone
ve trafik polisi görevlileri dâhil olunca mevzuyu tecrübemle fehmettim. Emniyet
Müdürlüklerinde görevli Trafik polisi memurları zaman zaman kırmızı ışık
uygulaması yaparlar. Sivil giyimli bu memurlar trafik ışıklarının beri
yanlarında durarak ellerinde kamera ile kırmızı ışık ihlal yapan araçları
tespit eder aynı anda ileride bu ihlali yapanlara ceza kesmek için bekleyen
resmi trafik ekiplerine telsiz vasıtasıyla ihbarda bulunurlar. Bu kez bu sivil
memurların yaptığını bir drone tek
başına yapma kahramanlığı göstermişti. Ve tabi ki neticede ışık ihlali yapan
vatandaşı da bekleyen görevlilere ihbar etmişti. İşte bu, elinde ceza makbuzu
kendisini ihbar eden cihaza galiz küfürler savurup adaletin olmadığından dem
vuran Anadolu insanın hikayesi.
Sanayi Devriminin mazide kalalı asırları
geçti. Hâlâ insanın yerini makine alırsa ne olur sualiyle iştigaldeyiz. Bu
sualin temelinde yatan kaygı da İnsanoğlunun işsiz güçsüz kalması ve iktisadi
buhranlardan yana duyulan kaygıdır. (Bizim bu konu hakkındaki duruşumuz nettir:
Er-rızgu alellah) Yukarıdaki hikâyede ne drone’un
adını, ne “ne olacak bu memleketin halini”, ne de insanın yerini makine
aldığında ortaya çıkacak iktisadi buhranı kaygı ettim. Tek kaygı ettiğim yapay zekânın
hakkı oldu. Videoyu seyredince ilk aklıma gelen 1993 yapımı olan başrollerini
Slvester STALLONE’nin (nam-ı diğer rambo ve rocky) oynadığı Cezalandırıcı adlı
sinema filmi oldu. Filmde Stallone derin dondurucu ile dondurulmuş ve gelecekte
uyandırılmış bir devlet görevlisidir. Filmde dondurucuya konulup hayattan izole
edildiği dönemde cep telefonu Sömürge devletlerinde para kavramını başka bir
isimle kullanan birkaç zevatta mevcuttu.
Tablet internet drone instagram
android v.b. bilişim kavramlar ya yoktu ya da avamın eline düşmemişti.
Dondurulduğu dönemde klavye
erkekliği yapıp başkalarına sanal ortamda hakaret edenlerin Polis Merkezlerinde
ifade alınmıyordu.
Dondurulduğu dönemden kalma azılı
bir suçlu dondurucudan bilişim çağında kaçınca, Stalloneye ihtiyaç duyulur ve
artık hayatın tamamen yapay zekayla idare edildiği malum döneme Stallone
gözlerini açar. Tüm bu bilişimin gelişim sürecini birebir ilmel, aynel ve
hakkel yakin müşahede edemediği için her şeye yabancıdır ve uyum sorunu
yaşamaktadır kahraman! İşbu sebeple dondurucuya konulduğu dönemde sahip olduğu
ağzı bozukluk da kendisiyle birlikte geleceğe taşınmıştır. (Huyun çıkıp
çıkmayacağını başka bir yazıya bırakarak yazıya devam ediyorum) Her tarafta
insanları gözetleyen yapay zekâlar mevcuttur ve sözlü ya da fiili her türlü
kural ihlaline ceza kesmektedirler. Bu duruma alışamayan kahraman ağzının
bozukluğundan mütevellit sürekli elinde ceza makbuzu ile gezmektedir ve bizim
gariban Anadolu insanı gibi kendine ceza kesen cihaza da ayrı bir zılgıt(alaheri)
çekmektedir.
Kalbim bu olayları aklından
geçirirken kaygı duyduğum meseleye takılıp kaldı. Küfür müstakil halde başlı
başına bir günahtır. Bu cürmü işleyen zat bunu kendi başına öfkesine hâkim
olamadığında bir muhatap olmaksızın yaptığında İslam hukukuna göre kendi ile Rabbi
arasındaki hukuka riayetsizlik yapmış olur. Ve “Tevbe eden günah işlememiş
gibidir” hükmünce affolunacağını ümit ederiz. 2.kaide olarak mezkûr zat küfrü
muhatabına ya da gıyabında bir zata yaptığında tevbe etmesiyle iktifa olunmuyor
küfre muhatap ya da matuf olunan zattan helallik alınması şart koşuluyor.
Bilişim çağında insan mahlûkunun yerine amelelik niyetiyle icat edilmiş yapay zekâya
küfür etmek 1.kaideye göre mi 2. Kaideye göre mi yoksa 3. bir kaideye göre mi
hükme bağlanacak? Bu sualime Diyanet İşleri Başkanı Prof.Dr. Ali ERBAŞ cevap
vermesin, mümkünse ve de lütfederse aziz dostum M.Raşit KÜÇÜKKÜRTÜL cevap
versin.
Baki selam ve muhabbetle…
***
BUĞDAY FİLMİ ÜZERİNDEN MUSA HIZIR KISSASI
Sinema / Eleştiri
Buğday filmi yönetmenliğini Semih
KAPLANOĞLU’nun yaptığı, yapımı beş yıl süren bir film. Sinemada gösterime
girdikten sonra Tv’de ilk kez yayınlanana kadar internet ortamından da
yayınlanmadı. Galası Beştepe’de yapılan bu film derin içeriğiyle fikir
camiasında sabırsızlıkla beklenilen bir filmdi. Nihayet ilk kez Trt
ekranlarında yayınlanan film üzerinden Hz. Musa ve Hz. Hızır’ın izini sürmek
gibi acizane bir denemem olacaktır.
Filmin başından sonuna kadar
hissettirmeden siyah beyaz oluşu akla şu diyaloğu getiriyor. Hayattan rengi
çıkar geriye ne color ki? – Tek hakikat olan “Ölüm” kalır canım efendim! Film işte bu hakikati daha en başta rengi ile
vermeye başlıyor.
Günümüzden çok uzak yılarda geçen
senaryo aslında insan hayatının idamesinin en temel gıdası tohumun (buğday)
genetiğinin bozulması ve üzerinde oynanmasının insan kişiliğine mizacına
seciyesine tesiri de ele almış. Tohum üzerinde her yapılan değişikliğin insan
karakterinde de değişiklikler meydana getirdiğini dile getiriyor Cemil AKMAN (Hz.Hızır’ın
temsili). (Domuz yemek ile kıskançlık arasındaki bağ anlaşılması açısından bir
örnek olabilir.)
İstikbalde geçen film Holywood yapımı olan ve gelecekte geçen diğer tüm
filmler gibi mükemmel bir hayatı yaşayan bir topluluk ile özgürlükçü hayatı
seçen, aslında elinden hiçbir şey gelmediği için bilim karşısında yenilmiş ve
köle olmuş bir toplumun kavgası ile başlar. Bilimi mutlak güç olarak telakki
edip bilimden yoksun olanları kendine köle kılma ahlakıyla hayatını idame
ettirenler ve bu statükoyu koruyanlar her zamanki gibi hakikate karşı kulakları
kalpleri ve gözleri mühürlenmiş haldeler. İşte bu statükonun egemen gücü
karşısında bilimin ve insan eliyle üretilen her şeyin nakıs olduğu hakikatini
marifet yoluyla öğrenip dile getiren Cemil AKMAN (Hz. Hızır’ın temsili) ve bu
hakikatin peşinden koşan bu marifeti elde etmeye çalışan Prof.Dr. Erol’un (Hz.
Musa temsili) üzerinden Kehf Suresinde geçen Hz. Hızır Aleyhisselâm ve Hz. Musa (a.s.) kıssası sembollerle anlatılmıştır.
Cemil AKMAN tezlerinde Genetik Kaos
ve M cevherini işler. Bu tezlerinde net olarak yukarıda belirttiğimiz hadisin
nakıs oluşunu ve tabiatta bulunan her şeyde M isimde bir cevher bulunduğunu
insanoğlunun yani bilimin bu M cevherini yaratmaktan aciz olduğunu, bu
acziyetten dolayı da hiçbir zaman insanın temel ihtiyacı olan buğdayı mutlak
kusursuz manada ortaya çıkaramayacağını, bunun ancak gaybi bir hal ile
yaratılacağını savunur. Burada M cevheri filmde açık olarak belirtilmese de
bunun iki cihan serveri, kâinatın yaratılışının asıl vesilesi Hz. Muhammed
aleyhi saletu vesselam olduğunu filmin işlenişi bakımından anlıyoruz. Kâinat Hz.
Muhammed efendimizin nuru ile yaratılmıştır itikadı ile burada M cevherinin
izahatını buluyoruz. İşte bu itikat her zaman olduğu gibi filmde de statükoya,
zulüm ile idare eden egemen güce karşı bir direniş vesilesidir. Hakiki İmanı
elde eden kâinata meydan okuyabilir. İşte bu meydan okuyuşlardan birini yapan
Cemil AKMAN ölü topraklar olarak adlandırılan tehcir edilmiş topluluk arasına
sürgün edilir. Diğer bir tohum bilimci Prof.
Dr. Erol son yıllarda buğday tohumundaki genetik bozukluk üzerinde çalışma yaparken
Cemil AKMAN ismi karşısına çıkar. Erol çözemediği bu sorunun çözümünü kendinden
daha derin bilgiye (ilm-i Ledün) sahip olduğunu düşündüğü Cemil’de bulacağı
kanaatiyle ölü topraklara kaçak bir yolculuğa çıkar. Tıpkı Hz. Musa’nın
Allah’tan aldığı vahiyle kendisinden daha alim bir zat olduğunu öğrendiğinde o
alim zatı görmek istemesi gibi. Burada Hz. Musa yanına ümmetin seçkinlerinden
birini alır. Erol ise küfür üzere olan bir talebesini alır. Lakin Erol Cemil
ile buluşanda, Erol adeta talebesine buradan ileriye senin gelmeye itikadın kâfi
gelmemektedir dercesine talebesini geride keşfedilmemiş ile ölü topraklar
arasında bırakmaktadır.
İşte buradan itibaren tüm
sahneler uzun uzun anlatılmaya gerek kalmaksızın şunu anlatmaktadır. Hayatta
kalmak için “ene”yi öldürmek, kalbi temizlemek gerekir. Ene’yi öldürürsen sana
buğday da verilir nefes de verilir. Ben’i öldürmek, nefese ve buğdaya sahip
olmak için de en önce bir mürşide bende olacaksın. İşte o zaman HAY olan Allah’ın
nurunda yaşarsın.
Baki
selam ve muhabbetle…
***
MARAŞ’IN CEZBELI GÜLLERI
Hayra vesile olan HAYRI işleyen
gibidir.
Ertesi
sabah Cezbeli Gülleri hem avucumda hem yüreğimde çalışma odama götürdüm. Kitabı
muhataplarımın görebileceği, cezbelilerin boynunun bükük kalmayacağı müstesna
bir köşeye yerleştirdim. Öğleye doğru teşrik-i mesaiden yaşça benden büyük
Maraşlı bir meslektaşım kitabı fark etti. Kitabın kapağını içeriğini iyice
inceledikten sonra duygu yüklü bir sesle “bu güller var ya bu güller! Maraş’ın
esas sahibi bu Cezbeli Güllermiş. Babamdan çok dinledim bu gülleri, çok büyük
insanlarmış” dedi. Öyleyse ruhlarına bir fatiha okuyalım dedim. Gülleri
sevenleriyle buluşturduğum için şükrettim. Fatiha’yı okurken Hasan EJDERHA
ağabey geldi aklıma “Ahh Hasan ağabey! sen nasıl bir şairsin!” Telefonumun
çalmasıyla tam ortamdaki maneviyat yok oluyor diye kaygılanmıştım ki arayan
güzel yüzlü güzel ruhlu Cezbeli Güllerin mana yoldaşı Hasan EJDERHA ağabeydi.
Aramasına cevap verdiğimde bu tevafuka binaen ben ne kadar huzur doluysam o da
o derece rahatsız etmiş olmanın kaygısı (kendi ahlakının güzelliğinden)
içerisinde “müsait misin?” diye sordu. Sevincimi kendisine en mümtaz kelimeler
ve kalbi duygularla ifade ettikten sonra kendilerine hizmette bulunmak için
amade olduğumu belirtim. Başka bir kurumla alakalı bir mevzudan dolayı bizim
kurumdan bir belgeye ihtiyaç duyduklarını belirtti. Belgeyi verecek olan makam
bizim kurumun Binevler’deki şubesiydi. Eğer Hasan ağabey oraya yalnız giderse
onu yorabilirlerdi. Tam bu endişe beni üzecekti ki her zaman ki gibi Allah’ın
yardımı yetişti.
Sen bir müminin sıkıntısını
giderirsen Allah da senin sıkıntılarını giderir.
Hasan Ağabey’e
kendisini hemen arayacağımı söyleyip müsaadesiyle telefonu kapattım. Kadîm
dostum, içimde küllenen edebiyat aşkını yeniden yakan güzel insan, Hasan
ağabeyle tanışmamıza vesile olan, gönül dünyamda Maraş’ı tamamlayan DOST!
Rıdvan’ın adını aradım telefon rehberimde. Sahi ben Hasan ağabeyle tanışmamızı
anlatmış mıydım? Tabi ki anlatmadım.
Müsaadenizle hikâyeyi başa saracağım.
Sil baştan başlamak gerek bazen…
Rıdvan, KSÜ Edebiyat Fakültesinde
talebe olduğu yıllarda edebiyat buluşmaları vesilesiyle Hasan EJDERHA ağabeyle
tanışmış bir bahtiyar. Rıdvan’ı tanıdığımdan beri ne zaman efkâra gelse
dilinden şu mısralar dökülürdü;
sen, sızılı bir ağıt
derinden okunan bir yasin
olmamalıydın ama oldun/ mahcubum
yokluğundadır senin gücün
innâ lillahi ve innâ ileyhi raciun!
derinden okunan bir yasin
olmamalıydın ama oldun/ mahcubum
yokluğundadır senin gücün
innâ lillahi ve innâ ileyhi raciun!
Rıdvan bu
mısraları okuduktan sonra “vay be Hasan ağabey! sen nasıl bir şairsin” deyip,
kaçak tütününden derin bir nefes alır, takriben on yıldır görüşemediği belki de
kendisini hiç hatırlamayan bir insan için hayıflanırdı. Zannımca bu hasretlik Rıdvan’a yeter artık
dedirtmişti ki bir gün Hasan ağabeyin üniversitedeki dahili telefon numarasını
öğrendiğini büyük bir müjde olarak haber etti.
Lakin kendisini tanıyıp tanıyamayacağı kaygısı onu biraz rahatsız
ediyordu. Rıdvan’a bir tavsiyede bulundum; Sen Hasan ağabeyi telefonla ara.
Hasan ağabey telefonu ilk açtığında sen kendini Hasan ağabeye tanıtmadan “Hasan
ağabey çayın var mı?” diye, sor! Eğer sana herhangi bir sual yöneltmeksizin
“buyurun çayımız var” derse, bil ki “bizim Yunus mu?” makamında cevap vermiştir,
gidip çayını içeriz, lakin sana kim olduğunu nerden tanıştığınızı sorarsa bil
ki Yunus! bu kapıdan seni kovmuşlardır oraya uğramayalım. Rıdvan bu tavsiyeyi makul karşıladı Hasan
ağabeyin üniversitedeki dahili numarasını aradı. Rıdvan tam olarak kendisine
tavsiye ettiğim gibi cümleye giriş yaptı. Cevap mı? ………
Abdullah b.Amr’ der ki: Biz vaktiyle öyle bir topluluk
(sahabe) içerisindeydik ki, bir kişi diğer bir kişiyle karşılaştığında sanki aynı ana babadan doğmuş bir kardeşiyle karşılaşmış gibi olurdu.
Ertesi
gün Hasan ağabeyin odasında aynı ana babadan doğmuş gibi hissettiğimiz Hasan
Ağabey, Üstat M. Raşit KÜÇÜKKÜRTÜL ve kıymetli kardeşim Mehmet YAŞAR (Çok sonra fahri hemşerim olduğunu öğrendim)
ile kalplerimizi mutmain kıldık.
Bu
tanışmadan takriben 2 yıl sonra Rıdvan’ın tayini Istanbul’a çıkmış Maraş’tan
ayrılmıştı.(Ölüm kadar güzel bir ayrılıktı.)Hasan ağabeyin ihtiyaç duyduğu
belge tam da Rıdvan’ın yıllar önce çalıştığı şubedeydi. Ya Rıdvan! Rıdvan da o
anda Maraş’a ziyarete gelmiş ve belgenin verileceği şubede çay içmekteydi. Ahhh
Hasan ağabey! Sen nasıl bir şairsin?! Ahh Cezbeli Güller! Siz ne güzel
insanlarsınız.
Hasan
ağabeyin gerekli işlemleri için vazifeyi Rıdvan’a tevdi ettim. Birkaç saat
sonra Hasan ağabeyi aradığımda telefonu açar açmaz “asayiş berkemal azizim!
Vazifeyi tevdi ettiğiniz memur arkadaş bizimle alakadar oluyor, evrakı
alıyoruz” diyerek latifede bulundu ve ekledi: “Rıdvan diyor ki; vazifesini ben
ifa ettim yarın sabah kahvaltısı da Casım’dan”.
07/09/2018 günü sabah:08:00’de Hasan ağabeyin odasında kahvaltı
yapmamıza vesile olan Cezbeli Güller’e selam ve dua olsun…
Ahh Hasan ağabey! sen nasıl bir
şairsin!
Ahh Cezbeli Güller! ne
hikmetlisiniz! 07/09/2018
***
RÜYA VE HAYAL
Uyandırıyordu bir ninni uyutmaya
Bir hayal, hayal oluyordu
Başlıyordu bir rüya…
Hayal kayalıklarda büyürdü
Ten leş.
Çöl hayale büyütürdü
Kalp keş.
Ten tanrı oldu
Hayalden mahrum çocuk
Nerede parmaklarını yakan yakışıklı?
Bu rüya sonumuz oldu…
***
NAZAR
Ömrü boyunca nazardan muhafaza olsun diye kulağına Nazar ismini okuduğum yedi yaşındaki kız çocuğum ile bir ağustos günü akşam saatlerinde Hacı Murad mahallesinin -varoş bir semttir- Kahire caddesi üzerinde Sulukule’nin renklerinden çok Muş ovasının yalancı maviliğini andıran bir düğün merasiminde bulunuyorduk. Güzel bir yaz gecesiydi ve merasimdeki herkes sanki hayatında ilk kez mutlu oluyormuşçasına coşkulu bir şekilde düğün halayına eşlik ediyordu.
Kızım Nazar büyüdü ve gelinlik giydi bir
anda perdelenen gözlerimin önünde. Zaman rüya gibi hızla adamın bedenine girip
çıkan bir şeydi işte! Sert ve ani bir fren sesi perdelerini indirdi gözlerimin.
Bu fren sesi düğün merasimindeki şenlik ve enstrümantallerin sesini bastıran
bir desibeldeydi. Mecburi bir istikamete girmiş gibi düğündeki tüm davetliler, oğluna
gelin bakmaya gelmiş davetsizler dâhil, tek başına bütün kalabalığın ve şenliğin
sesini bastıran bu enstrümantali merak etmişçesine vak’anın olduğu yere doğru halaydaki
gibi nizami olmaktan çok uzak, telaşlı, meraklı adımlarla görmekten de
korktukları şeyi düşünerek sesin geldiği yöne yürümeye başladılar. Hacca
gidenlerden duymuştum, tavaf ederken bütün günahlardan azade olmak için-hüsnü
zannımız yabana atılmaya- cem olmuş efradın omuzlarının birbirine teması öyle
sık ve kuvvetliymiş ki yekvücut halinde siyah örtülü beytin etrafında ayakların
yere temas etmeden dönermişsin. Ta ki bu kalabalık beni alıp götürürken sesin
geldiği yere kadar, o kutlu beldede fizik kurallarının nasıl işlediğini henüz
tecrübe edememiştim.
Dünyanın merkezinde olmasa da sesin geldiği
yerin merkezinde idim. Alkollü bir partinin akabinde görülebilecek bir manzara
seyrediyordum. Belli ki “ayaklarımı yerden kesecek bir arabam olsun” deyip, “benim olsun kötüsü olsun” düsturuyla alınmış
eski model bir araç… Aracın etrafında darbe etkisiyle kırılıp dökülmüş
savrulmuş üç beş plastik sandalye… Az önce düğünde eğlenen onlar değilmiş gibi
vaveyla eden kadınlar, vaveylanın arasında eski aracın önünde saçları kanlar
içinde yatmakta olan sırtı dönük bir kız çocuğu vardı. Bütün soğukkanlılığım
üzerimde, vaveylanın arasında yerde yatmakta olan çocuğu kucağıma alıp sabahın
ilk ışıklarıyla ortaya çıkan dalgasız bir deniz suyunun düzlüğünü andıran uzun
saçlarını bir cerrah titizliğiyle alıp çocuğun yüzünü temizledim. Az önce
içlerindeki birikmiş bütün dertlerini avazı çıktığınca bağıran bu kadınlar
neden sessiz sinema oynamaya karar verdiler ki? Drama sahneleyen oyuncular
gibiydik. Söz ve ses olmadan sadece mimiklerimiz ve uzuvlarımızla hissettiğimiz
acıyı, kederi, ihtiyaçlarımızı birbirimize anlatıyorduk. Sahi kucağımdaki kız
nasıl da hem ağlayıp hem de sesini saklıyordu?
Gök nazara gelmeden nazara mı gelmişti?
Nazar’ım…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder