Mutluluğumu çizsem gökyüzüne,
Biliyor musun?
Yine seni çizerdim…
Önce gözlerinden başlar,
Yıldızları toplardım gözbebeğine…
Kirpiklerin değerdi,
Gökkuşağının tüm renklerine…
Orada,
Kendimi unuttuğum yerde,
Dağıtırdım tüm senli düşlerimi
Kalemden kalbine…
Sonra gülüşünü çizerdim.
“Anne!” dediğinde,
Yanağına düşen o gamze,
Gamzeme değerdi.
Söyle!
Nasıl çizebilir insan,
Kendinden bir parçayı…
Ancak,
Kim olduğumu hatırlardım,
Bu sımsıcak kelimede…
Bal böceğim!
Kalbimin üstünde geziyorsun…
Unuttum,
Bağışla!
Senin için bir çiçek olduğumu…
Gökyüzüme yine resmini çizdim…
Saçlarının kokusu sinmiş kalemime.
Bugün de seni kalb’ettim.
Bal böceğim!...
***
KIPIRDASIN KÂİNAT
Genç kız,
oturduğu masadan usulca kalktı ve pencerenin kenarındaki saksının içinde duran
hanımsepeti çiçeğine doğru yaklaştı. “Mevsimlerden sonbahar, aylardan ekim ve
ben nerelerdeyim? “ Diye mırıldandı… “Hüzün yılındayım...”
Çiçeğin
yapraklarını okşayarak “Hüzün yılı, ansızın hayatımıza giren bir fetret dönemi,
bir düşünce yılı… Bu sene neler düşündüm neleri kaybettim ve nerelere geldim. “Acaba
Yusuf gibi kuyunun dibine mi düştüm yoksa köle pazarında mıyım?” Benzetmesi
yapmak ne kadar doğru ne kadar yanlış bilemem ama bu sene bir başka sene. Sıkıntı
çekmek ne kadar zormuş bunu anladım. Bunu idrak ederken bir tohumun filiz
vermek için ne kadar çok çaba sarf ettiği geliyor aklıma. Sonra Cenab-ı Hak’tan
ümidimi kesemeyerek, ümidvar oluyorum. Bu zor seneden sonra mutlaka güzel
yıllar da var olacaktır.
Mevsimlerden
sonbahar, bahçedeki elma ağacı yağan yağmura, Kahramanmaraş’ın kara poyrazına
inat, baharı beklemeden çiçek açmakta. Demek ki en zor günlerde dahi güzel
günler saklı. Her şey zıddıyla anlam bulmakta, her şey saklandığı kadar
derinleşmekte. Bu sene hüzün yılındayım.
Zaman
akıp geçmekte, saniyeler birbirini kovalamakta, akrep ile yelkovan yarış
halinde. Kainattaki zaman kavramının dengesi bu mu? Peki zaman içerisinde
kazanan kim olacak? Akrep mi yelkovan mı yoksa saniye mi?
Ağlamak
isteyip de tuttuğum o kadar çok hıçkırık var ki boğazımda. Hepsi birbirine
düğümlü. Kirpiklerimin ucundaki salkım saçak bulutlar birbirine çaksa
çevremdeki herkes sağanak yağış altında kalır, kim bilir? Dedim ya hanımsepeti
çiçeği, bu sene hüzün yılındayım, mevsimlerden sonbahar.” Diye mırıldandı genç
kız.
Nefesinden
buğulanan cama dokundu bir dünya çizdi ve kâinat kavramını dünyaya nasıl
aksettirebileceğini düşündü. Senelerini, mevsimlerini, hüzünlerini, mutluluklarını
çizdiği dünyaya ne kadar sığdırabilirdi ki. Bunu yapamadı elinin tersiyle
çizdiği dünyayı sildi. Dışarıda sağnak sağnağa yağan yağmur kainattaki
kıpırtıyı haber ederken, anladı gökyüzü ceplerine sığmayacak kadar
büyüklükteydi. Bu hüzün senesi bitecek kim bilir gökyüzü hangi güzel
mevsimlerin habercisi olacaktı.
“İçimdeki
ümidin habercisi ol!
Hüznümü
elimin tersiyle de silmem,
Başım
gözüm üstüne hüsn-ü yılım ol!
Ah etmem,
kem söz söylemem,
Esen rüzgâr,
yağan yağmur şahidim ol!
Gelecek
olan baharı elimin tersiyle itemem,
Kıpırtılarla
inlesin kâinat!”
***
ZARFI AÇILMAMIŞ MEKTUPLAR
Bu yazımın içeriğini zihnimde tasarlamadım ancak her şeyden evvel başlığını belirledim. “Zarfı Açılmamış Mektuplar” yazısı aslında bir nevi teşekkür mahiyetinde olacak ama benim için yüreklendirici ve onur verici bir hadiseden ibarettir. Dilerim sizler de bu yazımda kendinizden bir parça bulursunuz.
İlk yazım Lisedeki Edebiyat köşesinden kâğıda yansıdığında ailemden hiç kimse benim ne Şiir’i ne de Edebiyatı sevdiğimi bilmiyordu sadece hayatımın kitaplardan, sınavlardan olduğundan haberdardılar. Babam Şiirle ilgili ilk deneme yazımı okuduğunda eve gelmiş benimle onur duyduğunu ifade etmişti ki bu beni daha da yüreklendirmişti. Sonrasında birkaç derginin düzenlediği Şiir yarışmalarında derece almamla birlikte çevremdekiler de öğrenmişti, Şiir’i ve Edebiyatı sevdiğimi…
“Peki biz insan olarak neyi kimden saklıyoruz?”
Üniversiteye başladığımda kendimi okulumuzun kütüphanesinde bulurdum. Bir kitaptan diğerine dokunurdu kelimelerim, sonrasında yazılarım da şekil almaya başladı. Türk Dili ve Edebiyat dersi hocamız Öğretim Görevlisi (Şair) Şaban Sözbilici fark etti yazılarımdaki üslubu ve yıllar geçti hiç unutmadı adımı ve kendisine huzurlarınızda teşekkür ediyorum.
Şahsıma ait açtığım bir sayfaya gün yüzüne çıkmamış kendi dünyamı kendimce yazıyordum. Kahramanmaraş’ın yeni bir dergisi genç kalemlere yol gösterir olmuştu ve hala da devam ediyor. Bu dergiyi yöneten Şair-Yazar “Hasan EJDERHA” hocamızdı. Ben bu isme deneme yazılarımdan birini gönderdiğimde beni tanımadan ve hiç tereddüt etmeden “YOLDAKİ KALEMLER” dergisinde yayınlayacağını söyledi. Bir süre Yoldaki Kalemler dergisine aralıksız yazılarımdan gönderdim sonrasında tam 5 yıl benden ne bir deneme yazısı ne de bir şiir düştü e-posta kutusuna. Arada bir Google’da adımı arattığımda –yıl 2018 olsa da- yazar Ahmet Doğan İLBEY beyefendi’nin köşe yazılarının içerisindeki yazılarının birinde Yoldaki Kalemler’deki Kahramanmaraş’ın genç şair-yazarlar listesinde geçiyordu adım.
“Bu onurlandırıcı bir durumdu ve ben hala kendi kabuğumda saklanmayı seçmiştim.”
3 ay önce kadar okulumuzun kütüphanesine her gidişimde kapının önündeki bankta oturan Hasan EJDERHA hocamıza çekingen bir selamla, kütüphane kapısından içeri girer beğendiğim kitabı alır kapıdan öylece çıkar giderdim. Bir gün selam kelimesi tüm cesaretini topladı ve kendini tanıttı. Yıllar boyu Yoldaki Kalemler dergisinde yazan o adın sahibinin ben olduğumu söylediğimde Hasan EJDERHA hocam çok şaşırdı. Bu zamana kadar hiç tanışmadan e-posta kutusuna yazı gönderen o sessiz ismin ben olduğumu söylediğimde hem sevindi hem sitem etti.
“Yazılarım neden sessiz bir köşeye çekilmişti?”
Şimdi Yoldaki Kalemler’de bana yeni bir sayfa verdi, Hasan EJDERHA hocam. Kendisine öncelikle bu nazik davranışından dolayı çok teşekkür ediyorum. Bu müstear ismin arkasına saklanarak iyi mi yapıyorum kötü mü yapıyorum bilemiyorum ama bu isimle burada olmak da güzel…
Eğitimci-Yazar Ramazan AVCI hocama ve Şair-Yazar Semiha KAVAK hanımefendi’ye yazılarıma göstermiş oldukları -bu isimle yazmamı uygun bulmasalar da- ilgiden dolayı çok teşekkür ediyorum…
Evet lisedeki Edebiyat köşesinden Yoldaki Kalemler dergisine uzanan uzun bir teşekkür yazısını okudunuz… Bu sessiz duruşumu aşağıdaki şiirle noktalamak istiyorum. Bir sonraki yazımda görüşmek temennisiyle…
Hoşçakalın…
“Zarfı Açılmamış Mektuplar
Cümleler tedirgin,
Duygular bulutların gölgesinde…
Yağmur yağdı yağacak.
O zaman yeşil için kırılacak tohum!
Ve gökyüzünden mektuplar düşecek yeryüzüne…”
***
ATEŞİN KÜLDEN RENGİ
“Sabır:
İşi bir dakika öncesine alma aceleciliğinden bir dakika sonraya bırakma
tembelliğinden kaçınma ve korunma iradesi demektir. Sezai Karakoç/ Kıyamet
Aşısı”
Okuduğu
kitabın kapağını kapattı ve bu cümlede düştü gönlü…Düştü olduğu yere ve
binlerce sabrettiği taşları vardı, her biri birbirinden farklı hal içinde ama
öyle bir taşı vardı ki çok LALce bir haldi. Ama o, Hanzade için ne çok geç
kalınmış bir duyguydu ne de erken gelmiş bir haldi. Kitapları delicesine
severdi, okurdu okudukça halden hale girer empati çizgisini satırlarda aşardı.
Şimdi kitaplardaki her konu, her tema onu hatırlatıyordu…Onu ve değerlerini…
Çalışma
masasından kalktı ve ellerini ısıtmak için pencerenin önündeki peteğin yanına
durdu. Perdeyi araladı ve camdan kendisine eşlik eden arap kızlarıyla toprağa
inen her bir yağmur damlasını seyre daldı. Dalınca bir daha çıkamadı onlu
hislerinden…
Ne kadar
derindi kalbi ve de ne kadar umarsız! kızdı onun bu haline. Hanzade, sağ elini
küçük bir yumruk yaptı, sol eli de sağ elini sıkıca kavradı. Soğuktan üşümüş
ellerini ısıtmak için dudaklarına getirip bir nefes verince, ellerinde isten
bir leke var oldu. Eliyle perdeyi aralayınca perdede isli bir iz oluverdi ve
dalmış sözlerle;
“Yar/e/mi
yaktın, Biriciğim…” dedi.
Camlardan
buğu buğu süzülüyordu onla ilgili duygular. Nasır tutmamış ellerinden de
öteydi, Hanzade’nin dünyası…Dudaklarında düğümlendi nemli cümleler ve toprak,
yağmurları aldı bir daha geri vermemecesine…
Bir insan
her yerde olur mu? Hanzade de onun için her mekandaydı. Tarifi imkânsız
duyguların yaşandığı sokaklar, çıkmazlara çıkarsa da o, hangi sokağın
başındaydı…Beyzade, Hanzade’yi bir kez daha düşündü. Ateş sadece düştüğü yeri
yakardı, düştü var olduğu yere, bile bile...Ateş gülü yakıyordu kül etmek
için…O ise o gülün varlığından gülümsüyordu herkese. Mısraların ucu yanık koksa
da koklatsa da onu her şeyden öte hissediyordu.
Çok
susadı, bir iki bardak derken suyu ömrü hayatında hiç görmemiş gibi kana kana
içti. Hanzade, boş bardağa bir kere daha baktı ve söylendi bardağa;
“-Üstada
sormuşlar kırılan kalp yine sever mi?
Üstat da
“evet” demiş.
Adam peki
demiş,
-Üstadım
siz hiç kırılan bardaktan su içtiniz mi?
Üstat da
cevap vermiş; “Peki sen hiç bardak kırıldı diye su içmekten vazgeçtin mi?”
Hanzade,
ne kadar duygu yüklemişse kalbine, bardağa bir göz ucuyla nazar etmesi ve
bardağı pencerenin kenarına bırakıp, onun kırılmasını seyretmesi anlık oldu.
Bir cam kırığı ne kadar da acımasız oluyordu gülden bir yaprağın tenince
değince…Kanıyordu nasır tutmamış hisler… Suyun altına tuttu tüm duygularını,
baktı ucu yanmış mısraların islerine, suyla akıp gidiyordu ateşin külden rengi…
Öğle
sonrası dersine gitmek için hafif uzandı pencere kenarındaki kanepeye. Biraz
olsun uyumak dinlendirirdi, zihnindeki başı ağrıyan cümlelerini. Kapının kilidi
açıldı ve Hanzade baştan ayağa süzdü geleni, tanıdı. İçeri girenin boyu ne uzun
ne kısaydı...Hızlı adımlarla koşan, duyguları ruhuna dokunacak melalde gelen
Beyzadeydi. Hanzade’nin yanına gelip onun gökten yıldızlar düşmüş saçlarına
dokunmak için tam eğilmişken uyandırdı onu., yakaza bir düşten…
Okuduğu
kitabın sayfasındaki bir SEN kelimesi ne kadar da dağıtmıştı dünyasını. Camdan
bakan arap kızlarının saçları dahi bu duygu hazanında arapsaçına dönmüş.
Hanzade için ben! diye başlayıp sen! diye biten cümleler, onlar için “O”
olmuştu. Türkçede kullanılan tüm şahıs zamirleri onu sahiplenmişlikleriyle;
“sen” zamiri, “Benim!” olurken, “ben” zamiri “Seninim!” diyordu…
Hanzade
için ne çok geç kalınmış bir duyguydu ne de erken gelmiş bir haldi. Kitapları
delicesine severdi, okurdu okudukça halden hale girer empati çizgisini
satırlarda aşardı. Şimdi kitaplardaki her konu, her tema benden ve senden
ibaretti…
Yar/e/mi
yaktın, Biriciğim! Dedi ve yutkundu, Kıyamet aşısı kitabından bir sayfa daha
çevirdi. Gökyüzünden düşen bir damla yine SEN kelimesini tam kalbinden vurdu…
***
YENİDEN BAŞLAMAK
Kendimi bulduğum zamanın ötesinde geçiyor zaman. Kalemin ucundaki tüm harfler birbirleriyle yarışır gibi sıralı cümle olma peşinde. Düşünüp de yazıya dökmeyi istediğim o kadar cümle var ki birbirini kovalarcasına kaçışmaktalar. Bense yeni cümlelerin peşinde iz sürmekteyim. Harfler ve kelimeler birbirlerinin nazında.
Bahar geldi harflerle hemhal olup fiyakalı cümleler kurmak lazım. Hangi duyguya seslenelim ki onu kalbinden vuralım. İçimizden geldiği gibi yazarak duyguları coşturalım. Kimisi naz etsin cümlelerle kimileri ağlasın yağmur yüklü harflerle. Diğerleri rüzgarla esip savrulsun gitmek isteyip de gidemediği toprak hisli sayfalara.
Kendimi bulduğum zamanın ötesinde geçiyor zaman. Cümleleri derleyip toparlayıp kim bu hale getirdi bilinmez ama duygular bir başka bugün sayfalarda. Harflerle kelimeler yağmurla rüzgârın var olduğu iklimlerde kavruluyor. Bugün bir başka harfler bir başka geçiyor zaman ve bir başka gidiyor ömür.
Ne kadar yazı yazarsak yazalım her geçen gün, cümleler yenilenmekte. Bir önceki gün yazdıklarımı beğenmiyorum. Hiçbir harf kızmasın darılmasın ama durum böyle. Merak ettiğim bir şey var, birçok harfin birleşmesiyle oluşan kelimeler nasıl olur da mana taşır? Manayı okuyan mı yaşar yoksa yazan mı? Peki her bir harfin kaç boyutlu anlamı var? Tüm bu sorular başlı başına bir bilmece.
Kendimi bulduğum zamanın ötesinde geçiyor zaman. Harflerle kelimeler birbirine girdi. Savaş yok sadece koyu bir sessizlik içinde kimin kim olduğu belli değil. Harfler kelime libasını giydiğinde sadece mana boyutunu algılayabiliyoruz peki ya duygu ? Duygunun kimliğini ancak kelimenin cümle içerisinde ahenkle konuşmasından anlıyoruz. Çünkü o anda cümle içinde kendimize de duygu babında yer açıyorsak duygumuzun kimliğini görebiliyoruz.
İsterse harfler küserse küssün, yağmur yüklü mana altında kalırsa kalsın, dilerse rüzgarla savrulup dağılsın şu bir gerçek ki her yeni gün yeni bir başlangıçtır. Geçmişteki tüm cümleler geride kaldı bugün de kelimeler fiyakalı cümle olma peşinde.
Kendimi bulduğum zaman, kalem kırıldı…
Vakitlerden akşam, yağmur bulutların boğazına düğümlenmiş bir ip gibi nerdeyse koptu kopacak. Elmanın içindeki çekirdek toprakla buluşmayı bekliyor. Yuvasına çekilen karınca kış hazırlığını tamamlamış, kış uykusuna girdi girecek. Peki bu yağmur hangi mevsimlerin adını yazacak, bilir misin?
Vakitlerden akşam, kelam tükendi, sükutun derinliğinde bir hal var. Sayhanın sessizliğindeki dipsizliği dinlenerek dinlemek ne kadar yorucu ise yazmak için beklemek de bir o kadar zahmetli. Birazdan fırtına rüzgarla buluşup en haşin çığlığını çarpar gökyüzüne, bulutları birbirine bağlayan hıçkırıklı düğümler tek tek kopar, her biri yeryüzüne savrulur bin bir rahmetle.
Hiç zahmet çekmeden bereket toplayan parmaklar gördün mü?
Vakitlerden yağmur, zamanlardan akşam, ezan bitti.
Kelam tükendi-kalem gitti.
***
YENİDEN BAŞLAMAK
Yeniden
başlamak ama nereye? hangi yöne? neye? Ne için?
Sıraya
giren o kadar kelime var ki, hangisinden başlasam da satırlara not düşsem.
Bugün hava güzel diyebiliyorsam o zaman yaşamak çok güzel! Tam zıddı bir cümle
kurduğumda ise ortaya fırtınadan daha kötü bir hava var olacaktır. O zaman ne
yapmalıyız? Yaşama kaldığımız yerden başlamalı, dünü unutmadan ders alarak,
bugünü yaşamalı yarın için tedbirli durmalıyız.
Kaleme, sayfaya,
silgiye, harflere usulca dokunarak yeniden yazmaya başlamak lazım…Nasıl bir
cümle kursam diye değil, yazdıkça nasılım diyebilmeli insan. Zihin, kelimeleri
sıraya bıraktıkça daha da rahatlayabiliyorsa o zaman yazmaya devam etmeli.
Şimdiki gibi, cümleler birbiri ardınca hazır ve nazır olacaktır. İnsan kendini
okudukça yazar, sözüne kanıp yeniden başlamalı yaşamaya.
Peki
yaşadığımızı nasıl vurgulamalıyız? Hiç bu soruyu sorduk mu kendimize. Sesimizi
duyurabildik mi dışımızdakilerden çok içimize. İçimiz dedik ya peki
içimizdekiler kim? Beni “biz” yapan nesneler neler? Dış dünyadan aldığımız
değerlerimiz… Değerlerimiz ne kadar değerli olursa yaşamaya dair ümit varız.
Dışarda
esen rüzgâr havanın, toprağın, ağaçların sırtına dokunduğun kadar omzuma
dokunsan da sırtımdaki yükü kaldırıp, beni silkeleyip kendime getirsen ne iyi
olurdu. O zaman yeniden başlamanın hazzına ererdim. Aslında dünde yaşanılan
birçok şey iyi ya da kötü bizi kendimize getirmiyor mu? Dün, bir rüzgâr gibi
sırtımıza dokunup, önümüzdeki adımlarımızı saydırmıyor mu? İşte dün bir rüzgâr
vurdu beynime bugün o rüzgârın keskin soğuğu iliklerime kadar etki etmekte,
yarın ise rüzgârdan sonrası soğuk bir dinginlik. Peki yarını yaşarken bugün
yine dünde mi kalacak?
İşte her
gün yeniden yaşıyor gibi güne başlamak lazım. Vakit seher vaktiyse odana, yaşamına,
ruhuna bereket girsin istiyorsan o zaman usulca yerinden kalk, pencereyi aç.
Dışarda
esen rüzgârın kanatları,
Okşasın saçının her bir telini.
Masada duran kalem titresin, sayfalar
birbiri ardınca açılsın. Rüzgâr
öyle bir rahmettir ki dokunduğu
her nesneye yaşam verir. Kıpırdasın
kâinat! / “Ben yaşamaya geldim.”
***
TESBİHİN İPİNİ KESEN DUA
Yüzüne yansıyan coşku taştıkça, aynanın içindeki çehrenin elindeki teşbihin taneleri avuçlarında yuvarlandıkça, çevresinde pervane gibi dönüyordu dünya… “Sonunda ve yine başında hep o vardı yanımda!” diye mırıldandı dudaklarından dökülen her bir dua…
Bu yolculuğa çıktığında ilk önce onun
adını öğrenmişti dili, sahi o zamanlar kalbinde gerçekten o var mıydı?
Şiir kokulu bir sohbetle demlenmiş çay
bardağındaki sıcacık çayına tat getirmesi için, ilk önce şekeri atıp, kaşığın
ucuyla hafifçe çay bardağını karıştırdı… Aslında şekerleşen, yüzüne yansıyan
coşkunun memnuniyetiyle harmanlaşan çocuksu bir mutluluktu… Karşısında duran
aynanın içindeki çehre de sahi bu coşkunun anlamını çözebilir miydi?
Kavrayabilir miydi bedenine dar gelen bu
kıyafetin ölçüsünü?
Sahi bu kıyafet dediği de neydi?
Genç kız çayını yudumladıkça tatlaşıyordu
şiirden demetlenmiş duygular. Kelimler konuştukça tesbihin her bir tanesi
hızlanıyordu aynanın içindeki çehrenin avuçlarında. Ayna genç kızın öğrendiği
ilk kelimeyi kalben söyledikçe genç kız elindeki çay bardağında çayının sonuna
geldiğini fark etti, düşündü “Sanırım şiir kokulu sohbetin sonuna geldik…” Oysa
aynanın içindeki çehre “Bence gelecek şiirlerin başlangıcına geldik…” diye
yanıt verdi…
Aslında bu ses, aynadaki çehrenin elindeki
tesbihdeki duanın sesiydi.
Dua genç kıza seslendi.
“Seni sonbahardan ilk bahara getiren bu
mevsim nasıl olur bilir misin? Sonbaharı yaşarken birden ilk baharı yaşamana
vesile olan bu ipin ucundaki her bir tesbih tanesinin bir sonrakine dokunuş
evresini bilir misin? Her bir tesbih tanesi birbirine bağlıdır ve her biri
birbirini etkiler, Tıpkı sonbahar yapraklarının mevsimini bitirmesiyle
ilkbaharda açacak olan yeni yapraklara aşı olmaları gibi... Sahi bu çektiğin
tesbihin ipini kesen nedir? Hadi bugün tesbihin ipini kesen duayı yaz!”
Genç kız, çay bardağındaki son çayı da
yudumladıktan sonra görebildi karşısında kalemine yansıyan hikâyelerin nasıl
oluştuğunu idrak eden bir kalp vardı… O kalp fark etmişti, genç kızın uzun
zamandan beri sonbahar da dâhi şükür tesbihini çektiğini. Çünkü aynadaki
çehrenin avuçlarında birbirine dokunan tesbih “Şükür!” derken tüm dualar genç
kızın avuçlarında yeniden dua olup toparlanmak için masanın etrafına
dağılmışlardı. Her bir dua tanesi:
“Benim adım Şükr! Her halime şükrettim…
Benim adım Şükr! Her halime şükrettim…
Benim adım Şükr! Her halime şükrettim…”
derken bir tesbih tanesi masadan tam düşerken genç kız ipi kesilen tesbih
tanesini avuçlarına aldı, “Şükürler olsun yakaladım aslımı, bedenime dar gelen
kıyafetin ölçüsünü buldum…” dedi ve yazdı…
“Dua insanın aslını bulmasına vesiledir…”
Her ânınız dua olsun!
***
GÖKYÜZÜMDEKİ/KALBİMDEKİ İZLER...
“İçimden geldiği gibiyim, desem
de çevrenin etkisi de (iki de bağlacının arka arkaya kullanımı akıcılığı
bozuyor.) değiştiriyor huy ve mizacımı. (Huy ve mizac aynı anlama gelir.) Farkındayım
bendeki zayıflığın gün geçtikçe başkalaştığını, görüyorum sende gücüne güç
katan kuvvetin alanını…” dedi Simya Filozafa, sessizce… Lakin Filozof duymadı
Simyadan gelen bu sesi…
Sahi neydi Simya! (?)
“Simya, en genel anlamı ile bir
sanat ya da bir teknik olarak anlaşılabilir ve amacı, maddenin içindeki altını
ortaya çıkartmaktır. Simyacılara göre madde hastadır ve iyileştiğinde altın
ortaya çıkmaktadır. Simya bu amaçla “Felsefe taşını” aramaktadır. Bu
taş maddeyi altına çevirebilmekte ve bundan elde edilen iksir (Elixir) ile
insan ölümsüzlüğe kavuşabilmektedir.”
Filozof önündeki kitaptan bu
satırları okurken Simya, karşısında gözleriyle onun her bir halini süzmekteydi…
Simyanın bakışları Filozofun
uzayan saçlarına takıldı. Her saç telinin üzerinde asılı kalan düşünceleri
görebiliyordu. Kimisi çok mutlu, kimisi alışmak istemez gibi bir diğeri
umursamaz, bir başkası kararlı ve düşüncelerin bu farklı halleri, cümleler uzadıkça
devam ediyordu.
Filozof kimdi ki bu denli Simyayı
sert darbelerle yontuyordu. Sahi Filozof bir Simyacı mıydı?
“Simyacı, kurşunu altına
çevirmeye çalışan, evrenin dört elementten (toprak, hava, su ve ateş)
oluştuğuna inanan ve çalışmalarını bu yönde yapan bilim adamı.” diye geçen
cümlenin altını çizdi Filozof…
Simyanın gözleri bu sefer,
Filozofun gözlerinin rengiyle karşılaştı. Renkler birbiriyle o kadar çok sarmaş
dolaş olmuşlar ki Simya bu renklerde binlerce ayrıntıya şahit olmuş sesli
düşünceler gördü. Filozof bir an sert bakışlarla Simya’nın gözlerinin rengine
bakmadan bakışlarına sert bir düşünce fırlattı…
“Niye dikkatle bakıyorsun?” dedi
Filozof Simya’ya…
Simya, dudaklarını büktü ve
“Hiç!..” dedi usulca…
Filozof, “Hiç” kelimesinin
arkasına takıldı...
“Bu kelimeyi ancak varlığını
anladığın durumları saklamak için kullanırsın, aslında büyük şeyler
yakalamışsındır da muhatabın olan kişiyi bunu anlatacak ölçüde denk bulmazsın
kendine…” diye geçen cümle bir sonraki sayfaya merakla geçirdi Filozofu…
Simya’nın kirpiklerinde asılı
kaldı her bir duygu… Önce “Hiç!” kelimesi düştü o kadar büyüktü ki bu kelime
ilk onu taşıyamadığı için Hiç! kendini boşluğa bıraktı ve şıp! Diye değdi
Simyanın yanaklarına sonra dudaklarında ıslak kalan düşüncelerle birleşti,
yutkundu. Simya, ağzının içindeki düşünceleri bir kez daha sakladı…
“Düşünceler, ağzımın içinde,
alabilir misin?” dedi Simya Filozofa…
“Düşünceler basitse elbette
okunmaya/anlaşılmaya değmez, ancak derinlerde saklıysa bu bir Simyacı’nın işidir...”
diye devam ediyordu Filozofun dudaklarında kitaptan okunan cümle…
Sonra Simya’nın bakışlarında
asılı kalan kararlılık ağır geldi, o da Hiç! kelimesine eşlik etti koşar
adımlarla...
“Bana ağır gelen her hali
taşıyamıyorum, bu yüzden basit kalıyorum karşında…” dedi Filozofa Simya…
“Bir düşünce eğer hak ediyorsa
mutluluğu, hiç bırakmasın her daim kuvvet alsın. Taşıyamıyorsa, kararsız ve
zayıf düşüncelerin varlığından dolayıdır. Mutlu olmak için önce, bu kararsız ve
zayıf düşüncelere yer vermemelidir…” diye geçen cümlede durdu Filozof. Kitabı
bir kenara bıraktı… Simyanın simasına baktı ve sordu…
“Ne istiyorsun?...”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder