TARHANALIK YOĞURT / Hasan KEKLİKÇİ


Profesyonel tarhanacılık icat oldu olalı, tarhanalık yoğurdun kaçtan gittiğini de unuttuk Emmi. Hatta bu tarhana üretimi öyle bir hal aldı ki; köylerde bile sabah erken kalkan tarhana yapıp, firik satmaya başladı. Geçenlerde belediye otobüsü ile şehre gelirken, -bu cümleyi istersen bir daha oku Emmi- “belediye otobüsü ile şehre gelirken” Bizim Ahmet’le; koridorun sağ tarafındaki koltukta o, sol tarafındaki koltukta ben olmak üzere, yan yana oturarak geldik Maraş’a. “Oturarak” da önemli, çünkü otobüslerde oturacak yer bulmak herkese nasip olacak türden bir şans değil.

Uzun lafın kısası Bizim Ahmet de evde tarhana yapıp satıyormuş. “Bizim Ahmet” kim mi? Adı Ahmet olduktan sonra ne fark eder, bütün Ahmet’ler bizim değil mi?

“Tarhanalık Yoğurtlar Kaçtan Gidiyor Ehmede” –Ahmet Abi- dedim: Köyde 2,25 TL (YalnızİkiTürkLirasıYirmibeşKuruş), şehirde ise 1,75 TL (YalnızBirTürkLirasıYetmişBeşKuruş) olduğunu söyledi. Köyde normal yoğurt 2,50 TL (YalnızİkiTürkLirasıElliKuruş)’tan alıcı buluyormuş. 50 kg döğmeden, 47 kg tarhana çıkıyormuş. Ha, sen götürür adama 50 kg döğme, istediğin kadar yoğurt, istediğin kadar kekik teslim edip, “al bunları bana tarhana yap” dediğin zaman, Ahmet senden 300 TL (YalnızÜçYüzTürkLirası) para istiyormuş. Şimdi diyeceksin ki; ne gereği var bu kadar rakamın, hesap bilgisinin? Var… Hem de çok gereği var Emmi. Hani “Dünya dua üstüne” derler ya, aynı zamanda dünya rakamlar üstünedir de. Dünya 1 (Bir) sarı öküzün boynuzları üstünde durmuyor mu?

Dünyanın sarı öküzün boynuzlarının üstünde durduğu zamanlardı Emmi. Köyde kesilen kurbanların ve binde bir de olsa, kurban dışındaki küçükbaş hayvanların derileri yüzülürken çok aşırı özen gösterilirdi. Deride en ufak bir delik olmaması gerekirdi. Deriler, hayvanın boğazından kasığına karnı yarılarak değil de komple tulum çıkartılırdı. Hayvanın derisi, etinden daha değerliydi senin anlayacağın.

-“Kalkın… Kalkın… Üstünüze gün gelir şimdi.” Anamın sesini duymamla üstümden yorganı atmam bir oldu Emmi. Gözlerimi açtığımda ortalık hala karanlıktı, koyakları aydınlatan ne bir ay ve ne de güneş ortalıkta yoktu. Esasen anam ne kendisinin ne de bizim üstümüzde hiçbir zaman güneş görmemişti. Onun için güneşin ayaklarımızdan mı, başımızdan mı geleceğini bile bilmez. Ama bu sabah erken kalkmamız gerektiği için, biraz daha erkence davranmıştı. Bizim evler genelde bir katlıydı, yerden yapma senin anlayacağın, çullarımız direkt toprağın üzerinde seriliydi Emmi. Kışın; akrepler, yılanlar, omarcıklar –tarantula- ve fareler bir şekilde bir yerlere gider kaybolurdu ama yaz geldi mi, yılanlar toprak damı havada tutan ağaç ve çapkıların -ağaçların üzerine konan ortalarından yarılmış odun parçaları- arasında fare arar; kerpiç duvarların ve toprak zeminin hemen her yerinden bir zehirli böcek çıkar; çoğu zaman bir fareye saldıran yılan hedefi şaşırtıp yere, çulların üstüne düşerdi.

Ben akşam dedemgilin çardağında uyumuş, sabah yine dedemgilin samanlık damının üstünde uyanmıştım. Yaz boyu anam yataklarımızı oraya sererdi, nerede uyursak uyuyalım kucaklayıp yatağımıza getirirdi. Samanlık damı, yüksek bir yer olmamasına rağmen bizim evin içinden daha güvenliydi çünkü.

Çorba leğeninin başına oturup tahta kaşıklarımızı elimize aldığımızda babam eşekleri yemlemiş, yaylaya götürülecek eşyaları ve içi yoğurt dolu yannıkları, hayvanlara yüklenmek üzere hazır etmişti bile. Güneş?.. Güneş hala ortada yok Emmi. Anam bizi uyandırırken hep “şimdi güneş doğar” derdi fakat güneş hep biz kalktıktan sonra doğardı. Her gün güneş bizden çok uyurdu. Birkaç gün önce ayı yutan evren, –büyük yılan- kim bilir bugün de güneşi mi yutmuştu? O zamanlar ay tutulduğunda ay’ı bir evrenin yuttuğu söylenir, büyükler evlerdeki dolu silahları havaya doğru sıkar, biz çocuklar ise, boş tenekelere değneklerle vurarak gürültü yapardık. Bizim gürültümüzü duyan evren korkup, ay’ı bırakıp kaçardı... Öyle…

“Yannık” dedim de Emmi o laf yarım kaldı. Bin bir özenle elde edilen hayvan derileri önce tuzlanır, üzerindeki kılların kolay çıkması için birkaç gün bekletilir. Artık ne zaman elle yolunacak duruma gelirse, derinin yüzeyini kaplayan kıllar bir güzel temizlenir ve daha sonra; çul, çuval, çorap, kolan, örme –sırtta yük taşımaya yarayan kalın ip- gibi eşyaların yapımı için saklanır. Derinin temizleme işi bittikten sonra ayakları ve kıç tarafı; bal mumuyla mumlanmış köşker ipi ile, biz –deriyi delmeye yarayan ucu sivri demir- ve özel olarak yapılmış olan yannık iğnesi ile dikilir. Dikilmiş olan ayaklar geriye doğru katlanarak tekrar dikilir veya sağlam bir şekilde bağlanır. Bu şekilde yapılıp sadece boğaz kısmı açık kalan deri, kimi köylünün yannık, kiminin tulum, kiminin tuluk dediği, senin “kırba” diye bildiğin içinde sıvı muhafaza edilen kaplar haline getirilir.

Bahar gelip keçilerin sütleri çoğalmaya başladığı zaman, herkes adeta evdekilerin boğazından keserek, yapmış oldukları yoğurdun büyük bir bölümünü bu tuluklarda biriktirirdi. Yannık ya da tuluğa yoğurt koymak da öyle kolay bir iş değildir Emmi: Evvela kurumuş olan tuluğun ağız kısmı suyla ıslatılır. Sonra sıkıca bağlanmış olan ipi çözülür, tuluğun içindeki havanın bir anda çıkıp, içerideki yoğurdu dışarı atmaması için bir elle ip çözülürken, öbür elle dışarı çıkacak hava miktarı ayarlanır. Hava çıktıktan sonra yoğurdun yüzünde birikmiş olan su, yoğurt bulandırmadan dışarı akıtılır, tuluk sol kolun altına alınıp, köylünün boğazlağa dediği, huni tuluğun ağzına yerleştirilir. Evdeki en küçük tasla o gün evden artan yoğurt tuluğun içine boşaltılır ve tekrar şişirilip havası kaçırılmadan ağzı bağlanıp yerine yatırılır. Böylece hemen her gün suyu alınarak yoğunlaştırılan yoğurdun hem bozulması önlenmiş olur ve hem de küçük bir kapta daha çok biriktirilmiş olur.

Yaylaya gidecek herkes toplandı. Babam içi yoğurt dolu dört yannığı iki eşeğe, yiyecekleri ve yaylada yayılacak ayranların konacağı boş yannıkları da bir eşeğe yükledi. Kalan son eşeğe bibim bindi. Yahya’yı ve Elifi de kucağına aldı. Eşekler önde biz arkada, günü henüz ışımamış bir sabah vaktinde yaylanın yolunu tuttuk. Hep güneşten şikâyet ediyorum da Emmi; bizim köyde güneş ışıklarını batıdan gönderir üzerimize. Güneşin ilk ışıklarını karşı dağlar alır, sonra dağın tepesinden ta aşağıya Ceyhan Nehri’ne kadar iner. Oradan tekrar bizim köye yukarı çıkar.

Biz; Orta Belen’i geçip, Belen’deki Konak Taşı’nı geçinceye kadar, karanlık dağılmaya başladı ve yolumuz da iyice seçilir duruma geldi.

Dikkat edince bir şeyi daha seçtim Emmi; büyükler birbirine fark ettirmeden, bir bahane ile dönüp tekrar Konak Taşı’na baktılar...


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder