HAMAL TAŞI / Ömer Faruk GÜNAY

Abdülhakhamit “az yazı, çok para” demiş.

Buna muvazi atalar, “az iş, çok laf” demişler.

Eğer yazı yazılacak, laf verilecekse bu iş tabii bir mişmişçiye düşmüyor. Madem bir yazı yazılacak, ancak o, zamanında bu yazıyı yazmış olan ataya elçilik etmekle yükümlensin. Atalar elbet güzel demiştir.

Bizim oturaklı hazinelerimizden gayri, taşa çok değer verdiğimiz olmuş. Konya’nın çölünde Camii yoksa düzgünce bir taşı getirir dikerler mescide; çıkar Ezan-ı Muhammedî okurlardı. Her kazaya bir yitik taşı dikilir, bulunan sahipsiz eşyalar bu oyuk taşlara bırakılırdı. Yani insanlar çarşı-pazarda bir şekilde yitirdikleri değerli eşyalarını yakındaki yitik taşlarında ararlardı. Bazı taşları öyle işlemişiz ki şarkta isyanlar koparmış. Fakat hem hocamı hem beni etkileyen, bu süryan işlemelerden ziyade, çeşme yanlarındaki kaba kaba taşlar oldu. Hamal taşı. Hamalların taşı. Küfeyi sırttan bırakırken; yere sürünmesin, susadıkça su içsin, kamburuna kolaylık olsun demiş atalar. Sokak başlarına, çeşmelerin yamacına dikilmiş taşlar.

Yalnız Şair-i azam ile aramızda en az on hukuk devri var. Yine de isminin tahsilhânelere verilmesine itirazım yoktur.  Nasıl olsa o da Lusyen’i yitik taşında bulmadı mı?

İki keklik bir kayada, biri ötüyor, biri ölüyor.



2 yorum: